Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm öyle bir varlıktır ki, her türlü tasavvurumun ve kuvve-i beşeriyemin fevkindedir.
Ancak âcizliğimi itiraf eder affına sığınarak neşre başlarım.
"Hâlik-ı arz-u semâya eyleriz hamd-ü senâ
Ahmed-i Muhtarı kıldı âleme nûr-i Hüdâ"
Hazret-i Allah bilinen ve görünen bir varlıktır. Eseri ile görünüyor ve biliniyor. Her şey O'nun, her şey O'ndan...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise bilinmeyen ve görünmeyen bir varlıktır. Herkes anlayamaz. Ancak duyan kulak ve öz akıl sahipleri anlar.
Cenâb-ı Hakk'ın kudret eli ile yokluk karanlığından açığa çıkardığı ilk şey Muhammed Aleyhisselâm'ın nuru idi. Cemal nurundan en evvela onun nurunu yarattı. Daha sonra onun nurundan âlemleri halketti, bütün mükevvenatı da onun nuru ile donattı. Nereye bakarsan hep o nur.
Âyet-i kerime'de:
"Allah'tan size bir nûr gelmiştir." buyuruluyor. (Mâide: 15)
Bu öyle bir nûr ki, bu nûr Allah-u Teâlâ'nın nûrudur. Ve fakat biz bunu zannımıza göre anlıyoruz.
"Asluhu nûr, cismuhu âdem,
Velekad kerremnâ benî âdem."
Gerçek budur. Aslı nûrdur, görünüşü beşerdir.
Mübarek vücudları da sırf nûrdur.
Ashab-ı Kiram'ın ileri gelenlerinden Câbir -radiyallahu anh- Hazretleri "Ya Resulellah! Allah-u Teâlâ en evvela neyi halketti?" diye sorduğunda Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Allah-u Teâlâ her şeyden evvel senin peygamberinin nûrunu kendi nûrundan yarattı. O nûr, Allah'ın izniyle dilediği yerde dolaşırdı. O zaman Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, Melekler, yerler, gökler, insanlar ve cinler daha yaratılmamıştı.
Allah-u Teâlâ âlemleri yaratmayı murad edince, o nûru dört parçaya ayırdı.
Birinci parçadan Kalem'i, ikincisinden Levh-i mahfuz'u, üçüncüsünden Arş-ı rahman'ı halketti.
Dördüncü parçayı tekrar dörde böldü. Birinci parçasından Arş'ı taşıyan melekleri, ikincisinden Kürsi'yi, üçüncüsünden diğer melekleri yarattı.
Diğer parçayı da yine dörde böldü. Birincisinden gökleri, ikincisinden yerleri, üçüncüsünden cennet ve cehennemi yarattı.
Kalan parçayı da dörde böldü. Birinci parçasından müminlerin gözlerinin nûrunu, ikinci parçasından ilâhi mârifet yuvası olan kalplerinin nûrunu, üçüncüsünden de dillerindeki nûru yarattı. Bu da 'Lâ ilâhe illallah Muhammed'ür-resulullah' tevhid nûrudur." (El-Mevâhib'ül-Ledüniyye)
•
Bir kardeşimiz, Hadis-i şerif'te beyan edilen fakat açıklanmayan dördüncü nûrun dördüncü parçasını sormuş ve bu sır ona açılmıştı.
Hadis-i şerif'te son kalan parçanın dörde bölündüğü haber verilmekte ve fakat dördüncüsünden bahsedilmemektedir. Şimdi bunun izahını yapalım. Ve bu sırrı da ifşa edelim.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri sevdiği, seçtiği peygamber kullarına ayrı bir lütufla tecelli etmiştir. O lütuf, Muhammed Aleyhisselâm'ın nûru idi. Geldikleri zaman o nûr ile geldiler. Tâ Âdem Aleyhisselâm'dan beri o nûr onların üzerinde döndü durdu. Her birinin alnında parlıyordu. Nihayet Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e kadar geldi. Zaten onun nûru idi. Nûr nûra kavuştu. Daha sonra o nûr:
"Âlimler peygamberlerin varisleridir." (Buharî)
Hadis-i şerif'i mucibince vekillerine sirayet etmeye başladı. Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bu nûr sahibi vekillere öyle büyük lütuflarda bulunmuş ki:
Onları seçmiş, zatına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvanın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nûrlarıyla nûrlandırmıştır.
Bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hem sehm-i nübüvvetine hem de sehm-i velâyetine vâris olanlardır. Yoksa zâhirî ulemâya ait değildir, bu akla bile gelmesin.
Binaenaleyh iş gören onun nûrudur, o nûrdur. Bütün fazilet o nûrda... Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ o nûru kime takarsa o fazilete nâil olur.
•
Resulullah Aleyhisselam'ın tam vârisleri bir evlât derecesinde olup, zâhirî nesep itibarı ile ona yakın olanlardan da ileridirler. Mânevî nesep itibarı ile en yakınları onlardır.
Onlar esrar odasının has erleridir.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-ın yoluna girip, Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- Hazretleri üzerinden gelen yine onun ıyâlidir.
Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri dilediğini zâhiri nesep itibariyle gönderir, dilediğini de mânevi nesep itibariyle gönderir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"İmâm Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin benim ehlimdir. Ebu Bekir ve Ömer ehlullah'tır. Ehlullah ise benim ehlimden efdaldir." (Nevadirül-usül)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- ve Ömer-ül Faruk -radiyallahu anh-ın kendisine daha yakın olduğunu beyan buyurarak, mânevi nesep itibariyle evlât olanların zâhiri nesepten daha efdal olduklarını haber vermişlerdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Selman-ı Farisi -radiyallahu anh- Hazretleri için buyururlar ki:
"Selman bizdendir ve Ehl-i beyt'tendir." (Taberani)
Bu Hadis-i şerif mânevi ıyal ve mânevi nesebi tarif eder. Yani Allah-u Teâlâ dilediğini dilediği zaman dilediği şekilde gönderir. İşte sehm-i nübüvvet ve sehm-i velâyete vâris olanlar yalnız bunlardır. Has oda ile tarif edilenler de bunlardır. Allah-u Teâlâ bunları dilediği zaman mânevi nesep itibari ile gönderir.
Hülasa-i kelam hepsi Resulullah Aleyhisselâm'ın ıyalidir. Kimisi sıddıkiyye yolundan gelir. Kimisi de Hazret-i Ali -kerremellahu veche- Efendimiz'in yolundan gelir. Bazen her ikisinin bir kimsede cem olması da mümkündür. Yani hem zâhiri nesep itibariyle Hazret-i Ali -kerremellahu veche-ye hem de mânevi nesep itibariyle Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-a varırlar. İşte bunlar Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hem nübüvvet ve hem de velayet haline sahiptirler.
Mânen öyle yakınlık var ki, en yakından da yakındır ve bu yakınlık kıyamete kadar bir yoldan devam eder. Tabii ki her şey size açılamıyor. Her fazilet her meziyet o Nûr-i Muhammedî sayesindedir.
•
Ve şimdi bunları Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle izah edeceğim.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî'de:
"Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım." buyuruyor. (K. Hafâ)
Demek ki o feleklerden değil, felekler onun nûrundan yaratılmış. O Sebeb-i mevcudat'tır, hem de Ebul-ervah'tır. Aynı zamanda âlemlere rahmettir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." buyuruyor. (Enbiyâ: 107)
Onun varlığı bütün varlıklara bir rahmettir. Kim bu rahmeti kabul eder, bu nimete şükrederse, dünya saadetine, ahiret selâmetine erer.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri diğer bir Âyet-i kerime'sinde:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur." buyurmuyor mu? (Nûr: 35)
Bu nasıl olur? Görüyoruz, fakat başka şey görüyoruz. Allah-u Teâlâ kendi nûrundan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nûrunu yarattı, o nûrdan mükevvenâtı donattı. İşte bütün bu sır bunun içindedir. Fakat ben bunları açık açık söylediğim halde anlamanıza hiç imkân yok. Anlamanız için mânevî tekâmüliyete ihtiyaç var. Senin gözün bu nûru görmüyorsa, körse güneşin suçu nedir?
Hazret-i Allah bilinen bir varlıktır, her şey O'nun ile kaimdir. Muhammed Aleyhisselâm ise bilinmeyen bir varlıktır.
Çünkü:
"Asluhu nûr cismuhu âdem,
Velekad kerremnâ beni âdem."
Onun aslı nûr, o nûru kimse bilemiyor. Allah-u Teâlâ "Velilerimi benden başka kimse bilemez." buyurduğu halde, bizzat kendi nûrunu kim bilebilir?
"O Hakk'ın nûrudur
İlim-irfan kaynağıdır
Hakk'tır onun özü
Hakk'tan gelir onun sözü."