"İnsanoğlu dünyaya imtihan için gelmiş bulunmaktadır. Muhakkak ki imtihanlara tâbi tutulacak, birçok ibtilâlara musibetlere maruz kalacaktır. Ömür imtihanlarla ibtilâlarla doludur. İnsanlar hep imtihandadır.
Allah-u Teâlâ'nın ne ile imtihana çekeceğini kişi bilemez. İmtihandan sonra gösterilecek teslimiyete göre derecesini alır. Kimin ne derece teslimiyet gösterdiğini ancak Yaratan bilir. Kulluk imtihan neticesinde belli olur. Orduda bir subay büyük bir yararlılık gösterince, rütbesi bir anda yükseldiği gibi, bir kul da başına gelen ibtilâya sabrettiği zaman kulluğunu göstermiş, derecesi yükselmiş olur.
Herkes ibtilâyı ateş olarak görür, içindeki nuru dilediğine gösterir. O'nun her taksimi güzeldir. İbtilânın en tatlı kısmı, kulunu Zât'ına yaklaştırır, gözyaşı döktürür, gönlünü tertemiz yapar, gideceği yere hazırlık yaptırır. Bu ibtilâ kişinin kabahatinden ötürü gelmez, Hakk'ın dilemesinden ötürü gelir."
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Andolsun ki biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!" (Bakara: 155)
Sevdiklerinden de hiç ibtilâ eksik olmaz. Kötü olsaydı, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine de vermezdi.
Cefâ, sevgisinin alâmetidir. Çünkü ibtilâ peygamberlerin ve velilerin mirasıdır. İbtilânın en şiddetlisi peygamberlere gelir, sonra velilere, sonra da imanının derecesine göre az veya çok diğer müminlere gelir. Kâmil iman sahibi olanlara önce ve daha çok gelir.
Tasavvur buyurun ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz daha ana karnında iken babasını, şefkate en muhtaç bir zamanda da annesini kaybetti.
Sefa ise Nemrud'ların, Şeddat'ların, Firavun'ların mirasıdır. Bir kula üst üste sefa geliyorsa, işte o zaman korkulur.
Mümin her ibtilânın arkasından mükâfatına kavuşur, ibtilânın içinde saklı olan o gizli mücevherâtı alır. İşte bunun içindir ki sıkıntılara alışmak lâzımdır.
Herkes ibtilâyı ateş olarak görür, içindeki nuru dilediğine gösterir. O'nun her taksimi güzeldir.
"Kim Cenâb-ı Hakk'ın takdir ve taksiminden râzı olursa, Allah da ondan râzı olur." (Câmiu's-Sağîr)
İbtilânın en tatlı kısmı, kulunu Zât'ına yaklaştırır, gözyaşı döktürür, gönlünü tertemiz yapar, gideceği yere hazırlık yaptırır. Bu ibtilâ kişinin kabahatinden ötürü gelmez, Hakk'ın dilemesinden ötürü gelir.
Cefâ gerçekten acıdır, fakat Hakk'a yaklaştırıcıdır, dünyadan uzaklaştırıcıdır, dünyanın zevk ve arzularından soğutucudur. Yakıcıdır amma pişiricidir, olgunlaştırıcıdır. Kişiyi insanlardan uzaklaştırır, dünya lezzetlerinden yüz çevirtir, ahirete yöneltir, Hakk'a tekarrüb etmesine vesile olur.
Bazı zevât-ı kiram: "Siz ibtilâ isteyin. Çünkü ibtilâ bol bol ağlatır, ağlayanı ise Allah sever." buyurmuşlardır.
İbtilâ altında kalan insan, Allah-u Teâlâ'dan başka sığınılacak yer olmadığı için O'na sığınmış olur. İşte o zaman Allah-u Teâlâ ile kulun arasından perde kalkar. Ona O yeter zaten. Başkası onu teselli edemez. O'ndan geldiğini bilir ve kimseye şikâyet etmez.
"Allah, rızâsını arayanları onunla kurtuluş yollarına eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru bir yola iletir." (Mâide: 16)
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah dostları bütün ibtilâlara, meşakkatlere, ezâ ve cefâlara karşı Allah-u Teâlâ'ya tevekkül etmişler, huzuru O'na sığınmakta bulmuşlardır.
Onlar canını ve malını ortaya koyarak Allah-u Teâlâ ile alış-verişe girmiş olan kimselerdir:
"Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah cennet kendilerinin olma karşılığında satın almıştır. Onlara vaad olunan cennet haktır ki, Tevrat'ta da İncil'de de ve Kur'an'da da sabittir. Allah'tan ziyade ahdine vefa gösteren kimdir? O halde yaptığınız bu hayırlı alış verişten dolayı sevinin." (Tevbe: 111)
Âyet-i kerime'sine iman etmişlerdir. Hâlik ile alış-veriş yapabilme şerefine nail olmak ne büyük bir saâdettir! Bu ticaret, dünya ticareti ile kıyas bile edilemez.
Bunlar Allah'a gönülden bağlı olup söz verenler ve hükmünü Hakk'tan bekleyenlerdir.
Allah için canını ve malını verenin mükâfatı budur. Verene veriyor, vermeyene birşey vermediği gibi, verdiğini de alıyor.
Yalnız benim için icap ederse canını, icap ederse malını verirsen mukabil olarak cenneti satarım, veririm diyor. Bu da Allah ve Resul'ü için olacak. Biz de size bu yol Allah ve Resul'üne aittir diyoruz. Bu yol mahlûka ait değil.
Allah-u Teâlâ Hâlik iken mahlûkunu alış-verişe dâvet ediyor. Hâlik ile alış-veriş yapabilme şerefine nâil olmak ne büyük saâdettir!
Gerçekte kulun malı da, canı da, ona karşılık olarak verilen cennet de hepsi Allah-u Teâlâ'nın mülküdür. Allah-u Teâlâ kendi mülkünü yine kendi mülkü ile değiştirecektir. Şu kadar var ki bu değiştirme işi kulun rıza ve isteğine bağlanmış olduğundan, Allah-u Teâlâ bu akdin şerefini kullarına bağışlamıştır.
"İşte bu çok büyük bir saâdettir." (Tevbe: 111)
Bir mümin Allah yolunda savaşa katılır, can verir ve o yolda malını infak ederse, bu yaptığı iş boşa gitmeyecek, ahirette kendisine cennet verilecek, ebedî mutluluk içinde yaşayacaktır.
"Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz." (Ankebut: 69)
Allah ehline niçin büyük ibtilâlar veriliyor? Sen O'nu sevdiğini iddia ettiğin için. Senin O'na karşı sevgi dereceni sana göstermek için.
Bu yola giren için can, mal mevzu bahis olmamalıdır. Bu pazarda nefsinden geçenler bu şerefe nail olurlar. Madem ki Hazret-i Allah ile ahidleştin, alış-verişi kabul ettin, artık işin biter.
Bir genç düşünün, sevdiği kız uğruna canını dahi fedâ edebiliyor. Bir ehl-i dünya ki, dünya kazancı için icabında geceleri uykusuz kalıyor. Durup dinlenmek bilmeden sağa-sola koşuyor. Topladığı malın mülkün muhafazası için de, canını bile ortaya koyuyor. Sen Hakk için neyini fedâ ettin? O'nun yolunda nelere katlandın?
Şayet canını dahi veremezsen, değil malını; o zaman bu iddiâdan vazgeç, bu sahada kusurunu itiraf et ve çekil.
Mihnet, meşakkat, eziyetlere tahammül ve kusurları affetmek... Bunlar ancak ehline âit işlerdir.
O insan böylece Hazret-i Allah'a sığınmış, yönelmiş, O'nun uğrunda canını ve malını ortaya koymuş. Hazret-i Allah da onun bu alış-verişini kabul etmiş, ona cennetini ihsan buyurmuş.
Hazret-i Allah ile alış-veriş o kadar güzeldir ki, fakat bunun taliplisi de pek azdır. İşte bunlar Hakk'tan ücret beklerler, halka itibar etmezler. Çünkü onun işi Hakk iledir, halk ile değil.
Kim ki Allah için olursa, O'nun için çalışırsa, Allah-u Teâlâ onu destekler. Hakk'ın davasında can mal düşünülemez. İnsanın başına her şey gelebilir. İnsanın gayesi Allah ve Resulullah, niyeti rızâullah olursa Hazret-i Allah da onun için olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde;
"Kim Allah için olursa Allah da onun içindir." buyuruyorlar.
Yol Hazret-i Allah'ın yoludur. O Hazret-i Allah'ı tercih etmiş, O'nu seçmiştir. Hazret-i Allah da onu tercih etmiştir. Onların iş ve icraatları rızâya dayanır. Hakk'tan gayrısına bakmazlar, rızâ yolundan sapmazlar.
Zevât-ı kiram'dan hiçbir büyük zât hayatında tanınmamıştır. Veliler; ilim, irfan sahibi, hakiki âlimler; zâhir ve bâtın ilimlere nail olmuş muhterem zâtlar birçok eza, cefa görmüşler, ibtilâ yaşamışlardır. Bunların sayısı yüzlercedir. İçlerinde öyleleri vardır ki kimileri zehirlenmişler, kimileri asılmışlar, kimileri suikasta uğratılmışlar, böylece şehit edilmişlerdir. Niçin? Hakk dedikleri, Hakk'ı, hakikati söyledikleri için.
Hazret-i Hasan -radiyallahu anh- Efendimiz'i zehirleyerek şehit ettiler. Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh- Efendimiz'i de Kerbela'da şehit ettiler. Bu hadise İslâm âleminde büyük infiale sebep olmuştur. Ehl-i Beyt'e yapılan eziyetler İslâm âleminde büyük yaralar açmıştır.
Hadis-i şerif'lerde Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anhüma- Hazerâtı'nın fazileti şöyle haber verilmektedir:
"Bir melek semâdan birinci defa olarak bana gelip selâm verdi. Hasan ile Hüseyin cennetlik gençlerin efendileri, Fâtıma cennetlik kadınların seyyidesi olduğunu müjdeledi." (Tirmizî)
"Hasan ve Hüseyin'i seven gerçekten beni sevmiş ve onlara buğz eden bana buğzetmiş olur." (İbn-i Mâce)
Bir düşünün, İmâm-ı Azam ve diğerleri ne sıkıntılar çekti. İmâm-ı Azam Hazretleri'ni döve döve zindanda şehit ettiler.
Abbasilerin ilk halifelerinden Ebu Câfer Mansur onu Bağdat kadısı yapmak istedi. Fakat o katiyyen böyle bir memuriyet istemiyordu.
Baskı altında, hak ve hakikata aykırı hüküm vermemek için "Ben bu işe lâyık değilim." diyerek teklifi kabul etmedi.
Halife "Yalan söylüyorsun!" deyince;
"Eğer yalan söylüyorsam, yalancı böyle bir mâkâma getirilemez. Doğru söylüyorsam bu mâkâma lâyık olmadığımı kabul et!" cevabını verdi.
Halife bunu bahane ederek tekrar zindana attırdı. Ucu kurşunlu kamçılarla o kadar dövdüler ki, bunun tesiriyle zindanda secdede iken yetmiş yaşında ruhunu teslim etti.
Hakim et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne bir bakın! Bu zât-ı muhterem birçok ibtilâlara uğradı, yalan, iftira, hakaret gördü ve memleketinden sürüldü.
Yaşadığı iftira, ibtilâ ve sıkıntıları bizzat kendileri şöyle ifade buyuruyorlar:
"İftirâlar ve iktidar sâhipleri yoluyla bana birtakım keder ve üzüntüler isâbet etti, başkası kaldıramayacağı hâlde bunu da kaldırdım. Hakkımdaki söylentiler iyiden iyiye çoğaldı ve bunların hepsiyle beni aşağıladılar. İlim taklitçilerinin benzerleri bana musallat oldu. Hevesine uyma, bid'at ve birtakım iftirâlar atfetmek suretiyle bana eziyetlerde bulundular.
Belâlar öylesine şiddetlendi ki, işi beni "Belh" vâlisi'ne şikâyet edecek kadar ileri götürdüler. Bu işten bahsedilmesine sebebiyet veren belâ da O'nun katından geliyordu. Bu defâ da ona, aşk hakkında konuşmak, insanları bozmak, bid'at çıkarmak ve peygamberlik iddiâsında bulunmak suçundan şikâyete çıkmışlardı! Hakkımda hatırıma dahi gelmeyecek şeyler söyleyerek, belâmı daha da artırdılar. Nihayet "Belh"e vardım; benden aşk hakkında konuşmayacağıma dâir bir yazı aldılar!"
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri kendisini bu belâdan ancak, valinin talep ve isteği üzerine; bir daha bu konular hakkında konuşmayacağına dâir yazılı bir kâğıt vererek kurtarabilmişti. İşte bu zât-ı muhterem ilk olarak Hâtem-i veli'den bahsetmiş ve ona tâ o zaman biat ettiğini ilân etmişti.
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddin İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bir âlemdir. O zaman bilmediler, astılar ve çöplüğe gömdüler.
Muhyiddin Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri çok büyük bir zât, Cenâb-ı Hakk sevmiş, seçmiş, ortaya koymuş. Birçok eserler vermiş, ilim, hilim sahibi büyük bir Allah dostu veli idi.
Birçok kimseler ise onu anlayamadılar. İleri sürdüğü fikirlerinden dolayı aleyhinde bulundular ve öldürülmesine sebep oldular. Cahil halk vefatından sonra mezarını yıkarak bir iz bırakmadılar. Dar zihniyetli, kıt düşünceli, taassub ehli kişiler onun "Şeyhül Ekber" ismini, "Şeyhül ekfer" olarak tahrif etmişlerdir. Kendilerini aynada görmüşler.
"Sin Şın'a dahil olunca, açığa çıkar kabri Muhyiddin'in."
Diyen İbn-i Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri, Kabrinin Yavuz Sultan Selim tarafından tamir edileceğini önceden haber vermiştir. Nitekim 1517'de Mısır seferinden dönen Yavuz, kabrinin üzerine bir türbe ve civarına bir cami yapılmasını emretmiştir.
Bu muhterem Zât da Hâtem-i veli hakkında kitaplar yazmış, onunla ilgili çok ifşaatlarda bulunmuştur.
İmâm-ı Rabbanî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin yaşadığı dönemde Hindistan bölgesinin idaresi Moğol hükümdarlarının elindeydi. Hükümdar Ekber Şah devrinde kötülük ve sapıklıklar varabileceği son noktaya ulaşmıştı.
Tasavvuf birçok yerlerde olduğu gibi orada da çığırından çıkmıştı. Bu yolu siyaset ve menfaatlerine âlet etmek isteyen kişiler ortalığı istilâ etmişti.
İşte böyle bir zamanda İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri henüz genç yaşında hükümet otoritesine karşı dini ihya etmek için tek başına mücâdeleye başladı. Elindeki bütün vasıtalara ve güce rağmen, hükümet onu susturmaktan âciz kaldı. Nihayet zindana attılar. Bu ise onun halk üzerindeki tesirini daha da güçlendirmiş oldu.
İşte bunlar onların Resulullah Aleyhisselâm'ın varisi olduğuna delalettir.
Binlerce ulemâ bu şekilde hep eziyette.
Seyyid Nesîmi Hazretleri "Allah" dediği için derisini yüzdüler. Şu zulme bakın. Bunu; "Ben âlimim!" diyenler yaptı.
Ne büyük cehalet değil mi?
Seyyid Nesimi -kuddise sırruh- Hazretleri derisi soyulduğu zaman bu mübarek zât derisini omuzuna almış, "Elhamdülillâh! Postumu kurtardım!" demiş. Yani imanını kurtarmış. Derisi soyuldu umurunda değil. "İman, iman" diyor. Bu sözün çok gizli mânâsı var. Ancak kabre giren bunu hisseder. Dünya havaî, hayâlî, hayâlât... Mühim olan hakiki iman...
Hallâc-ı Mansur Hazretleri'ni hapishanede sürüklediler, neler neler yaptılar. Darağacında astılar. Neden? Hakk dediği için.
Ve kimisini zehirle öldürdüler. Bunların sayısı yüzlercedir.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin durumlarına bakın, o da zehirlenerek şehit olarak gitti.
1925'de tekkelerin kapatılmasından sonra hiç dışarıya çıkmamaya karar vererek Erenköy Kazasker'de satın aldığı köşkünde inzivaya çekildi ve sürekli polis gözetimi altında tutuldu.
23 Aralık 1930 yılında meydana gelen Menemen vakasıyla ilgisi bulunduğu iddiâsıyla tutuklanarak Menemen'e sevkedildi ve idam talebiyle yargılandı. Yaşının ilerlemiş olması sebebiyle idam cezası müebbed hapse çevrildi, oğlu Mehmet Ali Efendi'ye de idam cezası verildi.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri Menemen'deki askeri hastanede tedavi görürken 84 yaşında iken 3-4 Mart 1931 gecesi vefat etti. Zehirletilerek öldürüldüğü şeklinde bir kanaat da vardır.
Nitekim bir şiirinde:
"Ne mümkün bunca ateşle şehid-i aşkı gasletmek,
Cesed ateş, kefen ateş, hem âb-ı hoş-güvâr ateş." buyurmuştu.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin oğlu Şeyh Ali Efendi Hazretleri'ni de idam ettiler. İdam edildikten sonra hem lisanının hem de başının Kelime-i tevhid'i bir saat kadar söylediğine herkes şahid olmuştur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." (Mâide: 54)
Birisi iman etmiş, ilmiyle Hakk'ı düşünür. Diğeri ilim tahsil etmiş, nefsini düşünür. Gerçek budur.
Bunun içindir ki Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'in beyitlerini burada arz edelim.
Buyururlar ki:
"Ey gönül aldanmak hatadır lütfuna ihsanına
Âşık isen kıl tedarik cevr-i bîpâyânına
Âşık oldur ki, kim kılar canını canâna fedâ
Vermeyen cânını cânânına kusurunu itiraf gerek."
Sizin bu sahada ne işiniz var, çekilin gidin! Burası âşıkların, sâdıkların, Hazret-i Allah'a gönül verenlerin sahasıdır diyor. Ötekilerin hepsini süpürdü.
Âyet-i kerime'ye gelince, Allah-u Teâlâ buyuruyor ki:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını feda etti, kimi de bu dâveti beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 23)
Çünkü onlar Allah yolunda her türlü sıkıntılara uğramış, hepsine imanlarının verdiği kuvvetle göğüs germiş, ezâ ve cefâlara katlanmış, adeta zevk duymuşlardır.
"Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenlerle etmeyenleri, sebat edenlerle etmeyenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sanıyordunuz?" (Âl-i imran: 142)
Din-i İslâm'a nûr saçan, ümmet-i Muhammed'e yol gösteren ve bu uğurda her türlü ibtilâlara ve belâlara sabreden hakiki âlimlerdir.
Milâdi 846 yılında vefat eden Ahmed bin Nasr El-Huzâî adındaki büyük bir Hadis âliminin din-i İslâm'a olan bağlılığını arzedeceğiz. Hakiki âlimin kim olduğunu, "Ben de âlimim!" diyenlerin kim olduğunu öğrenmiş olacaksınız.
Bu zât-ı muhteremin yaşadığı asırda "Kur'an mahlûk mudur değil midir?" münâkaşası yapılıyordu. İleri gelen ulemâ Kur'an-ı kerim'in mahlûk olduğu fikrini kabul etmeye zorlanıyor, kabul etmeyenler büyük hakaretlere uğruyorlardı. Ahmed bin Nasr Hazretleri buna karşı çıktı.
Ellerini ve ayaklarını zincire vurarak, tâ uzaklardan getirip Halife Vâsık'ın huzuruna çıkarttılar.
Halife ona Kur'an-ı kerim'in nasıl meydana geldiğini sordu. "Lâfını geveleme! Ne demek istediğini anlıyorum. Şunu iyi bil ki Hazret-i Kur'an yaratılmamıştır." diye cevap verdi.
Allah-u Teâlâ'nın ahirette görülüp görülmeyeceğini sordu. Ahmed bin Nasr Hazretleri "Gökteki ayı nasıl görüyorsan, Rabb'ini öyle göreceksin." dedi. Halife itiraz etti. Gözle görülebilen, mekânda yer tutan bir Allah'a inanmadığını söyledi.
Oysa Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Muhakkak ki siz Rabb'inizi şu ayı gördüğünüz gibi pürüzsüz göreceksiniz, bunda şüphe etmeyiniz." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 331)
Gerçek bu zât-ı muhteremin bu beyanı bu Hadis-i şerif mucibincedir.
Halife Vâsık sonra da huzurunda bulunan fakihlerden idamı için fetvâ aldı ve celladın yardımıyla bir vuruşta başını yere düşürdü.
Kulağına taktığı idam fermanında Kur'an'ın mahlûk olduğunu kabul etmediği, Allah'ı mahlûka benzettiği için idam ettirdiğini yazdırdı.
Kesik başının "Lâ ilahe illâllah" diyerek zikrettiğine ve baştan başa Yâsin-i şerif'i okuduğuna halk şahid olmuştur.
O göçtü gitti öteye ulaştı, o ulu Hazret'e. Amma "Ben de âlimim!" diyenler kaldı. Onların durumları Allah'a kalmıştır.
Resulullah Aleyhisselâm olduğu gibi diğer peygamberler de bu ibtilâ âleminde birçok azılı ve belâlı düşmanlarla karşılaşmışlar sıkı imtihanlardan geçmişlerdi. Ki onların eziyetlerine sabredip de, karşılığında her biri bir derece sahibi olsunlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık." (En'âm: 112)
Burada bir sır var. "Biz musallat ettik!" mânâsına geliyor. Bu sevgi ve ahengi veren Allah-u Teâlâ olduğu gibi, bu düşmanlık ve nefreti veren de O'dur.
İnsan şaytanları zarar verme bakımından, gözle görülmeyen cin şeytanlarından daha çok tehlikelidirler. Zira cin şeytanları Allah-u Teâlâ'ya sığınıldığı zaman kişiden uzaklaşırlar, fakat insan şeytanları musallat olduğu zaman bütün güçleri ile Hakk'tan hakikatten koparmak ve uzaklaştırmak için çalışırlar.
Nuru indiriyor, karşısında nar var. Nur ile nar çarpışıyor. Bunlar gizli işler. Onun için nasıl ki her peygamberin düşmanını halk etmişse, nurun da düşmanları vardır. Herkes niyetine göre mücadele edecek, taktir ne ise o olacak. Nice peygamber vardır ki ümmetleri çok azdır. Hatta hiç ümmeti olmayan peygamber bile vardır. Cenâb-ı Hakk lütuf, ihsan buyurmuş bu nur dünyaya yayılıyor.
Hakk'ın sevgilileri niçin bu kadar takip ediliyor, eziyet edilip öldürülmek isteniyor? Böyle azılı düşmanların yanında niçin bu kadar da sevenleri var? Çünkü onda bir "Dürr-i Yektâ" var, başka hiç kimsede bulunmayan. Sevenler onun için seviyor onu. Dostu onun için ona âşık. Düşmanı da onun için ona hased ediyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onları şöyle tarif ediyorlar:
"Garipler sayıları pek az olan sâlih kişilerdir. Bu kişiler sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur. Bu garipler öyle kimselerdir ki, illiyyîn'in en yüksek derecesinde, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlere yoldaş olacaklardır." ("Kûtu'l-kulûb", c. 1, s. 143)
Ne kadar güzel buyuruyorlar; "Sevenleri az, buğz edenleri çoktur." Ama Allah-u Teâlâ'ya sonsuz şükürler olsun ki onları Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; "Sâlih kişilerdir, bu kişiler sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar." buyurarak haber vermişlerdir.
Onlar yaratılışta bir istidat üzerine yaratılmışlardır. Ruhları pek büyük, çok yüksektir, kimsede bulunmaz. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın ârifleridir. Bu Dürr-i Yektâ'ya sahip olanları ehil kimseler hemen tanırlar.
Allah ehli bu dünya âleminde zindan hayatı yaşarlar, gariplik çekerler. Ömürleri mihnet ve şiddetle, gam ve kederle geçer.
"Dünya müminin zindanıdır." Hadis-i şerif'i bunların hâlini anlatır. (Tirmizî)
Hadis-i şerif'lere göre; belânın en şiddetlisi peygamberlere, sonra velilere, daha sonra sıra itibari ile diğer kullarına gelir.
Buna rağmen bütün kâinat düşmanın olsa, O seni hıfz-ı himaye etmeyi dilemişse:
"Allah'ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez." (Teğâbün: 11)
Âyet-i kerime'si mucibince bir tek kılına zarar gelmez.
Bütün kâinat dostun olsa, kahretmeyi murad ettikten sonra, kıl kadar kimsenin sana yardımı olamaz ve seni kurtaramaz.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri de; "İbtilâ Peygamber Aleyhimüsselâm'ın sünnetidir. Peygamberlerin mirasıdır." buyurarak yaşadıkları ibtilâ ve musibetlere; sabır, sükût, tevekkül ile mukabele etmişler, her zaman; azim, cesaret, tedbir ve rızâ halinde bulunmuşlar ve şöyle buyurmuşlardır:
"Sahib'imin ne takdir ettiğini bilmiyorum. Bana ne takdir ettiğini O bilir. Çekiniyor muyum? Çekinmiyorum. Ve O'na bu lütfu bahşettiğinden ötürü bu yolu açtığından ötürü şükrediyorum. Gideceğim. Kalacak değilim zaten.
Fakat hamd olsun Rabb'im cesaret vermiş, ürkeklik vermemiş.
Allah'ıma yemin ederim ki; kimseye garazım yok. Ben herkese kardeş gözüyle bakarım amma kimsenin de küfrüne rızâ gösteremem. Yani yazacağımı, yapacağımı yaparım, bunu bilin! Sırf Allah için, Allah korkusundan yapıyorum. Bir gayem, bir maksadım, bir menfaatim var mı? Büyük mücadele, mücahede yapılıyor. Milyonlara karşı çıkmış, tek tek tek küfür damgası vuruyoruz. Bugün insana bir kişi, bir düşman yetiyor. Bizim karşımızda milyonlar var, deli miyim? Hayır ben deli değilim. Ben Allah rızâsı için bu yola çıktım, yapacağımı ölünceye kadar da yapacağım.
Hatta bu bölücüler gelip haklarındaki yazıları önlemek için; "Biz sizi seviyoruz, hürmetimiz var!" dediler. Fakat biz emirle hareket ederiz. "Biç!" derlerse, hiç bakmayız biçeriz, hiç korkmayız. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müşrikler darılacak diye Kur'an-ı kerim'i tebliğden mi kalıyordu? Kâfir olmayana kâfir demenin cezası 80 değnektir. Fakat kâfire ahkâmı bildirmeyen dilsiz şeytandır, zâlimdir. Ahkâmı bilin, bilerek söyleyin.
Ben kendime iman etmedim. Ben Allah'ıma iman ettim. Siz de bunları anlamak için kendinizi zorlayın, tefekkür edin. Bu da üç şeyle olur. İbadet, muhabbet, rahmet-i İlâhi'yi kalbe akıtmakla, râbıta ile olur.
Hatta niyazım var; Allah'ım lütfundan ayaklarımı rızânda sabit kıl. Lütfunla destekle, alıncaya kadar değil, aldıktan sonra da mücadeleme devam ettir. Neyle? Kitaplarla. Ölünceye kadar da değil. Bunu Allah-u Teâlâ'dan niyaz ediyorum. Bu nuru O veriyor ve böyle bu nur gidecek. Onun için benim ölümümle iş bitmiyor!"
"Hatta bir noktasını ifşa edeyim. "Peki bize ne vereceksin?" buyurdular.
"Canımı!" dedim.
"Biz de her an bekleriz!" buyuruyorlar.
Çünkü insanda Allah-u Teâlâ'nın bahşettiği en kıymetli sermaye candır. Zaten fakirin ilk imtihanı canla oldu.
Bizim için ölüm veya kalım, madde veya maddesizlik mevzuubahis değildir. Eğer bir insan, Hazret-i Allah ve Resul'e inanmışsa, bundan daha büyük varlık ve lütuf olamaz. Fakat hakikaten canını, malını düşünürse bu sahada ne işi var?
Aldananlar buradan aldanıyor ve kimse de zorlanmaz. Nasibi olan nasibini alır, nasibi olmayan yerinde kalır, o kadar. Yalnız gideceği bir boşluk, kesinlikle böyle. Çünkü Tevbe Sûre-i şerif'inin 111. Âyet-i kerime'sinde Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin açık bir şartı var:
"Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır." (Tevbe: 111)
Esas budur, ötesi boştur. Bununla iş bitiyor.
Kim ki canını, malını ortaya koyarsa, mukabil olarak ona cenneti takdim edeceğini beyan buyuruyor.
"Canım tatlı, param cebimde, cennet de benim olsun!"
Hayır! Bu sahte İslâm.
Fakat insan böyle dediği zaman, bu imtihanı otomatikman kaybeder de farkına varamaz.
Yani Allah-u Teâlâ'ya muhtaç değil misiniz? Sevaba, ebedî hazırlığa ihtiyacınız yok mu?
Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur ve çalışması ileride görülecektir." (Necm: 39-40)
Oturduğun yerde hiçbir şey yok.
Canını, malını fedâ edene mukabil olarak cennet var. Etmedi mi, hiçbir şey yok!
Herkes yatmasını bilir. Herkes rahatını düşünebilir, fakat onlar rızâyı düşünüyorlar. Rahatı değil, hayrı düşünüyorlar. Ve şöyle düşündüm: "Allah'ım! Bunlar rahatını, istirahatını, yemesini, içmesini bırakmışlar, rızânı kazanabilir miyim diye yola çıkmışlar. Allah'ım, sen râzı ol! Öyle ki bu kardeşleri, bu cihad yapan önderlerle lütfunla bizi mahşere çıkar ve onları lütfun ile cennetine dahil et!" diye içimden duâ ediyorum.
Çünkü bu cihada giden kardeşlerin madde ile hiçbir ilgisi yok. Masrafları da kendinden. Allah râzı olsun."
•
Allah-u Teâlâ'ya gönülden sığınmak lâzımdır. Çünkü ibtilâ anında kişinin içi dışarıya çıkar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"Sabır göstermekle ve namaz kılmakla Allah'tan yardım isteyin." diye emir buyurmaktadır. (Bakara: 45)
Kul her şeyden önce Hakk'a sığınmalı ve şöyle niyaz etmelidir:
"Allah'ım! Beni bana bırakma. Her takdirin husule gelsin, fakat o takdirlerle beni meşgul ettirme, nefsimi müdahale ettirme. Zira ben senden gelecek her takdire peşin olarak râzıyım. Bu söylediklerimi bana hâl ile de bahşet. Husule gelen bütün hadiselerin senden olduğunu bilerek boyun bükmeyi lütfet."
Allah-u Teâlâ kullarını imanı nispetinde sabır ve imtihana tâbi tutar, ibtilâlara maruz bırakır. İman kemâlleştikçe imtihanlar da o nispette artar. Dünya bir imtihan sahnesidir.
Âyet-i kerime'de:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." buyuruluyor. (Mülk: 2)
Dünya mihnet ve meşakkat yeridir. İnsan hayatı boyunca çeşit çeşit musibetlere mübtelâ olur. Kişi dinine bağlılıkta samimi olduğu nispette imtihanlarla ibtilâlarla karşılaşır. En şiddetli ibtilâlar peygamberlere gelir, sonra iman derecesine göre diğer müminlere gelir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar içinde en ziyade mihnet ve meşakkatle imtihan olunan Enbiyâ-i izam, ikinci derecede Evliyâ-i kiram ve üçüncü derecede onlara benzeyen kimselerdir." (Tirmizî)
İbtilâ Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı'nın sünnetidir. Çünkü gelen ibtilâ nefse geliyor, ruh hayat buluyor. Rahat ve istirahat nefsin hoşuna gidiyor, bu durum onu sünepeliğe sevkediyor.
Dâvud Aleyhisselâm:
"Yâ Rabb'i! Emrettiğin şekilde, bedenimi oruç ve namazla temizledim; peki kalbimi ne ile temizleyeceğim?" diye sorduğunda Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştu:
"Gamlarla ve kederlerle, ey Dâvud!"
Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
"Ne yerden kârbân-ı gam göçer olsa konar bende,
Belâ râhında şimdi bir muayyen menzil oldum ben."
(Nereden bir gam kervanı göçse gelip bende konaklanır. Belâ yolu üzerinde herkesin bildiği bir konak yeri oldum.)
Tasavvuf yolu çok çetindir. Yolcuyu bu yolda çok çeşitli sıkıntılar bekler.
Cefâ altında, ibtilâ altında kalan; Hazret-i Allah'tan başka sığınılacak yer olmadığı için O'na sığınmış olur. İşte o zaman Hazret-i Allah ile kulun arasından perde kalkar.
İbtilâlar bilhassa Allah ehline çok gelir. Bu sebeple Es'ad Efendi Hazretleri; "İbtilânın belli başlı menzili oldum, nereden kopsa beni bulur." buyuruyor.
İnsanoğlu dünyaya imtihan için gelmiş bulunmaktadır. Muhakkak ki imtihanlara tâbi tutulacak, birçok ibtilâlara musibetlere maruz kalacaktır. Ömür imtihanlarla ibtilâlarla doludur.
İnsanlar hep imtihandadır. Allah-u Teâlâ'nın ne ile imtihana çekeceğini kişi bilemez. İmtihandan sonra gösterilecek teslimiyete göre derecesini alır. Kimin ne derece teslimiyet gösterdiğini ancak Yaratan bilir.
Kulluk imtihan neticesinde belli olur. Orduda bir subay büyük bir yararlılık gösterince, rütbesi bir anda yükseldiği gibi, bir kul da başına gelen ibtilâya sabrettiği zaman kulluğunu göstermiş, derecesi yükselmiş olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Allah kime hayır dilerse onu musibete uğratır." buyuruyor. (Buhârî)
Herkes ibtilâyı ateş olarak görür, içindeki nuru dilediğine gösterir. O'nun her taksimi güzeldir.
İbtilânın en tatlı kısmı, kulunu Zât'ına yaklaştırır, gözyaşı döktürür, gönlünü tertemiz yapar, gideceği yere hazırlık yaptırır. Bu ibtilâ kişinin kabahatinden ötürü gelmez, Hakk'ın dilemesinden ötürü gelir.
Muhakkak murat ettiğini yapar. Mahlûk bunu yapamaz, düşünemez. Çünkü mahlûk dediğin şey bir tuluma benzer. İşi yapan üstattır, tulum yapamaz. Yalnız beğenmiş, tulumu takmış ne kadar güzel! O'nunla iş görüyoruz, ama tulum iş görmez. Yalnız O, tulumu seçmiş, tulumu kendisine giydirmiş. Perde.
Hâkim et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri;
"Hâtem-i veli'ye itirazların çok oluşu onun tam varis oluşundandır." buyuruyorlar.
Elhamdülillâh. Oradan geliyor. Ne güzel parmak basmış mübarekler. Onlara Cenâb-ı Hakk göstermiş, bildirmiş, kitabı okutmuş, Levh-i mahfuz'u görmüşler.
•
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Onların yürüyecekleri ayakları mı var? Tutacakları elleri mi var? Görecekleri gözleri mi var? İşitecekleri kulakları mı var?" (A'râf: 195)
Hiçbirinin ne yürüyecek ayakları, ne tutacak elleri, ne görecek gözleri ve ne de işitecek kulakları vardır, hiçbir hususiyetleri yoktur.
"De ki: Ortak koştuklarınızı çağırın, sonra bana istediğiniz tuzağı kurun ve bana göz bile açtırmayın!" (A'râf: 195)
Elinizden geleni arkaya bırakmayın, bir an bile mühlet vermeyin. Hiç şüphesiz ki benim yardımcım, koruyucum ve kurtarıcım Allah'tır.
"Şüphesiz ki benim dostum, Kitap'ı indiren Allah'tır." (A'râf: 196)
Bana Kitap'ı indiren Rabb'im, bana yardım etmeyi ve beni korumayı üzerine almıştır.
"Sâlihlerin işlerini O görür." (A'râf: 196)
Onları sever, onlara sahip çıkar, onları terketmez, yardımcısız ve yalnız başlarına bırakmaz, musibetlere uğratmaz, işlerini O idare eder.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu gibi kimseler hakkında bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın kullarından öylesi vardır ki, şöyle olacak diye yemin etse muhakkak Allah onun yeminini yerine getirir." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 1186)
Allah-u Teâlâ'nın bu has kulları her zaman için mevcuttur. Kimisi canını bu uğurda fedâ ederek ebedî saâdete nâil olmuş; kimisi de ebedî saâdetin şerefine nâil olmak için canını ve malını hiçe saymış, rızâ-i Bârî için gayret sarfetmektedir.
Farz-ı muhal ki iki arkadaşın var. Birisi gayet sâdık bir dost, hiçbir zaman arkadaşlığından inhiraf etmiyor. Böyle arkadaşlara: "Ne kadar sâdık!" denir. Bir arkadaş böyle olursa, ya bir kul mahlûk olduğu halde Hâlik'ine sadâkatini ibraz ederse durumu ne olur? Allah-u Teâlâ: "Bu benim sâdık kulumdur." der, onun her işini halleder.
Bu şuura eremeyen, bu ulviyete nüfuz edemeyen, bu tecellîye mazhar olamayan kimseler ise; taklitçi sınıfına düşmüşlerdir. Hem kendilerinin hem peşlerinden sürükledikleri kimselerin helâklarına sebep olmuşlardır.
– "Üzüntü içindeyiz." diyen bir misafire şöyle buyurdular:
– "Bu üzüntü sizin için ibtilâ olacak. Bu ibtilâdan hem ecir alacaksınız, hem de insan bu yola çıktığı zaman eziyetlere tahammül, cefâya sabır göstereceksiniz, kusurları affedeceksiniz. Hakk yolu bu vasıflar üzerine kurulmuştur. Cefâya sabır sizin mânevi derecenizi yükseltir. Sizin bunda bir maksadınız menfaatiniz yok. Allah rızâsı için hareket ediyorsunuz. Böyle bir hâl ile karşılaştınız, bunu ibtilâ olarak kabul edeceksiniz, azimle sabredeceksiniz. Sonra Hazret-i Allah kapıları açtığı zaman da onlara şükredeceksiniz."
– İmâm-ı Âzam Efendimiz neler çekti.
– "Efendim hangi büyük çekmedi?
Çünkü ibtilânın büyüğü peygamberlere gelir, sonra evliyâullaha, sonra iman derecesine göre diğer sâlih kullara gelir. Bütün ibtilâlar onlara gelir. Fakir der ki; ibtilâyı koparttıran Hazret-i Allah, muhafaza eden de yine O...
"İnsanlar içinde en ziyade mihnet ve meşakkatle imtihan olunan Enbiyâ-i izam, ikinci derecede Evliyâ-i kiram ve üçüncü derecede onlara benzeyen kimselerdir." (Tirmizî)
Bir Âyet-i kerime'sinde:
"Biz musallat ettik!" buyuruyor. (Fussilet: 25)
O musallat etmedikçe gelmez, fakat o muhafaza ettikçe hiçbir şey olmaz. Çünkü imtihandayız.
Eyyub Aleyhisselâm'a şeytanı musallat etmedi mi?
Amma o sabretti, bu sabrı ile beşeriyete numune oldu. O ibtilâ olmasaydı, Eyyub Aleyhisselâm'ın bu kadar ulvî kıymeti anlaşılır mıydı? Onun çok sabırlı olduğunu Mevlâ biliyordu, amma biz bilmiyorduk. Böylece beşeriyet öğrenmiş oldu, kıyamete kadar da beşeriyete sabır numunesi oldu."
•
Yunus Emre -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Bırakalım davayı
Aşıka mana gerek.
Başını top etmeyen,
Yolda meydan bulamaz" buyuruyorlar.
Burada öyle sırlar var ki...
Dava perdedir, onun Mevlâ'ya ulaşmasına manidir. Davayı bırakmak demek, nefsini herkesten en edna duruma getirmek demektir. Boynunu uzatmış, acizliğini itiraf etmiş, benliğinden sıyrılmış. Bu hali onu top gibi yere koymuş. Her gelen onu iter, kakar. Gerek ibtilâlar, gerek düşmanların hasedi, söz, hâl ve hareketleri ile hakir görmeleri onu hep ileriye götürür. Meselâ; bir kumandan büyük bir yararlılık gösterdiği zaman, sınıf sınıf değil de otomatikman terfi eder, rütbesi yükselir. Onun da ibtilâsı nispetinde rütbesi yükselir. Derece tutulmuyor, o otomatikman ilerliyor.
Hakk kulundan intikâmını yine kul ile alır. İlm-i ledün bilmeyen onu kul etti sanır.
Musa Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'dan adaletini göstermesi dileğinde bulunuyor. Allah-u Teâlâ ona bir çeşmenin yanında bulunan ağaca çıkmasını ve olanları seyretmesini vahyediyor.
Ağaca çıkıyor ve bekliyor. Biraz sonra bir süvari geliyor, çeşmenin başında oturuyor, belinden kemerini çıkarıyor, serinliyor, dinleniyor ve kemeri orada unutarak yoluna devam ediyor. Biraz sonra başka bir adam geliyor, bakıyor ki çeşme başında altın dolu bir kemer var, kemeri aldığı gibi oradan uzaklaşıyor.
Derken kör bir adam çıkageliyor. Çeşmenin yanında bulunduğu sırada, az önce oradan ayrılan süvari geri geliyor. "Hani kemerim?" diyor. "Ben almadım, ben zaten körüm." diyorsa da, o hırsla adamı öldürüyor ve gidiyor.
Allah-u Teâlâ; "Adaletimi gördün mü?" buyuruyor. Musa Aleyhisselâm bu olanlardan hiçbir şey anlamadığını söyleyince şöyle açıklıyor:
"O körün babası vaktiyle bu süvarinin babasını öldürmüştü. O altınlar daha önce, çeşmenin başından altınları alıp giden adamın babasınındı. Bu süvari altınları ondan gasbederek almıştı. Şimdi ise altınlar vârisine geçti. O adam öldürdüğü için, o da onu öldürdü, adalet yerini bulmuş oldu."
Amma görünüşte ters. Tek kelime ile; Hâlik'ın işine mahlûkun aklı ermez.
•
Bir süvari bir gün garip bir kişiye keyif için bir kamçı atar. Garip adam hiç sesini çıkarmaz. O süvari giderken ayağı kayar ve kasapların çengeline boynundan takılır ve orada asılı kalır.
Büyük bir zât oradan geçerken o garibe der ki;
"Bir kelime söyleseydin, onun başına bu gelmezdi. Senin sükûtun onu bu hale getirdi. Allah-u Teâlâ'nın gadabına vesile oldu."
Onun için sükût karşı tarafın helâkına vesile olur. Zâlimin zulmü varsa mazlumun Allah'ı var.
Hazret-i Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Ehl-i beyt'i, onun soyundan gelenler çok kıymetlidir.
Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh-ın hadisatını şöyle bir gözden geçirdim. Bir çiftlik ağası oturuyormuş. Birçok insanlar toplanmış sohbet ediyorlarmış.
Mevzu açılmış demişler ki; "O gün o hadisede bulunanlar muhakkak bir hastalığa bir ibtilâya bir şeye uğradılar."
Bir ihtiyar demiş ki; "O harpte ben de bulundum. Başıma kötü bir hâl gelmedi."
O meyanda kandil sönmüş. Bu ihtiyar kandili yakayım derken elbisesi tutuşmuş, yanıyorum diyerek kendisini nehre atmış fakat o su ateşi söndürmemiş, hem yanmış, hem boğulmuş.
Ey Allah! İntikam sahibi! "Başıma bir şey gelmedi" dedi, hem yandı hem boğuldu. Çünkü "Ben o harpte bulundum" dedi. Resulullah'ın göz bebekleri onlar. Bütün nesli Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anhüm-den yayıldı.
•
Şöyle bir mevzu nakledilir:
Adamın biri Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh- Efendimiz hakkında ileri geri konuşup bedduâ etmiş. Çok geçmeden Allah-u Teâlâ adamın iki gözüne iki demirin ucunu sokup gözlerini söndürdü. Kör oldu.
Bir memlekette çolak, sakat çok insan var. Bir gün bunun hikmetini sordum. Ben bu kadar çolak, sakat insan hiçbir yerde görmedim. Dediler ki, burada bir zat-ı muhterem varmış. Medresesine giderken, gelirken talebeleriyle gider, gelirmiş. Fakat bunun düşmanları varmış. Bir akşam hanımına demiş ki:
"Hanım yarın dört kişi çarşaflı gelecek, kapıyı aç, odana çekil, onlar kadın değildir."
Hanımı kapıyı açmış, odasına girmiş. Onlar da zât-ı muhteremin odasına girmişler. Seccade üzerinde bulmuşlar, satırla kesmişler. Hatta dediler ki, bir parmağı bir kapıya sıkışmış, onu oradan almışlar. Ertesi gün kabre koymuşlar, bakmışlar ki, kabirde dümdüz, hiçbir şey yok. Sonra bu dört kişinin bütün sülalesini Cenâb-ı Hakk bu hale getirdi, diyorlar.
Bedduâya uğramışlar. Bütün o mıntıka çolak, sakat, dilenci. O zât-ı muhteremin bedduâsı sülalesine inmiş.
Onun için insan yaptığı işe bakmalı, neyle intikal edeceğinin hesabını yapmalı. Bir iş yapıyorsun, ama kendine gittiği gibi nesline de gidiyor.
İnsan yapacağı işe çok dikkat etmeli, kendisi ve gelecek neslin faydası için. Aksi halde kendisine ve gelecek nesline zarar verir.
Hakk'ı bilen Hakk'tan bilir.
Halkı bilen halktan bilir.
Bir zât varmış. Bu zât; haliyle, tipiyle, ihtiyarlığıyla, fakirliğiyle, efendiliğiyle padişahın hoşuna gidermiş.
Padişah bir gün; "Şu adamı bana bir çağırın!" demiş.
Huzuruna getirmişler ve ona sormuş:
"Baba nasılsın?"
"İyiler iyi, kelp belâsını bulur!" demiş.
"Allah! Bu söz nereden çıktı?" diye hoşuna gitmiş padişahın. Ona bir ihsanda bulunmuş.
"Baba sen ara sıra buraya gel!" demiş ve adam gitmiş.
Tabi hiç gelmemiş, gelmezmiş.
Fakat padişahın da o söz hoşuna gittiği için onu gördükleri zaman adamlarına çağırtıp, görüşmek istiyormuş. Yine getirmelerini istemiş.
Getirdiklerinde:
"Baba nasılsın?" diye sormuş.
"İyiler iyi, kelp belâsını bulur!" demiş yine.
Padişah bir kâğıt yazıyor, o kâğıdı aşağıda gösteriyor ve ona ihsanda bulunuyorlar, alıp gidiyor.
"Baba sen gel buraya!" diyor padişah.
Fakat yine gelmiyor. Hiç gelmezmiş!
Bir gün veziri; "Padişah o adama ihsan ediyor!" diyerekten o zâtı kıskanıyor. Ve o gün vezir gelmiyor padişaha.
"Niye gelmedin?" diye padişah soruyor ve şöyle konuşma geçiyor aralarında:
"Çok hasta oldum, canım sıkıldı. Hani buraya bir ihtiyar geliyor ya."
"Evet!"
"Ben sordum ona senin başın niye eğik?"
"Padişahın ağzı kokuyor da kokuyu almayayım diye!"
"Benim çok canım sıkıldı." diyor vezir.
"Yahu ben onu seviyorum elimden geleni yapıyorum. Niye böyle söylüyor?"
Diyerek padişah da içten çok kızıyor o zâta.
Ve adamlarına bir gün tekrar onu geçerken çağırtıyor. Ama bu sefer padişahın niyeti bozuk. Fakat bu defa padişah onun durumuna da dikkat ediyor. Gene soruyor:
"Baba nasılsın?"
"İyiler iyi, kelp belâsını bulur!" diyor.
Bu sefer ona tekrar mektup veriyor. Fakat kâğıtta başka yazı var. Şimdi kapıdan çıkar çıkmaz vezir; "Gene ihsan etti!" diye zarfı alıyor. Tabi, hazineye gidecek, alacak diye düşünüyor. Fakat zarfın içinde öyle bir yazı var ki; "Bu zarfı getiren sorgusuz sualsiz yok edilsin!"
Getiren vezir, yazı padişahın yazısı. Yok ediyorlar veziri.
Ortalıkta vezir yok!
O adamı tekrar görüyor padişah. Çağırıyor adamı.
"Baba nasılsın?"
"İyiler iyi, kelp belâsını bulur!"
"O zarfı ne yaptın?"
"Vezir elimden aldı, bir daha vermedi!"
"Hah kelp belâsını bulmuş!" diyor.
Yani iyiler iyi. Kelp belâsını bulur, ama dünyada ama ahirette.
Onun için tavsiyem şu ki; hayat boyunca sen iyi ol! Sana hainlik yapana yapma. Yeter ki sen iyi ol! Kelp belâsını bulur. Bunu unutmayın!
Sana kötülük yapana yapma, hainlik yapana yapma! O bulacak, sen bulma!
Eden bulur.
Yapma! Bulmamak için!..
Hiçbir peygamber yoktur ki imtihandan geçmemiş olsun. Allah-u Teâlâ o sevdiği seçtiği peygamber kullarından her birini çeşitli şekillerde imtihanlara tâbi tutmuştur. Kimisi kavmi tarafından hüsn-ü kabul görmeyip yalanlanmış, alay edilmiş, hakaret ve işkencelere mâruz kalmış; Davud ve Süleyman peygamberler gibi kimisine bol nimetler verilmiş; Eyyub Aleyhisselâm gibi kimisini de sıkıntı ve ıstıraplarla imtihan etmiştir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler, sizin başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?
Başlarına öyle yoksulluk ve sıkıntı geldi, öyle sarsıldılar ki, nihayet peygamber ve beraberindeki müminler: 'Allah'ın yardımı ne zaman?' demişlerdi. Biliniz ki Allah'ın yardımı çok yakındır." (Bakara: 214)
Onlara verdiği bu ibtilâ ve mihnetleri onlara gazap ettiği için değil, bir iyilik ve bir mükâfat olarak bahşetmiştir. Onlar ise o ibtilânın içine ne gibi bir cevher yerleştirildiğini çok iyi bildikleri için, bir ibtilâ ile karşılaştıklarında hiç şikâyet etmemişler, son derece haz duymuşlardır.
Allah-u Teâlâ bir peygamberi gönderirken birçok hediye-i ilâhî ile gönderir. Havsalanın dahi alamayacağı nimetlerle, rızıklarla, feyiz ve bereketlerle gönderir. Bütün insanların rızıklanmasına vesile olurlar. Fakat insanlar bunu bilmez.
O emanet-i ilâhî'yi taşıyan her peygamber, o yükün altında inler, ibtilâların her çeşidine maruz kalır, her türlü hakarete uğrar.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler. Nihayet yardımımız onlara yetişti." (En'âm: 34)
Ona bütün bunlar revâ görülmesine rağmen, o ise ilâhi hediyeleri ile geldiği için hediye-i ilâhi'yi nasipdar olanlara ulaştırmayı arzu eder. Bütün güçlüklere, ezâ ve cefalara katlanır.
Âyet-i kerime'de şöyle söyledikleri beyan buyurulmaktadır:
"Bize yollarımızı gösteren Allah'a niçin güvenmeyelim? Sizin bize ettiğiniz eziyete elbette katlanacağız." (İbrahim: 12)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar içinde en ziyade mihnet ve meşakkatle imtihan olunan Enbiyâ-i izam, ikinci derecede Evliyâ-i kiram ve üçüncü derecede onlara benzeyen kimselerdir." (Tirmizî)
Bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Mükâfatın büyüklüğü, ibtilânın büyüklüğü nispetindedir." (Tirmizî)
Ashâb-ı kiram'dan Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh- der ki:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- humma hastalığından yatakta iken yanına girdim. Elimi onun üzerine koyunca, hararetini örtünün üstünde ellerimle hissettim ve:
'Yâ Resulellah! Ateşinin hararetine hayret ederim.' deyince:
'Biz (peygamberler) böyleyiz. Bizim için ibtilâ kat kat fazla olur ve sevabı da bizim için (bu derecede) kat kat fazla olur.' buyurdu.
'Yâ Resulellah! Hangi insanlar en şiddetli ibtilâya uğrarlar?' diye sordum.
'Peygamberler.' buyurdu.
'Onlardan sonra kimlerdir?' diye sordum.
'Sonra sâlih insanlardır. Onlardan herhangi biri fakirliğe cidden öyle mübtelâ olur ki, büründüğü abadan başka hiçbir şey bulamaz ve biriniz mutlulukla sevindiği gibi onlardan herhangi birisi ibtilâya uğramakla cidden sevinir.' buyurdu." (İbn-i Mâce: 4024)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayatı boyunca en zor ibtilâlara, felâket ve meşakkatlere maruz kalmıştır.
Daha doğmadan babasını, şefkate en muhtaç olduğu bir çağda annesini, iki sene sonra da dedesini kaybetti. Çocukluğu da gençliği de şefkate muhtaç olarak geçti.
Asıl zorluklar İslâm'a dâvete başladığı zaman başgösterdi. Medine-i münevvere'ye hicret edinceye kadar tam on üç sene baskılar altında yaşadı.
İnananlara hakaretin, zulmün, işkencenin her türlüsünü yaptılar. O bütün bunları görüyor, yüreği parçalanarak sabretmek mecburiyetinde kalıyordu.
Medine'ye geldikten sonra da ne acı felâketlere maruz kaldı.
Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ- hariç, bütün çocuklarını kendisi hayatta iken kaybetti.
Kavminin ekserisi medeniyetten yoksun, bedevî insanlardı. O Nur'un huzurunda gözetilecek edepleri bilmedikleri için, yaptıkları kaba hareketler onun ince ruhunu çok müteessir ediyordu. Fakat o bütün bunları engin bir hoşgörü ile karşılıyordu.
Ezâ ve cefâların çoğalması, ancak sabrını arttırmıştır.
Bütün bu sebat ve azminin neticesini daha hayatta iken gördü. Vedâ haccı'nda onu dinleyen müslümanların sayısı yüz bini aşıyordu. Vefat ettiğinde bütün Arap yarımadası İslâm'a tâbi olmuştu.
Şahs-ı âlîlerine yapılan bütün hakaret ve kusurları daima affetmiş, ceza ve intikam yoluna gitmemiştir.
Risaletinin ilk yıllarında İslâmiyet'i yaymak için Tâif'e gitmişti. Dâvetini kabul etmedikleri gibi, taşa tuttular. Vücudu kan içinde kaldı. Buna rağmen onlara bedduâ etmedi. Cenâb-ı Allah'a hidayete ermeleri için niyaz etti.
"Ey Allah'ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halkın nazarında hor ve hakir görüldüğümü ancak sana arz ve şikâyet ederim.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Herkesin hor görüp de dalına bindiği biçârelerin Rabb'i sensin, benim Rabb'im sensin. Sen beni kötü huylu yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek, hatta hayatımın dizginlerini eline verdiğin akrabamdan bir dosta bırakmayacak kadar bana merhametlisin.
Ey Allah'ım! Senin gadabına uğramayayım da, çektiğim belâ ve sıkıntılara hiç aldırmam. Fakat senin af ve merhametin bana bunları göstermeyecek kadar geniştir.
Ey Allah'ım! Senin gadabına uğramaktan, rızândan mahrum kalmaktan, sana senin o karanlıkları aydınlatan dünya ve ahiret işlerini yoluna koyan ilâhî nuruna sığınıyorum.
Ey Allah'ım! Sen hoşnud oluncaya kadar affını dilerim.
Ey Allah'ım! Her kuvvet, her kudret ancak seninle kâimdir."
Kendi kavmi olan Kureyş, Uhud savaşında mübarek yüzünü yaraladılar, dişini kırdılar. Bu durumda bedduâ etseydi, helâk olacaklardı. Fakat o, yüzünden kanlar akarken şöyle duâ ediyordu:
"Peygamberini öldürmek isteyen bir kavim nasıl felâh bulur? Allah'ım sen kavmime hidayet ver, çünkü onlar bilmiyorlar." (Buhârî)
Kureyşliler'in Mekke'de on üç yıl boyunca ona ve müslümanlara yaptıkları eziyet ve işkenceler saymakla bitmez.
Var güçleriyle inananları küçük düşürmek ve eğlenmek için alay kampanyası başlattılar. Bazen fakirliklerini, bazen garipliklerini devamlı alay konusu yaparlar, gözleriyle ve elleriyle birbirlerine işaret verirlerdi. Bu iğrenç fenâlıklarından büyük bir zevk duyarlar ve alaylı alaylı gülüşürlerdi.
Allah'ın kitap indirdiğine, peygamber gönderdiğine inanmıyorlar, alay edip eğleniyorlar.
"Kâfirler seni gördükleri zaman: 'Sizin ilâhlarınızı diline dolayan bu mudur?' diyerek seni hep alaya alırlar. Oysa onlar Rahman'ın zikrini inkâr edenlerin tâ kendileridir!" (Enbiyâ: 36)
Alay ettiler, hakaret ettiler, ölümle tehdit ettiler, birçok suikastler hazırladılar. Sihirbaz, kâhin, şâir, mecnun... dediler.
Allah-u Teâlâ müşriklerin ne kadar beyinsiz olduklarını haber vermektedir:
"İnkâr edenler: 'Bu Kur'an olsa olsa onun uydurduğu bir yalandır. Başka bir topluluk da bu hususta kendisine yardım etmiştir.' dediler. Böylece onlar kesin bir haksızlığa ve iftirâya başvurmuşlardır." (Furkân: 4)
Her ne zaman aralarından yürüyüp geçse veya sokaklarda onlarla karşılaşsa; hakaretin, alayın, kaş-göz hareketinin her türlüsünü ona yöneltiyorlardı. Evi taşlanıyor, yollarına pislikler atılıyor, dikenler seriliyordu. Bir defasında Kâbe-i muazzama'nın Hicr denilen yerinde namaz kılarken secdede Ebu Cehil iki küreği arasına deve işkembesi koydurmuştu. Katıla katıla gülüştüler, hatta gülerken birbirlerinin üzerine düştüler. Bir defasında Harem-i şerif'te namaz kılarken Ukbe bin Ebî Muayt saldırıp hırsla abasını boynuna dolayarak boğmak istemiş, kendisini Ebu Bekir -radiyallahu anh- kurtarmıştı.
Ebu Cehil, Resulullah Aleyhisselâm'a ve müslümanlara her fırsatta sözlü ve fiili saldırıda bulunmuştu. Müslümanlara karşı başlatılan boykotla onların Ebu Tâlib mahallesinde üç yıl boyunca muhasara altında tutulmasına öncülük etmiş, dışarıdan yapılmak istenen yardımlara da engel olmuştu.
Resulullah Aleyhisselâm'ın Medine'ye hicret etmesine mâni olmak için Dârünnedve'de yapılan toplantıda onun her kabileden seçilecek gençler tarafından öldürülmesini teklif eden ve hicret gecesi evini muhasara altına alarak öldürülmesini plânlayan da yine odur.
Katledilen diğer müşriklerle beraber Bedir'deki kör kuyulardan birine atılmıştır.
Ebu Leheb de Resulullah Aleyhisselâm'ı her yerde takip eder, sözlerini yalanlar, onun bir sihirbaz ve yalancı olduğunu, kavmini birbirine düşürdüğünü, sözlerine itibar edilmemesi gerektiğini söyler dururdu. Kendisinin ve karısının Resulullah Aleyhisselâm'ı rahatsız eden bu hareketleri üzerine Tebbet sûre-i şerif'i nâzil oldu. Karısı da kendisi de ilâhî gadaba uğramışlardı.
Ebu Leheb'in elleri kurumuş, öldüğünde üç gün kimsenin haberi olmamış, cesedi kokmuş, adam tutularak bir çukura gömülmüştür.
Resulullah Aleyhisselâm, Velid bin Muğire'nin hakaret ve iftiralarına da çok üzülmüşler, nihayet Hazret-i Allah onun da cezasını vermiştir.
Müşrikler, ona ve müslümanlara karşı boykot ilân edip, üç sene muhasara altında tuttular. Yiyecek içecek satılmasını, verilmesini, onlarla konuşulmasını yasakladılar.
Müslümanları bu sıkıntılardan kurtarmak için gerek Resulullah Aleyhisselâm, gerekse Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bütün mallarını harcadılar.
Müslümanlar ağaç yaprağı yiyorlardı. Derileri kaynatarak yemek zorunda kalanlar bile vardı. Açlıktan kadınların ve çocukların feryatları mahalle dışından duyuluyor, ihtiyarlar ve hastalar gıdasızlıktan sararıp soluyorlardı.
Bu dayanılmaz sıkıntılara sabırla katlandılar, dinleri uğrunda her tehlikeyi göze aldılar, her şeylerini fedâ ettiler.
•
Müslümanları gittikleri Allah yolundan ayırarak eski din ve inançlarına döndürebilmek için başvurmadıkları baskı ve zulüm metodu bırakmadılar. Yakıcı kumlar üzerine yatırıp göğüslerine ağır taşlar bastırmak, çıplak vücutlarına demir gömlekler giydirmek, kızgın demirlerle dağlamak, kızgın güneşin altında yatırıp yağlarını eritmek, günlerce aç ve susuz bırakmak, hapsetmek, zincire vurmak, bayıltıncaya kadar dövmek, boyunlarına ve ayaklarına ip takıp sürüklemek... her zaman başvurdukları işkence usullerinden bazıları idi. İşkence altında can verenler, gözlerini kaybedenler bile vardı. Halbuki onların Allah katındaki değerleri çok yüksek idi.
Bilâl-i Habeşî -radiyallahu anh- İslâm'ın azılı düşmanlarından Ümeyye bin Halef'in kölesi idi.
Güneşin en kızgın olduğu zamanlarda soyar, kumlar üzerine sırtüstü yatırır, büyük bir kaya parçasını göğsü üzerine koydurur, üstünü sıcak kumlarla örterdi. Sonra da İslâmiyet'ten vazgeçerek Lât ve Uzzâ'ya tapmaya zorlardı. O ise: "Ehad!... Ehad!..." yani "Allah bir!... Allah bir!..." der başka söz söylemez, bu dayanılmaz işkencelere imanıyla göğüs gererdi.
•
Mus'ab bin Umeyr -radiyallahu anh-ın annesi, oğlunun müslüman olduğunu duyduğu zaman, onu günlerce aç bırakmış, sonra da evinden atmıştı. Müslüman olmadan önce çok müreffeh bir hayat yaşayan Mus'ab -radiyallahu anh-in o narin teni, bu hadiseden sonra kırış kırış olmuştu.
•
Aslen Yemen'li olup Mekke'de koruyucusuz kalan Yâsir -radiyallahu anh- bacaklarından iki ayrı deveye bağlanıp, develer ters yönlere sürülerek parçalanmıştır. İslâm uğrunda şehit düşen ilk müslüman odur. Hanımı Sümeyye -radiyallahu anhâ- müşriklere söylemiş olduğu ağır sözler üzerine Ebu Cehil tarafından mızraklanarak şehit edildi. Kadınlardan da ilk şehit o oldu. Dilleriyle küfür izhar etmektense ölmeyi tercih ettiler.
Oğulları Ammar -radiyallahu anh- de dininden döndürülmek için ne söylediğini bilemeyecek derecede dayanılmaz işkencelere uğratıldı. Bazen ateşle, bazen sırtına kızgın taşlar koymak, bazen de nefesi kesilene kadar suya batırılmak suretiyle işkenceye devam ettiler. Vücudundaki yanıkların beyazlıkları yıllarca sonra bile kaybolmadı.
•
Habbab bin Eret -radiyallahu anh- ilk müslümanlardandı. Müşrikler her türlü işkenceyi kendisine tattırıyorlardı. Boynunu kırarcasına saçlarından şiddetle çekerler, acı verirlerdi. Kıpkırmızı kor halindeki kömürlerin üzerine yatırılarak göğsünün üzerine bir adam çıkarılırdı. Kömürler sönüp kararıncaya kadar bu işkence sürerdi. Bu yanıklardan hasıl olan yara izleri ömrünün sonuna kadar vücudundan silinmediği gibi, hayatı boyunca zaman zaman tekrar iltihaplanmak gibi durumlar ortaya çıkmış, tedavi ile meşgul olmuştur.
Habbab -radiyallahu anh- şöyle anlatır:
Bir gün Resulullah Aleyhisselâm'ı Kâbe'nin gölgesinde dinlenirken gördük. "Yâ Resulellah! Çektiğimiz şu işkencelerden dolayı Allah'a duâ etmeyecek misin?" dedik.
Bunun üzerine hemen doğrulup oturdu, benzi kızarmıştı. Şu cevabı verdi:
"Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki, inancı sebebiyle yere çukur açılır, sonra bir testere getirilip başının ortasına konur, vücudu ikiye bölünürdü de yine dininden dönmezdi.
Öyleleri de vardı ki, dininden dönmesi için vücudu demir taraklarla taranır, bütün derileri ve etleri kemiklerinden ayrılırdı da, bu işkence yine onu dininden döndüremezdi.
Sabredin! Allah'a yemin ederim ki, O bu dini tamamlayacak, hedefine ulaştıracaktır. Öyle ki San'a'dan Hadramevt'e gitmek isteyen bir kimse Allah'tan başka hiç kimseden korkmaksızın emniyet içerisinde gidecek, koyunu için sadece kurttan korkacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz!"
•
Bu dönemde eziyete katlananlardan birisi de Osman bin Affan -radiyallahu anh- idi. Amcası Hakem bin Âs onu zincire vurup karanlık bir odaya hapsetmiş, dinini terkedip kavminin dinine dönünceye kadar bu cezanın devam edeceğini bildirmişti.
•
Zübeyr bin Avvam -radiyallahu anh- da amcası Nevfel'in hışmına uğramıştı. Zübeyr'e atalarının dinine geri dönünceye kadar çeşitli şekillerde işkence edeceğine dair yemin etmişti. Ellerini arkadan bağlayıp karanlık bir odaya hapsetmiş ve odayı dumana boğmuştu. Boğulmak üzere olan Hazret-i Zübeyr -radiyallahu anh-i bu durumdan ancak annesi Safiye kurtarabildi.
•
Ebu Fükeyhe -radiyallahu anh- Safvan'ın kölesi idi. Ayağına ip bağlarlar, kızgın kumların üzerinde sürüklerlerdi. Göğsüne büyük bir kaya parçası koyarlardı. Aklı başından gider, çoğu zaman herkes onun öldüğünü sanırdı.
•
Allah yolunda işkence edilenlerin, hakarete uğrayanların listesi çok uzun ve çok acıdır. Esasen ilk müslümanlardan, işkenceye uğratılmayan hemen hemen yok gibidir. Sadece kimsesiz müslümanlara değil, varlıklı ve yakınları olanlara dahi sıkıntı vermişlerdir.
"Andolsun ki biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir.
Elbette Allah doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır." (Ankebût: 3)
Eziyetlere karşı sabretmeye ve iman üzerinde sebat etmeye kendilerini alıştırsınlar diye, Allah-u Teâlâ bunun bir imtihan olduğunu bildirmiştir. Gönülleri daralmış olan müminler böylece rahatlamış oluyorlardı.
Hatta çeşitli haksızlıklara ve işkencelere uğrayan müslümanlar: "Yâ Resulellah! Nedir bu çektiklerimiz? İzin ver de şu adamların gizlice hakkından gelelim." diyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm ise onları teselli ediyor ve: "Henüz savaşa izin verilmedi." buyuruyordu. Müşriklerin kanları müslümanlara helâl kılınmamıştı.
O dönemde nâzil olan Âyet-i kerime'lerde; kurtuluşun yakın olduğu, İslâm'ın gün gelip mutlaka muzaffer olacağı, küfrün ise mutlaka başaşağı geleceği haber veriliyordu.
"Resul'üm! Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret! Onlar için acele etme!" (Ahkâf: 35)
"İman edenlere söyle: Allah'ın günlerinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar. Çünkü Allah her bir topluluğu kazandıklarına göre cezalandıracaktır." (Câsiye: 14)
Resulullah Aleyhisselâm, Mekke döneminde on üç yıl boyunca saldırgan müşriklere karşı silâhlı bir mücadeleye kesinlikle girmemiş; müşrikleri imana dâvet ederken, onların sataşmalarını müsamaha ile karşılamıştır.
Müslümanların üzerine eza, cefa, zulüm son haddini bulmuş, nihayet son Akabe biat'ından sonra Resulullah Aleyhisselâm ve müslümanların Medine'ye hicretleri için genel bir izin çıkmıştı.
Müşrikler öfkeden kuduruyorlardı. Müslümanları hicretten alıkoymaya çalıştılar.
"Sonra Rabb'in, işkenceye uğratılıp eziyet edildikten sonra hicret edip, ardından da sabrederek cihad edenlerle beraberdir. Rabb'in şüphesiz bundan sonra da bağışlar ve merhamet eder." (Nahl: 110)
Müşriklerin gizlice Resulullah Aleyhisselâm'a suikast plânı tertip etmeleri üzerine Cebrail Aleyhisselâm Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e gelerek durumu derhâl haber verdi ve hicret emrini tebliğ etti.
En yakın akrabaları bile ona karşı cephe aldılar. Nihayet doğup büyüdüğü ve çok sevdiği öz vatanından göç etmeye mecbur bıraktılar.
Medine döneminde ise durum değişmiş, zamanı gelince Bedir savaşında olduğu gibi Allah-u Teâlâ zâlimleri cezalandırmıştır.
"Onlar kendilerinden önce gelip geçenlerin başlarına gelen günlerin benzerlerinden başkasını mı bekliyorlar? De ki: Bekleyin! Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.
Sonra biz peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtarırız. Böylece iman edenleri kurtarmak bizim üzerimize haktır." (Yunus: 102-103)
Böyle felâketlerden peygamberler ve onlara iman edenler kurtulurlar.
Görüldüğü üzere Resulullah Aleyhisselâm'ı, kâfir ve müşrikler kendi memleketinden çıkarmışlar, birçok eza, cefa, hakaret, işkencelere maruz bırakmışlar, ama o Hakk dâvâsından vazgeçmemiş ve nihayet Cenâb-ı Hakk onu ve Ashâb-ı kiram'ını âli ve galip eylemiş, ahirette de en güzel nimetlerle mükâfatlandırmıştır.
"Onlar ki hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğratıldılar, savaştılar ve öldürüldüler.
Andolsun ki, onların kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Bu mükâfat Allah tarafındandır. Mükâfatın en güzeli, Allah katındadır." (Âl-i imran: 195)
Mekke fethedildiği gün, bütün bu zulüm ve işkencelerin intikamını alma fırsatı eline geçmişti. En azılı düşmanları ayakları altına serilmiş, hayatlarından ümitlerini kesmişlerdi. Her an ne suretle öldürüleceklerini bekliyorlar ve bunun kendileri için haklı bir ceza olduğunu da biliyorlardı.
Onlara: "Ey Kureyş! Bugün benim size ne yapmamı beklersiniz?" diye sordu. "Hayır umarız. Sen kerim bir kardeşsin, kerim bir kardeş oğlusun..." diye cevap verdiler.
Rahmet Peygamberi -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
"Size bugün Yusuf Aleyhisselâm'ın kardeşlerine dediği gibi diyorum. Bugün siz hesaba çekilmeyeceksiniz ve ayıplanmayacaksınız. Gidiniz hepiniz serbestsiniz."
İbrahim Aleyhisselâm, ilâhlık dâvâsı güden Nemrut'un ayağına kadar giderek bir olan Allah'a inanmaya dâvet etti. Fakat Nemrut kabul etmedi, şiddetle reddetti. Rabb'i hakkında İbrahim Aleyhisselâm ile münakaşaya girişti.
Bu hususta Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah kendisine hükümranlık verdi diye, Rabb'i hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni görmedin mi?" (Bakara: 258)
Allah-u Teâlâ'nın kendisine verdiği geçici bir iktidar Nemrut'u aldatmış, kibirlenip kendisini beğenmesine, malı ve mülkü ile mağrur olmasına sebep olmuştur.
Tartışma sırasında: "Söyle bakalım, senin Rabb'in kim?" diye sorduğunda İbrahim Aleyhisselâm:
"Benim Rabb'im diriltir ve öldürür." diye cevap verdi. (Bakara: 258)
Dünya iktidarına ve uzun süren saltanatına aldanan Nemrut:
"Ben de diriltir ve öldürürüm." dedi. (Bakara: 258)
Hükümdarlığın kendisine verdiği gururla, Allah-u Teâlâ'nın hayat veren ve öldüren sıfatlarına kendisinin de sahip olduğunu ileri sürdü. Bunun ispatı için de ölümü hak etmiş iki adamı huzuruna getirtti, birisini öldürdü, diğerini tam öldüreceği sırada hayatını bağışladı ve salıverdi. Daha sonra oradakilere dönerek: "İşte ben de öldürdüm ve hayat verdim, o halde Rabb'iniz benim!" demek küstahlığında bulundu.
İbrahim Aleyhisselâm, kralın: "Diriltme" ve "Öldürme"nin mahiyetini idrak etmekten yoksun olduğunu görünce, ona haddini bildirmek için hikmetli bir üslupla:
"Şüphesiz ki Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de onu batıdan getir!" dedi. (Bakara: 258)
"İnkâr eden adam şaşırıp kaldı." buyuruluyor. (Bakara: 258)
Nemrut öyle rezil bir duruma düştü ki, başka bir sebep öne sürecek gücü kalmamıştı. Çünkü güneşin, İbrahim Aleyhisselâm'ın "Allah" dediği Rabb'inin emrine bağlı olduğunu çok iyi biliyordu. Buna rağmen bu apaçık hakikati kabul etmedi, kendini beğenme huyundan vazgeçerek Hakk'a yönelmedi.
"Allah zâlim kimseleri hidayete erdirmez." (Bakara: 258)
•
İbrahim Aleyhisselâm'ın kavmi putlara tapıyordu, yeri geldikçe kavmine putperestliğin mânâsızlığını anlatmaktan geri kalmıyor, oldum olasıya onlardan nefret ediyordu. Nihayet kavminin tapmakta olduğu putları devirmeyi niyetine aldı. Bu putların, kendilerine zarar veren kimseye bir şey yapamadıklarını kavmine bilfiil delil olarak göstermek istiyordu. Düşündüğünü uygulamak için de bayram gününü ayarladı.
Halk yavaş yavaş kırlara doğru gitmeye başlamışlardı. İbrahim Aleyhisselâm'ı da götürmek istedilerse de o gitmedi. Bir kısmına işittirecek şekilde şöyle dedi:
"Allah'a yemin ederim ki siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir tuzak kuracağım." (Enbiyâ: 57)
İbrahim Aleyhisselâm dönüp puthaneye geldi. İlâh olduğu iddiâ edilen putlara doğru yavaşça yürüdü. Baktı ki önlerinde nefis yemekler, taze meyveler duruyor.
"Sundukları yemekleri yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz." (Sâffât: 91-92)
Daha sonra eline bir balta geçirdi, putlara yöneldi, hışımla ve öfke ile kırdı geçirdi. Onları ufak taş parçaları, ağaç molozları haline getirdi, her bir parçayı oraya buraya saçtı.
"Sonunda İbrahim onları paramparça etti. Yalnız içlerinden büyüğünü, ona başvursunlar diye sağlam bıraktı." (Enbiyâ: 58)
Ancak en büyüğüne hiç dokunmadı, bir maksat tahtında baltayı da onun boynuna astı.
•
Halk bayram yerinden dönünce âdetleri üzerine doğruca mabetlerine geldiler. Fakat putlarını kırılmış, paramparça görünce;
"Dediler ki:
Bunu ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak ki o zâlimlerden biridir." (Enbiyâ: 59)
İlk şaşkınlık geçer geçmez, sinirlerinden bağırmaya çağırmaya başladılar.
"Bunları diline dolayan bir genç işittik, kendisine İbrahim deniliyormuş." (Enbiyâ: 60)
Onu teşhir etmek, herkesin gözü önünde yaptığı bu işi itiraf ettirmek istiyorlardı.
"Dediler ki:
O halde onu hemen insanların gözü önüne getirin, belki şâhitlik ederler." (Enbiyâ: 61)
İbrahim Aleyhisselâm'ın derhal yakalanarak sorguya çekilmesine karar verildi. Bir grup giderek kendisini bulup getirdiler. Halkın önünde mahkeme edilmeye başlandı.
"Dediler ki:
Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim?" (Enbiyâ: 62)
Zaten İbrahim Aleyhisselâm da böyle bir soru ile karşılaşmayı istiyor ve bekliyordu. Onların çokluğuna, öfke ve hınçlarına aldırmadan Hakk ve hakikati tebliğe, eline geçen bu fırsatı değerlendirmeye çalıştı.
"Sorun bakalım, eğer söyleyebilirlerse, belki bu işi şu büyük put yapmıştır!" (Enbiyâ: 63)
Bu söz üzerine müşrikler donup kaldılar, derin derin düşündüler, cehâletlerini ve sapıklıklarını sezer gibi oldular.
"Kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine): 'Gerçekten sizler zâlimlersiniz!' dediler." (Enbiyâ: 64)
Utançlarından başlarını yere eğdikleri halde;
"Sonra yine eski kafalarına döndürüldüler." (Enbiyâ: 65)
İlk sözlerinde Allah-u Teâlâ onlara gerçeği söyletti, ondan sonra tekrar sapıklığa düştüler.
"Sen de pekâlâ bunların konuşmadığını biliyorsun!" (Enbiyâ: 65)
Bu sözle acziyetlerini ve şaşkınlıklarını itiraf etmiş oldular. İbrahim Aleyhisselâm;
"O halde Allah'ı bırakıp da hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere ne diye tapıyorsunuz?
Size de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?" (Enbiyâ: 66-67)
Şirkte ve küfürde sebat ettiklerini görünce çok sabırlı ve halim olan peygamberin canı sıkıldı, hiç âdeti olmadığı halde hiddetle mukabelede bulundu.
"Kendi elinizle yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa sizi de yonttuklarınızı da Allah yarattı." (Sâffât: 95-96)
•
İbrahim Aleyhisselâm'ın putları yermesine, sonra da kırıp parçalamasına ve insanları bir olan Allah'a ibadete dâvet etmesine, sapıklık ve şaşkınlıkta ısrar eden müşrik kavminin tepkisi çok sert oldu.
"Kavminin İbrahim'e cevabı sadece: 'Onu öldürün, ya da ateşte yakın!' demelerinden ibaret oldu." (Ankebût: 24)
İbrahim Aleyhisselâm'ın ortaya koyduğu delillere karşı: "Öldürün veya yakın!" demeleri cevap olmadığı halde Âyet-i kerime'de cevap denilmesi, cevap vermeye muktedir olamadıklarını gösterir. Bazıları öldürülmesini, bazıları da diri diri yakılmasını teklif ediyorlar; kendilerini ateşten kurtarmak isteyen peygamberlerini ateşte yakmak istiyorlardı.
"Dediler ki:
Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın." (Sâffât: 97)
Putlarımıza yaptığı bu ağır hakaretin cezasını ateşte yanarak çekmiş olsun.
"Dediler ki:
Eğer bir iş yapacaksanız, şunu yakın da ilâhlarınıza yardım edin!" (Enbiyâ: 68)
Nihayet uzun bir istişare ve müzakereden sonra İbrahim Halilullah'ı ateşte yakmaya karar verdiler ve onu hapsettiler. Ateşe atacakları yerde kalın bir duvar yaptılar ve odun toplamaya başladılar.
Dağlardan günlerce odun taşıdılar. Hazırladıkları yer odun ile dolup dağ gibi büyük bir yığınak hâline geldi, daha sonra da Nemrut'un emriyle ateşlediler. Böyle bir ateşin benzeri yakılmamıştı, manzarası korkunçtu. Harareti o dereceye varmıştı ki, o civardaki kuşlar bile geçecek olsalar, yanıp kavruluyorlardı. İbrahim Aleyhisselâm'ı değil içine atabilmek, yanına yaklaşabilmek bile imkânsızdı.
Nihayet bir mancınık kurdular, İbrahim Aleyhisselâm'ı hapsettikleri yerden çıkararak ellerini ayaklarını sımsıkı bağladılar, mancınığın kafesine koydular. O ise tevekkül ve yakînin en yüksek mertebesinde olduğu için gönlüne zerre kadar korku gelmedi.
O zamanda dünyanın en büyük hükümdarlarından olan Nemrut ve erkânı, memleketin eşrâfı, avam halk; İbrahim Aleyhsselâm'a verilecek cezayı görmek için toplanmış bulunuyorlardı.
Allah-u Teâlâ'nın Halil'ini ateşe doğru fırlattıklarında Cebrâil Aleyhisselâm gelerek: "Ey İbrahim bir ihtiyacın var mı?" diye sordu. "Hayır!.." diye cevap verdi. "Allah'tan bir dileğin varsa söyle bildireyim!.." dediğinde:
"O'nun benim hâlimi bilmesi bana yeter!" buyurdu.
Çünkü o Hakk ile beraberdi, kalbi Rabb'ine karşı iman ve güvenle dolu idi.
"Allah bana kâfi, O ne güzel Vekil'dir." virdine devam ediyordu. Ne iman, ne teslimiyet!..
Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himâyesinde tasarruf-u ilâhîsinde olduğu için, ateş sadece elini kolunu bağladıkları ipleri yaktı, onun dışında hiçbir zarar vermedi.
Çünkü o anda ateşe Allah-u Teâlâ'nın şu ilâhî emri gelmişti:
"Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol!" (Enbiyâ:69)
Ateş hakkında ilâhî irade tecellî etti, yakıcı tesirini kaybedip zarar veremez hâle geldi. Ateşe "Yakıcı ol!" emrini veren Zât-ı Kibriyâ, şimdi de ona: "Serin ve selâmet ol!" emrini vermişti.
"Allah onu ateşten kurtardı." (Ankebût: 24)
Binbir müşkülâtla yaktıkları o ateş yığınının bulunduğu cehennemi andıran yer, bir anda gül-gülistan kesildi, çiçekler açtı. Ateş, İbrahim Aleyhisselâm'ı yakmadı. Akarsuların gül bahçelerinin ortasına selâmetle iniverdi. Allah-u Teâlâ nârı nur eyledi.
Bütün melekler bu hadiseyi hayranlıkla seyrettiler.
"Böylece ona bir tuzak kurmak istediler, fakat biz onları daha çok hüsrana uğrattık." (Enbiyâ: 70)
Allah-u Teâlâ düzenlerini başlarına geçirdi.
İbrahim Aleyhisselâm'ın ise şânı yükselmiş, hak üzere olduğu tezahür etmiş oldu.
Bu mübarek peygamber, Nemrut'un ateşine göğüs germek ve kimseden istimdat etmemekle bu büyük imtihanı kazanmış oldu. Bize bunun binde biri gelse, bir ipe tutunmak ve kurtulmak için bin çare ararız. Kılımız yansa: "Yandık!" deriz. O ise çılgın alevlerin içine düşerken bile Sahib'inden bir an olsun gâfil olmadı.
Akıllara durgunluk veren bu mucize-i azimeyi gözleri ile gören Nemrut ve avânesi şirk ve küfürlerinden dönmediler. Üstelik isyan ve tuğyanları daha da arttı.
İbrahim Aleyhisselâm hicret ettikten sonra, geride kalan Nemrut ve kavmi sivrisinek istilâsına uğradılar. İbrahim Aleyhisselâm'ın dâvetine icabet etmemekle beraber her türlü ezâ ve cefâyı revâ gören ve hicrete mecbur bırakan müşriklerin bir kısmının etlerini yemişler, kanlarını emmişler, diğer bir kısmının rahatlarını bozarak terk-i diyâr etmeye mecbur bırakmışlardı. Nemrut'un ise dimağına girerek helâk ettiler. İlâhlık dâvâsı güden, malı ve mülkü ile böbürlenen Nemrut, ufacık bir sivrisinek karşısında âciz düşmüştü.
İbrahim Aleyhisselâm, az sayıdaki müminleri ve ehl-i beytini alarak Şam diyarına hicret etti.
"Ben Rabb'ime gideceğim, O beni doğru yola iletecek!" (Sâffât: 99)
"Doğrusu ben Rabb'ime hicret ediyorum. Çünkü O, çok güçlü ve hikmet sahibidir." (Ankebût: 26)
Zeki ve isabetli görüş sahibi olan İbrahim Aleyhisselâm bu beyanı ile; her şeyden arınıp tam bir hulûs ve teslimiyetle Allah-u Teâlâ'ya yöneldiğini, hedefini belirleyenin, kendisine yol gösterenin Allah-u Teâlâ olduğunu, Rabb'inin uğrunda vatanını terk edeceğini, o nereye götürürse oraya gideceğini belirtmiştir.
"Biz onu ve Lût'u kurtarıp, âlemlere bereketler verdiğimiz yere ulaştırdık." (Enbiyâ: 71)
Yurdunu ve kavmini terk etmesine karşılık Allah-u Teâlâ ona daha iyi bir yurt bahşetmişti. Ayrıca onu yalnız bırakmamış, çok hayırlı bir soy ve peygamber evlâtlar da bağışlamıştı.
Yakup Aleyhisselâm'ın onu bir hanımından, ikisi de diğer bir hanımından olmak üzere on iki oğlu vardı. Yusuf ile Bünyâmin ana-baba bir kardeş olup, kardeşlerin en küçükleri, bilhassa Yusuf en sevimlileri idi.
Yusuf bir gece ancak ehlinin yorabileceği bir rüyâ gördü ve bu rüyâsını babasına heyecanla anlattı:
"Bir zaman Yusuf babasına: 'Babacığım! Ben rüyâmda on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde ediyorlar.' demişti." (Yusuf: 4)
Yakup Aleyhisselâm da cevaben;
"Yavrucuğum! Bu rüyânı sakın kardeşlerine anlatma! Sonra sana bir tuzak kurarlar.
Çünkü şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır." dedi. (Yusuf: 5)
Kardeşlerinin ona karşı besledikleri haset ve kıskançlığın, rüyâyı öğrendikleri ve kendilerince yorumladıkları zaman gün yüzüne çıkacağını sezerek oğluna uyarıda bulundu.
"Rabb'in seni böylece rüyândaki gibi seçecek, sana rüyâları yorumlamayı öğretecek; daha önce ataların İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi, sana ve Yakup soyuna da tamamlayacaktır." (Yusuf: 6)
Yakup Aleyhisselâm Yusuf'u hepsinden fazla seviyordu. Yusuf'a ve kardeşine karşı bu derece düşkünlüğünü gördükçe haset etmeye başladılar. Kıskançlıkları son haddine gelen bu on kardeş, bu işe bir son vermek için kendi aralarında toplanıp konuştular:
"Dediler ki:
'Yusuf ve kardeşi (Bünyâmin) babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa biz birbirimize bağlı bir cemaatiz. '" (Yusuf: 8)
Ellerinden gelse kardeşlerini öldürmek istiyorlardı.
"İçlerinden bir sözcü dedi ki:
'Yusuf'u öldürmeyin, onu bir kuyunun dibine atın, geçen bir yolcu kafilesi onu bulup alsın.'" (Yusuf: 10)
Bunu kabul edip Yakup Aleyhisselâm'ın huzuruna çıktılar.
"Dediler ki:
'Ey babamız! Sana ne oluyor da Yusuf'u bize emanet etmiyorsun? Oysa biz ona iyilik etmek isteyen kimseleriz.
Yarın onu bizimle beraber gönder de gezsin oynasın, biz onu mutlaka koruruz.'" (Yusuf: 11-12)
Yusuf'u göndermeye hiç gönlü râzı olmuyordu.
"Onu götürmeniz cidden beni üzer, endişeye düşürür. Siz farkına varmadan onu bir kurdun yemesinden korkarım." (Yusuf: 13)
Onları vazgeçirmeye çalışıyordu.
"Dediler ki:
'Vallahi biz kuvvetli bir topluluk olduğumuz halde eğer onu kurt yerse, o zaman biz tamamen âciz beceriksiz kimseleriz demektir.'" (Yusuf: 14)
Kıskanç kardeşler babalarını böylece ikna ettiler. Hakaretlerle ite kaka, döve döve bir kuyunun başına getirdiler. Gömleğini çıkarıp aralarında plânladıkları şekilde Yusuf'u kuyuya attılar.
"Onu götürüp de kuyunun derinliklerine atmaya topluca karar verdikleri zaman biz Yusuf'a: 'Andolsun ki sen onların bu işlerini, hiç farkında olmayacakları bir sırada kendilerine haber vereceksin!' diye vahyettik." (Yusuf: 15)
Yusuf Aleyhisselâm kuyuya atılalı üç gün olmuştu.
"Bir kervan geldi, sucularını kuyuya gönderdiler. O da gidip kovasını kuyuya saldı. (Yusuf'u görünce): 'Müjde! İşte bir oğlan!' dedi. Onu alıp ticari bir mal olarak sakladılar." (Yusuf: 19)
Sucular su ile birlikte Yusuf'u kuyudan çıkarıp kervanın yanına geldiler. Onu satmak için mallarının arasına sakladılar. Nihayet Mısır'a geldiler.
"Onu değersiz bir fiyat ile birkaç dirheme sattılar." (Yusuf: 20)
Yusuf Aleyhisselâm'ı Mısır devlet hazinesinin başındaki vezir satın aldı, ona Aziz denilirdi. Çocuğu olmuyordu.
"Mısır'da onu satın alan kimse karısına dedi ki:
'Ona güzel bak! Umulur ki bize faydası dokunur, ya da onu evlât ediniriz.'" (Yusuf: 21)
O da bu işe çok sevindi. İkisi de Yusuf'u en güzel şekilde yetiştirmeye gayret ettiler, aynı zamanda işlerini de gördürmüş oluyorlardı.
Yıllar geçtikçe de son derece güzel bir delikanlı olmuştu. Yüzünde bir nur parlıyordu. Onun bu emsalsiz güzelliği, himayesinde bulunduğu Züleyha'nın kendisine karşı farklı duygular beslemesine ve âşık olmasına sebep oldu.
"Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murad almak istedi. Kapıları sıkı sıkı kapadı ve: 'Gelsene!' dedi." (Yusuf: 23)
Yusuf Aleyhisselâm bu çirkin teklifi derhal reddetti. Babasının ve dedesinin kucağında gördüğü terbiye ve asalet, bütün benliğini ve kalbini saran imanı bu teklife karşı çıktı.
"Yusuf dedi ki:
'Allah'a sığınırım! Zira kocanız benim efendimdir, bana iyi baktı. Zâlimler şüphesiz ki iflâh olmazlar.'" (Yusuf: 23)
Durum tehlike sınırına gelmişti. Kadının kararı karardı. Yusuf Aleyhisselâm'ın dediklerini duymuyordu bile.
"O kadın gerçekten niyetini kurmuştu. Eğer Rabb'inden bir işaret görmemiş olsaydı, belki Yusuf da ona kastetmiş gitmişti." (Yusuf: 24)
O anda karşısında babasının süretini gördü, her zaman olduğu gibi Allah-u Teâlâ'nın yardımı imdadına yetişerek, onu ilk anda zinâ felâketinden ve ihanetten kurtardı. Şeytan kandırmak için yol bulamadı.
"Böylece biz ondan kötülüğü ve fuhşu bertaraf ettik. Çünkü o bizim ihlâslı kullarımızdandı." (Yusuf: 24)
Yusuf Aleyhisselâm kadından kurtulmak için süratle kapıya doğru koştu, çıkıp gidecekti. Kadın ise deliye dönmüştü.
"İkisi de kapıya doğru koştular." (Yusuf: 25)
Birisi dışarı çıkmak, diğeri ise kapıyı tutmak, kaçışını önlemek istiyordu.
"Kadın Yusuf'un gömleğini arkadan boylu boyuna yırttı. Kapının önünde kocasına rastladılar." (Yusuf: 25)
Yanında kadının akrabalarından birisi de vardı. Suçlu olduğu halde iftira ederek kocasına şöyle dedi:
"Senin âilene kötülük yapmak isteyenin cezâsı, zindana atılmaktan ya da acıklı bir şekilde işkence edilmekten başka bir şey midir?" (Yusuf: 25)
Kadın böyle söyleyip Yusuf Aleyhisselâm'ı lekelemek isteyince, o da bu hıyanet suçu iftirasını reddetmek için:
"Hayır! Beni kendine o çağırdı, benden murad almak istedi." (Yusuf: 26)
Demekle yetindi, kadına karşı kendisini savundu.
İlâhî inâyet burada da kulunun imdadına yetişti.
"Kadının akrabasından bir şâhit: 'Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylemiştir, o yalancılardandır. Şayet gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiştir, erkek ise doğrulardandır.' diye şâhitlik etti." (Yusuf: 26-27)
Onlar Yusuf Aleyhisselâm'ın dışarı çıkmak için kapıya doğru hızla koştuğunu görmüşlerdi. Aynı zamanda kadının son derece tahrik edici bir şekilde giyindiğini görmüşlerdi, onda ise böyle bir durum yoktu.
"Kocası gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce kadına dönerek: 'Doğrusu bu sizin hilenizdir, sizin hileniz gerçekten büyüktür.' dedi." (Yusuf: 28)
Yusuf Aleyhisselâm'a:
"Ey Yusuf! Sen bundan vazgeç!" (Yusuf: 29)
Diyerek bu işi kapatmasını tembih etti.
Karısına öğüt verdi:
"Sen de günahının bağışlanmasını dile, çünkü sen suçlusun." dedi. (Yusuf: 29)
Allah-u Teâlâ'ya gönülden sığınan Yusuf Aleyhisselâm, bu büyük fitneden kurtulmuş; bu ikinci imtihanı da başarı ile vermişti.
•
Her ne kadar bu hadiseyi kapatmak istemişlerse de, yayılmasına engel olamadılar. Her tarafta dedikodular çoğaldı.
Halka karşı âileyi temize çıkarmak için onu bir müddet de olsa zindana atmaya karar verdiler.
"Sonunda kadının âilesi kesin delilleri görmelerine rağmen, onu bir süre için zindana atmayı uygun buldu." (Yusuf: 35)
Bu seferki çilesi suçsuz olduğu halde soğuk ve karanlık zindana atılmış olmasıdır. Böylece yeni bir ibtilâ safhası başlıyordu.
"Onunla birlikte zindana iki genç daha atıldı." (Yusuf: 36)
Birisi kralın sâkisi diğeri ekmekçisi idi. Kralı zehirleyip öldürmeye teşebbüs etmek suçuyla aynı zamanda hapsedilmişlerdi.
Bu iki genç zindanda birer rüyâ gördüler:
"Biri: 'Ben şaraplık üzüm sıktığımı gördüm.' dedi. Diğeri: 'Başımın üstünde kuşların yediği bir ekmek taşıdığımı gördüm.' dedi. Bunun yorumunu bize haber ver!" (Yusuf: 36)
"Ey zindan arkadaşlarım! Rüyâlarınıza gelince: Biriniz yine efendisine şarap sunacak. Diğeri ise asılacak, kuşlar onun başından yiyecek." (Yusuf: 41)
Yusuf Aleyhisselâm'ın suçsuz olarak zindanda yattığını krala aksettirmeyi düşündü.
"Onlardan kurtulacağını tahmin ettiği kimseye: 'Beni efendinin yanında an (burada suçsuz olarak yattığımı ona söyle, belki beni çıkarır).' dedi." (Yusuf: 42)
Gerçekten de rüyâlar olduğu gibi çıkmış, hâdiseler tâbir edilen istikamette gelişmiş; birisi suçlu görülerek asılmış, beynini kuşlar yemiş, Yusuf Aleyhisselâm'ın kurtulacağını tahmin ettiği kimse ise zindandan çıkarak kralın en yakın hizmetçilerinden olmuştu. Fakat sarayın debdebesine kapılan genç, Yusuf Aleyhisselâm'ın kendisine söylediklerini bir türlü hatırına getiremedi.
"Fakat şeytan efendisine onu hatırlatmayı unutturdu. Bu yüzden Yusuf daha birkaç yıl zindanda kaldı." (Yusuf: 42)
Allah-u Teâlâ Yusuf Aleyhisselâm'ın yalnız kendisine rağbet etmesini, hiç kimseyi vasıta yapmadan kendisine bağlanıp kendisinden istimdat etmesini murad etmişti.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Allah kardeşim Yusuf'a rahmet etsin! O, arkadaşına: 'Beni efendinin yanında an!' demeseydi, zindanda beş seneden sonra yedi sene daha kalmayacaktı." buyuruyorlar.
Bir gün Mısır kralı bir rüyâ gördü, korku ile uyandı.
"Kral dedi ki:
'Ben rüyâmda yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yediğini görüyorum. Ayrıca yedi yeşil başak ve bir o kadar da kuru başak görüyorum.'" (Yusuf: 43)
Kral huzursuz oldu. Bu rüyâsını yorumlatmak suretiyle bilgi edinmek istedi.
Mısır'da ne kadar sihirbaz, falcı, kâhin, bilgin, rüyâ yorumcusu... varsa hepsini toplayıp kralın huzuruna getirdiler. Her biri bir şey söylediyse de, kral hiçbirisinden gönlünü rahatlatacak bir cevap alamadı.
"Zindandaki iki kişiden kurtulmuş olanı, uzun bir zaman sonra Yusuf'u hatırladı ve: 'Ben size onun yorumunu haber veririm, hele beni bir gönderin.' dedi." (Yusuf: 45)
Onun bu isteği üzerine kral derhal kendisini zindana gönderdi. Yıllar sonra iki arkadaş buluştular.
"Ey Yusuf! Ey doğru sözlü kişi! Rüyâda görülen yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yemesi, yedi yeşil başak ve bir o kadar kuru başak nedir?
Bize yorumla, ben de insanlara ulaştırayım da bilsinler." (Yusuf: 46)
Kral rüyâyı nasıl anlatmışsa, o da kelimesi kelimesine anlattı.
"Âdetiniz üzere yedi sene ekin ekersiniz. Sonra biçtiğiniz ekinin yediğinizden artanını başağında bırakınız." (Yusuf: 47)
Önünüzde bol yağışlı yedi yıl gelecek. Bu yedi yıl içinde ihtiyacınızı karşılayacak miktar dışındaki buğdayı, kurtlanmasını ve çürümesini önlemek için başakları içinde bırakarak sıkıntılı senelere saklayınız.
"Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelecek. Tohumluk olarak saklayacaklarınızdan az bir miktar hariç, o yıllar için önceden biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek." (Yusuf: 48)
Yedi yıl sürecek olan bu bolluğun hemen ardından yedi yıl da kuraklık olacak. Bu yıllarda ziraat yapılamadığı için insanlar çok şiddetli sıkıntı çekecekler.
"Sonra bunun ardından da bir yıl gelecek ki, o yılda insanlara bol yağmur verilecek, o zaman da sıkıp sağacaklar." (Yusuf: 49)
Nihayet zorluklarla ve sıkıntılarla geçen bu yedi yılın ardından yağmurlu, bereketli bir yıl gelecek.
Yusuf Aleyhisselâm sadece kralın rüyâsını yorumlamakla kalmamış, yedi kıtlık yılında tahıl depolamak gerektiğini söyleyerek onlara yol da göstermişti. Ayrıca, sonraki bolluk yılına dâir rüyâda bir işaret olmamasına rağmen, yine bolluk döneminin başlayacağını onlara müjdelemiştir.
Hizmetçi bu duyduklarını krala anlattığında kral bu yorumu çok beğendi.
"Onu bana getirin!" dedi. (Yusuf: 50)
Gönderilen elçi kralın emrini bildirmesine rağmen o bu dâveti reddetti.
"Efendine dön, kadınlar niçin ellerini kesmişlerdi diye bir sor! Şüphesiz ki benim Rabb'im onların hilesini çok iyi bilir." (Yusuf: 50)
Kral soruşturdu, kadınların hep birlikte Yusuf Aleyhisselâm'ın temiz ve iffetli oluşunda ittifak etmelerinden sonra; Züleyha da gerçeği itiraf etti:
"İşte şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murad almak istemiştim. Doğrusu o sâdıklardandır." (Yusuf: 51)
Kral ise adam göndererek zindandan çıkarılmasını emretti.
Zindana gelen adam durumu olduğu gibi anlattı.
"Bu, Aziz'in yokluğunda ona hâinlik etmediğimi ve Allah'ın hâinlerin hilesini başarıya erdirmeyeceğini (herkesin) bilmesi içindir." (Yusuf: 52)
Babasından ayrılmakla, kuyuya atılmakla, köle olarak satılmakla başlayan ibtilâlı hayat, zindanda uzun yıllar kalmakla neticelendi ve Yusuf Aleyhisselâm zindandan çıktı.
Kral kendisiyle konuşup tanışınca; gördüğü rüyânın tabirini Yusuf Aleyhisselâm'dan bizzat dinledi. Sonra da: "Peki bu işi kim yapacak?" diye sordu.
"Beni memleketin hazinelerine memur et! Çünkü ben onları çok iyi korurum ve bu işi bilirim." dedi. (Yusuf: 55)
Bu isteğini kralın kabul etmesi üzerine Yusuf Aleyhisselâm Mısır'ın bütün ekonomik işlerini üzerine aldı. Mâliye nazırı oldu.
•
Yusuf Aleyhisselâm'ı iktidar makamına getiren hükümdar değil, Allah-u Teâlâ idi.
"Böylece biz Yusuf'u o memlekette yerleştirip kendisine mevki verdik. Orada istediği yerde konaklayabilirdi." (Yusuf: 56)
Kral Mısır'ın bütün idaresini Yusuf Aleyhisselâm'a verdi. Bütün hazinelerinin anahtarlarını ona teslim edip, istediği şekilde tasarruf edebileceğini bildirdi.
O sıralarda ölmüş bulunan vezirin karısı Züleyha ile de evlendirmiş, zamanla kral da müslüman olmuştur.
"Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz. Güzel davrananların mükâfatını zâyi etmeyiz." (Yusuf: 56)
Yıllar sonra kıtlık başlamış, Mısır dışındaki bütün memleketlerin yiyecekleri tükenmiş, Mısır Azizi'nin halkına zâhire dağıttığı duyurulmuştu.
Yakup Aleyhisselâm da zahire için oğullarını Mısır'a göndermişti. İkinci gidişlerinde ise Yusuf Aleyhisselâm'ın isteği üzerine Bünyamin'le beraber gitmişlerdi. Yusuf Aleyhisselâm bir vesile ile kardeşini tuttu, göndermedi. Nihayet kardeşleri üçüncü kez Mısır'a geldiler.
"Ey Aziz! Biz de âilemiz de darlığa uğradık, çok değersiz bir sermaye ile geldik. Bize yine tam ölçek ver. Ayrıca bize bağışta da bulun. Allah şüphesiz ki sadaka verenleri mükâfatlandırır." dediler. (Yusuf: 88)
Sıkıntılarının bu dereceye ulaşmış olması, mahcubiyet ifade eden ricâları karşısında Yusuf Aleyhisselâm daha fazla sabredemedi. Artık kendisini tanıtma zamanı gelmişti.
"Siz câhil kimselerken Yusuf'a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?" (Yusuf: 89)
Hava birden değişti. Ona Mısır veziri gözü ile bakıyorlardı, yüz hatlarını pek incelemiş değillerdi. Hayret ve şaşkınlık içinde yüzüne uzun uzun bakmaya başladılar.
Bir ağızdan bağrıştılar:
"Yoksa sen Yusuf musun?" (Yusuf: 90)
O da kendini ve kardeşini tanıtıp takdim etmekle müjdeledi:
"Evet ben Yusuf'um, bu da kardeşim! Allah bize lütfetti. Doğrusu kim Allah'tan korkar, ibtilâlara sabrederse, bilsin ki Allah muhsinlerin mükâfatını katiyyen zâyi etmez." (Yusuf: 90)
Suçlarının altında ezilen kardeşler mahcubiyet içinde, utançlarından başlarını önlerine eğdiler. Korkudan yüzleri sapsarı sarardı, heyecandan nefesleri kesildi.
"Vallâhi dediler, Allah seni bizden üstün kıldı. Doğrusu biz suç işlemiştik." (Yusuf: 91)
Bu şekilde bilerek hata ettiklerini itiraf ettiler, özür dilediler.
Âlicenap peygamber Yusuf Aleyhisselâm, onların bu davranışına gayet lütufkâr ve bağışlayıcı bir mukabelede bulundu:
"Dedi ki:
Size bugün hiçbir başa kakma yok, ayıplanacak değilsiniz. Allah sizi bağışlasın. O merhametlilerin en merhametlisidir." (Yusuf: 92)
Artık üzülmeyiniz, sizi de ilâhî merhametin içine alır.
Yaptıkları kötülüğe iyilikle karşılık verdi. Böylece, daha önce sıkıntı ve çilelerle yapılan imtihanı nasıl kazandı ise, şimdi de lütuf ve nimetlerle yapılan imtihanı başarı ile kazandı.
Âyet-i kerime'lerde Yakup Aleyhisselâm ile buluşması şöyle haber veriliyor:
"Nihayet Yusuf'un yanına vardıklarında, o anasını babasını bağrına basıp kucakladı ve: 'Allah'ın izniyle güven içinde Mısır'a girin!' dedi.
Ana ve babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu. Hepsi onun için secdeye kapandılar. (Yusuf) dedi ki: 'Ey Babacığım! İşte bu, vaktiyle gördüğüm rüyânın tahakkukudur. Rabb'im onu gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabb'im bana gerçekten pek çok iyilikte bulundu. Şüphesiz ki Rabb'im dileyeceği şeyleri çok ince düzenler. O her şeyi hakkıyla bilendir, hükmünde hikmet sahibidir.'
'Rabb'im! Sen bana hükümranlık verdin, rüyâların tabirini öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da ahirette de benim yârim yardımcım sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat.'" (Yusuf: 99-101)
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurulmaktadır:
"Andolsun ki biz Musa'yı âyetlerimizle ve apaçık bir delil ile Firavun'a, Hâmân'a ve Kârun'a gönderdik." (Mümin: 23-24)
Allah-u Teâlâ Musa ve Harun Aleyhimüsselâm'a hiç vakit kaybetmeden Firavun'a gitme emrini verdi:
"Dedik ki: 'Âyetlerimizi yalanlayan o kavme gidin!'" (Furkân: 36)
Onları Hakk yoluna dâvet edin.
"Sen ve kardeşin, âyetlerimle gidin. Beni anmakta gevşek davranmayın. Firavun'a gidin, doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt dinler veya korkar." (Tâhâ: 42-44)
İnkâr ve sapıklıkta aşırı gidenlerdir.
Emir yüceler yücesinden geldiği için hemen işe koyuldular ve Firavun'un sarayına geldiler. Kapıda bir süre engellendikten sonra içeri girdiler.
"Musa dedi ki: 'Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabb'i tarafından gönderilmiş bir elçiyim.'" (A'râf: 104)
Seni âlemlerin Rabb'ine kulluk etmeye dâvet ediyor, ilâhlık iddiâsından vazgeçmeni istiyorum.
"Allah hakkında gerçekten başkasını söylememek benim üzerime borçtur." (A'râf: 105)
Çünkü ben peygamberliğe lâyık bir elçiyim. Allah'a karşı, gerçekten başkasını söylememek üzere gönderildim.
"Size Rabb'inizden apaçık bir delil getirdim. Artık İsrâiloğulları'nı benimle beraber gönder." (A'râf: 105)
Sözüm kuru bir iddiâdan, boş bir dâvâdan ibaret değildir. Şüphe ve tereddüte meydan bırakmaz, nezdimde kesin delilim var.
Firavun Musa Aleyhisselâm'ı tanıdı.
"Dedi ki:
Biz seni çocukken yanımıza alıp büyütmedik mi? Hayatının birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi? Sonunda yapacağını yaptın. Sen nankörün birisin!" (Şuarâ: 18-19)
Musa Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'nın, dilindeki tutukluğu gidermesi üzerine buyurdu ki:
"Ben onu yaptım amma, o zaman câhillerdendim (sonunun ne olacağını bilmeyerek yaptım). Sizden korktuğum için de kaçtım. Sonra Rabb'im bana hikmet verip, beni peygamber yaptı.
Başıma kaktığın o nimet, İsrâiloğulları'nı köle ettiğinden ötürüdür." (Şuarâ: 20-22)
Musa Aleyhisselâm ona kendisinin âlemlerin Rabb'inin elçisi olduğunu bildirmiş, o ise rubûbiyet iddiâsında bulunmuştu.
"Dedi ki: Sizin Rabb'iniz kimdir ey Musa?" (Tâhâ: 49)
Musa Aleyhisselâm çok kısa ve beliğ bir sözle cevap verdi.
"Dedi ki: Bizim Rabb'imiz her şeye yaratılışını veren, sonra da doğru yolu gösterendir." (Tâhâ: 50)
Firavun sinirleniyordu. Alaylı bir ifade ile:
"Âlemlerin Rabb'i de nedir?" diye sordu. (Şuarâ: 23)
Ortaya konulan delillere rağmen o bir inkârcıydı, kendisinden başka ilâh olduğunu kesinlikle reddediyordu.
Musa Aleyhisselâm;
"Kesin olarak inanacaksanız, bilin ki; O göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin Rabb'idir." (Şuarâ: 24)
"Sizin de Rabb'iniz, önce geçmiş atalarınızın da Rabb'idir." dedi. (Şuarâ: 26)
Bu hakikat Firavun'u susturmaya kâfi gelmişti. Fakat etrafındakiller de bunları dinlediği için sükut ile geçiştiremezdi. Delilik damgası vurmak bedbahtlığına düştü.
"Size gönderilen peygamberiniz şüphesiz delidir." (Şuarâ: 27)
Musa Aleyhisselâm Firavun'un alay etmesine hiç aldırmadı, hak ve hakikati ilân etmeye devam etti.
"Eğer aklınızı kullanacaksanız; bilin ki O doğunun da batının da, ikisinin arasında bulunanların da Rabb'idir." (Şuarâ: 28)
Görüyorsun ki bunlar bir sihir değildir. Fakat sen kesin olarak bildiğin halde kibrinden ve inadından bir türlü dönmüyorsun.
"Allah'ın kullarını bana bırakın! Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.
Allah'a karşı ululuk taslamayın. Çünkü ben size apaçık bir delil getirdim.
Ben, beni taşa tutmanızdan benim de sizin de Rabb'iniz olan Allah'a sığındım.
Eğer bana inanmazsanız, başımdan çekilin gidin!" (Duhân: 18-21)
Firavun ise kendisini ilâh soyundan geldiğine inandığı için bu gibi sözleri kulak ardı etti.
Musa Aleyhisselâm Firavun'u kati delillerle Allah-u Teâlâ'nın varlığını ve birliğini tasdik etmeye dâvet edince büyük bir gurura kapıldı ve:
"Benden başkasını ilâh edinirsen, andolsun ki seni zindanlık ederim!" diyerek ağır tehditler savurdu. (Şuarâ: 29)
Musa Aleyhisselâm:
"Sana apaçık bir şey getirmiş isem de mi?" diye sordu. (Şuarâ: 30)
Bu ihtara cevap olarak Firavun;
"Dedi ki: Eğer bir âyet (mucize) getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan, haydi getir onu!" (A'râf: 106) (Bakınız, Şuarâ: 31)
Senin doğruluğuna delil olacak ne varsa, onu yap da görelim.
"Bunun üzerine Musa Aleyhisselâm asâsını attı. O ansızın bir yılan oluverdi." (A'râf: 107 - Şuarâ: 32)
Gözboyayıcıların ve sihirbazların uydurduğu şeyler gibi yılana benzer bir şey değildi. Onu tutunca yılan tekrar asâ oldu.
"Bir de elini çıkardı, bakanlara parıl parıl parlayan bir şey oluverdi." (A'râf: 108 - Şuarâ: 33)
Bir ay parçası imiş gibi ışıl ışıl idi. Her tarafı ziyâlar içinde bıraktı. Elini tekrar cebine çektiğinde, o mübarek el yine eski hâlini alıverdi.
Firavun donmuş kalmıştı.
Çevresinde bulunan ileri gelenlere:
"Doğrusu bu bilgin bir sihirbaz! Sizi sihiriyle memleketinizden çıkarmak istiyor. Ne dersiniz?" diye sordu. (Şuarâ: 34-35)
İçlerinden kimisi;
"Dediler ki: 'Onu ve kardeşini alıkoy. Şehirlere de toplayıcılar gönder. Ne kadar bilgisi derin sihirbaz varsa sana getirsinler.'" (Şuarâ: 36-37)
Bu durum da Allah-u Teâlâ'nın Musa Aleyhisselâm'a bir yardımı idi. Mucizeler böylece büyük bir çoğunluk tarafından açıkça görülmüş olacaktı.
"Şimdi biz de seninkine benzeyen bir sihri sana göstereceğiz. Bizimle senin aranda bir vakit tayin et ki, sen de biz de düz bir yerde bulunalım, caymayalım.'" (Tâhâ: 58)
Kıptîler bayram günlerinde bütün işlerini bırakarak bir araya toplanırlardı. Musa Aleyhisselâm da hususiyetle o günü seçmişti ki insanlar hakikati görsün, Hakk'a yönelsin.
"'Buluşma zamanımız sizin bayram gününüzde insanların toplandığı kuşluk vaktidir.' dedi." (Tâhâ: 59)
Tayin edilen günde buluşma yerinde insanlar yerlerini almış bulunuyordu. Firavun kendisine ayrılan yerde tahtına oturdu. Vezirlerini, devletin ileri gelenlerini ve ordularını etrafında toplamıştı. Halk da gelerek meydanda halkalandılar. Çünkü gelmeleri için emir verilmişti.
Musa Aleyhisselâm yanında kardeşi Harun Aleyhisselâm olduğu halde; halkın alay etmelerine, ileri geri konuşmalarına aldırış etmeden, asâsına dayanarak oraya geldi.
"Musa onlara dedi ki: 'Size gelen hak için böyle mi söylüyorsunuz? Bu bir sihir midir? Sihirbazlar zaten iflâh olmazlar." (Yunus: 77)
Sihirbazlar bütün marifetlerini ortaya koydular.
"Onlar da iplerini ve değneklerini attılar ve: 'Firavun hakkı için biz üstün geleceğiz!' dediler." (Şuarâ: 44)
Her biri kudurmuşcasına haykırıyorlardı.
"Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca halkın gözlerini sihirlediler ve onları ürküttüler, büyük bir sihir ortaya koydular." (A'râf: 116)
Halk heyecan içinde onları seyrederken Allah-u Teâlâ, kulu ve Resul'ü Musa Aleyhisselâm'a korkmaması için hatırlatmada bulundu:
"Korkma! Muhakkak sen daha üstünsün.
Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun. Onların yaptıkları sadece sihirbaz hilesidir. Nerede olursa olsun, sihirbaz aslâ iflâh olmaz." (Tâhâ: 68-69)
Çünkü onlar yalancı ve saptırıcıdırlar. Elde ettikleri başarılar köksüzdür, neticesizdir.
"Bunun üzerine Musa da asâsını attı. Bir de ne görsünler! Onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor." (Şuarâ: 45)
Onlardan hiçbir şey bırakmayıp hepsini yuttu. Meydanda hiçbir şey kalmadı.
Musa Aleyhisselâm asâyı eline alınca tekrar eski haline döndü.
"Böylece hak yerini buldu ve onların yaptıkları bir hiç olup gitti. İşte orada yenildiler, küçük düştüler. Sihirbazlar hep birden secdeye kapandılar. 'Biz âlemlerin Rabb'ine iman ettik, Musa ve Harun'un Rabb'ine!' dediler." (A'râf: 118-122)
Firavun öyle bir mağlup olmuştu ki, âlemde bir benzerine şâhit olunmamıştır. Tevhid'in şirke galebesi karşısında büsbütün paniğe kapıldı. İçin için korkmaya, sihirbazlar iman ettikleri için de tehdit etmeye başladı.
"Fakat siz göreceksiniz! Andolsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim! Hepinizi asacağım!" (A'râf: 123-124)
"Hepinizi hurma kütüklerine asacağım!" (Tâhâ: 71)
Bu sebepledir ki, Allah yolunda canlarını hiçe sayarak şöyle karşılık verdiler:
"Doğrusu biz hatalarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihri bağışlaması için Rabb'imize iman ettik. Allah daha hayırlı ve O'nun vereceği mükâfat ve ceza daha devamlıdır." (Tâhâ: 73)
Biz hayırlı olana yöneldik. O yolda bizim canımızı almasını dileriz.
Ve sonra şu duâda bulunarak Rabb'lerine ilticâ ettiler:
"Rabb'imiz! Üzerimize sabır yağdır ve müslümanlar olarak canımızı al!" (A'râf: 126)
Firavun dediğini yaptırdı. Ellerini ayaklarını kestirdi ve kendilerini hurma dallarına astırdı.
Gönül Allah'ı tercih edince zulüm ne yapabilir? Günün başında sihirbaz idiler, sonunda hepsi şehit oldular.
Allah-u Teâlâ Firavun'un haberi olmadan, elinden onları alıp göç etmesini ve son derece tedbirli olmasını emretti:
"Kullarımı geceleyin götür, çünkü siz takip edileceksiniz." (Duhân: 23)
Bu ilâhî emir üzerine gizli gizli hazırlıklara başladılar. Bir gece ay ışığında yola çıktılar, gizlice Mısır'ı terk ettiler. Sabah olduğunda onlardan Mısır'da hiç kimse kalmamıştı.
Durumu öğrenen Firavun son derece öfkelendi. İsrâiloğulları'nın Mısır'ı terk etmesi onun için kabul edilemez bir durumdu. Çünkü Mısır'da itibarını yitirmiş olacaktı.
"Firavun: 'Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim! (O varsın) Rabb'ine yalvarsın! Çünkü ben onun, sizin dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum.' dedi." (Mümin: 26)
Kısa zamanda muhteşem bir ordu toplandı. Güneş doğarken peşlerine düştüler.
"Derken (Firavun ve askerleri) gün doğarken onların ardına düştüler." (Şuarâ: 60)
İzlerini takip ederek Mısır'dan çıktılar. Bu onların son çıkışları oldu.
"Böylece biz onları bahçelerden, pınar başlarından, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık." (Şuarâ: 57-58)
Deniz kenarına vardıkları bir sırada arkalarından yetiştiler.
"İki topluluk karşı karşıya gelip birbirlerini gördükleri zaman Musa'nın ashâbı: 'İşte yakalandık!' dediler." (Şuarâ: 61)
İsrâiloğulları o anda öyle bir sıkıntıya düştüler ki arkalarında Firavun ve ordusu, önlerinde aşılmaz bir deniz vardı. Aynı zamanda çok zayıf ve güçsüz idiler.
Musa Aleyhisselâm ise, büyük bir tevekkülle;
"Hayır! Rabb'im benimle beraberdir. Bana yol gösterecektir. Biz de Musa'ya: 'Asânı denize vur!' diye vahyettik. Deniz hemen yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibi oldu." (Şuarâ: 62-63)
Allah-u Teâlâ denizin açılan kısmına bir rüzgâr gönderdi ve orası kupkuru oldu.
"Denizde onlara kuru bir yol aç, batmaktan ve düşmanların yetişmesinden korkma, endişe etme!" (Tâhâ: 77)
"İsrâiloğulları'nı denizden geçirdik." (A'râf: 138 - Yunus: 90)
Firavun ve ordusu, akıllara durgunluk veren bu sahne karşısında şaşırıp kaldılar. Arkalarından onlar da yürüdüler.
"Arkalarından diğerlerini de oraya yaklaştırdık." (Şuarâ: 64)
İsrâiloğulları karşı sahile çıkıp kurtulduklarında, onlar iki taraflı suların arasına tamamen girmiş bulunuyorlardı.
İşte o anda:
"Allah da onu dünya ve ahiret azabı ile yakalayıverdi." (Nâziât: 25)
Kızıldeniz yavaş yavaş ikiye katlanarak, korkunç bir şekilde birbirine kavuştu. İsrâiloğulları'nın gözleri önünde hepsi denizde boğuldular. Onlardan hiç kimse kurtulamadı.
"Firavun ve askerleri de zulmetmek ve mahvetmek üzere arkalarına düştü. Nihayet Firavun boğulacağı anda: 'İsrâiloğulları'nın inandığı Allah'dan başka ilâh olmadığına inandım. Artık ben de müslümanlardanım!' dedi." (Yunus: 90)
Ona:
"Şimdi mi inandın? Oysa daha önce başkaldırmış, bozgunculuk etmiştin." denildi. (Yunus: 91)
Allah-u Teâlâ bu ölüm anındaki imanını kabul etmedi.
"Senden sonrakilere bir ibret teşkil etmesi için, bugün senin cesedini sahilde bir tepeye atacağız. " (Yunus: 92)
Böylece Hakk ve hakikati yalanlayanların ne kadar acıklı bir sonunun olduğu bilinmiş olacak.
Allah-u Teâlâ Kehf sûre-i şerif'inin on sekiz Âyet-i kerime'sinde: "Ashâb-ı kehf" yani "Mağara arkadaşları" adı verilen bu iman kahramanı gençlerin hikayesini beyan etmekte ve Azamet-i ilâhî karşısında bu hadisenin pek de şaşılacak bir şey olmadığını haber vermektedir.
"Resul'üm! Yoksa sen Ashâb-ı kehf'i ve Rakîm'i, bizim şaşılacak âyet (mucize)lerimizden mi sandın?" (Kehf: 9)
Hayır! Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Onların uzun müddet hayatta kalmaları bizim mucizelerimizden ve kudretimizin delillerindendir.
"Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı." (Kehf: 10)
Onlar sırf imanlarını muhafaza etmek için kavimlerinin arasından ayrıldılar ve mağaraya sığındılar.
İçerisinde bulundukları zor durumdan kurtulmak için, Allah-u Teâlâ'dan kendilerine hayırlı bir çıkış yolu istediler. Kendilerine emniyet duygularının verilmesini, bulundukları yolun Hakk'a ulaştıran bir yol bulunmasını niyaz ettiler.
"Ey Rabb'imiz! Bize kendi katından rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl." (Kehf: 10)
Nitekim Musa Aleyhisselâm Mısır'dan ayrılıp, hiç tanımadığı Medyen'e geldiği zaman bir gölgeye çekilmiş ve:
"Rabb'im! Doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım." diyerek Rabb'ine niyaz etmişti. (Kasas: 24)
Allah-u Teâlâ ona lütufta bulunmuş, Şuayb Aleyhisselâm ile karşılaştırarak emniyet ve sükuna kavuşturmuştu.
Zât-ı akdes'ine gönülden iltica eden bu iman kahramanlarına da Allah-u Teâlâ ikram ve ihsanda bulunmuş, asırlarca onları mağarada uyutarak kıyamete kadar beşeriyete bir hatıra bırakmıştır.
Zâlim ve kâfir bir toplulukta hidayeti bulan ve fakat imanlarını açıkça ilân ettikleri takdirde kendilerine hayat hakkı olmadığını anlayan bu iman kahramanı gençler için; dinleri uğruna kaçıp Rabb'lerine sığınmaktan başka çare yoktu. Dünya hayatının süsü ve lüksü yerine mağarada yaşamayı tercih ettiler.
"Onlara: 'Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabb'iniz size rahmetinden genişlik versin ve işinizde size bir kolaylık hazırlasın.' denildi." (Kehf: 16)
Ashâb-ı kehf, Hazret-i Allah'a gösterdikleri sıddıkiyet sebebiyle bu lütuflara nail oldular. Sıddıkiyetle iman ettiler, bu iman sebebiyle Cenâb-ı Hakk onları avucunun içine almış, içinde tasarruf bulundurmuş, yani kudret içinde yaşatmıştır.
"Onlar Rabb'lerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetlerini artırdık." (Kehf: 13)
Onlar ihlâs ve sadâkatle iman ettikleri için, Allah-u Teâlâ da onların imanlarına iman kattı, hak din üzerinde sâbit kıldı, bâtıla boyun eğdirmedi. Kalplerinde şüphe ve nifaka yer kalmadı.
Bu efdâliyet, bu kıymet nereden geliyor?
Ashâb-ı kehf'in fazileti: Sırf Allah için küffârla mücadele ettiler. Her taraf küfür içinde idi. Kâfirin küfrünü yüzlerine vurdular. Hepsinin kendilerine göre bir mevkileri vardı. Saray içindeyken, güzelleri yanındayken, onlar Hazret-i Allah'ın varlığını, birliğini ilân ettiler. Kral'ın damadı olan vardı. Her şey elinde idi. Fakat "Ben Allah'ı seçtim!" buyurdu. Ailesi de çoluğu, çocuğu da Allah'ı seçtiler. Nihayet saraydan kaçtılar, mağaraya sığındılar. Niçin? Allah için. Hazret-i Allah da onları seçiverdi. İşte onların bu kadar faziletleri büyük. Dünya saadetini görmediler, ebedî saadete inandılar. Hepsi Hazret-i Allah'a, İsa Aleyhisselâm'a iman etmişlerdi ve onun uğrunda hepsini terk ettiler, kendilerini mağaraya kapattılar. Allah-u Teâlâ orada tuttu, uyuttu. Canlarını, mallarını, evlerini hiçe saydılar. "Allah var, siz Allah değilsiniz, taptığınız putlar hükümsüzdür!" dediler. Allah-u Teâlâ imanlarını açığa vurduklarından ötürü onları müşerref etti.
Bütün halk, onları hayret ve hayranlıkla seyredip şehre çekmek istedikleri zaman, "Allah'ım! Sen bizi bir daha dünyaya döndürme!" dediler. Bunlar sırf Hazret-i Allah için, İsa Aleyhisselâm'a iman ettikleri için, hem dünya saadetini terk ettiler, hem de ölümü tercih ettiler.
Onların bu kadar faziletli oluşlarının birinci sebebi: Anîden çıkıp, amirlerine karşı gelmeleri, halkın içinde krala karşı imanlarını açığa vurmalarıdır. Kralı milletin içinde rezil ettiler. İmanlarını açığa vurdular. Peygamberlerine iman ettiler. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i dahi zikrettiler. Canları pahasına da olsa bu cihaddan zevk aldılar. Hakkı ibraz ettiler, bâtıl olduğunu bildiler.
"Kalplerini kuvvetlendirdik. Ayağa kalkarak dediler ki: Bizim Rabb'imiz göklerin ve yerin Rabb'idir. Biz O'ndan başkasını ilâh olarak çağırmayız. Yoksa andolsun ki gerçek dışı söz söylemiş oluruz." (Kehf: 14)
İkincisi: Ev, hâne halkına ve etraflarına bu ilânı yaymalarını vasiyet ettiler. Onlar da iman yaymakla meşgul idiler. Hiçbir şeyden çekinmediler, bu uğurda canlarını ortaya koydular. Onların sebebiyle iman yayıldı.
Üçüncüsü: Rabbü'l-âlemîn'e sığındılar, o büyük sıkıntıda Allah-u Teâlâ onları zâlimlerin zulmünden, büyük sapıklıktan kurtardı. Bulundukları beldeyi terkettiler, bir mağaraya sığındılar. Yangın alevi gibi etrafı sarmış olan fitneden kaçıp kurtuldular. Bu defa Allah-u Teâlâ, onları orada korumayı murad etti ve korudu.
İsa Aleyhisselâm hayatta iken dinini müjdelemek için zaman zaman çeşitli yerlere dâvetçiler gönderiyordu. Antakya halkını Tevhid'e dâvet etmek için Havârîler'inden iki kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havârî daha gönderdi.
"O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı." (Yâsin: 14)
Elçiler onlara gelip kendilerini Hakk'a dâvet ettiklerinde, hiç düşünmedden reddettiler. Hatta üzerlerine saldırdılar ve hapsettiler.
"Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik." (Yâsin: 14)
Bu üçüncü zât da o halkı aynı surette Tevhid'e dâvet etti. Daha önce gelen iki zâtı teyidde ve tasdikte bulundu.
Bu üç zât Antakya halkına:
"Gerçekten biz size gönderildik demişlerdi." (Yâsin: 14)
Dikkat edilirse onları görünüşte İsa Aleyhisselâm gönderdi, fakat Hazret-i Allah "Biz gönderdik." buyuruyor. "Biz gönderdik." buyurulması, İsa Aleyhisselâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ'nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.
Binaenaleyh, bu gönderilenler Allah-u Teâlâ'nın emrini tebliğ ediyorsa, gönderilmiş olduğu için, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor.
Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Ahirette de bundan ötürü muhasebeye çekileceği şüphesizdir.
Antakya halkı karşı koydular.
"Dediler ki: Siz de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz. Rahman herhangi bir şey indirmedi. Siz sadece yalan söylüyorsunuz!" (Yâsin: 15)
O mübarek elçiler Allah-u Teâlâ'nın bilgisini delil getirdiler.
"Dediler ki: Rabb'imiz biliyor ki gerçekten biz size gönderilmiş elçileriz. Bize düşen ancak apaçık bir tebliğdir." (Yâsin: 16-17)
Şehir halkı güneş gibi parlak delilleri kaba sözlerle çürütmeye yeltendiler.
"Dediler ki: Doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer bu işten vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız ve bizden size acı bir azap dokunur." (Yâsin: 18)
Allah yoluna dâvet edenlere karşı zâlimlerin her zaman ve mekânda takındıkları tavır budur.
"Dediler ki: Uğursuzluğunuz sizin kendinizdendir. Size nasihat ediliyorsa, bu uğursuzluk mudur? Hayır! Siz aşırı giden bir kavimsiniz." (Yâsin: 19)
Antakya halkı dâvetçileri reddettikleri gibi, öldürmek için söz birliği ettiler. Bunun üzerine şehrin öte başından Habib-i Neccar adında inanmış bir kimse alelacele imanını açığa vurdu. Hak ve hakikati ortaya çıkarmak için çaba sarfetti.
"Şehrin en uzak semtinden bir adam koşarak geldi." (Yâsin: 20)
Öyle anlaşılıyor ki açık açık tebliğ yapılmış, elçilerin tebliğleri ve onlara karşı yapılan muamele şehrin her tarafından işitilmişti. Bunun neticesi olarak da bu iman fedâisi büyük mücahid, iman şerefiyle müşerref olmuştu. İman edenlere numune olmak üzere bütün gayretiyle sahaya atıldı. Halkı bu gelen elçilere uymaya teşvik etti, onlara öğütlerde bulundu.
"Dedi ki: Ey kavmim! Gönderilmiş bulunan bu elçilere uyunuz." (Yâsin: 20)
Putlara tapmaktan vazgeçin.
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz. Onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Din ve dünya hayrına ermişlerdir. Onlara uyan hidâyete erer.
Bu Âyet-i kerime bir berzahtır. Günümüzdeki bölücüler dini dünyaya âlet ederek halkı kaz gibi soyuyorlar. Topluluk içinde utandırarak senet imza ettiriyorlar, evini, arabasını, parasını, elinde avucunda ne varsa alıyorlar. Bunu her bölücü yapıyor, çünkü hepsi eğri yoldadır.
Habib-i Neccar daha sonra iman edişinin sebeplerinden bahsetmeye başladı:
"Ben, beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim? Siz de O'na döndürüleceksiniz." (Yâsin: 22)
Yaptıklarınızdan dolayı hesaba tutulacaksınız.
"Ben, O'ndan başka ilâhlar edinir miyim hiç?" (Yâsin: 23)
Elbette edinmem.
"Eğer Rahman olan Allah bana bir zarar vermek dilerse, o putların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar.
O takdirde ben de gerçekten apaçık bir sapıklık içinde olurum." (Yâsin: 23-24)
Yaratan'a ortak koşmak, hiç şüphe yok ki en büyük sapıklıktır.
Habib-i Neccar gerek kavmine gerekse geleceğin insanları da dahil olmak üzere duyuru kabiliyeti olan herkese hitap ederek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki ben sizin de Rabb'iniz olan Allah'a inandım. O halde beni dinleyin." (Yâsin: 25)
Onu taşa tuttular, ayaklarının altına alıp çiğnediler. O ise: "Allah'ım! Kavmimi hidâyete erdir." diye duâ ede ede can verdi.
Bunun üzerine taraf-ı ilâhiden kendisine:
"'Cennete gir!' denildi." (Yâsin: 26)
Allah-u Teâlâ şehâdetinin hemen ardından onu cennetle müjdeledi. Melekler onu karşılamak için dizildiler ve: "Firdevs cenneti seni beklemektedir." diye haber verdiler.
"Keşke kavmim, Rabb'imin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!" (Yâsin: 26-27)
Allah-u Teâlâ elçileri yalanlayan, dostunu öldüren o kavme gazap etti. Cebrâil Aleyhisselâm'ın bir sayhası helâk olmalarına yetti.
"Biz ondan sonra kavminin üzerine, onları helâk etmek için herhangi bir ordu indirmedik ve zaten indirecek de değildik." (Yâsin: 28)
Onları helâk etmek için meleklerden ordular göndermeye gerek duymamış, iş daha basit biçimde tamamlanmıştı.
"Sadece bir tek çığlık oldu, o anda hemen sönüverdiler." (Yâsin: 29)
Ateşin sönmesi gibi söndüler, hissetmeyen ve hareket etmeyen ölüler oldular, bir anda yerle bir edildiler.
İbrahim Aleyhisselâm'ın menâkıb-ı âliyesinde Cenâb-ı Hakk'ın hükmü ve hikmeti mevcuttur. İbtilâ'ya bakın ki, daha dünyaya gelmesi ile başladı. Bir taşın içinde doğdu ve büyüdü.
İbtilâ çekenlere en güzel bir numune! Sen ne çektin? İmtihan verenlerin mükâfatına bir bak! İman ve azmi onu en yüksek mertebeye çıkardı. Allah-u Teâlâ onun oğullarını, torunlarını peygamber yaptı, uzun ömür ve bol nimetler bahşetti.
Dünyanın bir sivrisinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, en sevdiği kullarını taş kovuklarının içinde barındırmazdı.
Müşriklerle çok çetin mücadeleler veren ve bu yüzden aralıksız saldırılara uğrayan, işkenceler gören müslümanlar İbrahim Aleyhisselâm ile ilgili Âyet'lerle tesellî edilmiştir.
Her türlü zorluk ve güçlüklere rağmen müminler Muhammed Aleyhisselâm'ın yolunda ve izinde yürümesini bildikleri takdirde, İbrahim Aleyhisselâm'ın azgın müşriklerin şerlerinden kurtulup Hakk ve hakikati tebliğ etme imkânı bulduğu gibi, Allah-u Teâlâ'nın kendilerini er veya geç muzaffer kılacağına da şüphe yoktur. Bâtıl hiçbir zaman başarıya erişemeyecek, eninde sonunda sönüp gidecektir.
Kardeşleri Yusuf Aleyhisselâm'ı çok geç anlayabildikleri gibi, Mekkeliler de Muhammed Aleyhisselâm'ın kadrini ve yüceliğini yıllar sonra anlayabilmişlerdir. Bu anlayamamazlık el'an devam etmektedir. Anlayanlar hakikati görmekte, yolunu bulmakta, istikamette yürümekte olup; anlayamayanlar, daha doğrusu anlamak istemeyenler yolunu şaşırmakta, inandım dediği halde müşrik olarak yaşamakta ve ebedî felâkete doğru göz göre göre yuvarlanıp gitmektedir.
Hakk ile bâtıl mücadelesi hiçbir zaman son bulmayacak, kıyamet kopuncaya kadar devam edecektir.
"Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır." (Sâff: 8)
Âyet-i kerime'si tecelli edecektir.