"Hacc deyince; boynun bükük olacak, gözün hep yaşlı, gönlün hep Hakk'ta olacak. Hacı burada olunacak, burada tekâmül edecek, terbiyesini, talimini görecek, oraya ziyarete gidilecek. Orası feyiz deryasıdır, Makam-ı Mahmud. Onun için; edep, edep, edep...
Çok dikkatli olmak gerek, son derece edepli olmak gerek. Korku ile ümit arasında olmak gerek. Gelişinden hoşlanmamış olabilir. Hazret-i Allah, sevmediği kulunu huzurunda görmek istemez, ondan ikrah eder. O yüzden Hazret-i Allah'a ve Hazret-i Resulullah'a kendini sevdirmeye çalışmak esastır. Severse hıfz-u himaye'ye, tasarruf-u İlâhiye'ye alır, bu suretle kurtulursun, yoksa mümkün değil!
Hacc-ı Ekber; Hazret-i Allah'ın rızâsıdır. Rızâ var mı; Hacc-ı Ekber olur.
Rızâ yolculuğu Hacc gibidir, Hacc'tan maksat nedir? Rızâ.
"Ben Hacc'a gideyim, ola ki Sahib'im benden râzı olur, günahlarımı affeder" düşüncesiyle Hacc'a gidilir. İnanın ve itimad edin, melekler attığımız her adımın değil, her santimin mânevi ölçülerle hesabını yapar ve ücretini verirler. Rızâ yoluna çıkmak, aynı cihat gibidir.
İçinde Hakk'tan gayrı hiçbir arzu, düşünce olmayacak, sırf rızâ-i Bâri olacak. Eğer niyeti halis ise Allah-u Teâlâ, meleklerine emir buyurur, onlar da onu mânevi kanatlarına alırlar, o mânevi himaye altında gidilir, gelinir.
"Orası Hakk pazarıdır!" Bu sözümüzde çok incelikler var. Bir kere Hacca niyet eden kimseyle ilgili size bir temsil getirelim: Biz esnafız, el emeğiyle çalışıyoruz ve Hacc parası da elimde mevcut. Hacca niyet ettim. O kış hem çalıştım hem de elimdeki para eridi. Ödünç vermedim, bir kimseye bir şey de yapmadım, ama eridi. Niyetim hâlis, ama param yok. Niyetimi bozmuyorum ve "İnşallah gideceğim" diyorum. Hacca iki ay kalınca para yavaş yavaş damlamaya başladı. Fakat o kadar inceden inceye dikkat ediyorum ki kılı kırk yarıyorum.
Hacc günü gelince elimdeki Hacc parası tamamlandı. Nereden geldiğini bilmiyorum, ödünç de almadım. Nasıl ki giderken görmedim, gelirken de görmedim.
Sene; 1952, yaşım; 25. Yapayalnız gittim. Niçin yalnız gittim? Yol kapalıydı. "Biiznillâhi Teâlâ geçerim" niyetiyle gittim. Ankara'ya vardım ve yollar açılacak, dediler. O zaman bekleyeyim dedim. Onlara yardım etmek için ilk on kişinin içerisinde bizi seçtiler. Vizemi aldım ve yola çıktım.
İskenderun'a vardım. Selahattin Geylani adında bir zât vardı, ona gittim ve birinci kafileyle bizi yolladı. Arkadaşım yok, hiçbir şeyim yoktu. Bunlar bizim için mevzu değil. Anladım ki kefeni giymekle iş bitiyormuş. Vakta ki elbiseyi soyuyorsun ihramı giyiyorsun, "Ben kefenimi giydim!" diyorsun, artık işin bitti. Her işin O'na göre olursa halkla işin olmaz, alışverişe girmezsin, çarşıyı pazarı gezmezsin. Hep Hakk ile olursun.
Orası nur beldesi, oranın havasını teneffüs etmek, o nura yakın olmak, nur ile hemhâl olmak ayrı bir âlem. Tabi onun gizli halleri var.
Gençken Kâbe'ye gece yarısı giderdik. Sabah namazını, işrak namazını kılar dönerdik. Çorbamızı içer biraz yatar, uyurduk... Sonra, Duhâ namazını kılmaya tekrar giderdik. Artık oradan hiç çıkmazdık; öğle, ikindi, akşam, yatsı namazını orada kılıp eve dönerdik. Kimse mani olmasın, önümden kimse geçmesin diye mümkünse iki direk arasını tutardım. Mescid-i Nebevi'de ise Ashâb-ı Suffe'de otururdum. Öyle kalırdık, hiçbir yere, çarşıya pazara gitmezdik. Niçin? Oranın ânı kıymetlidir. Yemekle, içmekle, pazarla, pazarlıkla hiçbir işim olmazdı. Oranın hâli, havası ayrı. İslâm orada doğdu ve orada avdet edecek. Hatta bir temsil anlatayım.
Düzce'de bir kasap İsmail var. Bir gün ona bir tüccar demiş ki:
"İsmail, Düzce'de böyle bir kimse var, tanıyor musun?"
"Tanıyorum, komşumdur." demiş. O adam takip etmiş.
"Yahu! Bu adam hiç mi abdest almıyor? Sabah orada, öğle orada, ikindi orada, akşam orada, yatsı orada, hep orada."
Hayır çıkmıyorum! Çünkü yemek yemediğim için ihtiyacım yok. Yemek canım isterse şeker kırıyorum suyla beraber ekmek alıyorum karnımı doyuruyorum. Niçin? Buraya yemek yemek için gelmedim.
Binaenaleyh anladım ki orası Hakk pazarı halk pazarı değil. Helâl para olacak, rızâ-i Bari ile gidilecek. Orada hiçbir şey görülmeyecek ve hiçbir şeye bakmayacaksın. Hele Mekke-i Mükerreme laubaliliği biraz kaldırır, ama Medine-i Münevvere hiç kaldırmaz. Çok edepli olmak lâzım. Bu edep içinde bulunduğun takdirde muhafazadasın. Edepten çıktığın zaman muhafazada değilsin. Bunu burada ölçü bilin. O kadar nazik bir yer.
Helâl para olacak, rızâ için gidip gelinecek, yoksa uydum kalabalığa gidip gelinirse, Hacı oldun mu? Boş! Boş! Umre'ye gittim diye sevinir amma umresini otelde, çarşıda, pazarda geçirir. Hacc öyle bir yerdir ki; çarşıya, pazara dalmaya gelmez.
Size başımdan geçen bir olayı anlatayım:
Cenâb-ı Hakk 1952 senesinde bize ilk Hacc'ı nasip etti. Hacc'da iken birkaç parça hediye aldım, fakat döndüğümde de pişman oldum ve dedim ki; inşallah bir daha gidersem, oradan hiçbir şey almayacağım. Cenâb-ı Hakk tekrar nasip etti. Bir gün Ravzâ-i Mutahhara'dan çıkarken ayağıma bir takke takıldı. Ayağıma sürüklendi ayıp olmasın diye sadece o takkeyi parasını vererek aldım. Buyurdular ki; "Hani sen bir şey almayacaktın?"
Onun için ne gerek çarşı, pazar, hediye! Hakk ile alış veriş, alış verişlerin en güzelidir. Allah'ım kabul buyursun. Helâl para ile niyet-i hâlisa ile yapılan bir Hacc'ın karşılığı Cennet-i alâ'dır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Mebrur bir Hacc'ın mükâfatı ancak cennettir." buyurdular. (Buhârî. Tecrîd-i sarih: 844)
Onun için baktım ki, Hacc hiç zannedildiği gibi değilmiş, çok inceymiş. "İhramı giymekle kefeni giydim" diyen kazanıyor. "Hacc'a geldim" diyen boşa gidiyor. Onun için niyet-i halisayla, helâl parayla, mahviyet içerisinde, edep içerisinde gidilmesi lâzım.
Hacc deyince akan sular duruyor, ama insan bunun farkında değil. Hacc'ın inceliğini Cenâb-ı Hakk duyurursa orada anlarsınız.
Hacc'da ihramdan çıkarken tıraş olunur. Mânevi tıraşın manası ise şudur ki: Hakk'tan gayri her şeyi kazıyıp yok etmedikçe katiyyen mânevi Hacc husule gelmez!"