Onların yaratılışları ayrıdır. Yaratılışları ayrı olduğu gibi, Allah-u Teâlâ onları desteklemektedir. Lütfu ile desteklediği o mânevî güç günâ gün gelir, o güçle hareket eder. Destekle hareket eder daha doğrusu. Mânevî güç demek destek demektir. O veriyor, O destekliyor.
Yapılanlar Allah-u Teâlâ'nın verdiği güzel güçle yapılıyor. O'nun mayası ile bunlar temin ediliyor. Allah-u Teâlâ mayayı koymuş, o da çalışmış, bu ekmeği hazırlamış.
Avam ehlinin çalışma suretiyle elde ettiği tekâmüliyet bir noktaya kadar varır. İlimle, irfanla, edeple, muhabbetle... bir noktaya kadar varır. Çünkü yaratılışları zâhirîdir.
•
Mahşerden önce haşrı görenler mevzusuna gelince;
Allah-u Teâlâ âdil-i mutlak olduğu için, murad ettiği kimsenin haşrını neşrini burada geçirir, orada vermez. Burada geçirmeyeni orada verir. Âdil-i mutlak olduğu için, ona orada yaptıracağını burada yaptırır.
•
Muînüddîn el-Buhârî -kuddise sırruh- Hazretleri "Meşâriku'n-Nusûs el-Bâhis an Ğavâmizi'l-Fusûs"un başka bir noktasında, Hâtemü'r-rusül'ün Hâtemü'l-evliyâ ile arasındaki durumun, kendisinin nebi ve resullerle olan durumundan farksız olduğunu belirtmiş; Hâtemü'l-evliyâ'nın mutlak varlık mertebelerini asıldan müşâhade eden yegâne vâris olduğunu ifade etmiştir:
"Hâtemü'r-rusül'ün velâyeti bakımından velâyetin Hatm'ine nisbeti, nebilerin ve resullerin Hâtemü'r-risale'nin şeriat ve ahkâmına olan nisbeti gibidir. Bu itibarla o hem resûl, hem nebi, hem de velidir. Hâtemü'l-evliyâ ise mertebelerin, daha doğrusu mutlak varlık mertebelerinin müşâhadesini asıldan elde eden vâris velidir." "Meşâriku'n-Nusûs el-Bâhis an Ğavâmizi'l-Fusûs"; Es'ad Efendi, nr.: 1539, vr. 36a)
Allah-u Teâlâ bu lütufları ona nakletmiş. Bu O'nun ezelden ihsan ettiği bir lütuftur. Bu lütufları O koymuş, O yürütmüş, o hâle O koymuş. Zaten öyle olmazsa olmaz. Bu bir insanın yapacağı iş değildir. Bu cezbe mevzusudur, ötekisi amel mevzusudur.
Daha iyi anlamanız için size bunun temsilini arzedeyim:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:
"Rahman olan Allah'ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin ameline denktir." (Keşfü'l-Hafâ)
O cezbe ile çekiyor, çektikten sonra dilediğini makamında lütfu ile dolduruyor.
Kişinin kendi çalışması ile bin senede ulaşamadığı mesafeye, Allah-u Teâlâ dilerse bir anda ulaştırır. Bir kulun başka türlü oraya çıkabileceği akla bile gelmesin. Mümkün değildir.
•
Hazret "Meşâriku'n-Nusûs el-Bâhis an Ğavâmizi'l-Fusûs"unda, "Hâtemü'l-velâye"den ibaret olan "Velâyet-i hâssa-i Muhammediyye" mertebesinin, bütün velâyetler için bir kaynak ve bir asıl kılındığına dikkati çekerek şöyle buyurmuştur:
"Bil ki, velâyet-i Muhammediye bütün velâyetlerin maddesi ve aslıdır. Hâtemü'l-evliyâ'nın Allah'tan Muhammed Aleyhisselâm vasıtasıyla alma hususundaki nisbeti de, nebilerin ve resullerin nübüvvetlerini ve risâletlerini Allah'tan Muhammed Aleyhisselâm vasıtasıyla almadaki nisbeti gibidir. O ilimlere, mârifetlere, hâllere, ahlâka ve makamlara dair rızıkların, ancak kendi eliyle tamamlandığı kimsedir. Risâletle ve nübüvvetle ilgili olarak bütün nebi ve resulleri Muhammedî mişkâttan Allah'a vâsıl kılmak ona bağlı kılınırken; bütün velileri, hakikati ilk sûretin bir sûreti olan Hâtemü'l-evliyâ mişkâtından Allah'a vâsıl kılmak da, Muhammedî has velâyet nedeniyle ona bağlı kılınmıştır.
Peygamber Aleyhisselâm nübüvvet, risalet ve velayeti kendisinde toplamıştır; dolayısıyla o hem bir nebi, hem bir resul, hem de bir velidir. Hâtemü'l-evliyâ' ise ilâhî mertebeleri müşâhadeyi asıldan elde etmeye vâris kılınan velidir. Nitekim 'müşâhade etmeleri' sözü, Hâtem'lik sıfatını her ikisi için de mümkün kılarken, aynı zamanda 'Allah' aslının murad edildiği 'asıl' sıfatını da elde etmelerini mümkün kılmıştır." ("Meşâriku'n-Nusûs el-Bâhis an Ğavâmizi'l-Fusûs"; Es'ad Efendi, nr.: 1539, vr. 36a-36b)
Bu da ne ile olur biliyor musunuz? Cenâb-ı Hakk kişinin bütün varlığını zerresine varıncaya kadar ifnâ etmedikçe bu husule gelmez. O husule geldiği zaman da O olur. Bunun derecesi de Gavs-ı Âzam'dır.
Bu çok derin bir mevzu, en ince bir noktadır.
Velâyetin mânâsı; ona hep O duyuruyor, ona O bildiriyor, ona O gösteriyor, onu O yürütüyor. Daha doğrusu o Allah-u Teâlâ ile hemhâl oluyor.
Bu zâtın beyanlarından anlaşılıyor ki;
Allah-u Teâlâ ezelden öyle murad etmiş, o çeşmeyi kaynak olarak kabul etmiş. O asıl, ezelî bir kaynak oluyor. Hâtem-i nebi de kaynak, Hâtem-i veli de kaynak. Ayrıca bir kandil halkettiği için, hem o kandil vazifesini görüyor, hem oradaki aktarma o kandile geldiği için vazifeyi o görüyor. Risâleti de, nübüvveti de, velâyeti de o görüyor. Niçin? Oradan intikal ettiği için. Bir taraftan Allah-u Teâlâ'dan alınıyor, diğer taraftan da Hâtem-i nebi'nin intikali bahis mevzuu oluyor.
Eğer o kaynak olmasaydı, o kaynaktan bu kaynağa gelmezdi. Başka kaynağa gelmesi de mümkün değildir. O kaynağı hususi yaratmış, onu bütün âlemlere rahmet olarak yaratılmış. O küllîdir, fakat cüz'iye de bir mertebe ve bir fazilet vermiş. O da oraya gelince, o vazife buraya gelmiş oluyor.
Peygamberleri Hâtem-i nebi'ye bağlamış, velileri Hâtem-i veli'ye bağlamış, onlar mânen Hâtem-i veli'ye tâbidirler. Niçin? O Hakk'tan aldığı için, Hakk ile yürüdüğü için, Hakk onu yürüttüğü için, hassa oradan geldiği için. Bu nokta çok mühimdir. Fakat onun has velâyeti de ona geçtiği zaman nebiler de oradan istifade eder.
Hâtemü'l-evliyâ'nın ilâhî mertebeleri müşâhadeyi asıldan elde etmeye vâris kılınan veli olmasının mânâsı; o doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın ihsanına mazhar olan bir velidir. Başka velilere bunu vermemiş. Ona zaten hepsi verilmişti.