Muhterem Okuyucularımız;
Mülkün yegâne sahibi olan Allah-u Teâlâ "Mâlik'ül-mülk"tür.
O, göklerde ve yerde, ikisi arasında olan her şeyin sahibidir. Melekler, insanlar, cinler, ne varsa hepsi O'nun mülküdür, yarattığı ve yönettiği varlıklardır.
Kullarının elindeki de O'nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O'nun mülküdür. Mülkünün hem sahibi hem de hükümdarıdır, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Dengi ve benzeri, eşi, ortağı ve yardımcısı yoktur.
Kulları üzerinde Allah-u Teâlâ'nın hakkı vardır. Hazret-i Allah yoktan var etmiş, zerre bir nutfeden bu binayı dayamış, döşemiş, her şeyi vermiş, namütenahi nimetlerle donatmış.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." buyuruyor. (Tîn: 4)
Bunca nimetlerine şükretmek şöyle dursun, topluca saymaya bile gücünüz yetmez.
"Hakk" Allah-u Teâlâ'nın ism-i şerif'lerinden birisidir ve kaynağı Allah-u Teâlâ'dır. Çünkü O'ndan başka Hâkim, O'nun hükümlerinden başka hüküm yoktur. Hak ile hakikatin bütün mertebeleri O'nundur. O'ndan dolayı ve O'nun içindir.
İnsanların hukukunu zâyi etmeyen, âhiret gününde hak sahiplerine haklarını alıveren O'dur.
"Sabit olma, belirlenmiş nasip" gibi mânâlara gelen hak kelimesi, terim olarak; İslâm'ın şahıs veya eşya üzerinde yükümlülük olarak kişilere belirlediği sorumluluk ve tasarruf haklarını ifade eder.
Aynı zamanda zulmün zıddı olan adâlet mânâsında da kullanılır.
İslâm hukuku'na göre; "Hak" kelimesi hem Allah-u Teâlâ'nın hakkı olan ibadetleri, dini vecibeleri, hem mülk edinme hakkı gibi medenî hakları, hem babanın evlâdı, kocanın hanımı üzerindeki itaat etme gibi âdâb ile ilgili hakları, hem de devletin tebâsı adına tasarrufta bulunma hakkı gibi umumi hakları içine alır.
Hakların İslâm'ın emrettiği ve izin verdiği ölçüler içinde kullanılması gerekmektedir. Fert olsun, topluluk olsun, başkalarına zarar verecek şekilde kullanmaya hakkı yoktur. Allah-u Teâlâ başkalarına zarar vermeyi ve zulmü yasaklamıştır.
Hadis-i kudsî'de:
"Birbirinize zulmetmeyiniz." buyuruluyor. (Müslim: 2577)
Zulmetme! Hazret-i Allah, zâlimleri sevmez.
Bu zulüm kul hakkıdır. İnsanların hakkına girmiş, gasb etmiş veya haklarına tecavüz etmiştir. Bu yaptığı zulmü dünyada ödemediği, helâlleşmediği için iş âhirete kalmıştır.
Kul hakkı ile huzur-u ilâhi'ye giden, borcunu sevaplarından ödemek mecburiyetinde bırakılır.
Helâl haram dememiş, gayr-i meşru yollardan kazanç sağlamış, zulmetmiş, azgınlık etmiş, haksız yere onun bunun malını gasb etmiş, dövmüş, sövmüş, iftira, gıybet etmiş, her şey yapmış ve bunların sorulmayacağını sanıyor.
Borçlar, emanetler, sözler, sırlar, iffet ve şeref bir haktır. Ana-baba, karı-koca, akraba, komşu, arkadaş hakkının hepsi birden zâhiri manada haklardır, riayet etmek gereken haklardır.
Bunlar maddi haklara girer ve fakat asıl üzerinde durulması gereken haklar vardır ki bunlar mânevidir, sırf şükür için bu mevzuyu arz etmek tefekkürünü yapmak çok kıymetlidir. Yaratan, yaşatan Hazret-i Allah'ın hakkı nasıl ödenir? O'nun Habib'i mevcudatın yaratılış sebebi Resulullah Efendimiz'in hakkı nasıl ödenir? Allah'a ve Resul'üne dâvet eden, onların adına vazife yapan onun vekilinin hakkı nasıl ödenir?
•••
"Hicri Yeni Yıl"ınızı ve bu ay içerisinde idrak edilecek olan "Aşure Günü"nüzü tebrik eder, tüm İslâm âlemi'ne hayırlara vesile olmasını Allah-u Teâlâ'dan niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
"Şunu unutmayın! Borçlu olmayın, borçlu ölmeyin, emanet üzerinizde olarak ahirete göçmeyin. Kapıda kalırsınız, haber veriyorum. Kul hakkı olan, Allah-u Teâlâ'nın yasaklarından kaçmayan, ana-babaya isyan eden geçemez. Bütün bunlar nefse uymaktan gelir. Nefsine uymasaydı Cenâb-ı Hakk'ın emrine uyacaktı. Halimize şükredelim, emrine riayet edelim, nehyinden kaçalım, bize düşen bu...
Biz, size bazı şeyleri anlatırken bazı zerrelere vakıfız. Onun için çok dikkat edin, o geçit çok mühim. Bütün bu çalışmalar iman ile göçebilmek için, oraya süzülmek için. O geçidi geçmek için. Ana-babaya, eşine isyan edenin, borcu olanın, emaneti olanın, kul hakkı olanın geçemeyeceğini bilin. Aklınızdan geçmesin. Emanet. Ve çok dikkat edin, birisinin kuruşu size geçmesin. İnan ki o kuruşu sonra boynunuza asarlar. Devlet malı da, vakıf malı da emanettir."
"Hakk" Allah-u Teâlâ'nın ism-i şerif'lerinden birisidir ve kaynağı Allah-u Teâlâ'dır. Çünkü O'ndan başka Hâkim, O'nun hükümlerinden başka hüküm yoktur. Hak ile hakikatin bütün mertebeleri O'nundur. O'ndan dolayı ve O'nun içindir.
İnsanların hukukunu zâyi etmeyen, âhiret gününde hak sahiplerine haklarını alıveren O'dur.
"Sabit olma, belirlenmiş nasip" gibi mânâlara gelen hak kelimesi, terim olarak; İslâm'ın şahıs veya eşya üzerinde yükümlülük olarak kişilere belirlediği sorumluluk ve tasarruf haklarını ifade eder.
Aynı zamanda zulmün zıddı olan adâlet mânâsında da kullanılır.
İslâm hukuku'na göre; "Hak" kelimesi hem Allah-u Teâlâ'nın hakkı olan ibadetleri, dini vecibeleri, hem mülk edinme hakkı gibi medenî hakları, hem babanın evlâdı, kocanın hanımı üzerindeki itaat etme gibi âdâb ile ilgili hakları, hem de devletin tebâsı adına tasarrufta bulunma hakkı gibi umumi hakları içine alır.
Hak mefhumu şu iki şeyi gerekli kılar:
Birincisi; herkesin riâyet etmesi gerekli olan, kişinin haklarına saygı gösterilmesi ve tecâvüz edilmemesidir.
İkincisi ise; sadece hak sahibine gerekli olan, kişinin haklarını başkalarına zarar vermeyecek şekilde kullanmasıdır.
İslâm dünyevî ve uhrevî hükümler ortaya koyarak hak sahibinin hakkını her türlü tecâvüzden koruma altına almıştır. Bunlar maddi haklardır.
Kul hakları için de herkes birbirinin mal, can ve ırz gibi haklarına saygı göstermek mecburiyetindedir.
Kulların birbiri üzerinde karşılıklı hakları vardır. Küçük veya büyük bu haklara azâmi riayet etmek gerekir, aksi halde küçük bile olsa üzerindeki hakla Cennet-i alâ'ya girilmez.
"Ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere zorbalık yapanlara ceza vardır." (Şûrâ: 42)
Hakların İslâm'ın emrettiği ve izin verdiği ölçüler içinde kullanılması gerekmektedir. Fert olsun, topluluk olsun, başkalarına zarar verecek şekilde kullanmaya hakkı yoktur. Allah-u Teâlâ başkalarına zarar vermeyi ve zulmü yasaklamıştır.
Hadis-i kudsî'de:
"Birbirinize zulmetmeyiniz." buyuruluyor. (Müslim: 2577)
Zulmetme! Hazret-i Allah, zâlimleri sevmez.
Zâlimin zulmü varsa, mazlumun Allah'ı var. Allah'ın gücü her gücün üzerindedir. İşte insan bunu kavrayamıyor.
Bu zulüm kul hakkıdır. İnsanların hakkına girmiş, gasb etmiş veya haklarına tecavüz etmiştir. Bu yaptığı zulmü dünyada ödemediği, helâlleşmediği için iş âhirete kalmıştır.
Kul hakkı ile huzur-u ilâhi'ye giden, borcunu sevaplarından ödemek mecburiyetinde bırakılır.
Helâl haram dememiş, gayr-i meşru yollardan kazanç sağlamış, zulmetmiş, azgınlık etmiş, haksız yere onun bunun malını gasb etmiş, dövmüş, sövmüş, iftira, gıybet etmiş, her şey yapmış ve bunların sorulmayacağını sanıyor.
Borçlar, emanetler, sözler, sırlar, iffet ve şeref bir haktır. Ana-baba, karı-koca, akraba, komşu, arkadaş hakkının hepsi birden zâhiri manada haklardır, riayet etmek gereken haklardır.
Kötü âlimlerin, din bölücülerinin, sahte şeyhlerin halkın din ve imanlarını, para, mal, mülk gibi maddiyatlarını almaları hakka girmektir. Cana kıymak, hırsızlık gibi haddi gerektiren haklarla iftira, gıybet, suizan, tecessüs gibi kul hakları beşerî münasebetleri ilgilendirdiği ve karşıdakini incitip kırdığı, izzet ve şerefine halel getirdiği için helâlleşilmesi gereken haklardan bazılarıdır.
Bunlar maddi haklara girer ve fakat asıl üzerinde durulması gereken haklar vardır ki bunlar mânevidir, sırf şükür için bu mevzuyu arz etmek tefekkürünü yapmak çok kıymetlidir. Yaratan, yaşatan Hazret-i Allah'ın hakkı nasıl ödenir? O'nun Habib'i mevcudatın yaratılış sebebi Resulullah Efendimiz'in hakkı nasıl ödenir? Allah'a ve Resul'üne dâvet eden, onların adına vazife yapan onun vekilinin hakkı nasıl ödenir?
Mülkün yegâne sahibi olan Allah-u Teâlâ "Mâlik'ül-mülk"tür.
O, göklerde ve yerde, ikisi arasında olan her şeyin sahibidir. Melekler, insanlar, cinler, ne varsa hepsi O'nun mülküdür, yarattığı ve yönettiği varlıklardır.
Kullarının elindeki de O'nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O'nun mülküdür. Mülkünün hem sahibi hem de hükümdarıdır, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Dengi ve benzeri, eşi, ortağı ve yardımcısı yoktur.
Kulları üzerinde Allah-u Teâlâ'nın hakkı vardır. Hazret-i Allah yoktan var etmiş, zerre bir nutfeden bu binayı dayamış, döşemiş, her şeyi vermiş, namütenahi nimetlerle donatmış.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." buyuruyor. (Tîn: 4)
Bunca nimetlerine şükretmek şöyle dursun, topluca saymaya bile gücünüz yetmez.
Denizden büyük nimetlerin içinde yaşıyoruz. Her nimet O'nun, her lütuf O'ndan.
Öyle nimetlerle süslemiş ve öyle ziynetlendirmiş ki, bütün dünya senin olsa da versen, bir beden elbisesini satın alabilir misin? Hayır!..
Onu İslâm'la müşerref etmiş, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmet etmiş. Ona göz vermiş bakıyor. Duyma hassasını vermiş işitiyor. Konuşma imkânı vermiş. Kalp vermiş, hayatını idame ettirmesi için nefes ihsan buyurmuş. Bir an kesiverse hayatımıza mâl olacak. Ona el ayak vermiş. İnsan saymaya kalksa yalnız bedendeki nimetleri bile sayamaz.
Âyet-i kerime'de:
"Allah'ın nimetlerini birer birer saymaya kalkışsanız, icmâlen bile sayamazsınız. Şüphesiz ki insan çok zâlim ve çok nankördür." buyuruluyor. (İbrahim: 34)
Üstelik kendini vermiş, kendi ruhundan üflemiş.
"Biz ona ruhumuzdan üflemiştik." (Tahrîm: 12)
Böylece kendini bilme kabiliyeti vermiş. Bir insan bunu inkâr ederse, isyan ederse Hazret-i Allah'ın hakkını nasıl ödeyebilir. Bunu tefekkür etmek bile bu hakkın ödenmesine bir vesiledir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'de buyuruyor ki:
"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmüyor mu? Böyle iken nasıl oluyor da apaçık bir hasım kesiliyor?" (Yâsin: 77)
Halbuki insan, Hazret-i Allah'a karşı çıkmak için değil, O'na inanmak ve kulluk için yaratılmıştır.
Benim aslım bir damla kerih sudur, o kadar. Üzerimdeki asar ise Sahib'imindir. Bana öyle bir nimet bahşetti ki tarifi mümkün değildir. Bu nimetin zerresini idrakten acizim. Çünkü bunların hepsini bana Sübhan olan Allah'ım bahşetti. Asâr-ı ilâhiye O'nun ve onu nimetlerle donattı, azalarını yerli yerine koydu. Ona bir biçim verdi, bir şekil verdi. En güzel bir şekilde ortaya koydu.
Hadis-i kudsi'de şöyle buyuruluyor:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)
O hep ihsanda biz hep isyandayız. Her nimet O'nun her ihsan O'ndan. Bu nimetler bizi şükre, taate sevkedeceğine azdırıyor, Hakk'tan uzaklaştırıyor.
Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh-ın Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den rivayetine göre Allah-u Teâlâ Kudsî Hadis-i şerif'te şöyle buyurmuştur:
"Ey kullarım! İyi biliniz ki, ben zulüm etmeyi kendime haram ettim, sizin aranızda da zulmü haram kıldım. Öyle ise birbirinize zulmetmeyiniz.
Ey kullarım! Benim hidayet ettiklerimden başka hepiniz dalâlettesiniz. O halde benden hidâyet dileyiniz de size hidâyet vereyim.
Ey kullarım! Benim doyurduklarımdan başka hepiniz açsınız. Öyle ise benden taâm isteyiniz ki, sizi doyurayım.
Ey kullarım! Benim giydirdiklerimden başka hepiniz çıplaksınız. Benden giyim isteyiniz ki, sizi giydireyim.
Ey kullarım! Siz gece gündüz günah işlersiniz. Ben ise bütün günahları yarlığarım. O halde bana istiğfar ediniz ki, sizi mağfiret edeyim.
Ey kullarım! Zarar vermek elinizden gelmez ki, bana zarar verebilesiniz. Bana menfaat vermeye gücünüz yetmez ki o menfaati yapasınız.
Ey kullarım! Evveliniz âhiriniz, insiniz cinniniz, içinizden en müttaki bir adamın kalbi gibi kalblere malik olsa; bu hal benim mülküme hiçbir şey katmaz.
Ey kullarım! Evveliniz, âhiriniz, insiniz, cinniniz, sizden herhangi birinin en kötü kalbi gibi hep asi kalblere malik olsanız, benim mülkümden hiçbir şeyi eksiltmez.
Ey kullarım! Evveliniz, âhiriniz, insiniz, cinniniz, bir yerde toplanıp benden dileklerini isteseler, ben de herkesin dilediğini versem; bu hal, denize giren bir iğnenin denizden eksiltebileceği bir noksan kadar bile nezdimden bir şey eksiltmez.
Ey kullarım! Bütün yaptıklarınız hep kendi amellerinizdir. Ben onları sizin hesabınıza noksansız olarak yazar zaptederim. Sonra da onları yine size verip karşılığını göstereceğim. O halde o yazıların içinde hayır bulan Allah'a hamdetsin. Her kim de başka şey bulursa, kendisinden başkasını kınamasın." (Müslim)
Hazret-i Allah'a nasıl muhtaç olduğumuz, bizim ne kadar aciz olduğumuz anlaşılıyor.
Olanlar hep O'nunla var olmuşlar. Her yaratılan şey Allah ile kâim olduğu için O'na muhtaçtır. Her şey O'na muhtaçtır. Muhtaç olduğunu bil. O büyük padişahtan dilen, dilenci olduğunu bil. O padişahın huzurunda dilen, fakirliğini ibraz et, gönülden iste!
Şimdi bir dilenci bir zenginden bir şey isterken kendini acındırmak, daha çok almak için bütün haliyle istiyor. İşte be kardeşim, bir dilenci on para isterken böyle yapıyor. Yahu sen "Gâni" olan Hakk'tan istiyorsun, mahlûk olarak nasıl istemen lâzım? Bizi yoktan var eden, vücut nimetleriyle gark eden, yerli yerine koyan, her zerreyi güzel bir sıfatla dışarıya çıkarıp gösterene nasıl yalvarmamız lâzım.
Şu halde insan acizliğini idrak ederse, Sahib'ini güzel tanırsa, iyiliği O'ndan beklerse imanla göçmesine vesiledir. O dolduracak. Sen boşsun, boş olduğunu bil. Gâni olan Allah'tan iste. Aciz olduğunu idrak et. O zaman O sana imanı da bahşeder, imanla göçmeye de vesile kılar.
Hazret-i Allah iman şerefiyle müşerref, İslâm ile müzeyyen eyledi. İman ile müşerref ettiği kimseler o iman şerefi ile Hazret-i Allah'a ve Resul'üne iman ediyor, o iman nuru ile aydınlanıyor.
İman vermeseydi küfür ve dalâlet batağına düşer, ebedî hayatı mahvolur, dünya saâdetini, ahiret selâmetini kaybederdi.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde:
"Allah'ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir." (Yunus: 100)
"Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fıskı ve isyanı da çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır." buyuruluyor. (Hucurât: 7-8)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ne; "Sizin borcunuz var mı?" diye sorulduğu zaman:
"Hayır benim hiç kimseye hiçbir kula borcum yok. Ama Hazret-i Allah'ın bu namütenahi sonsuz nimetleri karşısında ben O'na hep borçluyum. Onun için borç ödeme duâsını bu maksatla devamlı okurum." buyurdu.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e bir kimse gelerek borçlu olduğundan ve sıkıntısından bahsetti.
Ona buyurdu ki;
Resulullah Aleyhisselâm'dan öğrendiğim şu kelimelerle sığınırsan, dağ gibi borcun olsa bile sıkıntı duymadan ödersin.
(Allahümme ekfinî bihalâlike an harâmike ve eğninî bifazlike ammen sivâke)
"Allah'ım! Helâl kıldıklarınla, beni haram kıldıklarından uzak tut. Fazl-u kereminle beni senden gayrıya karşı müstağnî kıl." (Tirmizî)
Bu duâ borç ödeme duâsı diye geçer. Bu duânın özünü arz edelim:
Ben bu duâyı, sırf şükür maksadıyla sık sık okurum. Bu duâyı okumakla Allah-u Teâlâ'nın ihsanına, ikramına şükrederim ve şöyle derim:
"Allah'ım gerçekten lütfunu görüyorum, ihsanını görüyorum, ikramını görüyorum ve devamını diliyorum. Bu nimeti bahşettin, lütfunla destekle, ihsan ve ikram ettiğin nimetlerini görmem için, zevâl olmaması için de şükrediyorum, sana sonsuz şükürler olsun!"
Onun için bu duâyı şükür maksadıyla okuyorum.
Her şey O'nun hükmündedir. O'nun ihsanını gözümle görüyorum, O'nun devamını O'ndan istiyorum.
Bu yüzden insan, ömrü boyunca Allah yolunda başını secdeden kaldırmasa, hatta ibadet ve şükür maksadıyla başını secdeye koysa ve istiğfarla şükretse gene de O'na şükür ve istiğfar etmiş olmaz. O'nun sonsuz ihsanına karşı bir mahlûk ne yapabilir. Onun için çok çalışmalıyız.
Allah'ım! Ganî olduğunu biliyorum. Bildiğim için senden istiyorum. Fakir olduğum için de sana sığınıyorum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Fakirliğimle övünürüm." buyurdu. (K. Hafâ)
Fakirlik başkadır, fakirlikle övünmek başkadır. Fakirlikle övünmek fenâ ile övünmektir.
Yani ruhum O'nun, bedenim O'nun, malım O'nun, her şey O'nun. Benim hiçbir şeyim yoktur. Fakirim ve fakirliğimle de iftihar ederim.
Sen çıkıyorsun aradan, kalıyor Yaradan...
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Allah size zâhir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol vermiştir." buyuruyor. (Lokman: 20)
Vallâhi vücudum yetmiyor da gözlerim şükrediyor. O'nun nimetlerini, ihsanını, ikramını gördükçe vücudum yetmiyor şükre; gözlerim şükrediyor. Acizliğimi itiraf ederim, şükür yerine gözyaşı dökerim. Bu gözyaşı acizlik gözyaşıdır.
İşte bu güzel Yaratıcı'ya karşı bir mahlûk nasıl şükredebilir? Nasıl tazim edebilir? Nasıl ibadet edebilir? İbadet ederken edemediğini bilirsen ibadet etmeye çalışırsın. Ola ki rızâsına ulaştırır. Fakat "İbadet ettim!" dediğin zaman O'nu kırmış olursun. Allah'ım kıranlardan etmesin.
Hep öyle derim; Allah'ım beni lütfunla al, ibadetimle değil. "İbadet ettim!" demekten utanırım. Yaptığım ibadete gözyaşı ile istiğfar ederim. Ancak O'nun af ve merhametine sığınırım.
Ümmeti üzerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hakkı vardır.
O sebeb-i mevcudattır. O olmasaydı, sen de olmayacaktın, kâinat da olmayacaktı, hiçbir şey olmayacaktı. Allah-u Teâlâ'nın onu yaratması en büyük nimettir.
Âyet-i kerime'de:
"Allah'tan size bir nur gelmiştir." buyuruluyor. (Mâide: 15)
Bu öyle bir nurdur ki, Allah-u Teâlâ'nın nurudur, bütün âlemlerin gurur ve sürûrudur. Nurundan nurunu yaratmasa idi, âlemler nurunu nereden alırdı, Hakk ve hakikati nasıl bulurdu?
İnsan bütün yaratıkların en mükerremi, o ise bütün insanların olduğu gibi bütün yaratılmışların en mükerremidir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e hitaben;
"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." buyuruyor. (Enbiyâ: 107)
O nurun sayesinde âlemlere rahmet ve hayat veriyor.
"Âlemlere rahmet" demek, onunla âlemler hayat buldu demektir. O olmasa kâinatta hayat yok! Kâinatın hayatı onunla kaim. Âlemdeki her zerrede hayat var, o hayat da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- ile kâim. Bu sebepledir ki eğer okuyabilirsen; kâinatın ismi Muhammed Aleyhisselâm'dır.
Bir Âyet-i kerime'de de:
"O sizden iman edenler için bir rahmettir." buyuruluyor. (Tevbe: 61)
Kim bu rahmeti kabul eder ve bu nimete şükrederse; dünya saadetine, ahiret selametine erer.
Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara, zâhir ve bâtın her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nasibini alanlar; dünyada da ahirette de saadet ve selâmete kavuşurlar, her türlü kötülüklerden, sıkıntılardan kurtulurlar.
Müminlere rahmettir. Çünkü onlara doğru yolu göstermiştir. Kâfirlere de rahmettir, çünkü azaplarının ertelenmesine vesile olmuştur.
Âyet-i kerime'de:
"Ey Peygamber! Biz seni bir şahid, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah'ın izniyle Allah'a çağıran ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik." buyuruluyor. (Ahzâp: 45-46)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsî'sinde:
"Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım." buyuruyor. (K. Hafâ. c. 2 sh. 164)
Burada apaçık görülüyor ki Allah-u Teâlâ kendi nûrundan onun nûrunu yarattı ve o nûrdan mükevvenâtı donattı; onu yaratmasa idi, mükevvenâtı da donatmayacaktı. Her canlının Hazret-i Allah'a şükretmesi ve Resulullah Aleyhisselâm'a müteşekkir olması lazım, çünkü onunla hayat bulmuştur.
O Ebul-ervah'tır, bütün ruhların babasıdır. Hazret-i Allah kendi ruhundan ona ruh verdi. O ruhtan bütün ruhları yarattı. Bir insanın cesedi var, fakat ruhu olmazsa yaşayabilir mi? Yaşayamaz.
Âlemlerin hayatı, Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği nur ile kâimdir.
Onun için Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin şu beyanları ne kadar arza şayandır:
"Bunun da özünü şöyle arzedelim: Hakk Celle ve Alâ Hazretlerine karşı bir kusur yaparsam, affeder diye ümit ederim. Çünkü O'nun sonsuz yaygın rahmet ve merhameti karşısında ümit kapıları açıktır. Fakat Habibi'ni çok sevdiği için, ona yapılan küçücük bir hatayı çok büyük görür. Bu sebeple Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e karşı bir kusur yaparsam affetmez diye kanaatim husule gelmiştir."
Onun ümmeti üzerinde büyük hakkı var. Bu dini getirmiş, bu dini yayabilmek, duyurabilmek için canından geçmiş, her türlü zulüm, iftira, eziyet görmüştür. Canı pahasına, hayatına mâl olsa bile her şeyi göze alarak Hazret-i Allah'a dâvet etmiş, cehennemden kurtarmak, ebedî saadete ulaştırmak, Cennet-i alâ'ya nail etmek için. Hiçbir menfaati yok. Sadece insanların hidayete ermeleri, dünya saadetine, âhiret selâmetine kavuşmaları için çalışmış ve Allah'ın kelâmı ve beyanı olan Hazret-i Kur'an'ı hediye etmiş ve ümmetine çok düşkün bir peygamber.
Bu hususta Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyor:
"Size bir hatıramızı nakledeceğiz. 1954'de Yugoslavya'ya gitmiştik. Orada sohbetlerde Mevlid-i şerif tertipliyorlar ve okuyanlar katiyyen para almıyorlar. "Bizde para almak ayıptır." dediler, hayran kaldık.
Bir toplantıda bulunuyoruz. Bu meyanda Mevlid-i şerif okunuyor. Bir kardeş Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in doğumunu dile getiriyor. Secde halinde dünyaya geldiğini, dudaklarının kıpırdadığını, annesinin kulak verdiğinde "Ümmetim ümmetim!" buyurduğunu canlandırıyor. Fakat o kadar güzel canlandırdı ki, bir noktasında şu beyti okudu:
"O ki doğdu dedi ümmetim, ümmetim.
Sen büyüdün de niye işlemezsin sünnetin."
Bu söz o kadar tesir etti ki günlerce tesirinden kurtulamadım.
Onun için ey kardeş bir düşün! Sebeb-i Mevcudat, doğduğu anda Allah-u Teâlâ'nın lütfuyla seni düşünüyor, seni ateşten kurtarmaya çalışıyor, saâdet-i ebediyeye erdirmeye çalışıyor, sen hâlâ nerelerde geziyorsun!
Hayatı boyunca bütün kaygısı ümmeti olmuştur. Duâlarında secdelerinde daima ümmetinin saadet ve selâmetini niyaz etmiştir.
Bütün bir gecede, sabaha kadar:
"Eğer onlara azabedersen, şüphesiz ki onlar senin kullarındır. Şayet bağışlarsan, şüphesiz ki sen Aziz'sin, hükmünde hikmet sahibisin." (Mâide: 118)
Âyet-i kerime'sini tekrarlamış durmuş, ümmetinin affını niyaz etmiştir. (Nesâî)
Allah'ım Zât'ına kul, Habib'ine ümmet eylesin.
Ve ben hâlâ ömrüm boyunca "Hazret-i Allah'ın kuluyum, Resulullah'ın ümmetiyim." diyemedim! Bunu iyi bilin. Her fırsatta bunu arzetmişimdir. Bildiğim için diyemedim. Amma siz bilmiyorsunuz, kendinizi kul oldum ümmet oldum zannediyorsunuz."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hayat-ı saadetlerini anlatan "Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm" isimli kitabı, bâtınî yönünü anlatan "Nûr-î Muhammedî -sallallahu aleyhi ve sellem-" isimli kitabı, Resulullah Aleyhisselâm'a hürmet ve saygı göstermeyen, onun Allah katındaki değer ve kıymetini inkâr eden vehhâbiler hakkında "İslâm Dini ve Vehhâbilik Dini" kitabını neşretmiştir.
Nûr-î Muhammedî kitabına başlarken daha en başında yazdıkları girişinde şöyle buyuruyorlar:
"Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm öyle bir varlıktır ki, her türlü tasavvurumun ve kuvve-i beşeriyemin fevkindedir.
Ancak âcizliğimi itiraf eder affına sığınarak neşre başlarım.
"Hâlik-ı arz-u semâya eyleriz hamd-ü senâ
Ahmed-i Muhtarı kıldı âleme nûr-i Hüdâ"
Zât-ı âlileri'nin diğer bir beyanları şöyledir:
"Eğer Hazret-i Allah'tan korkmasam, ben Resulullah Aleyhisselâm'ı size açsam, havsalanız almaz.
Size ifşa edeyim; ben Salat-ü selâm getirmiyorum, her Salat-ü selâm'da Allah-u Teâlâ'ya şükrediyorum. Eğer onu halketmeseydi hiçbir şey yoktu, onu yarattı her şey var, onunla var.
Onu yarattı, mükevvenâtı onun nûruyla donattı. Ben mükevvenâta baktığım zaman, itimat edin yalnız onun nûrunu görüyorum. Fakat her şeyi açmama imkân ihtimal yoktur, çünkü orada değilsiniz. Aklınız almaz, sapıtırsınız. Siz onun yalnız ismini bilirsiniz ve ona iman etmişsiniz, o kadar."
O Resulullah Aleyhisselâm İslâm'ı, imanı, hakkı, hakikati, medeniyeti, adaleti, hukuku, insanlığı, kardeşliği, merhameti getirdi.
Güzel ahlâkı, fazilet ve meziyeti, edep ve hayâyı, hürmet ve saygıyı, sevgi ve şefkati, hak ve adaleti, nezaket ve nezafeti, fitne ve fesattan uzak durmayı, birlik ve beraberliği öğretti.
Kibirden kaçınmayı, tevazu sahibi olmayı, aza kanaat getirmeyi, sabırlı olmayı, tevekkül etmeyi, söz taşımamayı, gıybet etmemeyi, zekâtı ve öşürü vermeyi, haram yememeyi, fuhuş ve zinâdan, kumar ve içkiden, hırsızlık ve arsızlıktan, riyâ ve gösterişten, haset etmekten hülasa kötülüklerin cümlesinden kaçmayı öğretti.
Ana-babaya itaat etmeyi, her zaman hüsn-i zan beslemeyi, iyi davranışlarda bulunmayı, din ve vatanı için can ve malın verilmesi gerektiğini öğretti.
Ona nasıl teşekkür edebiliriz, hakkını nasıl öderiz?
Yine bütün müslümanların üzerinde onun vekilinin hakkı var.
Hâtem-i nebi'nin velâyeti onun vekiline intikal ettiği için, o nur onda da mevcuttur. Çünkü o nur velâyette bulunuyor. Velâyet intikal ettiği için, o nur oraya geçmiş oluyor.
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, onunla o ifsadı kaldırır.
Hele dünyanın son zamanında; dinsizliğin, ahlâksızlıkların her türlüsünün son haddine vardığı, bilhassa Deccâl'den daha beter olan sapıtıcı imamların türeyip, din-i İslâm'ı aslından çıkarmak istedikleri bir anda, Allah-u Teâlâ yeni bir din değil de, ancak İslâm dinini kuvvetlendirmek, halkı imana dâvet etmek için bir dâvetçi gönderir.
Bu en büyük fitne zamanında ise; Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini ayakta tutmak için, kâfirlerin küfrünü ortaya koymak için, bu fesadı yok etmek için Hâtem-i veli'yi gönderir.
Allah-u Teâlâ'nın sevdiği seçtiği birçok veli kulları Hâtem-i veli'nin âhir son zamanda gönderileceğini Allah-u Teâlâ kendilerine bildirdiği için biliyorlardı.
Nitekim Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
"Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem'ül-velâye'den başka adaleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah'ın hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ'nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü'n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur." (Hatmü'l-velâye, Fâtih no.: 5322, 168b yaprağı)
Hazret-i Allah'a ve Resul'üne dâvet edip insanları Hakk'a ve hakikate çağırması âhir zamanda bunca dalâlet fırkasının içinde insanlara yol göstermesi büyük bir nimettir.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, Hazret-i Allah'ın sevip seçtiği, ilminden ilim verdiği, vazifedar kıldığı büyük bir Zât-ı âli idi. İrşad ile geçen ömr-ü saadetlerinde "İman" ve "İslâm" hakikatlerini, Hazret-i Allah'tan gelen maneviyat ilmini; neşrettiği eserleri ile ümmet-i Muhammed'in istifadesine arzetti. ("Kalblerin Anahtarı" isimli 39 ciltten müteşekkil külliyatı aynı zamanda Kur'an-ı kerim tefsiri mahiyetindedir.)
En büyük iltifatları mahviyyet ve istikamet idi.
"Fakir tevazu kanatlarını yerlere kadar serer. Ne mutlu o insanlara ki altına girer. Ne bahtsız insan ki üstüne çıkar."
Ömrünü Allah-u Teâlâ'ya adamıştı. Hayatı boyunca dalâlet fırkalarının ve âhir zaman ulemâsının saptırıcı telkinlerini ümmet-i Muhammed'den uzaklaştırmaya ve İslâm ahkâmını hakkıyla korumaya çalıştı. Onun tek hedefi Kur'an-ı kerim'i ve Sünnet-i seniyye'yi tahriften korumak, müminlerin imanını kurtarmaktı. Bütün ömrünü bu yolda ve bu uğurda harcadı.
Âhir zamanda bu kadar bölücü, saptırıcı imamlara, sahte şeyhlere, kötü âlimlerin ifsatlarına karşı müslümanları uyarması, eserler neşretmesi, büyük bir mücadeledir.
Sadece FETÖ mevzusunda müslümanları uyandırmak için verdikleri mücadele bile onun üzerimizdeki hakkını göstermeye kâfidir. Seneler evvel; FETÖ'nün vatan hâini, Amerikan ajanı, dinde ve vatanda bölücü olduğunu ilân etmiş, dinimize ve devletimize büyük zararlar verdiğini, vereceğini söylemişti. Gerek dergilerinde gerek kitaplarında bu hakikatleri yazarak, hiç kimseden çekinmeden bunların iç yüzünü ifşa etmişti. Büyük mücadele vermiş, halkı uyanık olmaya çağırmıştı. Dedikleri hep çıktı. Ona nasıl teşekkür etmemiz lâzım. O bizi uyarmıştı, başka da uyaran olmadı.
Zât-ı âli'leri, Hazret-i Allah'ın vazifedar kılmasıyla âhir zaman fitneleriyle son nefesine kadar mücadele etti.
"Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş. Yoksa bu bölücüler İslâm dini'nin hiçbir esasını bırakmayacaklardı. Hak ile bâtıl tamamen birbirine karışmıştı ve bâtıl galebe etmişti. Niçin galebe etti? Onları müslüman zannıyla çoğunluk onlara kaydı. İslâm'ı bölüm bölüm böldüler ve parsellediler, dinde şirket kurdular. Her biri kendi ismiyle bir din kurdu, dini dünyaya âlet ederek halkı alabildiğine yoldular ve soydular. Hem imandan ettiler, hem de maddelerini aldılar. "Sen çalış bana ver!" Sahte şeyhler gibi.
Fakat Allah-u Teâlâ'nın izniyle "Bu küfürdür, bunlar kâfirdir." deyince küfürleri meydanda kaldı. Nur galip geldi, küfrün üzerini ezdi geçti.
Bu sapıtıcı imamların ve türemelerinin örümcek ağı gibi örmek istedikleri tuzakları bu cihadla bertaraf edildi.
"Fakiri çığır açmak için göndermiş. Hazret-i Mehdi'yi nur saçmak için. İsa Aleyhisselâm'ı da Deccâl'i öldürmek ve kötülüğü bütünüyle kaldırmak için gönderecek."
Allah-u Teâlâ bizi kalemle cihad için, bölücü din düşmanlarını kalemle biçmek için ve bu kitapları yazmakla vazifelendirdi. Bu kitaplar bizden sonraki boşluğu Hazret-i Mehdi'ye ulaştıracak, ona köprü olacak."
Bölücü saptırıcı imamlar türlü şekilde kul hakkına girerken Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri de onları doğru yola çağırmak için her şeyini ortaya koyuyordu. Onun hakkı nasıl ödenir?
Hayat-ı saadetleri; Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a, "İlâhi Görüş Birliği"ne dâvetle geçmiştir. Gaye ve hedefleri; Allah ve Resul'ünü sevdirmek, müslümanları Allah ve Resul'ünde birleştirmek, Nûr-i Muhammedî'nin yayılması, kalpleri Hakk'tan gayrı her şeyden kurtarmak ve arındırmaya çalışmaktı. Bu uğurda hiç kimseden bir şey istemedi, canıyla malıyla cihat etti. Onun gayesi; din, iman ve vatan idi.
"Bizim bütün gayemiz iman kurtarmaktır.
Vatanımı, bayrağımı çok ama çok seviyorum. Dinime ve vatanıma düşmanlık edenlerin de karşısındayım. Hem dinimizi, hem de vatanımızı muhafaza ve müdafaa için bu cihadı yapıyoruz.
Devletin ittifaktan, devletsizliğin nifaktan olduğunu belirtiyoruz. Zira devletsiz olunca dinini yaşayamıyorsun.
Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffârın idaresinin altına girersek durum ne olur? Allah'ımız muhafaza buyursun."
Aynı zamanda sahte mutasavvıfları, sahte şeyhleri, sahte vahdet-i vücudçuları ve alâmetlerini ifşa etti.
"Tasavvufun Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri" isimli eseri neşretti.
Tasavvuf ve marifetullah ilminin esas gayesinin ve dayanağının yalnız ve yalnız Hazret-i Allah olduğunu izah eden "Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır" isimli kitabı ise sadece müslümana değil mürşidlere yol gösteren bir eser olmuştur.
Hususiyetle ihvanı üzerine çok düşkündü.
Seyr-i sülûk yolunda bütün ihvanını birçok dar geçitten, ibtilâ ve imtihanlardan geçiren Efendi Hazretleri'ne nasıl teşekkür edebiliriz, hakkını nasıl öderiz? Çünkü ihvanın üzerinde büyük hakkı var. Çünkü o bizim Cenâb-ı Hakk'a yakın olmamız, Hazret-i Resulullah'a kavuşmamız için çabalamaktadır. Onun hakkı nasıl ödenir, ödenebilir mi?
Etrafındaki insanlara da önce nefisle cihadı tavsiye etmişler, dinine ve vatanına bağlı insanlar yetiştirmişlerdi.
"İhvana kurtuluş yolunu tarif ediyorum. Kurtuluş üç noktadadır:
Birincisi nefsinle cihad et, ikincisi bölücülerle cihad et, üçüncüsü Hazret-i Allah'ın kitabına uy, arkaya atma onu. Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetine dikkat et, sâdıklarla beraber ol. Felâh bu üç noktadadır."
Yine bir beyanlarında şöyle buyurmuşlardır:
"Hazret-i Allah'ın işine karışmayacaksın. Peygamber Aleyhisselâm Efendilerimiz'in işine karışmayacaksın. Mürşid-i kâmil'lerin işine karışmayacaksın. Karıştın, gittin! Çünkü bilmeyerek bir yere, düğmeye basarsın, berhava olur gidersin.
Mürşid-i kâmil'lerin işine nasıl karışılır?
Mürşid-i kâmil'in işini Hazret-i Allah görür. Arzu ve irade yaşamaz. Bunu karşıdaki ölçemez. Mürşid-i kâmil'in işine karışırken, bilmeyerek Hazret-i Allah'ın işine karışır. Duâ ederken; "Allah'ım hükmün arzumdur. Hakkımdaki hükmünü sevdir." diye niyaz ederiz.
Mürşid-i kâmil'in mühim işlerine, hususi işlerine karışılmamalıdır. Sor, tarifini al, devam et, geç git, yürü!..
Çünkü; "Allah'ım iraden üstümdedir." diyoruz.
Bunu karşıdaki bilmez, düğmeye basarsa helâk olur. Bilmeyerek Allah-u Teâlâ'nın işine karışılmış olur."
Bir kardeşimiz askere giderken huzur-u saadete gelir ve "Efendim, askere gidiyorum, hakkınızı helâl edin!" deyince;
"Ben sizden memnunum bu size yeter!" buyururlar.
Onun için mühim olan bu. Rızâ ve hoşnutluğa nâil olabilmek. Yoksa onun hakkı nasıl ödenir? Kim ödeyebilir?
Ona vefamızı, sadakatimizi nasıl göstereceğiz?
Edep ve düsturunu takip ederek, cihad ederek; gerek nefsimizle, gerek din ve vatan bölücüleri ile.
İhvanına bu kadar düşkün, şefkâtli, merhametli olan, Hazret-i Allah'a kul, Habib'ine ümmet olmamız için çalışan, âhirete imanla gidebilmemiz için çırpınan, cihad yolunu açan Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz'e ne kadar teşekkür etsek Hazret-i Allah'a ne kadar şükretsek azdır.
Şu kadar var ki Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri;
"Şükrünü çalışma ile artıracak. Çalışma ile artırırsa, çalıştıkça şükrünü artırmış olur." buyuruyorlar.
Onlar bizim için bu derece yıpranırken, bizim için bu derece niyazda iken, bizim için bu büyük cihadı bırakmışlarken biz neredeyiz, ne yapıyoruz, neyle meşgulüz? O gidince dünya câzip, tatlı, âhiret uzak mı oldu? Onun hürmetine ikram olunan bu derecelere ermek için, niçin gayretli, uhuvvetli, sadâkatli, vefâlı olamıyoruz?
Onun varlığı da insanlık için büyük nimetti.
"Allah bu ümmetten bir âlimi alırsa, bu İslâm'da açılan bir gedik olur ve kıyamete kadar onun boşluğu kapanmaz." (Deylemî)
Allah-u Teâlâ yüz senede bir gönderdiği her kulunu ayrı bir tecelliyatla ayrı bir vazife ile gönderir. Bir daha o tecelliyatla o ilimle göndermediği için kıyamete kadar onun yerinin boş kalacağı beyan buyuruluyor.
Cenâb-ı Hakk Hadis-i kudsî'sinde şöyle buyuruyor:
"Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azap vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azaptan vazgeçerim." (Ebu Nuaym - Hilye)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah yer ehline azap etmeyi murad ettiğinde onlara nazar eder de, azâbı derhâl onlardan geri çevirir." (el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî)
Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin veli kulları mevcut olduğu için ibtilâlar iniyor kalkıyor, iniyor kalkıyor. Ne zaman tehlike var? Velileri kaldırdığı zaman...
"Hazret-i Allah veli kulları sayesinde bu milleti, bu devleti dilediği kadar muhafaza ediyor. İyi kötü, iyi kötü bu veliler sayesinde yürütüyor. Velilerin sonu kesildiği zaman ateş başlar. Öyle bir ateş ki, gide gide Mehdi Aleyhisselâm, İsa Aleyhisselâm'a kadar gider. Deccal çıkar, Çinliler (Ye'cüc, Me'cüc) çıkar. Bu ateşi velileri sayesinde kaldırıyor, çünkü onların yüzü suyu hürmetine indireceği azaptan vazgeçiyor."
"Bizi Cenâb-ı Hakk ileri sürmüştür. Ben hayatta iken Cenâb-ı Hakk sizi korur. Fakat beni aldıkları an bütün tedbirlerinizi alın, sonrasını bilmiyorum!
Çadırın direği dururken herkes rahat. Fakat çadırın direği yıkılırsa ne olur bilmiyorum, o zaman her şeyi bekleyin. Allah-u Teâlâ o direkle murad ettiğini tutar. Amma direği alırsa kimi tutar?"
Ve âhirete irtihallerinden sonra bu hakikatler zâhir olmuştur. Son 13-14 senede olanlar malûmunuzdur.
Savaşlar, iç karışıklıklar, depremler, salgın hastalıklar, ekonomik krizler bütün dünya çalkalandı. Yangınlar, seller, kuraklık, açlık akla hayale gelmeyen şeyler oldu ve oluyor. Ve önümüzde ne gibi âfât, harp veya ne gibi sıkıntılar var hiç bilmiyoruz.
"Dünyanın ömrü kısa, seyyiat zamanı. Sağ olursanız otuz seneye kadar neler göreceksiniz, aklınız almaz.
Benim ümidim Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak. Bunun sebebi; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i iki defa Türk kıyafetiyle gördüm. Anladım ki Allah-u Teâlâ'nın Türkiye'ye bir nazarı, bir lütfu var; onun hürmetine Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak."
"Küçücük bir çocuk ağlamaya başladığı zaman, bütün ev halkını ayağa kaldırdığı gibi, Cenâb-ı Hakk sevdiği kulunun ağlamasına, yalvarmasına dayanamaz. Ümmet-i Muhammed'e yahut da o beldeye gelecek herhangi bir musibeti kaldırıverir. Musibetler böyle kalkıyor.
Bunlar Hâlîk ile mahlûk arasındaki gizli hâllerdir. Hazret-i Allah dilerse ona istettirir ve isteğini kabul eder, dilemezse isteyemez.
Bir kere gadaplandı mı, hiçbir şey O'nun önünde duramaz. Hükm-i ilâhî derler ona. O hükmünde hikmet sahibidir."
"Binaenaleyh bizim duâmız hep başkaları için, Ümmet-i Muhammed'in iman ve selâmeti için."
"Yâ Rabb'i! Halilullah Mekke için duâ etti,
Yâ Rabb'i! Resulullah Medine için duâ etti,
Yâ Rabb'i! Fakir bu devlet için duâ ediyor, bu devlete zevâl verme!"
Şimdi böyle bir Zât-ı âli'ye nasıl müteşekkir olmamız lâzım. Çünkü Ümmet-i Muhammed'in üzerinde, hepimizin üzerinde büyük hakkı var.
Hak sahibine göre bu haklar üç kısma ayrılır: Allah hakkı, kul hakkı, Allah hakkı ile kul hakkı müşterek olan haklar.
Bu hak Allah-u Teâlâ'ya yaklaşma, O'nu yüceltme, dini vecibeleri yerine getirme veya umumun menfaatlerini gerçekleştirme gayesi güdülen haktır. Öneminin büyüklüğü, topluma olan faydasının çokluğu sebebiyle bu haklara "Hukukullah" adı verilir.
Namaz, oruç, hacc, zekât, cihad, emr-i bil-ma'ruf nehy-i anil-münker, kurban, adak, yemin... gibi bütün ibadet ve kefâretler Allah-u Teâlâ'nın haklarındandır.
Zinâ ve zinâ iftirası, hırsızlık, yol kesme ve içki içme cezası gibi had cezaları da hukukullaha girer.
Allah-u Teâlâ'nın hakları af, sulh veya kaldırma ile düşmez. Bunların başka bir bedelle değiştirilmesi de câiz değildir. Buna göre meselâ malı çalınanın affetmesiyle veya dâvâ hâkime intikal ettikten sonra hırsızla sulh olmasıyla hırsızlık cezası düşmez.
Bu haklara âit suçların cezasını hâkim infaz eder. Çünkü suç işlenmesine mâni olmak için âsilere had ve ta'zir cezalarını tatbik edecek de yine odur.
Allah-u Teâlâ'ya âit haklar miras olarak intikal etmez. Meselâ ölen kişi edâ edemediği (hacc gibi) ibadetleri vasiyet etmemişse mirasçıları sorumlu olmaz. Mirasçı, miras bırakanın suçundan hesaba çekilmez.
İnsanlara âit hakka kul hakkı denir. Kişinin mal varlığı üzerindeki tasarruf hakkı, satıcının satış bedeli, alıcının ise satın aldığı malı kabzetme hakkı, evli kadının nafaka hakkı, babanın çocuk üzerindeki velâyet hakkı... hep kul hakkı sayılırlar.
Bu haklar hususiyetle kişilerin faydalarını korumayı hedef alan haklar olup, bazı hallerde bunların yerine bir bedel geçebilir veya hak sahibinin düşürmesiyle düşebilir. Bu hakkı hak sahibi veya velîsi alır.
Zulüm ve haksızlık yapan bir kimse tevbe ile kul hakkından kurtulmaz, kıyamet gününde hak sahibi hakkını ister. Allah-u Teâlâ'nın, hak sahibini râzı ederek hakkından vazgeçirmesi dışında, bu hakların düşmesi mümkün değildir.
Allah hakkı ve kul hakkının birlikte bulunduğu haklar da vardır. Bunların bazısında kul hakkı, bazısında da Allah hakkı daha üstündür.
Meselâ boşanan kadının iddet beklemesinde Allah hakkı da vardır, kul hakkı da vardır. Neseplerin karışmasını önlemek Allah hakkı, çocuğun nesebini korumak ise kul hakkıdır. Neseplerin karışmasını önlemede halkın yararı olduğu için Allah hakkı daha üstündür.
Öldürülenin velisi için sabit olan kısas hakkında da iki hak vardır. Allah hakkı toplumu katillerin şerlerinden temizlemek, kul hakkı ise katili öldürerek maktûl tarafının gönlünü almak ve kinini söndürmektir. Burada da kul hakkı galiptir.
Zulüm ve haksızlık yapan bir kimse tevbe ile kul hakkından kurtulmaz, kıyamet gününde hak sahibi hakkını ister. Allah-u Teâlâ'nın, hak sahibini râzı ederek hakkından vazgeçirmesi dışında, bu hakların düşmesi mümkün değildir.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Kul hakkı müstesna olduğu halde İslâm dini, küfür zamanındaki günahı yok eder." (Ahmed bin Hanbel)
Demek ki kul hakkı ancak hakkı ödemek veya helâlleşmek suretiyle ödeniyor.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ashâb'ına "Müflis kimdir, bilir misiniz?" diye sordu.
"Bize göre müflis, parası olmayan ve malı bulunmayan kimsedir." dediler.
Bunun üzerine şöyle buyurdu:
"Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki; kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtla Allah'ın huzuruna gelir. Fakat kimine sövmüş, kimine iftira etmiş, kiminin malını almış, kiminin kanını dökmüş, kimini de dövmüş... İyilik ve sevaplarından bu hak sahiplerine dağıtılır. Üzerinde olan haklar ödenmeden önce sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları o kimseye yükletilir. Sonra cehenneme atılır." (Müslim: 2581)
Bu Hadis-i şerif çok incedir.
Kul hakkı bu derece mühimdir. İmâni bir meseledir, âhirete taalluk eder.
Çok adaletli olan Allah-u Teâlâ kullarına asla zulmetmez. Mütecaviz olandan hakkını alır, hak sahibine verir.
Onun için küçük veya büyük ne olursa olsun haklar ödenmeden cennete girilmez.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Kıyamet gününde haklar sahiplerine muhakkak verilecektir. Hatta boynuzsuz koyun için boynuzlu koyundan kısas alınacaktır." (Müslim)
Çünkü Hazret-i Allah adil-i mutlak'tır.
Kul hakkı, hak sahibinin râzı olması dışında düşmez. Tevbe ile düşmez. Kul hakkıyla, emanetle, borçla, haksızlık yaparak, hıyanet ederek cennete girilmez. Ta ki kul hakları ödeninceye kadar. Bu yüzden tekâmüliyete de engeldir. Kul hakkıyla Hacc olmaz, ibadet olmaz. Emanet, kul hakkıdır. Beşerî münasebetlerde emanet olan her şey kul hakkına girer. Ana-baba, karı-koca, evlât birbirlerine emanettir. Kardeş, komşu, arkadaşlık emanettir. Mal-mülk, para, söz, iffet, namus, şeref birer emanettir. Kul hakkıdır. Cennetin kapısından kul hakkı ile gelenleri almazlar. O yüzden kul hakkından korkun! Ona göre yaşayın. Borçlu olmayın, borçlu ölmeyin! Kul hakkından temizlenmeden gitmeyin.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu konudaki hassasiyetine bakın!
Hastalığının ikinci günüydü. Bir tarafında Fazl bin Abbas -radiyallahu anh-, diğer tarafta Hazret-i Ali -radiyallahu anh- oldukları halde Resulullah Aleyhisselâm mescide çıktı. Minbere oturup hamd ve senâdan sonra sözüne şöyle başladı:
"Ey insanlar! Her kimin arkasına bir kamçı vurmuş isem, işte arkam, gelsin vursun! Her kimin bende alacağı varsa, işte malım, gelsin alsın! Burada mahçup olmak, ahirette mahçup olmaktan daha hayırlıdır. Benim yanımda en sevimliniz bende olan hakkını isteyen veya helâl edenlerdir. Benden hak alınmalı ki, ben de Rabb'ime temiz bir ruhla kavuşabileyim." buyurdu.
Hutbesini bitirdikten sonra öğle namazı kılındı. Yine minbere çıkıp aynı sözünü tekrarladı. O zaman bir müslüman çıkıp "Üç dirhem alacağı olduğunu" söyleyince borç hemen ödendi.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helâlleşsin. O gün altının, malın değeri olmaz. O gün hak ödeninceye kadar kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa hak sahibinin günahları ona yüklenir." (Buhârî)
Gerçekten Allah-u Teâlâ insanları inceden inceye suale tâbi tutacak ve zerreden hesaba çekecek.
"Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür." (Zilzâl: 7-8)
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara iman etmeyi kibirlerine yediremeyenlere göğün kapıları açılmaz. Deve iğnenin deliğinden geçmedikçe de cennete giremezler." (A'râf: 40)
Bu, iri bir cüssesi olan devenin küçücük bir iğne deliğinden geçmesinin imkânsız olduğu gibi, kâfirlerin ve münafıkların cennete girmelerinin imkânsız olduğunu gösteren açık bir temsildir. Ve amellerinin kabul olunmayışından kinayedir.
Bu ilâhi beyandan anlaşılıyor ki, bir insanın bu derece incelmesi, süzülmesi ve savrulması gerekiyor, ki iğne deliğinden geçebilsin. İlim, irfan, fen gibi faydalı bilgilerle mücehhez olursa, biçildiği zaman yararlı olur. Ve fakat aşk ateşi ile muhabbet suyunu kaynatırsan, buhar olup uçarsan, ne sen kalırsın ne de nişânın.
Kâdir-i mutlak olan Hazret-i Allah, her şeye kadirdir. İsterse kâinatı bir iğne deliğinden geçirir. Bakınız Belkıs Vâlidemiz'in tahtını Hızır Aleyhisselâm bir anda getiriverdi.
İğneye muhtaç değil! Allah-u Teâlâ öyle kudret sahibi ki kâinatı dilerse iğne deliğinden geçirir. Amma öyle ince bir geçit var ki; süzülmedikçe almazlar. Tabi ben bunu, o süzülmeyi size inceden inceye tarif edemiyorum. İnsan manen o kadar tekamül edecek ki süzülebilsin. Nasıl ki tereyağı süzülüyor, süzüle süzüle halleniyor. Nasıl ki koca bir tel haddelerden geçe geçe inceliyor saatçinin kullanacağı hale geliyor. İtimat edin o hale gelip incelmedikçe kolay kolay oradan geçilmiyor. Bunu çok iyi bilin. Bildiğiniz gibi değil. Yani orayı, geçiti hadde olarak kabul et; incel! Allah-u Teâlâ murad ettiğini geçiriyor. İncelmeyen kalıyor.
Allah-u Teâlâ'nın lütfu olmadıkça mümkün değil. Amma O'nun lütfettiği, çektiği, imanla kurtardığı ayrı. Şimdi gizli bir şey anlatayım: Bir arkadaş vefat edeceği gün bize gösterdiler. Kâbe-i muazzama'nın Bâb-ı Suud kapısından içeriye alındı. Fakat o arada kabrine çelenk kondu. Haa dedim, inşallah imanla gitti amma kusurlarının cezasını çekecek. Tabi insanın hayatta birçok boşluğu var, her zerreden hesap sorulacak. İnsan, imanla gittikten sonra cehenneme girse de yansa da bir çıkma ümidi var. Amma bir sene amma bin sene, fakat imansızın hiç ümidi yok. O geçit, iğne deliği; insan çok incelecek, süzülecek ki alsınlar. Yetmiş üç fırkanın yetmiş ikisi cehenneme oradan dönüyor, aldıklarını kurtarıyor. O'nun almadığı mümkün değil. Alınan giriyor. Onun için çok dikkat edin. İnce bir hadde var; süzülmeyen, kul hakkıyla giden, borçlu giden geçemez. Onun için üzerinizde borç olmasın. Kul hakkı hiç olmasın. Emanete riayet hassas bir nokta, emanete riayet etmeyeceksin de sen geçeceksin, yok öyle!
Şunu unutmayın! Borçlu olmayın, borçlu ölmeyin, emanet üzerinizde olarak ahirete göçmeyin. Kapıda kalırsınız, haber veriyorum. Kul hakkı olan, Allah-u Teâlâ'nın yasaklarından kaçmayan, ana-babaya isyan eden geçemez. Bütün bunlar nefse uymaktan gelir. Nefsine uymasaydı Cenâb-ı Hakk'ın emrine uyacaktı.
Halimize şükredelim, emrine riayet edelim, nehyinden kaçalım, bize düşen bu...
Biz, size bazı şeyleri anlatırken bazı zerrelere vakıfız. Onun için çok dikkat edin, o geçit çok mühim. Bütün bu çalışmalar iman ile göçebilmek için, oraya süzülmek için. O geçiti geçmek için.
Ana-babaya, eşine isyan edenin, borcu olanın, emaneti olanın, kul hakkı olanın geçemeyeceğini bilin.
Aklınızdan geçmesin. Emanet. Ve çok dikkat edin, birisinin kuruşu size geçmesin. İnan ki o kuruşu sonra boynunuza asarlar.
Devlet malı da, vakıf malı da emanettir.
Bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"İnsanlara mutlaka öyle bir zaman gelecek ki, malı helâl yolla mı, haram yolla mı aldıklarına aldırış etmez." (Buhârî)
İşte o gün bu gündür!
Eskiden nehir düz akıyordu, bugün ters akıyor.
Hülasâ; ne Hazret-i Allah'ın hakkı olan Hakkullah'a, ne Hazret-i Allah'ın hukuku Hukukullah'a, ne Hazret-i Allah'ın beyanı olan Kelâmullah'a riayet ediliyor. Yani dikkat edilmiyor. Kul hakkına riayet ise zaten kalmamış. Amma orada çok ince hesap var...
"Hile, aldatma ve emanete hıyanet eden cehennemliktir." (Hâkim)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'nin şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
"Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- aramızda bulunduğu bir sırada ayağa kalkarak hıyaneti andı, onu büyüttü de büyüttü, onun halini de büyüttü.
Sonra şöyle buyurdu:
'Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda böğürmesi olan bir deve olduğu halde gelerek:
Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de:
'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda kişneyişi olan bir at olduğu halde gelerek:
'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de:
'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda meleyişi olan bir koyun olduğu halde gelerek:
'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de:
'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda çığlığı olan bir kimse olduğu halde gelerek:
'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de:
'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda dalgalanan elbiseler olduğu halde gelerek:
'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de:
'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda altın, gümüş olduğu halde gelerek:
'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de:
'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım." (Müslim: 1831)
Burası çok mühim. İşte insanın aldanma noktası bunlar. Yutayım diyorsun ama ne yuttuğunu bilmiyorsun, o yuttuğun şeyi nereye götüreceğini de bilmiyorsun. Onun için insan helâl yiyecek, ibadet ile nur olacak, o nurla hikmet husule gelecek. Başka türlü mümkün değil.
Haramla ibadet olmaz, haramla duâ olmaz, haramla ihlâs olmaz hiçbir şey olmaz.
Borç kapısını kapamaya çalışmak çok mühim bir şey. Çünkü borç yalnız para borcu değildir. Kul hakkı vardır, birisini kırmıştır, birisini üzmüştür. Bunlar da borç oluyor. Çok ince borçlar var. Bunu kapatmak lâzım.
Yalnız hayat boyunca insan hayra meyyâl olmalı, şer olmamalı. Keyfi, nefsâni kalp kırmamalı. Ama dini müdafaa için canını bile vermeli.
Her ne kadar bu Hadis-i şerif'te değeri yüksek olan şeyler zikredilerek ihanetten men edilirse de diğer bazı Hadis-i şerif'lerde; ayakkabı bağı, iğne, iplik ve hatta bunlardan daha değersiz olan devlete âit şeyleri çalmanın aynı şekilde hıyanet olduğu, ganimet malından böyle değersiz küçük bir şey çalmış olarak cephede ölen bir askerin şehitlik mertebesini kaybedeceği belirtilmektedir.
Âyet-i kerime'de:
"Kim bu hıyanetliği yaparsa, kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyle gelir." buyuruluyor. (Âl-i imrân: 161)
Onun için kul hakkı üzerinizdeyken ahirete iyi göçeceğinizi sanmayın. Katiyetle bunu bilin. Burası emanet. Değil emanet, borçlu bir kimse dahi borcunu vermemiş, Cennet-i alâ'ya giremez.
"Ne fenâ bir kuldur o kimse ki kendini değerli bilip kibirlenir ve gerçek büyüklüğün Cenâb-ı Hakk'a mahsus olduğunu düşünmez. Aynı şekilde ne kadar kötüdür o kimse ki, büyüklenerek ve zulmederek kul hakkına tecâvüz eder. Cebbâr olan Cenâb-ı Aliyyü'l Â'lâ'yı unutur." (Tirmizî)
Hadis-i şerif'te:
"Borçlu, kabirde mahpustur." buyurulmuştur. (Câmiu's-Sağîr)
Cennetlik olsa da giremez, elleri boynuna bağlanır, borcu ödeyinceye kadar öyle kalır. Âlemin emaneti üzerinde olacak da sen ahirete göçeceksin, yok öyle!
Hadis-i şerif'te:
"Kimin ruhu şu üç şeyden uzak olarak bedenini terk ederse, ölürse cennete girer; kibir, hainlik, borç." buyuruluyor. (Tirmizî - İbn-i Mâce)
Demek ki borçlu olmak cennete girmeye mani olduğu için çok hassas bir mevzudur.
"Zengin kişinin başkasına olan borcunu geciktirmesi bir zulümdür. O halde birinizin alacağı, zengin birine havale edildiğinde bu havaleyi kabul ve takip etsin." (Buharî. Tecrîd-i sarîh: 1033)
Şu kadar var ki, hayatî zaruretler olmadıkça borçlanılmamalıdır. Zirâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz borcu mekruh kılmıştır.
Namazlarında çok zaman "Allah'ım! Günahtan ve borçtan sana sığınırım." diye duâ ederlerdi. "Yâ Resulellah! Sık sık borçtan Allah'a sığınıyorsunuz" denildiğinde "İnsan borçlandığı takdirde, söyleyince yalan söyler. Söz verir de sözünde duramaz." buyurmuşlardır. (Buhârî)
Umumiyetle borç kanaatsızlıktan doğmaktadır. Bugün meşru kazancı ile iktifâ etmeyip lüks ve israfa dalarak borçlananlar, ağır ve mesuliyetli bir yükün altına girmektedirler.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise borç ile küfrü eşit tutmuştur. (Nesâî)
Kul borcu ile ölmek ve huzur-u ilâhi'ye kul hakkı ile varmak, küfürden sonra en büyük günahtır.
Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz mutadı olarak namazı kılınmak üzere bir cenaze getirildiğinde mevtanın geçmiş hayatının hiçbir safhasını sormazlardı. Yalnız "Onun borcu var mıdır?" diye sorarlardı. Eğer "Borcu vardır." denilirse kılmaktan vazgeçerler, "Borcu yoktur." denilirse cenazenin namazını kılarlardı.
Bir müminin bütün borçlarını açık bir şekilde yazarak vasiyet etmesi son derece mühimdir.
Vasiyet etmemek kabirde, üzerinde kul hakkı olduğu halde yatmaya sebeptir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Borçlu olarak vefat edenlerin kabirlerinde elleri omuzlarına bağlıdır. Borçlarının ödenmesinden başka bir şey ellerini açamaz." (Münavî)
"Sizin hayırlınız şu kimsedir ki, zimmetinde olan borcu hak sahibini incitmeden ifâ eder." (Buhârî)
Bir kimse vefat ettiğinde, varisleri malının üçte birinden ilk önce borçlarını ödemelidirler.
Amel defterlerinin dağıtımında, defterini sağ eline alanlar, kolay bir hesap ile kurtulacaklardır.
"Kimin kitabı sağından verilirse, onun hesabı pek kolay görülür." (İnşikâk: 7-8)
Bu gibi kimselerin amelleri Allah-u Teâlâ'ya arzolunur. İbadetlerine sevap verilir. Eğer günahı varsa günahından geçilir, affolunur, aslâ şiddet olmaz. Yaptıklarının bütün incelikleri sorulmaz, herhangi bir mazeret istenmez. "Bunu niçin yaptın?" dahi denilmez, herhangi bir sıkıntı ile karşılaşmaz, aleyhine delil getirilmez. Çünkü yaptığı şeylerden bütün incelikleriyle hesaba çekilecek kimse azaba uğrayacaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Kıyamet günü inceden inceye hesaba çekilen azaba uğratılır." buyurmuşlardır.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bu söz üzerine:
"Yâ Resulellah! Allah-u Teâlâ:
'Kimin kitabı sağından verilirse, onun hesabı pek kolay görülür.' buyurmuyor mu? (İnşikak: 7-8)" diye sorduğunda:
"O hesap değildir, sadece bir arz edilmekten ibarettir. Yoksa kimin hesabı inceden inceye tetkik edilirse azaba uğrar." cevabını verdiler. (Buhârî)
Görülüyor ki hesabı ince elekten geçirilenler cezâya çarptırılırlar.
Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz çok zeki ve ilim sahibi olduğu için bu Âyet-i kerime'yi okuyor. Âişe Vâlidemiz korktu, kurtuluş yolunu arıyor. Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onu şöyle açıklıyorlar:
"Yâ Âişe! Amel defterlerinin sağından verilmesi şu demek; 'Ey kulum! Sen şunu şunu şunu yaptın!' diyecek ve Cenâb-ı Hakk defteri kapatacak, 'Ben bunları görmezden geliyorum geç!' diyecek.
Böyle söyledikleri kurtulur. Hesaba çekilen tutulur." buyurdu." (Ahmed bin Hanbel)
İşte insanın karşılaşacağı kolay hesap budur. "Kitabına bakılıp geçiştirilivermesidir."
Sahib'ime şöye niyaz ederim:
"Allah'ım! İhsan ettiğin ruh, beden, âzâlar ve sonsuz sayısız nimetlerine karşı, bütün bunların bir zerresinin dahi idrakinden âcizim."
Hiçbirine şükredemeyeceğim için de âcizliğimi ortaya koyuyorum.
"İyi biliyorum ki hiçbir amelim de yok. Tek bir ümidim ve güvencim varsa, af ve merhametindir."
Af eder mi, geç kulum der mi?
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Sizden hiç kimse amel ve ibadeti ile kurtulamaz." buyurdular. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz "Sen de mi yâ Resulellah?" diye sordukları zaman "Evet" buyurdular, "Meğer Allah-u Teâlâ rahmeti ve fazlı ile beni koruya." (Müslim)
Demek ki bir insanın kendisine dayanması, kendisine güvenmesi, ibadetlerini ileri sürmesi en büyük cehalettir. Bu güvenenlerin hepsi, nefis putuna dayanmaktan ileri gelir.
Hazret-i Allah'ın sevgisine nâil olan, lütfuna dahil olan; nâil olduğu için dahil olmuştur ve onu hıfz-u himayesine almıştır. Kurtardığı için o kul kurtulmuştur. Sonra onun düşmemesi için onu bizzat kendisi idare eder, tehlikelerden onu O korur ve geçirir. Onu kurtaran bizzat Allah-u Teâlâ'dır.
Onun için Hazret-i Allah'tan korkmak lâzım.
Allah'ım hesaba tâbi tutulanlardan etmesin. Hesaba tâbi tuttu mu bitti iş. Allah'ım lütfuyla "Geç kulum!" dediklerinden etsin. Hesaba tutuldun mu kurtuluş hiç yok.
Onun için insan çok dikkat edecek, kul hakkı üzerinde olmasın. Kul hakkı girdi mi hesaba girdin demektir. Bunu unutmayın! Kul hakkı girdi mi hesaba tutulur. Kendi kendini hesaba tutturdun. Çünkü Cenâb-ı Hakk kendine ait olan hakkı affeder de kul hakkını affetmiyor. Kendine ait başka, kul hakkı başka.
Onun için kul hakkıyla gelmeyin ki hesaba tutulmayasınız. Kendisini hesaba tutturan gitti. O dilerse ben bunları görmem der geçirir. Ama kul hakkı geçmez. Ne kadar mühim değil mi?
Onun için yemek duâsında bu geçer:
"Ey Allah'ım! Belâsız bir geçim, riyâsız bir amel, hevâsız bir din, cezasız bir af, azapsız bir bağışlama, hesapsız bir cennet ve perdesiz bir rü'yet ile bizi rızıklandır. Lütfunla ey keremlilerin en keremlisi ve ey merhametlilerin en merhametlisi!"
Bu duâ çok güzel, çok kıymetli bir duâ. Burada "Ve cenneten bilâ hisâbin" "Hesapsız bir cennet" geçiyor. Hesaba tuttu mu gitti. Allah'ım bizi hesaba tâbi tutulanlardan etmesin.
O yüzden kul hakkından korkun! Ona göre yaşayın.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Gerçek müslüman şu bir kimsedir ki, müslümanlar onun dilinden ve elinden emîn olsun." (Buhârî)
"Bir kimse kendi nefsi için arzu ettiği ecir ve sevâbı din kardeşi için de arzu etmedikçe mümin-i kâmil olamaz." (Buhârî)
İmanın özü bu Hadis-i şerif'te gizlidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
"En hayırlı müslüman kimdir?" suâline;
"Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir." buyurdular. (Nesâî, Dârimî)
Yalan söylemez, sözünden dönmez, emanete hıyanetlik etmez.
Yoksa münafık olur.
Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Yalan yere yemin ederek bir müslümanın hakkını gasbeden kimseye, Allah cehennemi vâcip, cenneti de haram kılar." buyurmuştu.
Ashâb-ı kiram'dan bir kişi:
"Eğer o hak önemsiz bir şey ise yine böyle midir yâ Resulellah?" diye sordu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Misvak ağacından bir dal parçası olsa bile böyledir." buyurdu. (Müslim, İbn-i Mâce)
Gıybet etmez, dedikodu yapmaz, ara bozmaz, lâf götürüp getirmez. Birlik ve uhuvvet için çalışır, kötülüğü iyilikle savar.
Her işte kul hakkına riayet eder, Allah'tan korkar, dâima doğruluk, dürüstlüğü kendine şiar edinmiştir.
İnsan her şartta bu hükümlere uygun hareket ederse dünyasını, ahiretini mamur eder. Mühim olan kendi aleyhine bile olsa dosdoğru olmasıdır. Gerek içinde kalbinin salimliği ile, gerek dışında beşerî münasebetler ile dürüst olmak esastır.
Hep konuşan, çok konuşan zarardadır. Kişinin her duyduğunu söylemesi yalan olarak ona yeter.
Şehidlik mertebesi; borç yani kul hakkı hariç olmak üzere, kulun bütün günahlarının affedilmesine vesile oluyor. Sadece denizde şehid olanların kul hakkından da kurtulacağı belirtilmiştir.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Denizde şehit düşenlerin kul hakları da olmak üzere Allah bütün günahlarını affeder." (İbn-i Mâce)
Deniz harbine iştirak eden insan öldürülür veya boğulursa Allah-u Teâlâ bütün günahlarını affettiği gibi, kul hakkını da O öder. O kulunu cehenneme atmaz.
Allah-u Teâlâ şehidler hakkında Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın, onlar diridirler. Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar. Allah'ın kendilerine verdiği ihsanlardan dolayı sevinç içindedirler." (Âl-i İmran: 169-170)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu mertebeyi her vesile ile temenni etmiş ve ümmet-i muhteremesini daima teşvik buyurmuştur:
"Muhammed'in nefsini kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra tekrar savaşıp öldürülmeyi, sonra tekrar savaşıp öldürülmeyi ne kadar isterdim." (Buhari - Müslim)
Görüldüğü üzere ancak insan deniz harbine girecek, niyet-i hâlisa ile denizde şehit olacak ki; dilerse Cenâb-ı Hakk kul hakkını da affeder.
"Karada cihad edip şehid olanların günahı, borçlar ve üzerindeki emanetler gibi kul hakkı müstesna olduğu halde bağışlanır.
Deniz muharebesinde şehid olanlara gelince, zimmetlerinde olan kul hakkı dahi af ve mağfiret olarak, onu Cenâb-ı Hakk hazine-i gaybından ihsan eder." (İbn-i Mâce)
"Denizde şehid olanların ecir ve sevabı, karada şehid olanların ecir ve mesubatının iki katıdır." (İbn-i Mâce)
Bir kimsenin kendisine âit olmayan bir şeyi haksız yoldan elde etmesi kul hakkına tecavüzdür. Ayrıca insanın haysiyetine, şerefine halel getirecek icraat ve sözler de kul hakkına girer.
Kul hakkı varsa verin, kurtulun. Fakat oraya bırakmayın. Orada vermek çok zor.
Kul hakkına girmişseniz, hak sahibine ya hakkını ödemek, tazmin etmek suretiyle helâlleşin, yada hakkından feragat etmesini, helâl etmesini temin edin. Çünkü insanların birbirlerine haklarını helâl etmeleri, haklarından vazgeçip bağışlamaları helâlleşmektir.
Tarikât-ı âliye'ye intisaptan önce dahi kul hakkı varsa ödemesi veya helâllik alması istenir. Yoksa mânevi tekâmül olmaz. Şimdiye kadar bilerek veya bilmeyerek işlemiş olduğu büyük ve küçük günahlarından, kötü huylarından tevbe eder. Üzerinde kul hakkı varsa helâlleşir, borçlu ise bir an evvel öder. Ahkâm-ı ilâhî ve Sünnet-i seniyye raylarından ayrılmaz.
Bu yol nezâket yoludur, letâfet yoludur.
Bu yolda atacağımız adıma, söyleyeceğimiz söze, yiyeceğimiz lokmaya dikkat edeceğiz. Bir söz ki fitneye sebebiyet veriyorsa seni helâk eder, bir adım ki kul hakkına giriyorsa cennete girmene manidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Birbirinize haset etmeyin. Zandan sakınınız, çünkü zan sözlerin en yalanıdır. Kulak hırsızlığı yapmayın, birbirinizin gizli sırlarını araştırmayın. Birbirinize buğz etmeyin ve birbirinize sırt çevirmeyin. Sakın ha! Birinizin satışı üzerine satış yapmayın, pazarlığı kızıştırmayın. Ey Allah'ın kulları kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona (ihanet etmez), zulmetmez; onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez. (Eliyle göğsüne işaret ederek) Takvâ şuradadır. Kişiye şer olarak, müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir. Her müslümanın malı, kanı ve ırzı diğer müslümana haramdır." (Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif çok mühim. İnsanlarla güzel geçinmek, mütevâzı olmak, iyilik etmek, riyâdan, kibirden, hasetten, menfaatten kaçınmak, numune olmak, has ve hülâsa olmak yolun adâbındandır.
Herkes asaletinin icabatını yapar; gideceği yeri de kendi hazırlar.
"Bir kul, dünyada bir kulun (kusurunu, hatasını) örterse, Allah da kıyamet günü onun (kusurunu, hatasını) mutlaka örter." (Müslim)
"Kim (başkalarının kusurlarını teşhir edip herkese) duyurursa, Allah da (onun kusurlarını başkalarına) duyurur. Kim de riyâ yaparsa, Allah da onun riyâsını ortaya çıkarır." (Müslim, Buhârî)
Hiç kimseye gülünmez, hiç kimse ayıplanmaz. Çünkü kimi ayıplarsak, bir de dönüp kendimize bakarsak, bütün ayıpların kendimizde olduğunu anlarız. Ayıplamaya gelmez!
Yapma bulma dünyası, bulmamak için yapmamak lâzım.
Resulullah Aleyhisselâm bir duâlarında;
"Allah'ım! Zulmetmekten ve zulme uğramaktan sana sığınırım." buyurmuşlardır. (Ahmed bin Hanbel)
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne sordular:
"İnsanın imanının gitmesine en çok sebep olan günah nedir?" Buyurdular ki;
"Üç günah vardır:
Birincisi; iman nimetine kavuştuğuna şükretmemek.
İkincisi; imanın gitmesinden korkmamak.
Üçüncüsü; müminleri incitmek ve onlara ezâ etmek.
Biliniz ki haksız yere bir müslümanı inciltmek Kâbe'yi yıkmaktan daha büyük günahtır."
Uyanın, ayılın! Ölmeden evvel nefsi öldürelim. Biz âlemi bırakalım da kendimizle uğraşalım.
Din adına fetva vermek, Allah adına konuşmak çok ciddi ve mesuliyetli bir iştir. Hele yanlışa sürükleyenler, arkalarından onca insanı sürükledikleri halde yoldan çıkaranlar, Hakk'ı ve hakikati söylemeyenler büyük vebal altındadırlar.
"Doğrusu birçokları bilmeden heva ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar. Muhakkak ki Rabb'in hududu aşanları çok iyi bilendir." (En'âm: 119)
İmanları surette kalan, ilimleri zandan ibaret olan saptırıcı, Din-i mübin'i yıkıcı, halkı şaşırtıcı âlimler, gökkubbe altındaki en şerli ve en tehlikeli insanlardır. Bunlar hem kendileri dinden çıkarlar, hem de başkalarını dinden çıkarmaya çalışırlar.
"Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez." (Yunus: 36)
Kendilerinin nasıl bir cehalet ve dalâlet çukuruna düşmüş olduklarının hiç farkında değildirler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kendilerine 'Yeryüzünde fesad çıkarmayın!' denildiği zaman 'Biz ancak ıslah edicileriz.' derler. İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar." (Bakara: 11-12)
Kalplerinden iman nuru silindiği için bunun böyle olduğunu hissedip anlamazlar.
Görünüşte iman etmiş gibi görünürler;
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere müşrik olarak yaşarlar. Müslüman gibi göründükleri için bunların tahribatı dış düşmandan daha büyüktür.
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm'ın yalnız ismi, Kur'an'ın ise resmi kalacak. Mescitler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı yine onlara dönecektir." (Beyhâkî)
Dine uymak şöyle dursun, dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Tahripçidirler, dinde yenilik isterler. Asıl gayeleri ise dini aslından çıkarmak, bid'at ve küfrü yaymaktır.
"Bunlar güya Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir." (Bakara: 9)
En büyük gadab-ı ilâhîye maruz kaldıkları husus, Allah-u Teâlâ'nın kesinlikle yasak etmiş olduğu şeylere: "Allah böyle emrediyor." diye kendi zanlarını ortaya koymaya çalışmalarıdır.
"Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar için, iğrenç ve acıklı bir azap vardır." (Sebe: 5)
Allah-u Teâlâ'nın âyetlerini çürütmek, hükümsüz bırakmak ve kendi arzusunu hüküm yerine koymak isteyenlerin bu cürümleri pek büyük olduğu için kendilerine verilen ceza da o nispette iğrenç ve acıklı olacaktır.
Mevki ve rütbesi ne olursa olsun; İslâm'ın helâl kıldığına haram, haram kıldığına da helâl demeye hiç kimsenin hakkı ve selâhiyeti yoktur.
"Allah-u Teâlâ ilmi size ihsan buyurduktan sonra (hafızanızdan) zorla çekip almaz. Lâkin âlimleri ilimleri ile beraber cemiyetin içinden alır, ruhlarını kabzeder. Artık kara cahil bir zümre kalır. Halk bunlardan dini ihtiyaçlarını sorarlar, onlar da (âyet, hadis gözetmeden) kendi düşünce ve arzularına göre fetva verip hem kendileri saparlar, hem de başkalarını saptırırlar." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 2174)
Allah-u Teâlâ'nın en çok buğzettiği kimseler bunlardır. Kitabullah'a itibar etmeyince, Allah-u Teâlâ'nın kahrına müstehak olmuşlardır.
"Âhir zamanda yaşları küçük, tecrübeleri kıt, aklını kötüye kullanan bir zümre yetişecektir. Onlar iyiler gibi peygamberin tebligatından (âyet ve hadisten) bahsedecekler. Fakat onlar tıpkı okun hedefi delip geçtiği gibi, İslâm'dan hemen çıkıvereceklerdir. İmanları boğazlarından ileri geçmez.'" (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1472)
Allah'ın dini ve hükümleri hakkında yalan yanlış konuşan, hak ve hakikati bildiği halde saklayan, insanları bâtıl yollara sevkeden âhir zaman âlimleri saptırdıkları bunca insanın kul hakkına girmiştir.
Âhir zamanda türeyen din ve vatan bölücüleri masum müslümanları kandırarak hem din-iman hırsızlığı yapıyor, imanlarını çalıyor, hem de mal-mülk, para-pul ne varsa gasbediyorlar.
Allah-u Teâlâ; her ismin bir din olduğunu, tuttukları yoldan memnun olduklarını, yanlarında bulunan din veya kitapla sevindiklerini, bunların dinden çıktığını ve saptığını Âyet-i kerime'lerinde alenen buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
"Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir." (Mü'minun: 53)
Dinden çıktığını beyan buyurduğu, yanlarındaki din ve kitapla sevindiklerini haber verdiği bu bölücüler insanları din-i İslâm'dan çıkarıp kendi dinlerine çektikleri için büyük vebâldedir.
Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime'sinde ise, her ismin her hizbin bir din olduğunu beyan etmiş ve açıklamıştır:
"Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur." (En'am: 159)
Allah-u Teâlâ burada onların dinden çıktığını belirtiyor ve sakın onlarla ilgi kurma diye de emir veriyor. "Onlarla ilgi kurmayın ve ünsiyet etmeyin." diyor.
Ama onlar halkı kandırıyor ve dinden çıkarıyor, kul hakkına giriyorlar.
Dinimizi ve vatanımızı paramparça yapmak isteyen bölücü gruplar birer imam tayin etmişler ve müslümanları kendilerine çekip çevirmeye çalışıyorlar.
"Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım da görmeyeceklerdir.
Bu dünya hayatında biz onların peşine bir lânet taktık. (Daima lânetle anılacaklardır.) Kıyamet gününde ise onlar çirkinleştirilip iğrenç kimselerden olacaklardır." (Kasas: 41-42)
Nitekim bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Sizin için Deccal'den daha çok Deccal olmayanlardan korkarım.
– Onlar kimlerdir?
Saptırıcı imamlardır." (Ahmed bin Hanbel)
Deccal'in işaretleri bellidir, doğrudan doğruya Allahlık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.
Görülüyor ki, iman sahibi olduğunu söyleyen milyonlarca müslüman bu sapıtıcı imamlara uydular, göre göre nasıl kuyuya düşerek imandan çıktılar!
Ve fakat bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler, İslâm'ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller, bu kitleleri görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kendi kurdukları dini ayakta tutabilmek için Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini arkaya attılar, hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar. Kendi dinlerinin icaplarını ortaya koydular ve kitleler halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular.
İşte Deccal bunu yapamaz. Deccal'den beter oluşları, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu. Böylece birçok müslümanları hem imanlarından soydular, aldılar, hem dünyalarını hem âhiretlerini yok ettiler.
"Ümmetimden yalancılar, deccaller vücuda gelir." (Münâvî)
Yalancı ve deccalden maksat, dıştan insanları irşad ve islah etmek sıfatıyla görünüp gerçekte ise halkı ahkâma uymaktan alıkoyanlardır. Böylece hakka giriyorlar.
İslâm maskesi altında Din-i mübin'e büyük tahribat yapıyorlar. Bu yüzden İslâm'ı kullanıp saptırdıkları halkın vebalini yüklenmişlerdir.
Nitekim onların sapıtması ile yoldan sapanların âhirette cehenneme düştükleri zaman bu sapıtıcılara şöyle söyleyecekleri Âyet-i kerime'de haber verilmektedir:
"Siz bize sağdan gelir, sûret-i haktan görünürdünüz." (Saffat: 28)
Halkı da cehenneme götürürler. Bütün iş ve icraatlarının hepsi ahkâma ters düşer. Para toplarlar. Nam, şöhret peşinde koşarlar. Bunların ahirette hiçbir nasipleri olmaz.
"Kendisine Rabb'inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz zâlimlerden öç alacağız." (Secde: 22)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olunuz." diye emir buyuruyor. (Tevbe: 119)
Hiç incelemeden, istihare yapmadan, uzun tetkik etmeden bir şeytan şeyhe bağlanırsa ebedi helâkına vesile olur.
Allah-u Teâlâ irşad vazifesini gönderdiği peygamberlerine ve onun vekillerine vermiştir.
Ve her yüz senede bir irşad memuru göndereceğini Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu Hadis-i şerif'lerinde beyan buyuruyor:
"Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." (Ebu Dâvud)
Eğer gerçekten vazifeli olan bir mürşid-i kâmili bulamadıysa, bir sahtekâra kapıldıysa, "Ha sahte peygamber çıkmış, ha sahte şeyh çıkmış" bunlar farksızdır.
Hakikat yolunun mükemmelleri, kemalleri olduğu gibi sahteleri ve mukallidleri de vardır. İslâm'mış gibi görünerek, şeyh kisvesine bürünerek din-i İslâm'a en büyük darbeyi vuranlar bunlardır. Bu gibi sahteler İslâm'ın yüz karasıdırlar. Bunlar şeyh şeytanı tabir edilen yol kesicilerdir. Bunlar şeytanın yapamayacağını şeyhlik maskesi altında yaparlar. Şeyh kisvesi altında şeytanlar ortalığı istilaya çalışıyor, kasıp kavuruyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın." buyuruyor. (A'raf: 86)
Bu saptırıcılar Allah yolunun başına oturdukları için ümmet-i Muhammed'i imandan soyarlar, Allah-u Teâlâ'nın dininden çıkararak kendi dinlerine çevirirler. Allah'a varmak isteyenleri sapıtırlar, Allah-u Teâlâ'dan koparırlar, kendilerine bağlarlar. Bunlara bağlananlar ise, bunların arzularına tâbi oldukları için, bunları ilâh edinmişlerdir.
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Saf ve temiz müslümanları Allah ve Resul'ünün yoluna dâvet etmedikleri, varlık benlikle hareket edip onları hakikatten kopardıkları için büyük vebal altındadırlar. Müslümanları hakiki tasavvuftan soğuttukları için de kul hakkına giriyorlar.
Tarikat-ı aliye-i münevvere'ye her müslümanın intisabı zaruri iken, birçok insanlar bunları görüyor ve irkiliyor, kaçınıyor, nefret edip tiksiniyor. "Tarikat bu mudur?" diyor, onun şeytan olduğunu bilmiyor, şeyh kisvesi altındaki şeytanlığını görmüyor. Tarikat-ı aliye'nin nezafetini kaybettirenler, tasavvuftan soğutanlar, İslâm'dan uzaklaştıranlar işte bu şeytan şeyhleridir.
Onlar Allah yolunun eşkiyalarıdır, yol kesicidirler. Allah yolunu ve Allah ehlini arayanların yollarını kestiler. Hem kendileri kesildiler, hem de yol kestiler. Ruhlarını öldürdüler, ebedî hayatlarını katlettiler.
"Şeytan şeyhleri" dediğimiz bu fesatçı ve ifsatçılar bu zamanda alabildiğine türemişler; bu perde altında makam, nam ve menfaat elde ediyorlar. Bütün gayrimeşru arzularını, maddi geçimini, bu perdenin altında temin ediyorlar.
Ağına düşürdüklerini çalıştırıyorlar, soyuyorlar ve kendileri yiyorlar. Bütün maddi ihtiyaçlarını bu şekilde temin ediyorlar. Her türlü nam, menfaat, şan, şöhret ve şehvetlerini bu yolla tatmin ediyorlar. Bunların hepsi şeytanın askeridir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Direk olmuş keresteler." buyuruyor. (Münâfikun: 4)
Mevkileri güzel, saltanatları yerinde, kisveleri herkesi imrendirir, fakat hepsi de cehennem direğidir.
"Onlar yaratıkların en şerlileridirler." (Beyyine: 6)
Bütün bölücüler hep kendileri için çalıştılar, çalışıyorlar. Din-i İslâm için değil, isim için çalışıyorlar. Bu din ve vatan bölücüleri Allah-u Teâlâ'nın emri olan zekâtı, öşürü, infâkı hem zorla topluyorlar, fakirin hakkını gasp ediyorlar, hem de aldıklarını da gerekli yerlere kullanmıyor, fakire ulaştırmıyorlar. Bu bölücüler, Cenâb-ı Hakk'ın muradı olan sosyal adalete mani oluyorlar, emanetleri kendi menfaatleri icabı kullanarak fakirin, ihtiyaç sahibi olanların hakkına el koymuş oluyorlar.
Onlar fakirin haklarını gasp ederler. Zekâtı fakirin boğazından kesip kendileri yerler. Bu yüzden Allah-u Teâlâ yeryüzünden rahmeti keser. Bunu her bölücü yapıyor. Ve fakirin hakkını yiyor.
"'Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.' (Yâsin: 21)
Bu Âyet-i kerime mucibince para toplayanların doğru yolda olmadığını Cenâb-ı Hakk bildirdiği halde, ya doğru yolda imiş gibi göstermek isteyenlerin durumu ne olacak?
Bu Âyet-i kerime bir berzahtır. Binaenaleyh kim ki para topluyorsa doğru yolda olmadığını bu Âyet-i kerime beyan eder.
Bu para toplayanlar, bu Âyet-i kerime'ye iman etmiş değillerdir. İman edenlere ise bu Âyet-i kerime kâfidir. Çünkü hepsi eğri yoldalar, hepsi soyuyor, yoluyorlar.
Ve fakat, dini dünyaya âlet edenler, sofrada yemek için dâvet ederler ve orada halkı kaz gibi yolarlar, soyarlar. Bunu, her bölücü yapıyor.
Cemiyet içinde utandırarak evini, arabasını, parasını, elindeki avucundakini alırlar. Senet imza ettirirler. Oturduğu evi, bindiği arabasını, icra yolu ile alırlar. Hepsi faizle iştigal ederler.
Kimisi banka kurar, küfrünü açık ilân eder. Kimisi vaaz vereceğiz diye, gelenleri soyarlar.
Allah-u Teâlâ para istemeyi yasakladığı gibi, aynı zamanda bu paralar nereye harcanıyor? Hem istiyorlar, hem de zekât ve fitre diye toplanan paralar fakire ulaştırılmıyor. Oysa talebelerden de para alınıyor. Hem de kendilerini müslüman imiş gibi göstermek isterler.
Kim ki bunların toplantısına dahil olursa, bunlara para verirse;
"Fasıka ikram eden İslâmiyet'in yıkılmasına yardım etmiş olur." (Münâvi)
Hadis-i şerif'i mucibince İslâm dini'nin yıkılmasına yardım etmiş sayılır.
Hadis-i şerif'te:
"Onların dinleri para olacak." buyuruluyor. (Münâvi)
O ise koyun postuna bürünüp dini dünyaya alet ediyorlar...
Bu perdenin altında her türlü soygunu ve dilenciliği yapıyorlar. Hem talebelere yardım adı altında, onları âlet ederek zekât, öşür, fitre, kurban derisi... topluyorlar, hem de ayrıca talebelerden para alıyorlar. Halk da hâlâ onları müslüman zannediyor.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Müslümanların işine harcanmak üzere ayrılan maldan birçok haksız harcamalar yapan kimseler için kıyamet gününde cehennem vardır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1294)
...
Çocukları alet edip hem dilencilik yaptırıyorsunuz menfaatiniz için, aynı zamanda çocuklardan da para alıyorsunuz.
İslâm'mış gibi görünerek soygun, gasp ve dilencilik yapıyorsunuz. Saf ve temiz insanların kanını emiyorsunuz.
Bunların hangisi İslâm dini ile bağdaşır? Bütün bu icraatlarınızı İslâm dini yasak etmiştir."
İşte görüyorsunuz bunlar fakirin hakkını gasp ediyorlar. Bu gerçekten büyük zulümdür. Böylece hem emanete hıyanet ediyorlar, hem de gadâb-ı ilâhi'ye düçar oluyorlar.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Kim bir cana kıymamış ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur." (Mâide: 32)
"Kim bir mümini kasden öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, lânetlemiş ve büyük bir azab hazırlamıştır." (Nisâ: 93)
Yaşama hakkı mukaddes olduğundan, dinimiz bu hakkın muhafazası hususunda her türlü tedbiri almıştır.
"Bütün dünyanın yok olup gitmesi, Allah katında bir müslümanın öldürülmesinden daha hafiftir." (Tirmizî)
Allah'ı inkârdan sonra en büyük günah cana kıymaktır. Bu cinayeti işleyenler, dünyada kısasa, âhirette ise cezaya uğrar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Mümin haram olan kanı akıtmadıkça, dininin geniş alanında kalır." buyuruyorlar. (Buhârî)
Bir mümin büyük günahlar işlese de; tevbe eder, kul haklarını öderse, Allah-u Teâlâ'nın affına uğrayabilir ve dininin geniş alanında kalır. Fakat kendisine mümin kardeşinin kanı bulaşan kimse, aff-ı ilâhi'den ümidsiz olarak yaşadığından dini de hayatı da onu sıkar. Huzur içinde yaşayamaz.
"Kim mümin bir kimseyi (kasten) öldürürse, katil bu sebeple kısas olunur." (Ebu Dâvud: 4539)
Âyet-i kerime'de:
"Yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz. Bir mümini yanlışlıkla öldüren kimsenin, bir mümin köleyi azad etmesi ve öldürülenin âilesine teslim edilecek bir diyet ödemesi gerekir." buyuruluyor. (Nisâ: 92)
Diğer bir husus da şu ki;
Organ nakli ve vasiyeti de mânevi bir katl'dir.
Bir insanı öldürmek veya dövmek, bir uzvuna zarar vermek haram olduğu gibi, malını almak da haramdır.
Âyet-i kerime'sinde:
"Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarına karşılık Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak ellerini kesin. Allah azizdir, hükmünde hikmet sahibidir." buyuruluyor. (Mâide: 38)
Allah-u Teâlâ kısas Âyet-i kerime'si ile insan vücudunu her türlü taarruzdan koruduğu gibi, bu Âyet-i kerime ile de insanın malını başkasının tecavüzünden muhafaza etmiştir.
İslâm, kıyamete kadar bakî kalacak hükümleriyle insanlık haysiyet ve şerefini koruduğu gibi cana, mala ve ırza saldırıyı da en büyük günahlardan telâkki etmiştir, malını müdafaa ederken öldürülen kimsenin şehit olacağını bildirmiştir.
"Zâni zinâ ederken mümin olarak zinâ etmez. Hırsız çalarken mümin olarak çalmaz. Şarabı içerken dahi sarhoş mümin olarak içmez." (Müslim: 57)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"İsrailoğulları ileri gelenlerinden biri çalarsa bırakırlar, zayıf olan biri çalarsa elini keserlerdi. Kızım Fâtıma çalmış olsaydı onun da elini keserdim!" (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1507)
"Allah hırsıza lânet etsin." (Buhârî)
Gasp; bir şeyi zorla ve haksız yollarla sahibinin elinden almak, mal sahibinin izni olmadan, o maldan el çektirecek şekilde almak demektir.
"Aranızda birbirinizin mallarını haksız sebeplerle yemeyin." (Bakara: 188)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Her kim bir karış toprağı zulüm yoluyla gasbederse, Allah kıyamet günü yedi kat yerin dibinden itibaren onun boynuna dolar." (Müslim: 1610)
"Hiçbir zinâkâr, mümin olarak zinâ etmez. Hiçbir içkici, mümin olarak içki içmez. Hiçbir hırsız, mümin olarak hırsızlık etmez. (Bir rivayette) Hiçbir kapkaççı, halkın gözünde kıymetli olan şeyi mümin olarak kapıp kaçmaz." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1889-1890)
"Bir şeyi gizlice almak, hırsızlık yapmak" mânâlarına gelen gulûl; taksim edilmeden önce ganimet mallarından bir şey çalmak demektir. "Devlet malına hıyanet etmek" de bu türdendir.
Ganimet malından gizli bir şey çalmak emanete hıyanet etmektir. Devlet malından çalma ve onları kötüye kullanma da böyledir.
"Kim bu hıyanetliği yaparsa, kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyle gelir." (Âl-i imran: 161)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Hayber savaşının vukû bulduğu gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- in ashabından birkaç kişi gelerek 'Filân şehit, filân şehittir!..' dediler. Nihayet bir kişinin yanına vararak 'Bu da şehittir!' dediler.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Hayır! Ben onun aşırdığı bir hırka yahut yağmurluktan dolayı cehennemde gördüm." buyurdu.
Sonra da:
"Ey Hattab oğlu! Git de 'Cennete müminlerden başkası giremez.' diye topluluğun içinde nidâ et!' buyurdu.
Ben de çıktım ve:
'Dikkat! Cennete müminlerden başkası giremez!' diye nidâ ettim." (Müslim: 114)
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte Hayber savaşına çıktık. Allah da bize fethi müyesser kıldı. Ganimet olarak altın ve gümüş almadık. Sadece eşya, yiyecek ve giyecek aldık. Sonra Vâdil-kurâ'ya çekildik. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in kölesi gölgeliğe girmek için ayağa kalktı. Bu esnada kendisine bir ok isabet etti, eceli de bundan oldu.
Bunun üzerine biz 'Ona şehadet mübarek olsun yâ Resulellah!' dedik.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Hayır! Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Hayber'de taksim edilmemiş olan ganimetlerden almış olduğu şu hırka ateş olmuş, onun üzerinde alev alev yanmaktadır." buyurdu.
Herkesi bir korku almıştı. Derken bir kimse bir veya iki adet pabuç tasması getirdi ve 'Yâ Resulellah! Bunu Hayber'de almıştım' dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
"Ateşten bir pabuç tasması, yahut ateşten iki pabuç tasması!" (Müslim: 115)
Hain harpte öldürülse bile ona şehit denilemez.
•
Adiyy bin Amîre el-Kindî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre "Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in şöyle söylediğini işittim." demiştir.
"Sizden herhangi bir kimseyi memur tayin ettiğimizde, o bizden bir iğneyi veya iğneden daha değersiz bir şeyi gizleyecek olursa bu bir hıyanettir. Kıyamet gününde onunla gelir."
Devamında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Sizden kimi bir vazifeye tayin edersek, az çok ne elde ettiyse getirsin. Ondan kendisine, tarafımızdan verileni alsın, men edilenden kaçınsın." (Müslim: 1833)
Allah-u Teâlâ zekât verecek kadar zengin olan müslümanların mallarının belli bir miktarını fakirlere tahsis etmiştir. Bunun içindir ki; zekât verilmeyen malda fakirlerin hakkı vardır. Bu hakkı sahibine veren kimse, Allah-u Teâlâ'nın emrini yerine getirip borcundan kurtulmuş olur. Üzerine zekât farz olan kimse ise zekâtını vermezse, fakirlerin malını gasp etmiş olur.
"Sadakalar (zekâtlar), Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah bilendir, hükmünde hikmet sahibidir." (Tevbe: 60)
Allah-u Teâlâ'nın emri budur, nizam-ı İlâhî budur. Bu nizam-ı İlâhî'yi bozmak isteyenler ise, Allah-u Teâlâ'nın kitabına göre değil de kendi kitaplarına göre hüküm veriyorlar. Fakirin lokması ağzından alınıp binaya zinâya verilmez. Binaya zekât alan, zinâya da harcar. Bankaya girmiş, fâize dalmış, içki içmiş, kumar oynamış, bu menhiyatlardan ötürü borçlu düşmüş kimselere de zekât verilmez. Beytül-mal ismi altında topladıkları, sahte imamlara da zekât verilmez. Veren bir daha vermek zorundadır.
Zekât günü gelince kuruşuna kadar verilmeli, fakirin hakkı geciktirilmemelidir. Zekât ve sadaka vermekle beraber, dinin yücelmesi için gereken harcamayı yapmak, bu gibi bağışlarda bulunmayı âdet hâline getirmek gerekmektedir.
Servetin sadece zenginler arasında dolaşmaması hakkında Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
"Tâ ki (o mallar) içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın!" (Haşr: 7)
Fakirlerin elinde ondan bir şey bulunmazken, sadece zenginleriniz arasında dönüp durmasın, fakirler ondan mahrum kalmasın.
Bir kimsenin işlemediği bir suçu işlemiş gibi anlatmak, kendisinde bulunmayan bir kötülüğü varmış gibi göstermek gıybetten de büyük bir günahtır ve haramdır. Kul hakkıdır.
Âyet-i kerime'de:
"Kim bir hatâ veya bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur." buyuruluyor. (Nisâ: 112)
Hususiyetle iffetli kadınlara iftira etmeyi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz helâk edici yedi şeyden birisi saymıştır.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Zinadan haberi bulunmayan iffetli mümin kadınlara zinâ iftirâ edenler, dünyâda da âhirette de lânetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır." (Nûr: 23)
Gıybet bir müslümanın, duyduğu zaman hoşuna gitmeyecek ayıp, noksan ve kusurlarını arkasından söylemektir. Bu da kul hakkına girer.
Gıybet insanlar arasında sevgi, saygı, yardımlaşma gibi güzel hasletleri ortadan kaldırarak yerine buğz, kin, düşmanlık getiren kötü bir huydur. Bundan dolayıdır ki, haram kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Kiminiz de kiminizin arkasından çekiştirip gıybetini etmesin. Sizden herhangi biriniz, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Tiksindiniz değil mi? O halde Allah'tan korkun." (Hucurât: 12)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Allah, zulme uğrayan kimseden başkasının, kötülüğü sözle bile açıklanmasını sevmez. Allah işitir ve bilir." (Nisâ: 148)
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Gıybet, din kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır. Eğer o şey kendisinde mevcut ise, onu gıybet etmiş olursun, değilse iftira etmiş olursun." (Müslim)
"Gıybetten sakınınız; zira gıybetin bir kısmı zinâdan beterdir." (Câmiu's-Sağîr)
"Gıybet edenlerle, gıybeti dinleyenler günahta ortaktırlar." (Münâvî)
İnsanların kusurlarını sorup araştırmak tecessüstür ve sûizanın meyvelerindendir. Zirâ kalp yalnız zan ile kanaat etmez, araştırmak ister, böylece tecessüsle meşgul olur. Bu ise yasaktır.
"Birbirinizin kusurlarını, gizli şeylerini araştırmayın." (Hucurât: 12)
Başkalarının ayıbını arayan, kendi ayıbını arıyor demektir. Gıybet, sûizan ve tecessüsün her üçü de Âyet-i kerime'de haram kılınmıştır.
Hadîs-i şerîf'lerde şöyle buyuruluyor:
"Kim bir müminin ayıbını örterse, sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kız çocuğunu kurtarmış gibi olur." (Ebu Dâvud)
"Müslüman kardeşinin gizli taraflarını araştıran kimsenin, Allah-u Teâlâ gizli taraflarını araştırır. O kimin gizli tarafını araştırırsa, evinin içinde bile olsa onu herkese karşı rüsvay eder." (Tirmizî)
"Din kardeşinin bir ayıbından dolayı ayıplayan kimse, o ayıbı bizzat kendisi yapmadıkça vefat etmez." (Câmiu's-Sağîr)
Suizan, insanlar hakkında aslına ermeden kötü bir fikre sahip olmaktır. Böyle zandan sakınmak farzdır.
Dille başkasının kötülüğünü söylemek haram olduğu gibi, bir müslüman hakkında da açık bir delile dayanmadan, tahmin ve ihtimalle suizanda bulunmak, zanla hareket etmek haramdır.
"Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Zira bazı zan vardır ki günahtır." (Hucurât: 12)
Hadis-i şerif'te:
"Suizandan sakının. Çünkü zan, sözlerin en yalanıdır." buyuruluyor. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1993)
Onun için dış görünüşüne bakılarak insan hakkında kötü hükmü verilemez. Kötü zan beslemek insanı kendini beğenmeye götürür ki, çok çirkin bir huydur.
Hüsn-i zan ise, bir kimsenin veya bir hadisenin iyiliği hakkındaki vicdanî kanaat demektir. Övülmüş bir haslet, güzel bir huydur. Kâmil insanlar başkalarını da öyle görmek isterler.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Müminler hakkında güzel zan, güzel ibadetten sayılır." (Ebu Dâvud)
"Hüsn-i zanın fevkinde, bir ibâdetle Cenâb-ı Allah'a ibâdet olunmamıştır." (Münâvî)
Dargınlığa kırgınlığa sebep olacak sözleri birinden diğerine taşımak şiddetle haram kılınmıştır.
Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor:
"Herkesi ayıplayan, söz götürüp getiren ve çok yemin eden, aşağılık zorbaya itaat etme!" (Kalem: 10-11)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde:
"İki kişinin arasını bozmak için söz taşıyan nemmam cennete giremez." buyuruyorlar. (Buhârî)
Bir defasında iki kabrin yanından geçiyorlardı. Şöyle buyurdular:
"Bunlar azab görüyorlar. Hem de azab görmeleri kendilerince büyük bir şeyden değil. Evet günahları büyüktür. Birisi idrardan sakınmaz, taharetlenmezdi. Diğeri de iki kişinin arasını bozmak için söz taşırdı." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 163)
Müminin mümin üzerindeki haklarından birisi de, onu küçük düşürecek ve hoşuna gitmeyecek kötü lâkaplarla çağırmamasıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Birbirinizi kötü lâkapla çağırmayın." buyuruyor. (Hucurat: 11)
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cahiliyet devrinde takılan küçük düşürücü lâkap ve adlardan bir kısmını değiştirmiş, onların yerine güzel ad ve lâkaplar vermiştir.
İstihza; küçük düşürücü ve güldürücü hareketlerle insanların ayıplarını, noksanlıklarını ortaya koymak, eğlenceye almak demektir. O kimse bundan rencide olursa haramdır.
"Ey iman edenler!
Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Alay edilenler belki de Allah katında kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler." (Hucurât: 11)
Kimin kimden hayırlı olduğunu Allah bilir. Şu hâlde Allah indindeki kendi durumunu bilmeyen bir insanın başkalarını hâkir görüp alay etmesi asla caiz değildir.
Bir kimsenin yellenmesine gülenleri Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Niçin gülüyorsunuz?" diye ikaz etmişlerdi.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- Hazretleri'nin bacaklarının zayıf oluşuna gülenlere ise şöyle buyurmuşlardır:
"Siz onun bacaklarının inceliğine mi gülüyorsunuz? Hayatım yed-i kudretinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, terazide onlar Uhud dağından daha ağır olacaklardır."
Yalan; doğru olanın veya doğru bildiğinin aksini söylemektir. Dinimiz yalanı haram kılmış ve şiddetle menetmiştir. Kul hakkına girer.
Âyet-i kerime'lerde:
"Yalan sözden çekinin." (Hacc: 30)
"Şüphesiz ki Allah, aşırı yalancıyı doğru yola eriştirmez." buyuruluyor. (Mümin: 28)
Doğruluk imanın sermayesi, yalan da nifakın sermayesidir.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Kişinin her işittiğini söylemesi, yalan olarak yeterlidir." (Müslim)
"Söylediklerine inanacak bir mümin kardeşine yalan söylemen, çok büyük bir hıyanettir." (Ebu Dâvud)
"Günahların en büyüğü lisânın yalanıdır." (Câmiu's-Sağîr)
"Yalandan sakınınız. Zira yalan ile iman bir arada bulunmaz." (Ahmed bin Hanbel)
"Yalan insanın yüzünü kara eyler, iki şahsın arasını bozmaya çalışmak, kabir azâbını gerektirir." (Münavi)
Yalanın en kötü olanı yalan yere yemin etmek ve yalancı şahitlik yapmaktır. Bu ise büyük günahtır.
En büyük kul haklarından biridir.
İslâmiyet sihri inkâr etmemiş, ancak Tevhid itikadına zarar verdiği, İslâm ahlâk ve prensiplerini bozduğu, kötüye kullanıldığı için kesinlikle haram kılmıştır. Bir müslümanın bunlarla meşgul olması katiyetle doğru değildir, bu gibi şeyler küfür basamaklarıdır.
Allah-u Teâlâ sihri öğrenenler hakkında Âyet-i kerime'de şöyle buyurmaktadır:
"Onlar kendilerine faydalı olacak şeyler değil de zarar verecek şeyler öğreniyorlardı." (Bakara: 102)
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Nerede olursa olsun, sihirbaz asla iflah olmaz." (Tâhâ: 69)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sihri, "Helâk edici yedi büyük günah"tan birisi saymış, bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyurmuştur:
"Muhabbet vesaire için efsun yapmak, iplik okumak veya muska yazmak suretiyle sihir yapmak şirktir." (Ebu Dâvud)
Karı-koca arasındaki aile bağlarını koparmaktan başlayarak, insanlar arasında fesatlıklar çıkaran sihirbazlar, asr-ı sâadette Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e de sihir yapmaya cüret etmişlerdi.
Onun için büyük hakka giriyorlar.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'lerinde buyuruyor:
"Biz insana anne babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Zira annesi onu karnında zahmetle taşımış ve güçlükle onu doğurmuştur." (Ahkâf: 15)
"Onlarla dünyada iyi geçin." (Lokman: 15)
"Rabb'in yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana-babaya güzellikle muâmele etmenizi emretti.
Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında iken ihtiyarlığa ererlerse onlara öf bile deme, onları azarlama, onlara güzel ve tatlı söz söyle.
Onlara acıyarak tevâzu kanatlarını yerlere kadar indir ve de ki:
Ey Rabb'im! Onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse, sen de kendilerine öylece merhamet et." (İsrâ: 23-24)
Allah ve Resul'ünün haklarından sonra anne ve baba hakkı gelmektedir.
Dünyaya gelmemize vesile olan, yetişmemiz için her türlü sıkıntı ve güçlüklere katlanan, istirahat ve istikbâlimiz uğruna kendi huzur ve rahatlarını fedâ etmekten çekinmeyen anne ve babamıza karşı evlâtlık vazifelerini hakkıyla yapmak mecburiyetindeyiz.
Onlara saygı ve sevgi göstermeli, gönüllerini incitecek ve kıracak hareketlerden şiddetle sakınmalıyız.
Hayırlı bir evlât, ana-babasının âdetâ gözlerinin içine bakar, ihtiyaç zamanlarında yardımlarına koşar. Cennet onların ayakları altında gizlidir.
Bizim için yaptıkları fedâkârlıklar göz önüne getirilirse, haklarını ödemenin imkânsızlığı ortaya çıkmış olur. Bir evlât hiçbir surette onların hakkını ödeyemez.
Onlara itaat, hürmet ve ahkâma uygun olan emirlerine inkıyad etmek kati bir farz; itaatsizlik etmek, karşı gelmek ve gücendirmek ise büyük günahlardan olup kati bir haramdır. Çünkü büyük günahların başında Allah'a şirk koşmak, hemen sonra da ana-babaya isyan gelmektedir.
Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın rızâsı anne-babanın rızâsında, gadabı da gadaplarındadır." (Câmiu's-Sağîr)
"Ana-babaya hizmet, itaat ve ihsan sebebiyle Cenâb-ı Allah insanın ömrünü artırır." (Câmiu's-Sağîr)
"Ana-babaya kavlen ve fiilen ihsân eylemek Allah yolunda cihadda bulunmak kadar faideyi gerektirir." (Câmiu's-Sağîr)
"Ana-babaya ihsan ömrü artırır. Yalan rızkı azaltır, hayır duâ kazâları savuşturur." (Câmiu's-Sağîr)
İnsanlar yaratılış itibarı ile birbirlerinden farklıdırlar. Binaenaleyh erkek; kuvvet, cesaret, mukavemet ve idare kabiliyeti... gibi meziyetlerle kadından farklı olarak fıtrî bir üstünlüğe sahiptir.
Bu bakımdan erkek ailenin reisi ve sorumlusudur. Ailenin muhafazası, münasip bir ev, nafaka ve her türlü ihtiyaçların temini ona aittir.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Bir kimse tasadduk niyeti ile israf etmeksizin ehl-ü iyâline infak ederse niyeti nispetinde sevab kazanır." (Buhârî)
"İnsanların kötüsü iktidarı olduğu halde ehl-ü iyâlinin maîşetini dar tutan kimsedir." (Münâvî)
Âyet-i kerime'de:
"Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler." buyurulmaktadır. (Nisâ: 34)
Ancak bu hâkimiyet tahakkümle değil... Allah'ın kendisine bir emaneti olduğunu düşünerek ona sadâkat, nezaket ve muhabbetle muamele etmelidir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de de:
"Kadınlarınızla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız, olabilir ki hoşunuza gitmeyen bir şeye Allah birçok hayırlar koymuş olabilir." buyuruluyor. (Nisâ: 19)
Hadis-i şerif'lerinde ise Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Kadınlar hakkında Allah'tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah'ın emaneti olarak aldınız. Onların ırzlarını Allah'ın kelimesi (nikâh akdi) ile kendinize helâl kıldınız." (İbn-i Mâce: 3074)
Emanete hıyanet etmek münafıklık alâmetidir.
Nitekim İyâs bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz haksız yere eşini dövenler için şöyle buyurmuşlardır:
"Karılarını döven kimseleri hayırlılarınız olarak bilmeyiniz." (İbn-i Mâce: 1985)
Binaenaleyh iki günlük hayat, tatlı geçerse güzel olur. Bu tatlı hayat da huzur ile mümkün olur. Bu arada birçok şeyleri görmemek lâzımdır. Ahkâma muğayir olmayan hudut dahilindeki hususlarda idare etmek lâzımdır.
"Aranızda en hayırlı kimseler, kadınlarına karşı huyu en iyi olanlarınızdır." (Tirmizî)
"Kadınlarınıza karşı hayırlı olmanızı, iyi davranmanızı tavsiye ederim. Kadınlarınız üzerinde sizin hakkınız, sizin üzerinizde de kadınlarınızın hakları vardır." (Tirmizî)
"Mümin bir erkek mümin bir kadına, hoşuna gitmeyen bir huyundan dolayı buğzetmesin. Eğer onun bir huyundan hoşlanmıyorsa, başka bir huyundan hoşlanabilir." (Müslim)
"Kadın eğe kemiği gibidir. Onu doğrultmaya kalkışırsan kırarsın. Bulunduğu halde bırakırsan, eğriliğine rağmen ondan faydalanabilirsin." (Tirmizi)
Aile yuvasının sağlam, uzun ömürlü ve mesut olmasında en az erkek kadar kadının da payı büyüktür.
Kadın yuvasını sevmeli, kanaatkâr olmalı, israftan kaçınmalı, çocuklarına şefkatli davranıp ahkâma uygun olarak yetiştirmeli, kocasına karşı daima saygılı olmalı, aile sırlarını korumalı, her işte onun rızâsını kazanıp gönlünü hoş etmeye çalışmalı, yapacağı bütün işlerinde onunla istişare etmeli, kendinden evvel kocasını düşünmeli, hakkında iyilikten başka söz söylememeli, ahkâma aykırı olmayan meşru bütün hallerde kocasına mutlak surette itaat etmelidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, fakirliğinden dolayı sadaka veremediği için üzülen bir hanıma hitaben şöyle buyurmuştur:
"Zevcine ettiğin hizmet sadakadır." (Câmiu's-Sağîr)
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İyi kadınlar itaatkâr olanlardır." (Nisâ: 34)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Kadın beş vakit namazını kılar, ramazan orucunu tutar, ırzını korur, kocasına itaat ederse cennete girer." (Câmiu's-Sağîr)
"Hangi kadın ki zevcini gadaplandırır, Cenâb-ı Allah'ın lânetine müstehak olsun." (Münâvi)
"Kocası kendisinden râzı olduğu halde bir kadın vefat ederse cennete dâhil olur." (Tirmizî)
"Eğer bir kimsenin ötekine secde etmesini emredecek olsaydım, kocası üzerindeki hakkının büyüklüğünden dolayı kadının kocasına secde etmesini emrederdim." (Tirmizî)
"Kadın için hakkına en çok riâyet edilmesi gereken kimse kocasıdır. Erkek için en büyük hak sahibi de anasıdır." (Câmiu's-Sağîr)
"Kişi karısını yatağına davet ettiğinde kadın kaçarsa, kocası da ona gücenerek gecelerse, melekler sabaha kadar ona lânet ederler." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1337)
Evlâdın ana-babaya hürmet ve itaatı farz olduğu gibi, anne babanın da çocuklarına karşı aynı güzellikte muâmele etmeleri dini bir vazifedir.
Çocuk anne-babaya ilâhî bir hediye, ilâhî bir emanettir. Kalbi tertemizdir, ekilmemiş bir tarladır, hangi tohum atılırsa o büyür. İyilik telkin edilir, iyi işler yaptırılırsa iyi bir insan olur. Dünya ve âhirette saadet ve selâmete erer. Böyle güzel bir terbiye ile yetiştirdikleri için anne ve babası da onun ecir ve sevaplarına ortak olurlar. Şayet iyi terbiye edilmezse kötü bir insan olur. Anne-baba onun kötülüğünden mesuldürler, günahına da ortak olurlar.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Hiçbir baba evlâdına güzel edep ve terbiyeden daha değerli ve üstün bir miras bırakamaz." (Tirmizi)
"Evlâdlarınızı Peygamber'inize, ehl-i beyt'ine ve kırâat-i Kur'an'a muhabbet gibi üç hasletle terbiye ediniz." (Câmiu's-Sağîr)
"Evlâdın pederleri üzerindeki hakları, güzel bir isim ile isimlendirip ve İslâm âdâbı ile kendilerini eğitmek ve yetiştirmektir." (Münâvî)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'e bir adam gelerek "Oğlum bana ezâ-cefâ ediyor, beni dövüyor." diye şikayette bulundu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz çocuğu çağırarak "Hiç Allah'tan korkmaz mısın? Hiç evlât ana-babasına isyan eder mi? Babanın evlât üzerindeki haklarını bilmiyor musun?" diye sorunca:
"Güzel yâ Emîrel-müminin! Buna karşılık evlâdın da ana-babasının üzerinde bir takım hakları yok mudur? dedi.
Bu haklı itiraz karşısında Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
"Evet vardır. İffetli ve asâletli bir hanımla evlenmeli, çocuğuna güzel bir isim koymalı, Ahkâm-ı ilâhiye'yi öğretmelidir." buyurdu.
Genç de şunları söyledi:
"Babam sizin bu saydıklarınızdan hiçbirini yapmamıştır. Annem olan kadını esir pazarından satın almıştır. Bana, pislik yuvarlayan böcek mânâsına gelen Cuâl adını takmıştır. Ahkâm-ı ilâhiye'ye âit hiçbir şey de öğretmemiştir."
"Oğlum bana isyan ediyor diye bir de şikâyet ediyorsun. Aslında sen ona fenâlıkta bulunmuşsun. Bu hatâyı önce sen işlemişsin." buyurdu.
Çocukların ahkâma uygun olarak yetiştirilmeleri ilâhi bir emirdir:
"Ey iman edenler! Kendinizi ve ehl-ü ıyâlinizi cehennem ateşinden koruyunuz, onun tutuşturucusu insanlar ve taşlardır." (Tahrim: 6)
Helâl yiyip helâl yedirdin mi?
Çocuğa güzel bir isim verip Ahkâm-ı ilâhiye'yi öğrettin mi? Ekilmemiş gönül bahçesine Allah ve Resul'ünün sevgisini ektin mi?
Göz, kulak, el, ayak gibi bütün âzâlarının Hazret-i Allah tarafından verildiğini; sıhhat, âfiyet, rızık ve mâişet gibi sonsuz nimetler verdiği gibi, ahirette de daha nicelerini vereceğini haber verdin mi? Ölüm, kabir, mahşer, sırat, cehennem gibi vartalardan kurtulması için nasıl hazırlanması gerektiğini bildirdin mi? Cennet ve Cemalullah'a kavuşması için kendisine yardımcı oldun mu? Bu uğurda harcanan masrafın en kıymetli sadaka-i câriye olduğunu ve ona bırakılacak en kıymetli mirasın din terbiyesi olduğunu bildin mi?
Yuva kurmaya karar verdiğin zaman asil, dindar, iffetli ve temiz bir kız aradın mı?
Bize düşen vazifelerimizi yapmamışsak, onlardan bir şey beklemeye de hakkımız yoktur. Ne verdik ki ne bekleyeceğiz?...
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Kendisinin adını öne sürerek birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan korkun ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının." buyuruyor. (Nisâ: 1)
Akrabayı ziyaret etmeye, onlarla muhabbetle kaynaşmaya ve devam ettirmeye sıla-i rahim denir. İslâm'ın farzlarından biridir.
Akraba haklarına riâyet; onları unutmamak, görüşüp-konuşmak, gidip-gelmek, hediyeleşmek, yardıma muhtaç olanlarına maddi ve mânevî yardımda bulunmak demektir.
"Sadakanın en makbulü, dargın akrabaya verilen sadakadır." (Ahmed bin Hanbel)
"Yâ Resulellah! Benim akrabalarım var, onları ziyaret ediyorum, onlar benimle alâkayı kesiyorlar. Onlara iyilik ediyorum, onlarsa bana fenâlık ediyorlar. Onlara yumuşak davranıyorum, onlar bana karşı câhilce hareket ediyorlar." diyen bir zâta Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Sen bu hâl üzere devam ettikçe Allah'ın lütfu ve yardımı seninle beraberdir." buyurmuştur. (Müslim)
Diğer Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"İyiliğe iyilikle mukabele eden kimse tam manası ile akrabaya sıla yapmış değildir. Hakiki sıla; kendisi ile münâsebeti kesenleri görüp gözetmektedir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1970)
"Rızkının bollaştırılmasını, ömrünün uzun olmasını isteyen kimse akrabasını ziyaret etsin." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 965)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Yakın ve uzak komşuya iyilik edin." buyuruyor. (Nisâ: 36)
Evimizin dört tarafından kırkar hâne komşularımızdır. Dinimiz komşu haklarına büyük ehemmiyet vermiştir.
Komşuların birbirlerine karşı dini ve ahlâkî bir takım hakları vardır: Muhtaç olduğunda ihtiyacını gidermek, sevinçli ve tasalı günlerinde yanında olmak, komşusunun malını, canını, ırz ve namusunu, şeref ve haysiyetini gözetmek gerekir.
Komşulukta esas olan komşuya eziyet etmemek değil, bilâkis onların ezâ ve cefâlarına tahammül etmek, kötülüklerine iyilikle mukabelede bulunmaktır.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Komşunun komşu üzerinde büyük hakkı vardır." (Câmiu's-Sağîr)
"Cibril bana komşuya iyilik yapmayı, haklarına riâyet etmeyi o kadar çok tavsiye etti ki, nerede ise komşuyu komşuya mirasçı yapacak sandım." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1979)
"Komşusu aç ve kendisi tok olan bir merhametsiz, mümin-i kâmil olamaz." (Münâvî)
Her insanın sevincini, kederini ve sırlarını paylaşacağı, içini dökeceği, samimiyetle bağlanacağı dostlara ihtiyacı vardır. Hiçbir maksat ve menfaat düşüncesi olmadan, sırf Allah için kurulan dostluklar uzun ömürlüdür. Ahirette de devam eder.
Âyet-i kerime'de:
"Dostlar, o gün birbirine düşmandır; takvâ sahipleri müstesna." buyuruluyor. (Zuhruf: 67)
Aslında bütün müslümanlar birbirlerinin dostu ve kardeşidir. Fakat buna rağmen bir müslümanın herkesten daha çok sevdiği, daha samimi duygularla bağlandığı dostlarının bulunması normaldir. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'le Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz arasındaki dostluk buna mümasil bir dostluktur.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Sâlihlerden birçok dostlar edininiz. Zirâ sülehâdan her fert kıyamet gününde şefaat etmek için izinlidir." (Câmiu's-Sağîr)
"Sâlih bir dosta sahip olmak, kişinin saâdetindendir." (Münâvî)
Bir kimse ile kardeşlik akdedince nikâh akdi gibi bazı haklar ortaya çıkar.
Engin şefkat ve merhameti hayvanları bile içine almıştı. Onların hak ve hukukuna çok dikkat eder, edilmesini tavsiye ederdi.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dövüştürmek için hayvanların arasını kızıştırmayı yasakladı." (Tirmizî: 1708)
Hadis-i şerif'lerde:
"Kendisinde ruh olan hiçbir canlıyı atışlarınıza hedef yapmayınız." (Müslim: 1957)
"Bir kadın bir kedi sebebiyle cehenneme girdi. Onu bağlamış, ne doyurmuş, ne de yerin haşeratından yemesine müsaade etmişti. Nihayet kedi zayıflıktan öldü." buyuruluyor. (Müslim: 2619)
•
Resulullah Aleyhisselâm bir defasında Ensâr'dan bir zâtın bahçesine girmişti. Orada bir deve vardı, Resulullah Aleyhisselâm'ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
Resulullah Aleyhisselâm deveye yaklaştı ve gözyaşlarını sildi, hayvan da sakinleşti.
"Bu devenin sahibi kim?" diye sordu. Ensâr'dan bir genç: "O bana âittir yâ Resulellah!" deyince, onu azarladı:
"Allah'ın sana mülk olarak verdiği bu deve hakkında Allah'tan korkmuyor musun? Bak! Bu seni bana şikâyette bulundu. Sen bunu acıktırıyor ve fazla çalıştırarak da yoruyormuşsun!" (Ebu Dâvud: 2549)
•
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Bir kuşu boşuna öldürenler için kıyamet gününde o kuş bağırarak: 'Yâ Rabb'i! Falan kişi, faydalanmak niyeti olmadan beni boşuna öldürdü!' diye şikâyet edecektir." (Nesâi)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Bir adam yolda yürürken susamış ve susuzluğu artmıştı. Derken bir kuyuya rastladı, içine inip susuzluğunu giderdi. Dışarı çıktığında susuzluktan soluyup toprağı yemekte olan bir köpek gördü.
Adam kendi kendine: 'Bu köpek de benim gibi susamış!' deyip tekrar kuyuya indi. Mestini su ile doldurup ağzı ile tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah onun bu davranışından memnun kaldı ve günahlarını affetti." (Buhârî)
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz onları ahiret yurdunu düşünen, ihlâslı kimseler kıldık." (Sâd: 46)
İhlâs sahipleri Hazret-i Allah'ı isterler, Hazret-i Allah'ı severler, Hazret-i Allah'tan korkarlar. Allah-u Teâlâ'ya olan kusurlarından dolayı çok üzülürler. Her hareketlerini Allah için yaparlar. Ölümü hiçbir zaman unutmazlar. Hazret-i Allah'tan cenneti, Cemâlullah'ı isterler.
İhlâs sahipleri iyiliği emreder, kötülükten de nehyederler. Haramlardan kaçınırlar, şüpheli şeylerden de uzak dururlar. Gelip geçici dünya hayatına aldanmazlar. Beşeri münasebetlerini ahkâm-ı ilâhi mucibince yaparlar ve ahlâk-ı hamide olan güzel ahlâkla vasıflanmışlardır. Kul hakkından korkarlar, müminlere şefkatle, iyilikle muamele ederler, kendilerine eza edenleri affederler, kin gütmezler. Hülâsa, İslâm ahlâkıyla süslenmişlerdir.
Onlar;
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Âyet-i kerime'sini düstur edinmişlerdir.
İşte onları Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle tarif ediyor ve cennetle müjdeliyor:
"Onlara şöyle denilir: 'İşte size vaad olunan cennet budur. Allah'a çok dönen, (hududu) muhafaza eden, görmediği halde Rahman'dan korkan ve Allah'a yönelmiş bir kalp ile gelen kimselere mahsustur. Oraya esenlikle girin! İşte bu ebedî yaşama günüdür.'" (Kâff: 32-34)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"O cehennemin yedi kapısı vardır. Her bir kapıya onlardan bir kısmı taksim olunmuştur." (Hicr: 44)
Cehennemlikler küfür ve isyanlarına, işledikleri suça göre sınıf ve derecelere ayrılırlar. Ayrıca sapıklığın da sınıf ve derecesi farklı farklıdır. Asiler layık oldukları dereceye göre kendilerine ait olan kapılardan girerler ve orada yerleşirler.
Dünya hapishanelerinde de durum böyledir. Katillerin koğuşu ayrı, hırsızların ve diğer adi suçluların koğuşları ayrı ayrıdır. Kimisi hücrede tutulurken kimileri de yarı açık cezaevlerinde cezalarını çekerler. Fakat hiç şüphesiz ki cehennem azabı, herhangi bir azapla kıyas bile edilemez.
Cehennemin yedi kapısı olduğunu beyan eden Âyet-i kerime'de işaret buyurulduğu üzere cehennemin yedi tabakası olduğu anlaşılmaktadır. Bu tabakalar üstüste olup, üstten aşağıya doğru inildikçe ateşin şiddeti de artar.
Bu kelime azap yurdu olan ateşin ismi olmakla beraber birinci tabakaya da bu isim verilmiştir.
Orası azabı en hafif olan en üst tabakadır.
Numan bin Bişr -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Kıyamet gününde azap bakımından cehennemliklerin en hafif ceza göreni o kimsedir ki, iki ayağının altının çukurlarına iki kor parçası konulur. Onların tesiriyle beyni bakır tencere ve ibrik gibi kaynar." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2055)
Oraya iman etmekle beraber büyük günah işleyen, kul hakkına tecavüz edip hak sahipleriyle helâlleşmeden ve tevbe etmeden ölen müslümanlar girerler.
Orada günahları nisbetinde azab görerek günahlarının kefaretini ödeyenler, buradan çıkarılarak cennete alınırlar.
En son müslüman da cehennemden çıktıktan sonra, bu tabaka tamamen boş kalır ve cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere ebediyen kapanır.