Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir Kitap'ta yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır. Bu, elinizden çıkana üzülmemeniz ve Allah'ın size verdikleri ile sevinip şımarmamanız içindir. Çünkü Allah kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez." (Hadid: 22-23)
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsi'de buyurur ki:
"Eğer kullarım bana hakkıyla itaat etselerdi onları geceleyin yağmurlarla sular, gündüzleri üzerine güneş doğdurur ve onlara gök gürültüsünü işittirmezdim." (Ahmed bin Hanbel)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetimde zelzeleler olur. Öyle ki bu zelzelelerde on bin, yirmi bin, otuz bin kişi ölür. Allah bu ölümü muttakilere öğüt, müminlere rahmet, kâfirlere ise azap kılar." (Râmuz el-Ehâdis: 3222)
6 Şubat'ta çok büyük bir deprem yaşadık. Binlerce insanımız hayatını kaybetti, birçok insanımız da yaralandı.
Milletimizin başı sağolsun, cümlemize geçmiş olsun.
Rabb'imiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nden hayatını kaybedenlere rahmet, geride kalan yakınlarına sabr-ı cemil, hasta ve yaralılara da acil şifalar niyaz ederiz.
Çok büyük bir âfât idi. Merkez üssü Kahramanmaraş olan ve 9 saat arayla peş peşe yaşanan iki büyük deprem Kahramanmaraş, Hatay, Adıyaman, Malatya, Gaziantep, Osmaniye, Urfa, Adana, Kilis, Diyarbakır, toplam 10 ilde ve Suriye'nin Türkiye'ye yakın şehirlerinde yıkıma sebep oldu. Özellikle Kahramanmaraş, Antakya, Adıyaman, Malatya gibi şehir merkezleri başta olmak üzere birçok ilçede, yüzlerce köy ve kasabada binlerce bina yıkıldı. Bazı ilçelerin tamamen yıkılıp yeniden yapılacağı açıklandı. Adeta kıyamet sahnesine benzer bir âfât yaşandı; küçük kıyamet.
Allah-u Teâlâ'nın azamet ve kudreti karşısında ne kadar aciz olduğumuzu, O'nun rahmetine, merhametine, affına ne kadar muhtaç olduğumuzu bir kez daha görmüş olduk. O'ndan çok korkmamız, O'na çok sığınmamız lâzım.
"Allah'ım! Bize merhamet et, bize acı, bizi affet, muhafaza et!"
Bir müslüman bilir ve inanır ki; bir yaprak dahi Allah-u Teâlâ'nın bilgisi ve iradesi olmadan düşmez.
"O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez." (En'am: 59)
Allah'tan geldik ve yine O'na döneceğiz.
"Onlara bir musibet geldiğinde: "Biz Allah içiniz ve elbette O'na döneceğiz." derler." (Bakara: 156)
Bir müslümana yakışan, imanının ve teslimiyetinin gereği söylemesi gereken ifade budur.
"Bizim" dediğimiz her şey O'nun bir emanetidir. Mal da mülk de, can da böyledir. Hepsi O'nundur.
"Öldüren de O'dur, dirilten de O'dur." (Necm: 44)
O "Mâlik'ül mülk"tür. Kulların elindeki de O'nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O'nun mülküdür. Mülkünün hem yegâne sahibi, hem de hükümdarıdır. Mülkünde ancak O'nun iradesi, hüküm ve tasarrufu câridir. İstediği olur, istemediği olmaz.
Âyet-i kerime'sinde:
"Allah dilediğini yapar." buyuruyor. (Âl-i imran: 40)
O dilediğini yapar. Dilediğini yapmakta hiç kimse O'na mâni olamaz.
O'nun hükmüne teslim olanlar ve gönderdiği imtihana sabredenler ise müjdelenmişlerdir:
"Andolsun ki biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!" (Bakara: 155)
Yaratan, yöneten O'dur. Yaşatan, öldüren O'dur. Mülk O'nun, hüküm O'nundur. Hep O, hep O, gerisi perdeden ibarettir.
Şimdi bize düşen bu büyük âfâttan maddi ve manevî ibretler ve dersler çıkarmak ve buna göre maddî-manevî tedbir almak, hazırlık yapmaktır.
"Ey iman edenler! Bütün tedbirlerinizi alın." (Nisâ: 71)
Maddî hazırlık; yaşanan ve yaşanacak büyük hadiselere ve çok büyük sıkıntılara eldeki imkânlar nispetinde hazırlık yapmaktır.
Deprem gelmeden önce sağlam bina yapmak; harp gelmeden ona göre tedbir almak, silah hazırlamak; yokluk ve kıtlık gelmeden erzak tedarik etmek; ekonomik çöküntü yaşanmadan, kâğıt paralar pul olmadan önce borçlardan kurtulmak, altın gibi geçer akçeler temin etmek vs. buna mümasil gerek bireysel, gerek devlet bazında alınabilecek her türlü tedbiri almaya çalışmak lâzımdır.
Önce tedbir sonra tevekkül.
"Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter." (Ahzâb: 3)
Hadis-i şerif'te ise şöyle buyurulmaktadır:
"Deveni bağla, Cenâb-ı Hakk'a tevekkül et." (Tirmizî)
Manevî hazırlık ise O'na yönelmek ve kendimizi O'na ısmarlamakla olur:
"Bir insan Hazret-i Allah'a güvenmekle, O'na itimat etmekle helâk olmaktan kurtulur. Eğer bilsek ağlamaktan, istiğfar etmekten, sığınmaktan başka hiçbir çaremiz yoktur. Hazret-i Allah kulundan bir şey bekliyor; ihlâslı bir iman ve imanın icabı olan amel-i sâlih.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Dünyanın geniş vakitlerinde; (yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda) Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, müzayakalı (sıkıntılı) bir zamanda seni lütfu ile yâd buyursun." (Ahmed bin Hanbel)
Yani serbest zamanlarda Allah-u Teâlâ'ya yönelip O'na kul, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmet olsaydı; ölse imanla Hakk'a varacaktı, kalsa Hakk ile kalacaktı.
Allah-u Teâlâ'ya yakın olanlara gelince; kalsa O'nun hıfz-u himayesinde olur, ölse şehid olarak göçer." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
İmanı ve ihlâsı olanlara Cenâb-ı Hakk dilerse şehadet lütfediyor. İmanı ve ihlası olmayanların, Cenâb-ı Hakk'a hasım kesilenlerin durumu ne olacak? Allah'ım muhafaza buyursun. Esas âfât bunlar içindir.
Bu âfâtı bize O gönderdi. Daha ne göndereceğini O bilir.
Zira dünyanın son zamanında, âhir zamanda, kıyamet alâmetlerinin bir bir zuhur ettiği son devirdeyiz. Hadis-i şerif'lerde bu ve buna mümasil her türlü âfâtın, savaşların haberleri verilmektedir.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bugünleri haber vermişti. Bu devri tabir ederken "Harp ve harabiyat devri" buyurmuştu. Değişik vesilelerle sürekli İsrâ Sûresi 58. Âyet-i kerime'sini hatırlatmışlar ve "Bu Âyet-i kerime'yi her gün okurum" buyurmuşlardı.
Bu Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, kitapta (Levh-i mahfuz'da) yazılıdır." (İsrâ: 58)
"Kıyamet ve Alâmetleri" isimli eserindeki bazı beyanları şöyledir:
"Hiç şüphe yok ki önümüzde çok büyük hadiseler, çok büyük sıkıntılar olsa gerek. Bu otuz sene zarfında Allah-u âlem öyle hadiseler olacak ki; öyle şiddetli, tasavvura sığmayacak kadar öyle büyük harpler, öyle felâketler, öyle zelzeleler olacak ki tasavvurun haricinde olacak!
Bunun özünü İsrâ sûre-i şerif'inin 58. Âyet-i kerime'sinde görürsünüz. Allah-u Teâlâ kıyametten önce dünyayı yıkacağını beyan buyuruyor.
Dünya milletleri harbe hazır durumda. Ha patladı ha patlayacak, ha patladı ha patlayacak! Emr-i ilâhîyi bekliyor.
Savaşların çıkması ilâhî hükme bakar. Cenâb-ı Hakk'ın izni olmadıkça bir yaprak dahi düşmez. Hep O'nun takdiri ile oluyor. Amma Allah-u âlem bu otuz sene içinde çok mühim şeyler olacak. Dünya düzelecek, dümdüz olacak.
Kişi istese de istemese de mukadderat ne ise o olacak. Dünya bidayete dönüyor, dünya o nispette bitecek ve insanlar gidecek.
Bunları size hatırlatıyorum, şimdiden Hazret-i Allah'a ve Resul'üne yönelmeye ve sığınmaya bakın. Bu felâketler geldiği zaman şaşırmayın. Artık kendinize gelin, dünyanın sonundayız, ona göre kendinizi ayarlayın!
Onun içindir ki bugün dünyaya dalmak günü değil. Helâlden rızık kazanmak, tedbirli olmak ve Hazret-i Allah'a yönelip gönül vermek günüdür. Böyle bir zamanda ne lâzımsa onu temine çalışması, bir müminin çok uyanık olması gerek.
Gün bugündür, yarın ne olacağını Yaratan bilir. Akıllı insan her an Hazret-i Allah'a yönelik olmalı, sonraya kalanlar dona kalır. O zaman herkes görecek, inanacak amma iş işten geçmiş olacak." (Kıyamet ve Alâmetleri, s.12, Birinci baskı: Ekim 2003)
Dikkat ederseniz hem dünyada hem memleketimizde âfâtların biri bitiyor, biri başlıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kıyamet alâmetleri bir tek ipe dizilmiş boncuklar gibidir. İp kopmuştur. Bunlar birbirini takip edeceklerdir." (Câmiu's-sağîr: 3030)
Bu alâmetler bu zamanda iyice ayyuka çıkmıştır. Küçük alâmetlerden zuhur etmeyen kalmadı, sıra büyük alâmetlere geldi.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bir beyanları da şöyledir:
"Dikkat ederseniz bütün dünya sallanıyor, huzursuz! Amma sel, amma rüzgâr, amma âfât, amma zelzele, Allah'ım beterinden korusun.
Bu felâketler müslümanlara dünya cezasını çektirir. Ahirette isterse kurtarır amma kâfirin hiç kurtuluşu yok.
Bundan sonra ne olacak, yaratan bilir! Hele büyük şehirlerde yıkım başladığı zaman... Kullar O'nun, mülk O'nun, hepsi O'nun...
"Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah'ındır." (Fetih: 14)"
O hâlde O'na yönelmemiz, O'na sığınmamız lâzım. İmanla gitmek için.
Oysa öyle bir devir ki nefisler almış başını gitmiş, her türlü günah işleniyor. Allah-u Teâlâ'ya isyan moda haline gelmiş. İmansızlığı yaymak için insanlar birbiriyle yarışır vaziyette. Sesleri çok çıkıyor. Niye? Çünkü müslümanlar helale-harama, yetimin hakkına riayette gerekli hassasiyeti göstermiyor. Fâiz her yere girmiş, dinde bölücülük yapanlar, hükm-ü ilâhi'yi nefsinin arzusuna uydurmak isteyenler ortalığı istila etmiş.
Böyle isyanların arttığı, buna göre âfâtların da çoğaldığı bir devir. Dünya kurulalı beri gelmemiş bir devir. Öyle fırtınalı bir deniz ki iman sahibinin imanını koruması bile çok müşkül hâle gelmiş.
Allah-u Teâlâ'dan çok korkmamız, bütün gücümüzle O'na yönelmemiz, O'na teslim olmamız lâzım.
Yâ Rabb'i! Bize sen rahmet ve merhamet et!
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır." (Talâk: 2)
Hazret-i Allah öyle bir Allah'tır ki sahib-i hakiki O'dur. Mülkün sahibi O'dur. Padişahlar Padişah'ı O'dur. Hakanlar Hakan'ı O'dur.
Kuvvet ve kudret O'nundur. Ululuk ve azamet O'nundur. Kahr ve galebe O'nundur. Yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. O'nun her şeye gücü yeter.
Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı kerim'inde şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (Haşr: 18)
Bu Âyet-i kerime umuma hitaptır. İki kere aynı Âyet-i kerime içinde "Allah'tan korkmamız" emredilmektedir.
Hakikaten Allah-u Teâlâ'dan çok korkmak lâzım.
Nitekim Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallahi ben hepinizden çok Allah'ı bilirim ve hepinizden çok O'ndan korkarım." (Buhârî)
Allah-u Teâlâ'yı en iyi bilen Resulullah Aleyhisselâm'dır ve onun vekili hakiki âlimlerdir. Onlar O'nun kudret ve azametini tefekkür ettikleri zaman, kalplerinde ilâhi haşyet tecelli eder.
"Kulları içinde Allah'tan en çok korkanlar âlimlerdir." (Fâtır: 28)
Allah-u Teâlâ'yı bilmek niçin korkmaya sebep oluyor?
Çünkü korkunun dayanağı, korkulan şeyi tanımak ve durumunu bilmektir. Bir kulun da Allah-u Teâlâ'ya dair bilgi ve mârifeti ne kadar mükemmel ise, korkusu da o nispette mükemmel olur. En çok bilen, en çok korkar.
"Çünkü Allah Aziz'dir, çok bağışlayıcıdır." (Fâtır: 28)
O sadece bağışlayan, merhamet eden değil, Aziz'dir; hiçbir sebebe boyun eğmeyen, hiçbir kanun altına alınma ihtimali bulunmayan, dilediği anda kahredip yerle bir eden, çok kuvvetli, çok azametli, gâlip ve kahredici bir bağışlayıcıdır. Mağfireti çok olduğu gibi; cezası, intikamı da çok şiddetlidir.
Âyet-i kerime'sinde:
"Şüphesiz ki ben Allah'ım. Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle ise bana kulluk et." buyuruyor. (Tâ-Hâ: 14)
Hazret-i Allah öyle bir Allah'tır ki O'nun her şeye gücü yeter. Kudret ve kuvvetine karşı gelinmez.
Dünya hayatı bugündür ve insanlar yarın Hakk'ın huzurunda hesaba çekileceklerdir. Kalanla giden arasında bir gün fark vardır. İşte geldik, işte gidiyoruz. Bugün üstteyiz, yarın alttayız. Bugün yataktayız, yarın topraktayız. Bu akşam burada, yarın akşam oradayız. Vaktimiz gelince hep gideceğiz de sıra bekliyoruz. Çünkü her gelecek yakındır.
Orada "Eyvah!" demememiz için dünyaya niçin geldiğimizi, nereye gideceğimizi, niçin yaratıldığımızı ve ne yapmamızın gerektiğini şimdiden düşünmeliyiz. Kazanabilirsek ebedî bir hayat kazanılmış olacak.
Kabir için hazırlanmak lâzımdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Üç şey ölünün ardından kabre kadar gider. Ehl-ü ıyâli, malı ve ameli. İkisi geri döner, birisi kalır. Dönenler ehl-ü ıyâli ve malı, kalan da amelidir." (Buhârî)
Dünyaya niçin geldiğimizi bilerek tedarikimizi ona göre yapmalıyız. Ölmemek elimizde değil, fakat hazırlanmak elimizde. Bizi gönderen Sahib'imiz gönderirken bize sormadığı gibi, alacağı zaman da soracak değil.
Farz-ı muhal ki denize bir ağ atılmış, balıkların hepsi tutulmuş, fakat onlar tutulduğunu bilmiyorlar, sağa sola saldırıyorlar. Sahibi ağı yavaş yavaş çekiyor, hiçbirinin umurunda bile değil. Halbuki biraz sonra karaya çıkacaklar, çok çırpınacaklar, bu çırpınmanın hiç de faydası olmayacak. Hepsi ölüme mahkûm. İşte insanların durumları da böyledir.
"Allah'tan korkun. Çünkü Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (Haşr: 18)
Yani Allah'tan korkun da kötülük yapmayın, fenâlıklardan sakınmamazlık etmeyin. O, yapacağınız şeylere göre sizi hesaba çekecek, ona göre ceza veya mükâfat verecektir.
O'nun yasakları kılıçtan keskindir. "Ben samimiyim amma O'nun kat'i emirleri var. Ben buraya girersem kılıç beni keser. Şu hâlde gitmeyeyim!" demek lâzım.
Orada bir tehlike var bana "Gitme!" diyor.
Ben gidersem, "Gitme!" dediği için, kendi kendimi kesmiş olacağım, yahut kendimi uçurumdan aşağı atmış olacağım. Madem ki benim O'na itimadım var "Dur!" dediği yerde de durmam lâzım. Niçin? O emrettiği için...
Allah'tan korkacak, hududunu çok güzel muhafaza edecek, cidden korkacak. O sana, senin menfaatin için "Yapma!" diyor, O'ndan korkup hududu muhafaza etmen lâzım. Seni sevdiği için sana "Yapma!" diyor.
O'na gönül bağlamak lâzım, çok korkmak lâzım, Hazret-i Allah'a çok sarılmak, çok sığınmak lâzım.
"Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin." (Âl-i imrân: 102)
O'na kavuşmak için O'na yönelmeli, O'na dönmeli, O'na ibadet etmeliyiz.
Yalvarmak yakarmak ancak iman ve vicdan sahiplerine aittir. Kalpleri kaskatı olmuş kimseler Allah-u Teâlâ'nın azametini, büyüklüğünü düşünüp ibret alacaklarına apaçık küfre kayıyor ve hasım kesiliyorlar.
"Biz onları korkutuyoruz. Fakat bu korkutmamız onlarda büyük bir azgınlıktan başka bir şeyi artırmıyor." (İsrâ: 60)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah-u Teâlâ bir emrin infaz olunmasını hükmettiği zaman, melekler düz bir taş üzerine zincir çeker gibi, kanatlarını çırparak, korktuklarını belirtirler. Gönüllerinden bu korku gidince Cebrâil ve Mikâil gibi mukarreb meleklere; 'Ne var? Rabb'iniz ne buyurdu?' diye sorarlar. Onlar ise; 'Hak ve hakikati buyurdu. Allah yücedir, Allah büyüktür!' derler." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1709)
Bir melek ki, bir fermân-ı ilâhi çıkmadan evvel bu kadar korkuyor. Çıkacak bir fermân-ı ilâhi karşısında bir beşerin ne kadar korkması gerekir?
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre:
"Resul'üm! De ki: O, üstünüzden ve altınızdan size bir azap göndermeye kâdirdir." (En'am: 65)
Âyet-i kerime'si nâzil olunca Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz üç defa:
"Yâ Rabb! Bu gibi azaptan büyük olan Zât'ına sığınırım." buyurdu.
Âyet-i kerime'nin devamındaki;
"Veya sizi fırka fırka, parti parti birbirinize düşürüp taraflara ayırmaya, kiminize kiminizin hıncını tattırmaya kâdirdir." (En'am: 65)
Cümlesi gelince Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Bu bir dereceye kadar hafiftir." buyurdu. (Buhâri Tecrîd-i sarîh: 1701)
Hüküm Hazret-i Allah'ındır, nasıl murad ederse öyle yapar.
"Hüküm veren Allah'tır, O'nun hükmünü bozacak kimse yoktur." (Ra'd: 41)
O'nun verdiği hükmü değiştirecek, engelleyip ortadan kaldıracak hiçbir kuvvet, hiçbir devlet, hiçbir makam ve merci yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Eğer Allah sana bir zarar bir sıkıntı verirse, onu senden kaldıracak O'dur. Eğer sana bir hayır ve iyilik dilerse, lütfuna kimse mâni olamaz. O bunu kullarından dilediğine eriştirir. O çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (Yunus: 107)
O'nun her hükmü zamanında meydana gelir. Onun içindir ki herhangi bir telâşa ve teşvişe hiç gerek yok.
O'na teslim ol, O'nun rızâ kalesinin içine gir ve orada kal.
İnsan için kader yayından atılan oku müdâfaa bâbında, rızâ gibi bir zırh ve kale bulunamaz. O'nun kalesine sığınmakla insan müsterih bir kalbe sahip olur. Zira gitmek istese de almazlar, kalmak istese de bırakmazlar.
Deniz sakin olduğu zaman durumumuz çok güzel, dalgalandığı zaman şaşırıyoruz.
İnsanın ibtilâdan kaçması, onu istememesi boşunadır. Takdir ettiği muhakkak başa gelecektir. Kula düşen, Hakk'a sığınmak ve bitmesini beklemektir.
Damlaya damlaya biter, sonra gider. Sabredilirse sonu hayırla neticelenir.
Şu kadar var ki tedbir almak da şarttır. Cenâb-ı Hakk'ın takdirine rızâ göstermek, sebeplere müracaat etmeye mâni değildir.
Şunu kesin olarak bilmek gerekir ki, fırtınayı koparttıran Allah-u Teâlâ; boyun büktüren, o teslimiyeti yaptırarak ihsan ve ikramda bulunan yine Allah-u Teâlâ'dır. Mahlûka boyun bükmek, teslimiyet ve sabır düşer. O takdirin bitmesini gözlemek düşer. Suya bakın ki, kafasını taşlara vura vura gidiyor. Hiç eğlenmiyor, yoluna devam ediyor. Çünkü o bir defa başını eğdi. Çerçöp olan şeyler ise tıkanıp kalıyor. Biz de çerçöp gibi değil de, su gibi olup yolumuza devam edelim.
Şu hususu da hiçbir zaman unutmayalım ki, bütün iyilikler Allah-u Teâlâ'nın ihsanı ve yardımıdır. Bunu bilmezsek, bizi belâlarla baş başa bırakır, imtihanı da kazanamayız. Kul Hazret-i Allah'ta samimi olursa, samimiyetine binâen Hazret-i Allah ona lütfunu yerleştirir. İmtihana tabi tutunca da, kazancına kolay kavuşur. O'nu sevmeseydi onu ona vermezdi. Allah-u Teâlâ'ya ne kadar muhtaç olduğumuzu anlayalım. Nasıl sığınmamızın, nasıl münâcât yapmamızın gerektiğini çok iyi bilelim. Yine çok iyi bilelim ki, Allah'ımız bizi bizden çok seviyor.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsî'de:
"Eğer kullarım bana hakkıyla itaat etselerdi, onları geceleyin yağmurlarla sular, gündüzleri üzerlerine güneş doğdurur ve onlara gök gürültüsünü işittirmezdim." buyurmuştur. (Ahmed bin Hanbel)
Bu rahmet-i ilâhiye hep Allah'ımızın merhametinden husule geliyor. Hazret-i Allah kullarına çok rahmetli ve merhametlidir. Onun lütuf rahmetine bizim isyanımız mâni oluyor. İşlediğimiz bunca isyan ve günahlara karşı, rahmet yerine taş yağsa hakikaten müstahakız. Bize kalsa hemen yok etmek isteriz. O ise bu isyanlarımıza karşı yine de merhametiyle muâmele eder. Bu ise ancak ve ancak O'na ait bir ihsandır.
"Eğer Allah zulümleri yüzünden insanları cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar geciktirir. Süreleri dolunca da, ne bir an geri kalabilirler ne de ileri geçerler." (Nahl: 61)
Biz hep isyandayız. O hep ihsandadır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İnsanlar yalnız inandık demeleri ile bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?" (Ankebût: 2)
Çünkü ihlâs ve sadakat imtihanda belli olur. Hep imtihandayız, Allah-u Teâlâ'nın bizi ne ile imtihan edeceğini biz bilemeyiz. İmtihandan sonra gösterilecek teslimiyete göre kişi derecesini alır. Kimin ne derece teslimiyet gösterdiğini ancak Hakk bilir.
Geceler gebedir, neler doğuracağını bilmiyoruz. Bütün bu kâinat bir kâğıt mesabesindedir. İnsan da kâğıttan farksızdır. Hazret-i Allah kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz'da ne ki yazmışsa o tecelli edecek. Bir kâğıt, üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir? Hayır. Kâinat da kâğıttır, insan da kâğıttır, üzerlerindeki yazıyı silemezler.
"Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan evvel, bir Kitap'ta yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır.
Bu, elinizden çıkana üzülmemeniz ve Allah'ın size verdikleri ile sevinip şımarmamanız içindir." (Hadid: 22-23)
Oysa ölüm ve hayat, bunların hepsi imtihan için yaratılmıştır:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Allah-u Teâlâ insanları bir damla kerih sudan yarattı, imtihan için sahneye koydu. Konuşulan her kelime zaptediliyor, her yapılanın fotoğrafı çekiliyor.
Yeryüzünde Allah-u Teâlâ'nın nimet ve rızıklarından faydalanan insanlar, gün gelecek huzura çıkacaklar, kendilerine verilen nimetler karşısında her zerreden hesaba çekilecekler, mükâfat ise mükâfat, ceza ise ceza alacaklardır.
Hiç şüphe yok ki bunlar Allah-u Teâlâ'nın dilemesi ve takdiri ile oluyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah dilediğini yapar." (İbrahim: 27)
Mülkün mutlak sahibi olan Allah-u Teâlâ, kudret ve azamet sahibidir ve bütün mahlûkat, her şey O'nun hâkimiyeti altındadır:
"Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir." (Mülk: 1)
Oysa insanoğlu bütün bu yaşananlara "Doğal afet", "İklim değişikliği", "Küresel ısınma", "Terör", "Üst akıl" vs. kendince bir sebep aramaya çalışıyor, ancak ilâhî takdiri görmüyor, görmek istemiyor.
Elbette müslüman sebepleri araştıracak, ilmini, bilgisini geliştirmeye çalışacak ve ona göre tedbirini alacak, gayretini gösterecek. Ancak bütün bunları yaparken her şeyin Allah-u Teâlâ'nın takdiri ve dilemesi ile olduğunu asla unutmayacak. O'na sığınacak, O'na yönelecek.
Zira murad-ı ilâhî neyse o husule gelecek.
Dünyayı doldurduğu gibi boşaltacak, nihayet kıyamet kopacak.
"Göklerin ve yerin yaratıcısı O'dur. Bir şeyin olmasını hükme bağladığında ona sadece: "Ol!" der, o da hemen oluverir." (Bakara: 117)
"Size bir temsil getireyim: Bir komşunuz var, kendi evi var, bu evini yıkıyor. 'Niye yıkıyorsun?' demeye hakkın var mı? Bu mülk de O'nun, yıkmaya başlayacak haberiniz olsun. Amma 'Niye yıkıyorsun?' deme. Mülk O'nun. Amma Ahmet'in mülkünü Mehmet'le yıkacak, Mehmet'in mülkünü Ahmet'le yıkacak. Bu yıkım gidecek. Önümüzde öyle dalgalar var ki, havsalanın alamayacağı kadar büyük.
Bir insan Sahib'i ile olursa, Sahib'i ne yaparsa onu seyreder. Çünkü köledir, Sâhib'inin işine karışmaya sahib-i salâhiyet değildir. Mülk de Sahib'inin. İster yapar, ister yıkar. Ev sahibi evini yıkıyor bana ne! Ev benim değil! Bunu dedin mi kurtulursun. Ben O'nun kölesiyim, O benim efendim. İster yapar ister yıkar.
Şu hâlde insan önümüzde çıkacak büyük hadiseleri seyredecek. 'Niye oldu neden oldu?' demeyecek.
Allah-u Teâlâ insana akıl vermiştir, irade vermiştir, mesuliyeti yüklemiştir. İnsan kendisine düşen kendi tedbirini alacak, fakat Hâlik'ın işine hiç karışmayacak. Çünkü yıkacağını beyan buyuruyor. Artık yıkıma doğru gidiyor dünya. Fakir yedi-sekiz sene evvel sohbetlerde bu günleri arzettik. Mülkünü doldurduğu gibi boşaltacak.
Binaenaleyh şimdi size düşen; size âit olan tedbirleri alacaksınız, takdire karışmayacaksınız, yıkımın içine girmeyeceksiniz, Hazret-i Allah'ın lütuf kalesi içine sığınacaksınız ve hükmü O'ndan bekleyeceksiniz. Telâşa ve teşvişe düşmeyin.
Yani dünyanın sonundayız. İnsana lâzım gelen Hazret-i Allah ile olmak, devirlerin içine girmemek. Yani oraya yaklaştık. Şimdi bize lâzım gelen, iman ile göçmek için ve evlâd-ü ıyâli göçtürmek için tedbir almak.
Hadiseleri dışarıdan seyret, hadiselerin içine girme. Girersen hadiseler seni boğar. Bunu size haber veriyorum.
Ona göre tedbir almanız için bu sözleri söylemeyi lüzumlu gördüm. Gerisi size kalmış." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
"Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız." (İsrâ: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür ve fâsıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş göstermektedir.
Bu Âyet-i kerime umumu kapsamaktadır.
İnsanların azgınlıkları sebebiyle bardağı taşırttırıyorlar, bu ise gadab-ı ilâhiye vesile oluyor. Kurunun yanında yaş da gidiyor ve milletimiz büyük zarar görüyor.
Kiminin başına taş yağdırıyor, kimisini yerlere batırıyor.
"Bu, kitapta (Levh-i mahfuz'da) yazılıdır." (İsrâ: 58)
Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar açıklanmamış, hiçbir şey bırakmamak kaydıyla Levh-i mahfuz'da yazılmıştır. Bu hüküm kesin olarak yerine getirilecektir.
Allah-u Teâlâ kıyamet gününden önce istisnasız bütün beldeleri harap edeceğini beyan buyuruyor, "Biz buna karar verdik!" buyuruyor. Ya harple, ya zelzele ile, ya âfâtla. Onu ona, onu ona, onu ona musallat ede ede, ede ede yıkacak. Yani dünyayı doldurduğu gibi boşaltacak. Onun için artık bugünlere yaklaştık. Hüküm O'nundur, O'nun emri ve izni olduğu zaman dünya mahvolur. Ne zaman? O bilir. O'nun emri ve izni olmadan bir tek yaprak bile düşmez, bir insan düşer mi?
Bu kadar ihsan-ı ilâhî karşısında ilâhî hükümlere karşı gelmek, şeytana uyup onun peşine gitmek, bunca isyan yakışır mı?
Askerde arkadaşın bir onbaşı rütbesi ile emrettiği zaman, onun emrine riayet ve itaat etmek mecburiyetinde kalıyorsun da; seni yoktan var eden, âzâ nimetleriyle donatan, mülkünde bulunduran Allah-u Teâlâ'ya isyan ettiğinde, cezâsız kalacağını, azapsız bırakacağını mı zannediyorsun?
Allah-u Teâlâ dünyayı doldurduğu gibi boşaltacak, az insan kalacak. Azdan başladı aza inecek. İsyan tuğyan çok, imar çok, fakat hep harap olacak. Mülkünü murad ettiği gibi yapacak. Takdir ne ise o olacak.
Binaenaleyh dünya şimdi yıkıma doğru gidiyor. "Hazır olun!" denilmek isteniyor. Şu kadar var ki dalâlet ehli fâsıklar hâlâ eğlencede, hâlâ zevk-ü sefada, önündeki karanlığı görmüyor. Fâiz, içki, kumar, zina hepsi mevcut, nereden gelecek diye bakıyorum, müstahak olduk. Sonra "Allah'ım bizi bağışla!" diyorum. Utana utana. Yüzümüz yok çünkü, durum çok perişan... Fakat Hakk'a yakın olanlar, yıkım olsa da yapım olsa da, ibadet ve taatında. Bize Allah gerek, O'na yönelmemiz gerek, O ister yapar ister yıkar.
Bununla beraber Allah-u Teâlâ'nın açık bir ferman-ı ilâhî'si var. Küffar ne kadar İslâm'ı söndürmeye çalışırsa çalışsın, "Hakk'a ileten ve hak ile hüküm veren" o bir fırkayı kıyamete kadar payidar edeceğine ve nihayet muzafferiyeti de İslâm'a bahşedeceğine vaad-i sübhânisi var.
Zaman zaman toplumlar arasında birtakım âfâkî felâketler zuhura gelir. Bütün bunlar fertlerin birer cezası mesabesindedir.
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de çoğunu affeder." (Şûrâ: 30)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir, kendi yaptıklarının cezasıdır.
Bunu Allah-u Teâlâ buyuruyor. İlâhî beyan bu olduğuna göre bir mahlukun "Hayır öyle değil!" demesinin ne hükmü olur?
Buradaki musibetten maksat, herhangi bir musibettir. Vücuduna batan bir dikenin acısı, her türlü üzüntü, sıkıntı, korku ve her türlü hastalıklar birer musibettir. İbtilâ bununla da kalmaz, insanın malında, aile efradında, çocuklarında da olabilir.
Bu Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki, insanların başına gelen bu musibetler, kendi yaptıklarının cezasıdır.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Biz zâlim değiliz." buyuruyor. (Şuarâ: 209)
"İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullara zulmetmez." (Enfâl: 51)
Hiç kimseyi günahsız olarak cezalandırmaz. Amma zâlimlerin hakkından gelmeye de kâdir-i mutlaktır.
"Allah Aziz'dir, intikam sahibidir." (Âl-i imrân: 4)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Zamanınızdan şikâyetinize sebep olan şeyler, amellerinizin bozukluğundandır." (Beyhaki)
Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı kerim'inde şöyle buyuruyor:
"Yoksa kötülük yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!" (Ankebût: 4)
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah'ın emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belânın gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar." (Nûr: 63)
İsyanın, zulüm ve küfrün ayyuka çıktığı, din, ahlâk ve fazilet umdelerinin ayaklar altında çiğnendiği, günahların açık olarak işlendiği, kötülüklerin her türlüsünün yapıldığı, fitne ve fesatların ortaya çıktığı bir zamanda, seyyiat zamanında yaşıyoruz.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"Bugün ahkâmca yürümek, sırat-ı müstakim üzerinde bulunmak, gerçekten zordur. Seyyiat ve Deccaliyet devrinin âfâtı her şeyi alıp götürüyor. Sırat-ı müstakim'den ayrılan insanlar, kendilerini o âfâtın içinde buluyorlar. Öyle bir devirdeyiz ki, dünya kurulalı beri böyle bir devir belki de gelmiş değil. Böyle bir bunalım geçirilmiş de değil. Bunca nimet bunca ihsan karşısında bunca isyan... Bu bolluk içerisinde şükrümüzü artıracak yerde isyanımızı artırdık. Doğrusu bu azgınlığımızdan çok korkuyoruz, belâ ne zaman gelecek diye bakıyoruz. Çünkü hududu çok aştık, bu isyandan cidden korkulur.
Çok nazik günlerdeyiz. Yarın ne olacağı belli değil. Önümüzde pek net bir durum yok. Gerek dünyanın, gerek memleketimizin bir alabora olma ihtimali var. Aniden bir fırtına kopabilir. Ama er, ama geç.
Şunu çok iyi bilelim ki, bu kadar isyan cezasız kalmayacak, bize çok pahalıya mal olacak. Ateşi çıktığı zaman anlayacağız. Allah-u Teâlâ murad ettiğini yapar, murad ettiği gibi yapar.
Dünyanın aldatıcı, gelip-geçici nimetleri bizi sarhoş etmiş. Bu bolluk içinde nimetleri yedikçe şükrümüzü artıracak yerde isyanımızı artırdık. Allah-u Teâlâ bunun hesabını bizden sormak için bir gün ipimizi çekecek.
Helâk olan eski kavimler bollukta, zevk ve sefada iken belâ ve âfâtlara uğramışlardı. Onların birer kabahatlerinden ötürü başlarına felâketler gelmişti. O kavimlerin yaptıkları kabahatlerin bugün hepsi yapılıyor. Her kötülüğün anası bu devirde mevcuttur. Onun için böyle bir devir gelmiş değil" (Sözler ve Notlar 2 / 1986. Hakikat Dergisi 1994 sayı: 11)
Öyle bir devir ki her türlü küfür işleniyor; şirkin, putperestliğin, şeytanî işlerin her türlüsü mevcut.
Öyle bir devir ki, her türlü kötülüğün anası mevcut. Her türlü ahlaksızlık, her türlü sapkınlık, her türlü vahşet işleniyor.
Öyle bir devir ki müslümanların paramparça olduğu, bölücülerin her yeri işgal ettiği, saptırıcı imamların, âhir zaman âlimlerinin insanları hak yoldan uzaklaştırdığı ve imansızlık girdabına düşürdüğü bir devir. Dünya kurulalı böyle bir devir gelmiş değil.
"Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra O yaptıklarını kendilerine haber verecektir." (En'âm: 159)
Her isimle bir din kurdular ve İslâm dini'ni parça parça ettiler. Dinde ve vatanda yapılan bölücülükler gadâb-ı ilâhi'ye muciptir.
Bir âhir zaman âlimi veya bir bölücü Allah-u Teâlâ'nın hükmüne aykırı bir söz söylüyor, o da: "Bu doğru söylüyor." deyip tasdik ediyor, böylece azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini fedâ ediyorlar.
Binaenaleyh kimsenin yaptığı yanına kalacak değil.
Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı kerim'inde şöyle buyuruyor:
"Yoksa kötülük yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!" (Ankebût: 4)
Öyle bir devir ki küfrün öncüsü güçlü ülkeler Hazret-i Allah'a hasım kesilmişler, bütün dünyaya kan kusturuyorlar. Zulüm ve gözyaşı afakı kaplıyor. İslâm dünyası büyük acılar çekiyor. Bazı müslüman ülke liderleri ise bu küfür öncülerinin, Amerika ve İsrail gibi ülkelerin peşine takılarak İslâm dünyasının birlik ve beraberliğine büyük darbe indiriyor, küffara zemin hazırlıyor.
Kâfir zaten kâfir, kâfirliğini yapıyor, yapacak. Tarihte de böyleydi. Azgındı, zâlimdi, necisti, murdardı. Hazret-i Allah'ın düşmanıydı. Allah'a ve Resulullah'a ve müslümanlara hasımdı.
Peki müslüman ne yapıyor?
Müslümanların dinden, ahkâmdan, ahlâktan uzaklaşmaları, uhuvvet ve birlikten ayrılmaları, fırkalara bölünmeleri, kâfirle dost olup İslâm kardeşliğini bırakmaları ve birbirlerine düşmeleri gadâb-ı İlâhi'ye muciptir. Bu noktada Cenâb-ı Hakk'ın gazabından, azâbından korkulur.
Öyle bir zamandayız ki; Allah-u Teâlâ'nın varlığına dair bilimsel deliller gün geçtikçe arttığı hâlde, insanların dinsizliğe olan meyli, Allah-u Teâlâ'nın kudretini unutturmaya dair gayretleri gün geçtikçe artıyor. Zira imanın en büyük düşmanı nefis ve şeytandır. Nefisler almış başını gitmiş, insanlar Hazret-i Allah'a adeta hasım kesilmiş.
"İnsan, bizim kendisini nutfeden (kerih bir sudan) yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Oysa insan araştırdıkça, bilimsel keşifler yapıldıkça Allah-u Teâlâ'nın kâinatı nasıl bir yaratılışla halkettiği ortaya çıktıkça, hayranlığı, imanı, teslimiyeti artması gerekmez mi?
"O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır." (Tâ-hâ: 98)
Oysa insan "Ben" diyor, "Ben yaptım, ben buldum" diyor. Halbuki O'nun verdiği akılla, O'nun ortaya koyduğu ilmi, eşyayı keşfediyor.
Birçok Âyet-i kerime'de buyurulduğu üzere "Akıl etmek", "Düşünmek"le mükellef olan insanoğlu, eşyayı düşünüyor ancak Yaratan'ı düşünmüyor.
"Ne de az düşünüyorsunuz!" (Mü'min: 58, Neml: 62), Hakka: 42)
"Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?" (Mü'minûn: 80)
Mamafih günümüzdeki bilimsel araştırmalar neticesinde gördüğümüz üzere yerkabuğu dediğimiz tabaka dünyanın çapı ile kıyaslandığında aslında çok ince ve adeta bir ateş denizinin üzerinde yüzüyor. Ve bu esnada yerkabuğundaki tektonik hareketler meydana geliyor, depremler oluyor, yanardağlar patlıyor.
Bunu görüp Allah-u Teâlâ'nın azamet ve kudretini, O'nun rahmet ve merhametine ne kadar muhtaç olduğumuzu tefekkür etmemiz gerekmez mi?
Oysa bilim adamı vasfıyla ortaya çıkan niceleri dinsizliğini ortaya sermekten, Allah-u Teâlâ'nın varlığını inkâr etmekten, dinsizliğinin propagandasını yapmaktan zerre miktarı çekinmiyor. Ve neredeyse hiçbir itiraz da gelmiyor.
Oysa bazı fay hatlarının kayma tabir edilen şekilde enerjisini yavaş yavaş boşalttığını yine söyleyen kendileri. Yani Cenâb-ı Hakk dilerse yavaşça yahut küçük depremlerle de yerkabuğunu kaydırıyor, dilerse şiddetli depremlerle. Dilerse gününü bugün takdir ediyor, dilerse yüz yıl sonra. Dilerse bir beldeyi yıkıyor, dilerse birçok beldeyi.
O hâlde her şeyi sebebe bağlayan Allah-u Teâlâ dilediği şekilde tecelli etmekten aciz değildir. Bu kâinatı yaratan "Ben yapıyorum." buyururken cahil ve nankör insan "Hayır kendi kendine oluyor." diyor.
İnsanoğlunu öyle bir kibir kaplamış durumda ki Allah-u Teâlâ'nın büyüklüğünü duymak dahi istemiyor.
"Size ne oluyor ki Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?" (Nuh: 13)
Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Nefsim kudret elinde bulunan Zât-ı Ecell-ü A'lâ'ya yemin ederim ki; ya iyilikle emreder kötülükten men edersiniz, yahut çok sürmez Allah kendi katından üzerinize bir azap gönderir. Sonra O'na duâ edersiniz de duânız kabul olunmaz." (Tirmizî. Fiten 9)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kelâm-ı kadim'inde rahmetinin neticesi olarak da bir memlekete uyarıcı göndermedikçe ve imana, hidayete dâvet eden deliller ileri sürmedikçe onları helâk etmeyeceğini beyan buyurmaktadır:
"Biz hiçbir memleket halkını, onlara öğüt veren uyarıcılar olmadıkça helâk etmedik. Biz zâlim değiliz." (Şuarâ: 208-209)
Ki zâlim olmayanları helâk edelim.
Allah-u Teâlâ geçmişte yaşamış ümmetlerden misal vererek, insanları uyarmak için öğüt vermenin ve öğüt verenlerin faziletini, bu öğütleri kabul etmeyenlerin de sonunda ne gibi azaplara mâruz kaldıklarını Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
"İçlerinden bir topluluk: 'Allah'ın helâk edeceği veya şiddetli bir azap ile cezalandıracağı bir topluluğa ne diye öğüt veriyorsunuz?' dediler. Onlar da: 'Rabb'inize karşı mazeret beyan etmek için, bir de belki Allah'tan korkarlar diye.' cevabını verdiler." (A'râf: 164)
Yani bizler bu davranışımızı Allah-u Teâlâ'nın huzurunda bizim için bir mazur görülme sebebi olsun diye yapmaktayız.
"Onlar kendilerine verilen öğüdü unutunca, biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden dolayı şiddetli bir azap ile yakaladık." (A'râf: 165)
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Cemiyette günah işleyenlerin çirkinlikleri apaçık, buna karşılık ikaz edebilecekler (âlimler) suskun ve seyirce kalırlarsa, Allah -celle celalühu- tümüne birden azabını indirir." (Ahmed bin Hanbel)
Âyet-i kerime:
"Onlar yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğratıldıklarını görsünler. Allah onları yerle bir etti. O inkâr edenler için de bunun benzeri vardır." (Muhammed: 10)
Geçmiş ümmetler peygamberlerini yalanladıkları için Allah-u Teâlâ onlara darlık ve musibetler verdi. Fakat onlar yalanlamaya devam ettiler.
"Nice memleketler vardır ki, Rabb'lerinin ve peygamberlerinin emrinden uzaklaşıp azmıştır. Biz de onları çetin bir hesaba çekmiş ve onları şiddetli bir azaba uğratmışızdır.
Böylece onlar kendi yaptıklarının cezasını çektiler. İşlerinin sonucu da tam bir hüsran oldu.
Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Ey iman etmiş olan akıl sahipleri, Allah'tan korkun! Allah size bir zikir indirmiştir." (Talâk: 8-10)
Allah-u Teâlâ cezalarını daha da artırmak için sıkıntı ve musibetleri kaldırıp bütün nimetlerin kapılarını açtı.
Âyet-i kerime'sinde:
"Kendilerine servet ve oğullar vermekle, onların iyiliklere koştuğumuzu mu zannediyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller." buyuruyor. (Müminun: 55-56)
Mal ve nüfusça çoğaldılar, sayı ve kuvvetçe fazlalaştılar. Kolay geçim imkânları elde ettiler. Nimetlere şükredecekleri yerde zevk ve eğlenceye daldılar. Darlığı unutarak vurdumduymaz oldular. Daha şiddetli bir azapla yakalamak için onlara bu fırsatı verdi. Kendilerine verilenlerle şımardıkları bir sırada da Allah-u Teâlâ onları ansızın yakaladı, neye uğradıklarını bilemediler ve helâk olup gittiler.
"Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine (nimet ve zevklerden) her şeyin kapılarını açıverdik. Nihayet kendilerine verilenlerle şımarıp ferahlandıkları sırada da ansızın onları yakaladık. Birdenbire bütün umutlarını yitirdiler." (En'am: 44)
"Gık!" dahi diyemediler.
Sonra gelenler de geçmişlerinin bu başına gelenler kendilerine anlatıldığı hâlde dudak büküp geçtiler. Öyle yapmadılar mı?
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik. Nihayet çoğaldılar ve 'Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu.' dediler.
Biz de onları hiç hatırlarından geçmediği bir anda ansızın yakaladık." (A'raf: 95)
Yani gördükleri darlık ve sıkıntı ile bolluk ve genişlik hallerinin Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine terbiye için, ıslah olmaları için verildiğini, bir hikmetle alâkalı olduğunu düşünemediler. Her iki durumda da Allah-u Teâlâ'nın kendilerini imtihan ettiğini anlayamadılar.
"Andolsun ki biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!" (Bakara: 155)
Peygamberlerinin öğrettiği gibi, din ve ahlâk ile, insanların kötülüklerden kaçınması ve sakınması ile bunların giderilmesinin veya elde edilmesinin mümkün olmadığı görüşünü savundular. Günahlardan tevbe etmekle darlık ve sıkıntıdan insanların kurtulabileceğine, nimetlere şükretmekle bolluk ve genişliğin devam edip artacağına inanmadılar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Eğer o memleketlerin halkı inansalardı ve bize karşı gelmekten sakınsalardı; elbette onlara göğün ve yerin bolluklarını verir, bereketler açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları yaptıklarına karşılık yakalayıverdik." (A'raf: 96)
Zâlimler zulümlerini artırdıkları için onları helâk etti.
Yarattıklarına zulmetmekten müberrâ olan, hükmünü dilediği şekilde yürüten, azamet ve ululukta eşi olmayan, zâlimlerin, zorbaların gurur ve kibirlerini kıran, itaat edenleri aziz, isyan edenleri zelil kılan, bunca isyanlarına rağmen günahkâr kullarına tevbe kapısını daima açık bırakan, ceza vermekte acele etmeyen, rahmeti her şeyi kuşatan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerindeki beyanlarına devam ediyor:
"Yoksa o ülkelerin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelemeyeceğinden emin mi oldular?" (A'raf: 97)
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nice memleketler var ki biz onları helâk ettik. Azabımız onlara geceleyin veya gündüz uykularında iken geldi." (A'raf: 4)
Kısaca, ya Lût kavmi gibi gece yarısında veya Şuayib kavmi gibi güpegündüz işlerinin başında iken azap kendilerini bastırıverdi.
"Yahut o ülkelerin halkı kuşluk vakti eğlenirlerken kendilerine azabımızın gelemeyeceğinden emin mi oldular?" (A'raf: 98)
Kendilerine uyanmaları için önceden birtakım musibetler ve birtakım nimetler verilmiş olduğu hâlde yine de durumlarını değiştirmediler. Küfür ve isyanları yüzünden böyle bir felâkete uğrayabileceklerini hiç düşünmediler.
"Allah'ın tuzağından (kurtulacaklarına) emin mi oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası Allah'ın tuzağından emin olmaz." (A'raf: 99)
Allah-u Teâlâ'nın kendilerine bahşetmiş olduğu tefekkür ve ders alma kabiliyetini yitirerek nefislerine zulmetmiş kişiler ancak mekr-i ilâhiden emin olurlar. Allah-u Teâlâ'nın lütuf hidayeti ile hidayete eren kullar ise korku içindedirler. Bu korku onları istikamet üzerinde bulundurur veya Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiyleri istikametinde yaşarlar, ahirette ise hiç korkmazlar, korktuklarından emin olurlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara halâ şu gerçek belli olmadı mı ki; eğer biz dileseydik, onları da günahlarından dolayı cezalandırırdık.
Biz onların kalplerini mühürleriz de, artık hiç işitmezler." (A'raf: 100)
Daha önce bu toprakların sahipleri iken helâk olmuş bulunanların bugün yerlerine yurtlarına konan şimdiki sahipleri, onların başına gelenlerden yeterince ders almadılar. Kendilerinden önce bu yerlerde mâmur ve müreffeh bir şekilde yaşayan eski sakinlerinin âkıbetlerini ciddi biçimde düşünmüş olsalardı, ibret alırlar ve kendilerine çeki-düzen verirlerdi. Fakat onlar bunu yapmadılar, onlar da geçmişlerinin âkıbetine uğradılar.
•
Geçmiş kavimlerin büyük çoğunluğu yalanlamışlardı. Yalanlayanların sonuna bir bakın!
"Resul'üm! Eğer onlar seni yalanlıyorlarsa, bil ki onlardan önce Nuh, Âd ve Semud kavimleri de yalanlamışlardı.
İbrahim kavmi de, Lût kavmi de yalanlamıştı.
Medyen halkı da (yalanlamıştı), Musa da yalanlanmıştı. Ben de kâfirlere önce mühlet verdim, sonra onları yakalayıverdim. Beni tanımamak nasılmış görsünler!" (Hacc: 42-43-44)
Allah-u Teâlâ geçmişte yaşamış peygamberlerinden Nuh Aleyhisselâm'ın, Hud Aleyhisselâm'ın, Sâlih Aleyhisselâm'ın, Lût Aleyhisselâm'ın ve Şuayb Aleyhisselâm'ın kavimlerinin haberlerini; küfürlerinde inat edenlerin helâk olmalarını, inananların rahmetinin bir eseri olarak kurtulmalarını anlattıktan sonra Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"İşte o ülkeler!.. Onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz.
Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıklarından ötürü inanmadılar.
İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle mühürler." (A'raf: 101)
Dünyanın aldatıcı, gelip geçici zevklerine, muvakkat bir zaman geçerli olan itibar ve saltanata aldanıp, şeytan ve nefsinin arzularına dalıp Hazret-i Allah'ı ve Resulullah'ı unutan insan, Hazret-i Allah'ın buyurduğu; "Elestü birabbiküm = Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" hitabına cevaben verdiği "Kâlû belâ = Evet. Rabb'imizsin." (A'raf: 172) cevabını unuttu. Böylece Hazret-i Allah'a hasım kesildi.
"Onların çoğunda sözünde durma diye bir şey bulamadık, onların çoğunu yoldan çıkmış fâsık kimseler olarak bulduk." (A'raf: 102)
Küfür ve nifak iliklerine işlemiş. Hakikati gözleri ile de görseler kastî olarak reddediyorlar. Kendilerinin iyiliğini isteyenlerin ikazlarına kulak asmıyorlar. Burunlarının doğrultusunda, günahlarında ısrar ede ede ömürlerini tüketiyorlar.
Nitekim diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Yine O'na inanmadıkları ilk durumdaki gibi, onların kalplerini ve gözlerini ters çeviririz.
Ve bırakırız onları, şaşkın olarak azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar." (En'am: 110)
Onların bu iğrenç halleri, süfli hayatları, öldürülüp cezalarına kavuşacakları bir zamana kadar devam eder.
"Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de kendileri ile konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi. Fakat onların çoğu bunu bilmezler." (En'am: 111)
Çünkü onlar iradelerini iyiye, doğruya ve güzele sarfetmediler, hidayete yönelmediler. Kendi sapıklıkları içinde kaldılar.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Nice şehirlerin halkını, zulmederken helâk edip yok ettik. Artık çatıları çökmüş, kuyuları körelmiş, sarayları yıkılmıştır." (Hacc: 45)
Bütün bunlar hep birer ibret levhasıdır.
"Bizim onlardan önce nice nesilleri helâk etmiş olmamız, kendilerini hâlâ yola getirmedi mi? Halbuki onların yurtlarında gezip dolaşırlar.
Bunda elbette ki akıl sahipleri için ibretler vardır." (Tâhâ: 128)
Buna rağmen yine de bu ikaz ve uyarıdan bir ders almayanlar daha büyük felâketin ansızın kendilerini yakalamasından korksunlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlardan kimi de, Allah'a bir yar kenarındaymış gibi kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa buna pek memnun olur. Başına bir belâ gelirse yüz üstü döner. Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur." (Hacc: 11)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde din-i mübin'i hafife alan, isyan ve tuğyanda alabildiğine koşuşan mücrimleri tehdit etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
"Gökte olanın sizi yere batırıvermeyeceğinden emin mi oldunuz?" (Mülk: 16)
O'nun sizi ve yeri, hep bulunduğunuz hâlde tutup duracağından ve sizi cezalandırmayacağından emin oldunuz da hiç korkunuz kalmadı mı? O korkunç âkıbeti hiç düşünmez misiniz?
"O zaman yer sarsıldıkça sarsılır." (Mülk: 16)
İsyanınıza karşılık bir ceza olmak üzere çalkalanır, zelzeleler olur. Sizin için yeri boyun eğdiren O değil midir? Onu bu haliyle yaratmaya kâdir olduğu gibi, bunu da yapmaya kâdir değil midir?
"Gökte olanın üzerinize taş yağdırmasından emin mi oldunuz? Siz benim tehdidimin nasıl olduğunu yakında bileceksiniz.
Andolsun ki, onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Fakat benim intikamım nasıl oldu?" (Mülk: 17-18)
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle beyan buyurmaktadır:
"Doğrusu o, onlara ansızın gelecek ve onları şaşkına çevirecek. Artık onu ne geri çevirmeye güçleri yeter, ne de kendilerine mühlet verilir. Andolsun ki senden önceki peygamberlerle de alay edilmişti. Onları alaya alanları, o alay ettikleri şey kuşatıverdi." (Enbiyâ: 40-41)
Bu onların, peygamberleri ile alay etmeleri ve o alaya aldıkları şeyin onları kuşattığı gibi, müşrikleri de kuşatacağı hususunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz için bir vaaddir.
"De ki: Sizi gece ve gündüz Rahman'dan kim koruyabilir? Buna rağmen onlar Rabb'lerinin zikrinden yüz çevirmektedirler. Yoksa kendilerini bize karşı koruyacak ilâhları mı var? Onlar kendilerine bile yardım edemezler. Onlar bizden de dostluk görmezler." (Enbiyâ: 42-43)
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'sinde buyurur ki:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor. Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberâni)
Ne kadar câhil olduğumuz ve kendimize ne kadar zulmettiğimiz anlaşılıyor. Allah-u Teâlâ'ya nasıl sığınmamız gerekiyor?
Şöyle bir düşünün. Bizden evvel birçok kavimler geldi geçti. Nuh Aleyhisselâm'ın kavmi, Lût Aleyhisselâm'ın kavmi... gibi. Allah-u Teâlâ bu kavimlerin kimisini ateşle, kimisini su ile, kimisini rüzgârla, kimisini sesle helâk etti, kimi memleketleri altüst getirdi.
Geçmiş ümmetler peygamberlerini yalanladıkları için Allah-u Teâlâ onlara darlık ve musibetler verdi. Fakat onlar yalanlamaya devam ettiler.
Allah-u Teâlâ yoldan sapanları uyarmak ve mazeretlerini ortadan kaldırmak için, geçmiş kavimlerde yalanlayanların, azgınlıklarında devam edenlerin başlarına gelenleri Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmakta ve beşeriyete duyurmaktadır:
"Onlardan Nuh kavmi, Ress halkı ve Semud da yalanlamıştı. Âd, Firavun ve Lût'un kardeşleri de, Eyke halkı ve Tubba kavmi de yalanlamışlardı. Bütün bunlar peygamberlerini yalanladılar. Tehdidim (azabım) da onlara hak oldu." (Kaf: 12-13-14)
Hepsi de helâk oldular, yok oldular, lâyık oldukları cezalara kavuştular.
Bu Âyet-i kerime'lerde çok ince ve derin ikazlar vardır.
Yani geçmiş kavimlerin başına gelen azabın benzerinin sizin de başınıza gelmesinden sakının.
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle ibret nazarlarımıza sunulan Peygamber kıssaları da bu kavimlerin başlarına birer kabahatlerinden ötürü felâketlerin geldiğini bize göstermektedir.
Yani bu kavimlerin hepsi birer günahından ötürü bir bir yok edildiler.
"Biz onların her birini günahı ile yakaladık. Kiminin tepesine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini korkunç bir ses, bir çığlık yakalayıverdi. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de suda boğduk.
Onlara Allah zulmetmiyordu, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı." (Ankebut: 40)
Eski ümmetler azmışlar, Allah'ın hükmünü hiçe saymışlardı. Allah'ın azabı gelince birden taş kesiliverdiler veya başka türlü cezalara çarptırıldılar. Bugün ise bu seyyiat zamanı olan âhir zamanda o eski kavimlerin yaptıklarının hepsi fazlası ile yapılıyor, âkıbetimiz ne olur?
Bunlar hep ihtar-ı ilâhi'dir.
O kavimlerin yaptıkları günahların hepsi bugün yapılıyor. Her kötülüğün anası bu devirde mevcuttur.
Bu Âyet-i kerime, Allah-u Teâlâ'ya nasıl sığınmamız gerektiğini, ne kadar çok istiğfar etmemiz lâzım geldiğini bize öğretmiş oluyor.
Dinimiz kötülüklerden ve kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından uzak bulununuz." buyuruyor. (En'am: 151)
Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız şerefli bir yere yerleştiririz." (Nisâ: 31)
"Onlar ki günahın büyüklerinden ve hayasızlıklardan kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz ki Rabb'inin mağfireti geniştir." (Necm: 32)
Engin merhamet sahibi olan Allah-u Teâlâ büyük günahlardan kaçındığımız takdirde kusurlarımızı örteceğini beyan buyuruyor. Af ve mağfireti bu kadar büyük bir Rabb'imiz var.
Oysa bugün her türlü büyük günah alenen işleniyor. Gerçekten çok büyük bir isyan var. Allah'ım bize acısın!
Zinâ, fuhuş ve benzeri gayr-i meşru hayasızlıkların yaygınlaştığı, ibadetlerin terkedildiği, zekât ve öşürün verilmediği, dini nikâhın yapılmayıp mehrin verilmediği bir memleketin ve halkının başına herhangi bir felâket ve musibetin geleceği mukadderdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Bir memlekette zinâ ve fâiz yaygınlaşırsa, o memleket halkı Allah'ın azabını mutlaka helâl kılmış, hak etmişlerdir." (Taberânî)
İslâm memleketinde Allah-u Teâlâ'nın emirleri terk edildi, yasak ettiği şeyler benimsendi ve alabildiğine işlendi.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz alış verişler, HOŞUNUZA GİTMEKTE OLAN MESKENLER, size Allah'tan ve O'nun Peygamber'inden, Allah yolunda cihaddan daha sevgili iseler, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar gürûhunu hidayete erdirip doğru yola iletmez." (Tevbe: 24)
Binaenaleyh zinâya, binaya, dünyaya çok önem verildi. Allah-u Teâlâ'nın hükümleri hükümsüz hale getirilmeye çalışıldı.
Bu kadar ihsân-ı ilâhi karşısında ilâhi hükümlere karşı gelmek, şeytana uyup onun peşine gitmek, bunca isyan yakışır mı? İsyan çok, ihsan büyük. Allah'ım sonumuzu hayreylesin.
Ahlâksızlık hakikaten memleket için çok büyük bir âfât, çok korkunç... Fâizle fuhuş memleketi yıkar götürür.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Görmediler mi ki, biz kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettik." (En'am: 6)
"İman edip Allah'tan korkanları ise kurtardık." (Neml: 53)
"Bu sözü yalan sayanlarla beni baş başa bırak. Biz onları bilmeyecekleri cihetten derece derece azaba yaklaştırıyoruz. Ben onlara mühlet veriyorum. Şüphe yok ki benim tuzağım metindir." (Kalem: 44-45)
Allah-u Teâlâ o kavimlere emniyet içinde ve rahat bir şekilde yaşamayı lütfetmişti.
"Biz nice memleketleri helâk etmişizdir ki, halkı bol geçimleri ve refahıyla şımarmıştı." (Kasas: 58)
Fakat onlar bu nimetlere nankörlük ettiler, ilâhi cezalara müstahak oldular.
Oysa o eski milletler her bakımdan daha kuvvetli, her hususta daha ileri idiler. Fakat yaptıkları yanlarına kâr kalmadı. Günah, isyan ve tuğyanlarından ötürü ansızın yakalandılar. Azamet-i ilâhî karşısında kaçacak bir delik de bulamadılar. Allah-u Teâlâ hepsini bir bir kahretti.
•
Allah-u Teâlâ Hud sûre-i şerif'inde geçmiş ümmetlerin helâk olma durumlarını Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e haber verirken Lût Aleyhisselâm'ın kavminin bütün yurtlarının yıkılıp alt üst olduğunu ve üzerlerine ateşli taşlar yağdırdığını beyan buyurmaktadır:
"Vaktaki azap emrimiz gelince, o memleketin altını üstüne getirdik ve tepelerine pişirilmiş balçıktan taşları arka arkaya yağdırdık." (Hud: 82)
Âyet-i kerime'nin nihayetinde ise şöyle buyurmaktadır:
"Bu felâket taşları zâlimlerden uzak değildir." (Hud: 83)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cebrâil Aleyhisselâm'a "Zâlimlerden murad kimdir?" diye sorduğu zaman "Senin ümmetinin zâlimleri de dahildir." buyurdu.
Allah-u Teâlâ felâket taşlarının eninde sonunda bütün zalimlere erişeceğini haber vermektedir.
İbrahim Aleyhisselâm'ın ateşini suya çeviren Allah-u Teâlâ, Sedum topraklarını da göle çevirdi.
Allah-u Teâlâ o kadar gadaba geldi ki, o memleketi kaldırıp yere vurunca o yer göl haline geldi ve o göl "Lut gölü" adıyla hâlâ mevcuttur.
"Tanyeri ağarırken o korkunç çığlık onları yakalayıverdi.
Şehirlerinin üstünü altına getirdik. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık." (Hicr: 73-74)
•
Allah-u Teâlâ yalanlayanları o gün olacak hadiselerin korkunçluk ve dehşetiyle ihtar ettikten sonra, tekrar onları intikamı ile korkutmakta ve Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Biz öncekileri helâk etmedik mi?" (Mürselât: 16)
Uyarıcıları yalanlayanları daha dünyadalarken nice felâketlere uğratmadık mı?
"Sonra geridekileri de onların arkasına takacağız." (Mürselât: 17)
Bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in zaman-ı saâdetlerinden sonra türeyen, küfürde ve yalanlamada öncekilerin yolunu tutanlardır. Bu Âyet-i kerime bu ümmetten yalanlayıcılara bir tehdittir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde seyyiat zamanını ve bu zamanda olabilecek hadiseleri daha 1400 sene evvel haber veriyor:
"Devlet malı belirli çevrelerin menfaati yapıldığı, emanet kelepir ve zekât angarya sayıldığı, ilim dinden başka gaye için tahsil edildiği, kişi karısına itaat edip annesine asi olduğu ve dostunu kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı, mescidlerde gürültüler baş gösterdiği, fâsık kimsenin kabilenin başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu, şerrinden korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu, şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği, şaraplar içildiği ve bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman; işte o zaman kızıl bir rüzgâr, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler." (Tirmizi)
Resulullah Efendimiz bunlar çıktığı zaman kızıl bir rüzgar, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma gibi felâketlerin geleceğini bildiriyor.
Uyan be kardeşim! İşte görüyorsunuz. Dün hayattaydı, bugün vefatta. Dün üstteydi, bugün altta. Dün zengindi, bugün fakir. Hayat bir hayalat, mühim olan ebediyat. Adam zengin... Kasası altın dolu, parası çok ama battı. Kesesinde kaç kuruş varsa onunla kaldı. Kesesinde yoksa fakir oldu. Öyle değil mi?
Mütenebbi olan kurtuluyor.
"Şu beş şey sizin aranızda vukuu bulsa nasıl olursunuz? Onların aranızda vukuu bulmasından veya onlara ulaşmanızdan Allah'a sığınırım.
Bir toplulukta kötülükler ortaya çıktığı, fuhuş açıktan yapıldığı zaman, orada tâun ve geçmiş nesillerde görülmeyen hastalıklar ortaya çıkar."
Şimdiki zaman tarif ediliyor. Öyle hastalıklar var ki, ismi bile belli değil. Bir ahlâksızlık baş gösterdiği zaman Allah-u Teâlâ bir hastalık musallat ediyor.
"Bir topluluk zekât vermeye mâni olduğunda, gökyüzünden gelen yağmur onlardan kesilir. Hayvanlar olmasaydı hiç yağmur yüzü görmezlerdi."
Zamanımızdaki bütün bölücüler fakirin kapısını kapatıp hakkını gasbediyorlar. Zekâtı kendileri toplayıp, aralarında bölüyorlar. Zekât paraları ile bina kuruyorlar, lüks ve refah içinde yaşıyorlar. Bu ise büyük bir hıyanettir, gadab-ı ilâhîye vesiledir.
Bunun içindir ki kuraklık, harp, zelzele gibi çeşitli ibtilâlara, âfâtlara bu millet maruz kalabilir.
Ve nihayetinde de Allah-u Teâlâ bunları yapanların kökünü keser. Halk hâlâ bunları müslüman zannediyordu.
"Bir topluluk ölçü ve tartıyı eksik tuttuklarında, kıtlık, geçim sıkıntısı ve zâlim idareci ile cezalandırılırlar."
İşte bugün olduğu gibi.
"Âmirleri Allah'ın indirdiğinden başka şeylerle hükmettiklerinde Allah, onların üzerlerine düşmanları musallat kılar ve ellerinde bulunan şeylerin bir kısmını tüketir."
Aynı bugün olduğu gibi.
"Allah'ın kitabını ve Resulullah'ın sünnetlerini bir kenara bıraktıklarında, Allah onları birbirine düşürür." (İbn-i Mâce)
Bugün olduğu gibi müslümanlar paramparça olmuşlar, herkes kendi dinini kendi partisini kuvvetlendirmek ve ayakta tutmak için çalışıyor. İslâm dini umurunda bile değil, İslâm dini ile onun hiçbir ilgisi yok.
Oysa ancak O'na uyan, O'nun Resul'ünün yolundan gidenler kurtuluyor.
"Ey Peygamber! Allah sana da, sana tâbi olan müminlere de yeter." (Enfâl: 64)
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna diğerleri ateştedir.
-Onlar kimlerdir?
-Benim ve ashabımın yolunda olanlardır." (Buhari)
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"O gün yer ve dağlar sarsılır." (Müzemmil: 14)
Artık kurtulma yoktur. Âfât gelmiştir.
"Yer müthiş bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman!" (Zilzal: 1)
İşte o zaman Cenâb-ı Hakk gadaba gelmiş, Hazret-i Allah'ın hükmü gerçekleşmiştir.
"İnsanın buna ne oluyor dediği zaman." (Zilzal: 3)
Kimse Hazret-i Allah'ın bu kadar gadaplanıp, bu âfâtı vereceğini hesaba katmıyor, dünyanın oyun ve eğlencesine dalmış, Hazret-i Allah ve Resul'üne karşı gelmişti.
"Onlardan önce nice nesiller helâk ettik. Feryad ettiler ve fakat artık kurtulma zamanı değildi." (Sad: 3)
Ondan kurtulma, uzaklaşma, ondan sığınacak bir yer yoktur. İş bitmiş, azap vacib olmuştur.
"Bugün artık boşuna feryad etmeyin! Çünkü size katımızdan bir yardım dokunmaz." (Müminun: 65)
Zira siz yalanlıyordunuz, büyüklük taslıyordunuz. Hazret-i Allah'ı ve Âyetlerini alaya alıyor, O'nun büyüklüğünü hafife alıyor, Hazret-i Allah'a takaza yapıyordunuz.
"Denizde başınıza bir musibet (boğulma tehlikesi) geldiği zaman, Allah'tan başka bütün yalvardıklarınız kaybolur gider. Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca, yine yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan çok nankördür." (İsrâ: 67)
"Dünya hayatı tıpkı gökten indirdiğimiz yağmura benzer. O yağmurla insan ve hayvanların yiyerek beslendikleri bitkiler bol bol yetişir; yeryüzü renk renk, çeşit çeşit mahsullerle süslenir. Yerin sahipleri bütün bunlara malik olduklarını sandıkları bir sırada, geceleyin veya gündüzün birden emrimiz geliverir de, orayı hiçbir şey bitirmemişe çeviririz. İşte biz âyetlerimizi, düşünen insanlar için böylece apaçık beyan ederiz." (Yunus: 24)
Bâhusus; onlar Hazret-i Allah'ı, Kelâmullah'ı, Resulullah'ı, küçümsediler alaya aldılar, muvakkat bir zaman için ellerinde bulunan dünyalık şeylerle övünüp hiç ölmeyeceklerini zannedip, Hazret-i Allah'a hasım kesildiler, ve ansızın azap geliverdi.
"Onlar bu sözü iyice düşünmediler mi? Yoksa onlara geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?" (Mümin: 68)
Elbette hayır! Geçmişteki ümmetlerin Cenâb-ı Hakk'ın nasıl azabına, ikabına uğradıklarını Kelâmullah haber vermişti. Resulullah haber vermişti. Sanki gelmeyeceklerini zannettiler. Amma hüküm verilmiş, iş bitirilmişti. Ve emir yerine geldi, her şey bir anda oldu bitti.
"Hiç değilse, kendilerine bu şekilde azabımız geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil miydiler? Fakat kalpleri iyice katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara cazip gösterdi." (En'am: 43)
Gerçekten de Hazret-i Allah'ın bunca günah, isyan, zulüm, küfür, nifak sebebiyle gadaplandığını düşünmediler, düşünemiyorlar. Akıl edip, hakikati bulamıyorlar. Ve hâlâ İslâm'ı ya karşılarına almakla, ya da emellerine alet etmekle meşguller. Kimi küfründe devam ediyor, kimi münafıklığını sergiliyor. Hepsi hile yapmakla meşguller... Gerek iş ve icraatlarında, gerek ticaretlerinde...
Ve fakat:
"Kendilerinden öncekiler de hile yapmışlardı. Sonunda Allah onların binalarına temelinden geldi de, böylece üstlerindeki tavan tepelerine çöktü. O azap onlara hiç ummadıkları yerden geldi." (Nahl: 26)
Öyle ki Cenâb-ı Hakk her şeye muktedirdir. Dilediği gibi mülkünde hükmeder, hükmünde hikmet sahibidir.
"Allah'a ve Peygamber'ine muhalefette bulunanlar, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Halbuki biz apaçık âyetler indirmişizdir. Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır." (Mücâdele: 5)
"Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?
O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği şekilde seni terkip etti." (İnfitar: 6-7-8)
Allah-u Teâlâ'nın insana olan ihsanı, ikramı karşısında insanın isyanını bir düşün!
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Seni bir nutfeden yarattığı hâlde, sana bir ölçülü biçimleri verdiği hâlde, bütün bu ihsanlara karşı O'na isyan etmekle cezânı hak etmiş olmuyor musun?
"Hayır hayır! Doğrusu siz dini yalanlıyorsunuz." (İnfitar: 9)
Onun için Allah'tan korkmuyor, gururlanıp aldanıyorsunuz.
Ama bu sahnede öyle bir durum var ki, kişinin her an fotoğrafı çekiliyor, her sözü her kelimesi zapt ediliyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:
"Oysa üzerinizde gözetleyici (melek)ler vardır. Çok şerefli kâtipler. Ne yaptıklarınızı bilirler." (İnfitar: 10-11-12)
Ve insan ölürken son anda bu filmi seyredecek, gideceği yeri görecek. Ya saâdet-i ebediye veya felâket-i ebediye...
Her ne kadar isyan edersen et, hiçbir zerre yoktur ki bilinmemiş ve görülmemiş olsun.
"İyiler hiç şüphesiz ki nimet içindedirler. Kötüler de cehennemdedirler. Din günü oraya girerler. Onlar oradan bir daha da ayrılamazlar. Din gününün ne olduğunu bilir misin? Nedir acaba o din günü? O gün kimsenin kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı gündür. O gün emir yalnız Allah'a âittir." (İnfitâr: 13-19)
Ne emir buyurursa o olacaktır.
Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyurulmaktadır:
"Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabb'ine doğru çaba göstermektesin ve sonunda O'na varacaksın. Kimin kitabı sağından verilirse, onun hesabı pek kolay görülecektir. Ve sevinçli olarak âilesine dönecektir. Kimin de kitabı arkasından verilirse, O da: 'Mahvoldum!' diye bağıracaktır. Ve o alevli ateşe girecektir." (İnşikak: 6-12)
Size zelzeleyi ve büyük zelzeleyi tarif edeyim:
Elinde bir sopa var. Ağacın dalına bir vuruyorsun, yaprakları düşürüyorsun. İstediğin yaprak düşmüyor, düşen düşüyor.
Allah-u Teâlâ vurduğu zaman ezelde murad ettiklerini düşürüyor, kalanlar yine kalıyor.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki bir tek tane, yaş ve kuru her şey apaçık bir kitapta (Levh-i mahfuz'da) yazılmıştır." (En'am: 59)
Yaprak bile düşmez de insan düşer mi hiç? Elbette düşmez!
Büyük zelzeleye gelince, o büyük kıyamettir. Allah-u Teâlâ o ağacı kökünden kaldıracak, vurduğu zaman o toprak toz olacak. Ne yer, ne gök, ne de kâinat kalacak.
"Bugün mülk kimindir? Tek ve Kahhar olan Allah'ındır." (Mümin: 16)
Bu zelzeleler küçük kıyamet. Ölüm kıyamet zaten. Ölümle senin kıyametin koptu. Onlar için bir daha kıyamet yok. Kıyamet kalanlar içindir, bu zelzeleler kıyamete birer alâmettir. Bu küçük kıyamettir, amma büyüğü de gelecek, isyan ve tuğyanlar devam ettikçe büyük de gelecek.
"Fakat çetin azabımızı gördükleri zaman iman etmiş olmaları kendilerine bir fayda vermeyecektir.
Kulları hakkında Allah'ın cârî ola gelen âdeti budur.
İşte kâfirler o zaman hüsrana uğramışlardır." (Mümin: 85)
Âdeti, hükmü budur.
"Resul'üm! Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki:
İşte sizi Âd ve Semud'un başına gelen yıldırıma benzer bir azap ile uyarıyorum!" (Fussilet: 13)
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetim içinde açıktan kötülükler işlenirse, o zaman Allah-u Teâlâ katından hepsine birden azap eder.
– Yâ Resulellah! Onların içinde sâlih insanlar yok mudur?
– Evet vardır.
– O hâlde onlara bunu nasıl yapar?
– İnsanların başına gelen onların da başına gelir. Sonra Allah'tan bir bağışlanma ve hoşnudluğa ulaşırlar." (Ahmed bin Hanbel)
Âfâtlar umuma gelir, iyi ile kötü ayrılmaz, kurunun yanında yaş da yanar ve fakat ahirette herkes niyetine ve ameline göre haşrolunur.
Nitekim bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Allah bir topluluğa azap indirdiği zaman, o topluluğun içinde bulunan herkese isabet eder. Sonra (kıyamet gününde) herkes niyetlerine göre diriltilirler." (Buhârî)
Herkes kendi niyet ve ameline göre haşr olunur. Sâlihler, iyiler mükâfatını görür, saadet-i ebediyeye nail olur; fâsıklar, azgın nankörlere ise azap olunur, ebedî felâkete düçar olurlar.
Amma orada iyiler, iyilerle beraber lütfullah'a mazhar olup, cennete vasıl olurlar, kötüler kötülerle beraber gadabullah'a düçar olup cehenneme atılırlar.
Allah-u Teâlâ gönderdiği âfâtı kâfirlere karşı bir azap, müminlere ise bir rahmet kılmıştır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Urve bin Rüveym -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetimde zelzeleler olur. Öyle ki bu zelzelelerde on bin, yirmi bin, otuz bin kişi ölür.
Allah bu ölümü muttakilere öğüt, müminlere rahmet, kâfirlere ise azap kılar." (Râmuz el-Ehâdis: 3222)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz binaların yıkılması esnasında ölenlerin şehid olduklarını beyan buyurmuşlardır.
"Zulmen kesici aletlerle öldürülen, tâun, binaların yıkılması, yırtıcı hayvanların yemesi, boğulma, ishal sebebiyle için kuruyup yanması, zâtülcenb hastalıkları, bunların hepsi şehid olarak ölmeye sebeb olur." (Buhari)
Ve fakat bu rütbe ancak imanla göçenlere mahsustur.
Mal yerine gelir, amma can bir daha gelmez. Mühim olan imanla âhirete göçmek, canın kıymeti yok imanın kıymeti var. İnsan bugün üstte yarın altta. İman ebedi hayatın saâdet ve selâmetini sağlıyor. İmansızlık ise, nasıl ölürse ölsün, âhiretin felâketini hazırlıyor.
Zira Allah-u Teâlâ'nın çizdiği hudutlar vardır.
"Allah'a tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın hududunu koruyanlar var ya, işte bu müminleri müjdele!" (Tevbe: 112)
Bu felâketleri durdurtacak bir tek şey varsa, Allah-u Teâlâ'ya yönelmek ve nasuh bir tevbe ile tevbe etmektir. Yoksa gadâb-ı ilâhi'ye sebep teşkil edecek olan bütün kötülükler işleniyor.
"Allah sizin tevbenizi kabul etmek istiyor." (Nisâ: 27)
Bu beyân-ı ilâhi Allah-u Teâlâ'nın günahkâr kulları üzerindeki rahmet, merhamet ve mağfiretinin ne kadar engin olduğunu apaçık göstermektedir.
"Yaptığı zulümden sonra tevbe edip hâlini düzelten kimse, bilsin ki Allah onun tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir." (Mâide: 39)
Bu beyanlardan sonra insan günahlarına tevbe etmeli, Hazret-i Allah'tan affını istemelidir. Allah'ın dinini, Resulullah'ın sünnetini yaşamayı gaye edinmeli ve azmetmelidir.
Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin küfürde uzun zaman inat ve ısrar etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ onları kıtlıkla mübtelâ kıldı. Çok sıkıntılar çektiler, malları ve hayvanları helâk oldu, kadınlar kısırlaştı.
Nuh Aleyhisselâm onlara öğütlerde bulundu:
"Rabb'inizden mağfiret dileyin, çünkü O çok bağışlayıcıdır." (Nûh: 10)
Tevbe edenlerin tevbesini, şirk ve küfür hususundaki günahları ne kadar çok olursa olsun kabul eder.
"Mağfiret dileyin ki, üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin." (Nûh: 11)
Eğer siz O'ndan bağış isterseniz, o da size bolca yağmur yağdırır.
"Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.
Size ne oluyor ki Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?" (Nûh: 12-13)
Kudret ve azametinden korkmuyor, makamı karşısında titremiyor, O'ndan sakınmak suretiyle sevabını ummuyorsunuz.
Yağmur duâsında istiğfar etmek de bundan dolayı meşru olmuştur.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- halkla beraber üç gün yağmur duâsına çıkmış, istiğfardan başka bir şeyle meşgul olmamıştır. Ashab-ı kiram'dan bazıları "Yâ Ömer! Biz buraya rahmet duâsına geldik, sen rahmet duâsı ile meşgul olmadın!" dediklerinde "Ben semânın yağmur damarlarıyla duâ ettim." buyurmuş ve Nuh Aleyhisselâm'ın kavmine söylediği sözleri beyan eden Âyet-i kerime'leri okumuştur.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Her kim istiğfara devam ederse, Allah-u Teâlâ o kimseyi her darlıktan kurtarır, her sıkıntısına bir ferahlık verir ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır." (Ebu Dâvud)
Hûd Aleyhisselâm da kavmini tevbe ve istiğfara dâvet etmişti:
"Ey kavmim! Rabb'inizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin ki üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, kuvvetinize kuvvet katsın. Günahkâr olarak yüz çevirmeyin." (Hûd: 52)
Bu Âyet-i kerime'lerde tevbe ve istiğfarın her şeyin husûlüne vesile olduğu bildirilmektedir.
"Rabb'inizden mağfiret dileyiniz ve O'na tevbe ediniz ki, belli bir süreye kadar sizi güzelce geçindirsin ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin." (Hûd: 3)
Günahlarınızdan dolayı Rabb'inizin affını ister, samimiyetle tevbe eder, Rabb'inize yönelerek ve O'na itaat etmek suretiyle tevbenize dosdoğru devam ederseniz, bu dünyada size geniş rızık ve müreffeh bir hayat sağlar.
"Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar lânetlenmekten kurtulmuşlardır. Ben onların tevbesini kabul edenim ve ben tevbeleri daima kabul edenim, merhamet edenim." (Bakara: 160)
İstiğfara devam edip de ihtiyaçtan ve sıkıntılardan kurtulmayanlar, istiğfarın şartlarını yerine getirmeyen kimselerdir.
Cenâb-ı Hakk böyle musibet, darlık, âfât zamanında tevbe istiğfar ile O'na yönelmemizi ve samimi olarak yalvarmamızı emrediyor:
"Hiç değilse, kendilerine bu şekilde azabımız geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil miydiler?" (En'âm: 43)
Hazret-i Allah'ın azâmetini ikrar, acizliğimizi, günahlarımızı itiraf ile yönelip yalvarmamız, tevbe istiğfar etmemiz gerekiyor.
Geçmiş ümmetler peygamberlerini yalanladıkları için Allah-u Teâlâ onlara darlık ve musibetler verdi. Fakat onlar yalanlamaya devam ettiler. Allah-u Teâlâ cezâlarını daha da artırmak için sıkıntı ve musibetleri kaldırıp bütün nimetlerin kapılarını açtı. Mal ve nüfusça çoğaldılar, sayı ve kuvvetçe fazlalaştılar. Kolay geçim imkânları elde ettiler. Nimetlere şükredecekleri yerde zevk ve eğlenceye daldılar. Darlığı unutarak vurdumduymaz oldular. Kendilerine verilenlerle şımardıkları bir sırada da Allah-u Teâlâ onları ansızın yakaladı, neye uğradıklarını bilemediler ve helâk olup gittiler.
Küfür ve isyanlarından dolayı geçmiş ümmetlerin üzerlerine inen azabın yalnız onlara mahsus olmayıp her zaman için geçerli olduğunu Allah-u Teâlâ Kuran-ı kerim'inde beyan buyurmaktadır:
"Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdikse ora halkını yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır." (A'raf: 94)
Nice kavimler gelmiş geçmiş, nâil oldukları nimetlerin kadrini ve kıymetini, Allah'tan olduğunu bilememişler, Rabb'leri tarafından verilen müsaade ve mühletten istifade edememişler, kendilerinin dünya saâdetine âhiret selâmetine ermeleri için uyarıda bulunan peygamberlerini yalanlamışlar, neticede de büyük felâketlere uğramışlar, cezalarını da görmüşlerdir.
Sonra gelenler de geçmişlerinin bu başına gelenler kendilerine anlatıldığı hâlde dudak büküp geçtiler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Eğer o ülkenin halkı inansalardı ve bize karşı gelmekten sakınsalardı; elbette onlara göğün ve yerin bolluklarını verir, bereketler açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları yaptıklarına karşılık yakalayıverdik." (A'raf: 96)
Bütün bu helâk edilen milletler, bu şekilde müstahak olarak helâk edildiler. Din-i mübin'i inkâr edenlerin de korkunç felâketlere uğrayacakları bir gerçektir.
Hazret-i Allah'tan çok korkmamız lâzım.
Hazret-i Allah'a çok sığınmamız lâzım.
Tevbe istiğfar etmemiz, acizliğimizi itiraf etmemiz lâzım.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Resulullah Aleyhisselâm'a, aynı zamanda bütün müminlere de hitap mahiyetinde olmak üzere şöyle buyurmuştur:
"De ki: Ey Rabbim! Eğer onlara vaad edilen azabı bana mutlaka göstereceksen, o zaman ey Rabbim! Beni zâlimler topluluğu arasında bulundurma." (Müminun: 93-94)
Allah-u Teâlâ'nın cezası, yalnızca günahkârların değil, günah ve isyanlardan sakınan müminlerin bile korkması gereken bir husustur. Çünkü ilâhi gazap geldiğinde, yalnızca günahkârları kapsamakla kalmaz, herkesi içine alabilir. Bu bakımdan fitne ve fesadın, isyan ve tuğyanın yaygınlaştığı zamanlarda muttaki müminlerin Allah-u Teâlâ'ya nasıl sığınması icabediyorsa o şekilde sığınmaları gerekir. Çünkü azabın ne zaman geleceği bilinmez.
"Onlara vâdettiğimizi sana göstermeye biz elbette kâdiriz." (Müminun: 95)
Kur'an-ı kerim'de Musa Aleyhisselâm'ın bir beyanı şöyle geçmektedir:
"Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin Allah'ım!" (A'raf: 155)
Bu bir nevi Hazret-i Allah'a sığınmak ve yalvarmaktır.
Binaenaleyh gerek beyinsizlerin, gerek bu azgınların, gerek kodamanların yüzünden bu âfâta iştirak etmiş oluyor, yani tutulmuş oluyor.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsi'de buyurur ki:
"Eğer kullarım bana hakkıyla itaat etselerdi onları geceleyin yağmurlarla sular, gündüzleri üzerine güneş doğdurur ve onlara gök gürültüsünü işittirmezdim." (Ahmed bin Hanbel)
Yani Hazret-i Allah sizi rahatsız etmemek için gündüz yağmur yağdırmazdım, gök gürültüsü duyurmazdım buyuruyor. Yoksa merhametlilerin en merhametlisi olan Hazret-i Allah kuluna hüzün eder mi?
Ancak yarattığı, nimetlerle donattığı, en güzel bir şekilde rızıklandırdığı hâlde onu tanımayıp karşı gelen, nefsini ilâh edinip karşı çıkan artık cezaya müstahak olmuştur. Onun için, Yâ Rabb'i! Bu büyüklük taslayan azgınların, beyinsizlerin, isyankârların, şaşkınların yüzünden bizi helâk eder misin?
Geçmiş ümmetlerden pek az kimse yeryüzünde fesat çıkarmayı engellediler ve kurtuldular.
Diğerleri ise dünyevi lezzetlere daldılar, isyan edip yoldan çıktılar, diğerlerinin ikaz ve irşatlarına kulak asmadılar, sonunda da beklemedikleri bir anda azap başlarına geliverdi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Halkı ıslah olmuş (salih ve ıslahtan yana) kimseler olsaydı, Rabb'in o memleketleri haksız yere helâk edecek değildir." (Hûd: 117)
Allah-u Teâlâ Âdil-i kerim'dir. Halkı ıslah olmuş, hakka hukuka riayet etmiş olan beldeleri felâketlere uğratmaz, hak etmeden helâk etmez, böyle bir ihtimal yoktur.
Çünkü Âyet-i kerime'sinde:
"Rabb'in kullarına zulmedici değildir." buyuruyor. (Fussilet: 46)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'in bu husustaki bir hutbeleri ne kadar arza şayandır:
Şöyle buyurmuşlar:
"Ey insanlar! Sizden önce helâk olanlar, günahlara dalmaları, yol göstericilerinin ve dinde derinleşen âlimlerinin de onları men etmemeleri yüzünden helâk olmuşlardır.
Onlar günah işlemeyi aralıksız sürdürüp, diğerleri de onları men etmeyince, kötü bir sonuç onları yakalayıvermiş, başlarına cezalar gelmiştir.
Öyleyse onlara gelen azabın bir benzeri sizin başınıza gelmeden önce iyilikle emredin, kötülükten de men edin.
Bilmiş olun ki iyilikle emretmek ve kötülükten men etmek; ne rızkı keser, ne de eceli yaklaştırır." (İbn-i kesir)
"Ey iman edenler! Yürekten samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki Rabb'iniz sizin kötülüklerinizi örter ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar." (Tahrîm: 8)
Bu felâketleri durdurtacak bir tek şey varsa, Hazret-i Allah'a yönelmek ve nasuh bir tevbe ile tevbe etmektir.
Yunus Aleyhisselâm'ın kavmi dışında; inkâr ettikleri, yoldan çıktıkları hâlde, başlarına gelecek azabın belirtilerini görünce tevbe etmiş ve affedilmiş, azaptan kıl payı kurtulmuş bir kavim yoktur.
Nitekim Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
"(Azap geleceği vakitte) iman edip de imanı kendisine fayda sağlayan bir memleket halkı varsa, şüphesiz ki Yunus'un kavmidir.
İman ettiklerinde kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada faydalandırdık." (Yunus: 98)
Allah katında bir kavmin helâk edilmesine dair hüküm çıktıktan sonra iman etmenin ve yalvarmanın hiçbir faydası olmadığı, inen hiçbir azap geri alınmadığı hâlde; onların bu yeis halindeki imanları hüsn-ü kabul görmüş, ümitsizlik halinde yaptıkları tevbeleri makbul olmuş, azap üzerlerine sarkıtıldıktan sonra kaldırılmıştır. Şayet iman edip tevbe etmemiş olsalardı, cezalarını bulacaklardı.
Helâk olan kavimler hakkında bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Uyarılıp da söz dinlemeyenlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bak!" (Yunus: 73)
Allah-u Teâlâ'dan cidden korkmamız lâzım. Cenâb-ı Hakk'a çok sığınıp çok yalvarmamız lâzım. Diyeceksiniz ki; "Ben yalvarıyorum." Hayır, hayır! Öyle değil. "Bu âfâtı bizden uzak et!" demekle olmaz. Herkes uyurken uyanarak, herkes gülerken biz ağlayarak, secdede gözyaşları ile niyaz edeceğiz, yalvaracağız. Merhameti sonsuzdur, ola ki rahmetiyle tecelli eder de bizi bağışlar. Gelecek azabı yok eder veya tehir eder. Yoksa hakikaten çok şeylere müstahak olduk. Ele alınacak tarafımız kalmadı.
Eğer bilsek ağlamaktan, istiğfar etmekten, sığınmaktan başka hiçbir çaremiz yoktur. Azabı indiren de O, azabı kaldıracak olan da O!
Âyet-i kerime'de:
"Allah'tan (O'nun azabından) kurtuluşun ancak Allah'a sığınmakla olacağını anlamışlardı." buyuruluyor. (Tevbe: 118)
Eğer biz boynumuzu büküp, günahlarımızı, acziyetimizi, hatamızı itiraf edip affımızı dilenirsek, O'na sığınırsak şüphesiz O'nun merhameti boldur.
"Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah'tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi ve Peygamber de kendileri için af isteyiverseydi, elbette Allah'ı affedici ve merhametli bulurlardı." (Nisâ: 64)
Bir insan birçok hatalara, günahlara düşebilir. Fakat bunları idrak ettikten sonra Hazret-i Allah'ın en sevgilisine sığınırsa, onun sevgisinden ötürü o kimsenin duâsını Allah-u Teâlâ reddetmez. Böylece ebedî kurtuluşa erer. Ceza görmeden ebedî lütuf ve saâdetine vesile olur.
İşte bu, hep Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiğinin ve ona sığınılması gerektiğinin ifadesi ve gerekçesidir.
Bu ilâhi emir, onun ahirete intikali ile kesilmez ve son bulmaz. Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ'nın tevbeleri kabul etmesi ve onlara mağfiret edici olması, Resulullah Aleyhisselâm'a gelmelerine, huzurunda mağfiret dileğinde bulunmalarına ve Resulullah Aleyhisselâm'ın da onlar için istiğfar edivermesine bağlıdır.
Onların bereketleri, hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra da devam etmektedir. Çünkü tasarruf devam eder.
Gözü görmeyen bir kişi Peygamber Efendimiz'e gelerek:
"Yâ Resulellah! Beni iyileştirmesi için Allah'a duâ buyur." dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ona "Abdest almasını iki rekât namaz kılmasını sonra da şu duâyla duâ etmesini" emretti.
"Allah'ım! Peygamber'in rahmet peygamberi Muhammed ile sana yönelerek yalvarıyorum. Gözümün açılması için yâ Muhammed senin ile Rabb'ime yönelmiş bulunuyorum.
Allah'ım! Onu bana şefaâtçi kıl."
Ve devamla:
"Bir ihtiyacın olduğunda hep aynısını yap." buyurdu.
O kimse bu duâ ile duâ edip kalktığı zaman görmeye başladı. (Tirmizî)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz kıtlık baş gösterdiğinde, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in amcası Hazret-i Abbas -radiyallahu anh- ile tevessül ederek:
"Yâ Rabb'i! Kuraklık içinde kalınca Peygamber'imiz ile sana tevessül ederdik. Bize yağmur verirdin. Şimdi onun amcası ile tevessül ederek senden niyaz ediyoruz, bize yağmur ihsan et!" diye duâ ederdi ve yağmur yağardı. (Buhârî)
Hazret-i Allah Habib-i Ekrem'inin yüzü suyu hürmetine onun aslına da bu lütfu bahşetmiş.
Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azap vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azaptan vazgeçerim." (Ebu Nuaym - Hilye)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ümmet-i muhteremesine Hazret-i Allah'ın lütuf, rahmet ve merhametine nail olmaları için Zât-ı şerif'ini vesile kılmalarını bizzat vasiyet ediyor. Çünkü Hazret-i Allah onun yüzü suyu hürmetine yapılan niyaz ve duâları reddetmez.
Bu hususta şöyle bir temsil getirelim:
Bir çocuk büyük bir suç işlediğinde babasının kendisini cezalandıracağından korkar. Fakat bu çocuk, babasının en sevdiği bir arkadaşına gidip "Ben gerçekten bir kabahat yaptım, eve gitmeye korkuyorum. Sen ise babamın en yakın dostusun. N'olur babama rica ediver de beni affetsin." derse, o da babasına gidip aracı olursa, babası onu kırmaz, çocuğu affeder.
Bu bir insanın ricâsı, o ise Allah-u Teâlâ'nın en sevgili kulu. Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini vesile yapan kimseyi asla reddetmez.
Cenâb-ı Hakk, sevdiği bir kulunun şefaat etmesiyle başka bir kuluna, onu sevdiğinden "Hadi geç!" deyiverir. Hepsi sevgiye dayanıyor. Ama O'nun izni dahilinde oluyor.
Sevgililerinin yüzü suyu hürmetine, hiç affedilmeyecek kimseyi affediyor Hazret-i Allah.
Duâ ederken bir kişinin değil, Ümmet-i Muhammed'in affını isteriz. Çünkü vallahi Allah-u Teâlâ'nın bir kişiyi affetmesi ile Ümmet-i Muhammed'i affetmesi arasında fark yoktur.
Duâya başlamadan evvel de şunu söyleriz:
Yâ Rabb'i! Habib'in buyurdu ki; "Kullar senin kulun, azap edersen senin kulların, merhamet edersen sen lütuf, ihsan ve kerem sahibisin, affedersin."
Yâ Rabb'i! Ümmet-i Muhammed'i affet. Sen öyle bir Kerim Mabud'sun ki, beni affetmekle Ümmet-i Muhammed'i affetmek arasında hiçbir fark yok.
Allah'ım! Ümmet-i Muhammed'e umûmî rahmetle muamele et! Amin!..."
"Binaenaleyh bizim duâmız hep başkaları için, Ümmet-i Muhammed'in iman ve selâmeti için."
İnsanoğlunun ömrü imtihanlarla ibtilâlarla doludur.
Kişi dinine bağlılıkta samimi olduğu nispette imtihanlarla ibtilâlarla karşılaşır. En şiddetli ibtilâlar peygamberlere gelir, sonra diğer müminlere gelir.
Hazret-i Allah'ın bütün sevgilileri, yakınlığı cefâda buldular, ilâhî rahmete ibtilâ ile kavuştular.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar içinde en şiddetli ibtilâya uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra derece derece farkeder, kişi dinine bağlılığı ölçüsünde ibtilâya uğrar. Dinine bağlılığı sımsıkı ise ibtilâsı da şiddetlidir. Dinine bağlılığı zayıf ise, o nispette ibtilâya uğrar. Kul yeryüzünde günahsız yürüyünceye kadar ibtilâ ondan ayrılmaz." (Tirmizi - Zühd: 57)
İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ'ya ümit bağlayıp hadiseler karşısında dayanma gücünü ortaya koymaktır.
Başa gelen musibetin süresi uzamış olsa bile, bir kul Allah-u Teâlâ'dan ümidini kesmemeli, sıhhat gibi servet gibi bazı nimetlerden mahrum olduğu zaman teessüre kapılmamalı, O'ndan olduğunu bilmeli, duâ ve niyazda bulunmalıdır. Onun bu ilticası, sıhhat ve selâmet temenni etmesi sabrına mâni değildir, ecrine noksanlık gelmez. Allah-u Teâlâ'ya her hususta muhtaç olduğunu itiraf etmiş olur.
Bu şekilde bir ibtilâya maruz kalan kimse, vesveseye düşmesine rağmen sabrettiği takdirde, Allah-u Teâlâ Eyyub Aleyhisselâm'a gösterdiği gibi, ona da bir çıkış yolu gösterir.
Âyet-i kerime'sinde:
"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır." buyurmaktadır. (Talâk: 2)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Eğer Allah sana bir zarar bir sıkıntı verirse, onu senden kaldıracak O'dur. Eğer sana bir hayır ve iyilik dilerse, lütfuna kimse mâni olamaz. O bunu kullarından dilediğine eriştirir. O bağışlayandır, merhametlidir." (Yunus: 107)
İmanı olmayanlar veya imanı zayıf olanlar musibet ve felâketlere tahammül edemezler. Bu tahammülsüzlükler imtihanın tamamıyla kaybedilmesi demektir.
İslâm ahlâkının şâhikalarından birisi de sabırdır. Kur'an-ı kerim'de takriben yetmiş yerde sabırdan bahsedilmiş, sabırla süslenenler meth-ü senâ edilmiştir. Allah-u Teâlâ kendisine ümit ve samimiyetle yönelen, arz-ı hâl eden kullarını sever ve merhamet eder.
"Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara: 249)
Sabır şuna denir ki, halini kimseye bildirmez, sadece Hakk'a sığınır. Başına gelen bir belâyı şayet başkalarına duyurmaya çalışıyorsa, Sahib'ini şikâyet ediyor demektir.
Sabır çok acıdır, sonu çok tatlıdır. Acılığın verdiği gözyaşının altında hayat vardır. Sabredilirse ibtilâ günâgün küçülür, sabredilmezse büyür ve ağırlaşır. Sabırlı olmak lâzım, fakat yerinde sabırlı olmak lâzım.
"Allah'ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez. Kim de Allah'a inanırsa ona hidayet eder, gönlüne doğruyu yöneltir. Allah her şeyi bilendir." (Teğâbün: 11)
•
Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız." (Âl-i imran: 186)
Rıza gösteren kulundan da râzı olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Kim Allah'ın takdir ve taksiminden râzı olursa, Allah da ondan râzı olur." buyurmuşlardır. (Câmiu's-sağîr)
Türkiye çok büyük bir âfât yaşadı. Bu depremin birçok açıdan adeta bir dönüm noktası olacağını söyleyebiliriz.
Allah-u Teâlâ böyle takdir etti. İçine neler koydu bilemeyiz.
Eğer bu büyük depremden maddi-manevî gerekli dersleri çıkartırsak hem dünyamız hem ahiretimiz için, önümüzdeki günler için yapmamız gereken hazırlığın kapısını açmaya muvaffak oluruz; Allah-u Teâlâ af ve merhametini ziyadeleştirir, ülke olarak yeni bir atılım ile önümüzdeki müzayakalı, harp ve harabiyat günlerine daha iyi hazırlanabiliriz.
Bu deprem bize tekrar gösterdi ki; birlik, beraberlik, uhuvvet, yardımlaşma, fedakârlık gibi faziletleri üzerinde toplayan bu necip milletin necip fertleri var. Enkaz altından çıkan insanlarımızın tevekkülü, Cenâb-ı Hakk'a sığınmaları, dua ve niyazla ayakta kaldıklarını söylemeleri, küçük çocukların Allah'ı zikretmesi, buna mümasil görebilene çok hikmetler yaşandı.
Böyle büyük âfâtlarda bu meziyetlerimiz ortaya çıkıyor. Ve fakat bunlar unutulunca yine bir çekişme başlıyor. Hatta bu ortamda bile çekişme, kargaşa, fitne-fesat çıkartmak isteyenler oluyor.
Oysa gün birlik beraberlik günü, uhuvvet günü. Allah'a ve Resulullah'a dönme günü.
Zira küffar el ovuşturuyor, tepemize binmek için fırsat kolluyor, vatanımızı elimizden almak istiyor.
Amerika seneler önce (2002'de) geniş çaplı bir işgal tatbikatı yaptı. Senaryoya göre bir ülkede deprem oluyor, ardından karışıklık çıkıyor ve güya yardım için işgal ediyor, işgal sebebiyle çatışmalar yaşanıyor.
Bu tatbikatta hedef ülkenin Türkiye olduğuna dair ciddi iddialar ortaya atıldı. Amerika bu gibi şeyleri gözdağı vermek için kullanıyor.
Amerika bu gibi şeylerle bizi korkutmak istedi, ancak herhâlde bu milletin Amerika'dan korkmadığını öğrenmişlerdir.
Ancak küffarın niyeti ve azmi bu. Buna göre uyanık olmamız lâzım. Gerekli tedbiri almamız lâzım.
En önemlisi birlik ve beraberliğimizi korumamız lâzım. Devletimize sahip çıkmamız lâzım. Etrafımızda devletini kaybeden ülkelerin durumunu görüyoruz.
Gün birlik-beraberlik günü.
"Bizim iki gayemiz var; iman ve vatan. Vatansız iman da korunamıyor. Vatan imanı muhafaza eder. Çünkü vatansız iman kazanılmıyor."
Muhakkak iç ve dış, din ve vatan düşmanlarına karşı yekvücut olmamız lâzım.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Müminler kardeştirler." (Hucurat: 10)
"İyilik ve takva üzerine yardımlaşınız, kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız." (Maide: 2)"
Zira bu deprem gösterdi ki; gerek böyle büyük bir afet olsun, gerek büyük bir harp olsun, gerek nükleer savaş olsun bu gibi durumlarda çok daha büyük hazırlıklar ve planlamalar yapılması gerekmektedir. Hem elden geldiğince vatandaşımızın selâmetini temin etmek, hem de bu devleti yaşatmak için. Çünkü devlet olmayınca, vatan olmayınca dinini de yaşayamıyorsun.
Bilim adamları böyle bir âfâtın gelebileceğini söylüyordu, devlet kâğıt üstünde planlarını yapıyordu. Bir hazırlık yapılmaya çalışılıyordu, ancak insanlar günü yaşadıkları için, başlarına geleceği, bu kadar büyük bir âfâtı tahmin bile edemediği için gerektiği gibi hazırlanılamadı.
Önümüzde çok daha büyük hadiseler yaşanabilir. Ahir zamanda yaşanacak kıyamet âlametlerine, büyük âfâtlara, büyük savaşlara dair birçok Hadis-i şerif var. Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri eserlerinde sohbetlerinde hep bu günlerin yaklaştığını haber verdi, "Harp ve harabiyat devri" dedi, yakınlarını tedbir almaya teşvik etti.
Binaenaleyh bu devirler artık geldi çattı. Deprem oldu nasıl bütün millet, bütün devlet seferber olmuş ise bu âfâtlar, harpler gelmeden önce aynı şekilde büyük bir seferberlik yapılması lâzım.
Çünkü bu deprem gelecek zelzelelerin, felâketlerin, harplerin habercisidir.
Küçük bir sahayı, bir ili etkileyen bir âfet olduğunda devlet kendi gücüyle üstesinden gelebiliyor. Ancak bu büyük âfâtta gördük ki, milletin desteği olmazsa devletin aciz kalacağı durumlar da olabiliyor. Benzer bir durumu 15 Temmuz'da da yaşadık. O hâlde planlamalar yapılırken bütün milleti içine katan çok kapsamlı şekilde düşünmek lâzım. Meselâ İsviçre'de halktan askerliğini bitirenlere tüfek zimmetleniyor ve ara sıra bilgilerini tazelemek için eğitime alınıyor.
Gerçekten büyük harpler var.
Küffarın kini ve niyeti büyük.
"Onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz." (Âl-i imran: 118)
Nitekim kin ve düşmanlığını, bu kötü niyetini gizleyemeyen Yunan, Ermeni milletvekillerinin, yahudi hahamların haberleri basına yansımıştır. Birçok küffar ise bu niyetini, daha büyük düşmanlığını kalbinde gizliyor. Bunu Allah-u Teâlâ haber veriyor.
"Allah, gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilir." (Nahl: 19)
Deprem esnasında dost düşman bütün dünya yardım gönderdi, yetmişten fazla ülkeden arama-kurtarma ekibi geldi. Bir grup insan hemen dostluk-kardeşlik edebiyatına başladı. Oysa küffar birkaç yardım ekibi göndermekle niyetini asla değiştirmiş değil. Bir müslümanda art niyet olmaz, imanını, dinini dosdoğru yaşar ve küfürle mücadele eder. Halbuki küffar öyle değildir. Kalbinde gizlediği çok daha büyüktür. Ve yüzyıllardır bunlar bu ikiyüzlülüğünü gerek İslâm dünyasında gerek bütün dünyada ziyadesiyle sergilemiş ve bütün insanlığı inim inim inletmişlerdir. Hâlâ da maske değiştirip bu kötülüklerini devam ettirmeye çalışıyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara: 217)
Bizde ise küfrü hoş görü fitnesi 150 yıldır önce masonlar sonra FETÖ eliyle bu milletin öyle bir içine zerkedildi ki, ufak bir harekette hemen bu fitne kafasını çıkartıyor. Millet öyle bir hale gelmiş ki; alenen küffardan yardım isteyenler, küffardan "Aferin" almakla iftihar edenler bu milletin bir kesiminde karşılık bulabiliyor.
"Özgürlük" adı altında Kur'an-ı kerim'in elçiliğimizin önünde yakılmasına izin veren devletler oldu. Bizim elçiliğimizin önünde devlet koruması altında bu düşmanlığını, küfrünü icra etmesine izin verilmesi nedir? Bundan büyük kin, bundan büyük düşmanlık tahayyül edilebilir mi? Oysa biz güçlü bir tepki veremedik. İslâm milletleri Hazret-i Allah'ın kelâmına sahip çıkmadı. Resulullah Aleyhisselâm'ın emanetine yapılan saldırıya gereken cevabı vermedi.
Türkiye'de depremin olduğu gün Resulullah Aleyhisselâm hakkındaki çirkef karikatürleri ile bilinen Fransız Charlie Hebdo dergisi Türkiye'deki deprem hakkında yayınladığı karikatürde, yıkıntı çizimlerinin altına "Tank göndermeye gerek kalmadı." diye yazdı.
İstanbul boğazında büyükçe bir bayrakla kendince mesaj vermeye çalışan ABD, depremden sonra uçak gemisinin hazır olduğunu, Türkiye izin verirse göndereceğini açıkladı.
Depremin ilk günü PKK, Tel Rıfat'tan saldırı düzenledi. Almanya'da taraftarları Türkiye için toplanan yardım malzemelerini ateşe verdi.
Ermenistan'da bir milletvekili çıktı Türkiye'ye yapılan yardımı eleştirip "En iyi Türk ölü Türk'tür." diye açıkça kin kustu.
Deprem'den 2 gün sonra Meksika parlamentosunda Ermeni tasarısı onaylandı.
Yunan yardım ekibi gönderiyor ama eski Savunma Bakanı çıkıyor "Deprem sonrası Türkiye'nin durumu göz önüne alındığında, Yunanistan'ın kara sularını 12 mile çıkartmanın tam zamanı" diyor, yine deprem günü navtex ilan ediyor.
Depremden daha bir hafta önce açıkça savaştan bahsediyorlardı. Şimdi onlar niyet ve emellerinden vaz mı geçtiler? Hayır! Kâfirden, Yunan'dan dost olmaz.
Bu küfrü hoş görmeler, küffar ile dostluk peydah etmeler, FETÖ gibi örgütler İslâm dünyasına çok zarar verdi, vermeye devam ediyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onların birçoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendi önlerine sürdüğü şey ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiş ve azapta ebedî kalıcıdırlar." (Mâide: 80)
Müslümanların dinden, ahkâmdan, ahlâktan uzaklaşmaya başlamaları, uhuvvet ve birlikten ayrılmaları, fırkalara bölünmeleri, kâfirle dost olup İslâm kardeşliğini bırakmaları ve birbirlerine düşmeleri büyük bir zafiyete ve gadâbullaha sebep olur. Düşmana zemin hazırlar.
Küffarın en büyük amacı bir iç karışıklık vs. ile Türkiye'yi içerden çökertmektir. Hıristiyan Batı olsun, siyonist İsrail olsun büyük bir plan çeviriyor, etrafımızda Yunan, Esed, PKK-PYD, Ermenistan, hatta İran bu düşmanlığın taşeronluğunu yapıyor. Hepsi ittifak hâlindeler.
Ukrayna'daki savaşın daha büyük bir küresel savaşa, nükleer harbe dönüşme ihtimali var.
Bu tehlikeli devirleri aşabilmemiz için Allah ve Resul'ünde birleşmemiz, vatanımızda birliğimizi, beraberliğimizi muhafaza etmemiz, din ve vatan için gerekirse canımızı feda etmemiz lâzım. Önümüzde çok büyük hadiseler var. Çok dikkatli olmamız lâzım.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde:
"Allah'a ve Resul'üne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider." (Enfâl: 46)
"Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever." buyuruyor. (Saff: 4)
Binaenaleyh gaye; İslâm'dır, vatandır.
Devletimiz, milletimiz uyanık olsun.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bugünlere dair, efkâra dair, yaşadığımız âhir zamana dair birçok ifşaatlarda bulunmuşlar, iki mühim esası sağlamlaştırmak için hâl-i hayatında mücadelesini yapmışlar, bu hususta şöyle buyurmuşlardı:
"Devletin ittifaktan, devletsizliğin nifaktan olduğunu belirtiyoruz. Zira devletsiz olunca dinini yaşayamıyorsun.
Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffarın idaresinin altına girersek durum ne olur? Allah'ımız muhafaza buyursun."
"Biz öteden beri hem dinde hem vatanda bölücülüğü yok etmeye çalışıyoruz. Bunu; İslâm dini böyle emrettiği için yapıyoruz.
Bugüne kadar Nûr-i Muhammedî'nin yayılmasına, ümmet-i Muhammed'in Allah ve Resul'ünde birleşmesine gayret ettik.
Bizim bütün gayemiz iman kurtarmaktır.
Vatanımı, bayrağımı çok ama çok seviyorum. Dinime ve vatanıma düşmanlık edenlerin de karşısındayım. Hem dinimizi, hem de vatanımızı muhafaza ve müdafaa için bu cihadı yapıyoruz. Bölücüler bu vatanı, Din-i mübin'i parçalamaya çalışıyorlar. Biz de bunları parçalıyoruz.
"Hayır! Biz hakkı bâtılın tepesine şiddetle indirip atarız da, onun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki bâtıl yok olup gitmiştir." (Enbiyâ: 18)
Bizim iki gayemiz var:
İman ve vatan.
Çünkü ben vatanın ne olduğunu çok iyi biliyorum. Bunun sebebi ben Yugoslavya'da doğdum. O yabancı bayrağın altında durmanın ne demek olduğunu biz biliriz amma siz bilmezsiniz. Çünkü bu bayrak altında doğdunuz, büyüdünüz. Bu bayrağın şerefini bilmezsiniz, yabancı bir bayrak altında büyüseydiniz o zaman bayrağın kıymetini bilirdiniz. Ben bunu çok iyi biliyorum. "Bayrak" deyip geçiliyor amma o bayrak çok şeyler ifade ediyor...
Ben aslen Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat Efendimiz'in aslındanım, Medine-i münevvere'denim. Orada kalabilirdim. Hatta 1952'de kalmaya da gittim ve fakat baktım ki oranın halkı Resulullah Efendimiz'e karşı çok lâubali. "Ben lâubâli yaşamaktansa hasretle yaşayayım daha hayırlı." dedim, buraya geldim.
Bir yakınım askere gittiği zaman, "Gittiğin yer Peygamber Ocağı" diye ona nasihat ediyorum.
Biz her zaman şöyle dua ederiz:
"Allah'ım! Ümmet-i Muhammed'i affet! Vatanımızı muhafaza et! Ordumuzu muzaffer et!"
Allah korusun, bir harp çıkmış olsa en önde savaşmak isterim, ordumuza her türlü yardımda bulunmak için bütün imkânlarımı seferber ederim.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Vatan sevgisi imandandır." buyuruyorlar."
"İmansız vatan, vatansız iman muhafaza edilmez."
Allah-u Teâlâ Osmanlı devletine İslâm'ı yaymak için büyük lütuflarda bulunmuştu. Ve bu sayede onlara kadar İslâm'ı ulaştırdılar. İşte bunun içindir ki, bu vatana gönül bağlamaktadırlar. Çünkü onlar İslâm'a karşı çok samimiydi ve harbe giderlerken vatanı Hazret-i Allah'a emanet ederlerdi.
Dikkat ederseniz, işgal altındaki müslümanların tek ümidi Türkiye'dir. En çok buraya gönül bağlarlar. Ümitleri ve gönülleri bu vatandadır. Fakat müslüman gibi görünenler, gerek dinimize, gerek vatanımıza, içten saldırdıkları için dış düşmandan çok daha tehlikelidirler.
Dinine ve vatanına ihanet eden, Türk bayrağını paçavra olarak görenlerin dine ve vatana yaptığı ihanet budur.
Cenâb-ı Hakk bu vatanı koruyacak, muhafaza edecek.
Hadis-i kudsi'de ise şöyle buyuruluyor:
"Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azap vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azabdan vazgeçerim." (Ebû Nuaym, Hilye)
Yani onlar Allah-u Teâlâ'nın nazargâh-ı ilâhi'yesi, tecelliyât-ı ilâhi'yesi oluyor.
Hadis-i şerif'te ise;
"Allah yer ehline azap etmeyi murad ettiğinde onlara nazar eder de, azâbı derhâl onlardan geri çevirir." buyuruluyor. (el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî, Hâlet Ef. nr.: 198/2, vr. 486a)
Binaenaleyh bizim duâmız hep başkaları için, Ümmet-i Muhammed'in iman ve selâmeti için.
"Yâ Rabb'i! Halilullah Mekke için duâ etti,
Yâ Rabb'i! Resulullah Medine için duâ etti,
Yâ Rabb'i! Fakir bu devlet için duâ ediyor, bu devlete zevâl verme!"
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri gerek eserlerinde gerek sohbetlerinde dünyanın son devrinde, âhir zamanda yaşadığımızı; büyük hadiseler, büyük harpler, büyük âfâtlar olacağını; buna göre tedbir ve hazırlık yapılmasını nasihat ve tavsiye etmişlerdi. Bu beyanlarından bazılarını hülâsa olarak arzediyoruz.
"Bundan sonra çok çetin harpler olacağını, kapıda olduğunu haber veriyoruz. Amma nasıl harpler olacak? Tasavvurun haricinde! Bu harplerde çok az insan kalacak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde; "Elli kadına bir erkek düşecek kadar erkeklerin azalacağını..." beyan buyurmuşlardır. (Buhârî)
Öyle şiddetli harpler olacak ki, bu harplerde çok erkek zayi olacak. Sayı itibari ile elli kadın bir erkeğin himayesine girecek. Önümüzdeki harpler Allah-u âlem bunu gösteriyor. Artık bundan sonra harabiyet durumu başlıyor.
Binaenaleyh dünya şimdi yıkıma doğru gidiyor. "Hazır olun!" denilmek isteniyor. Şu kadar var ki dalâlet ehli fâsıklar hâlâ eğlencede, hâlâ zevk-ü sefada, önündeki karanlığı görmüyor. Fakat Hakk'a yakın olanlar, yıkım olsa da yapım olsa da, ibadet ve taatında. Bize Allah gerek, O'na yönelmemiz gerek, O ister yapar ister yıkar.
Allah-u Teâlâ'nın açık bir ferman-ı ilâhî'si var. Küffar ne kadar İslâm'ı söndürmeye çalışırsa çalışsın, o bir fırkayı kıyamete kadar payidar edeceğine ve nihayet muzafferiyeti de İslâm'a bahşedeceğine vaad-i sübhânisi var."
•
"Bu dünya savaşı çıkınca her taraf alev olacak. O ona, o ona derken Allah'ımız sonumuzu hayırlı etsin. Ruhsat Hazret-i Allah'ın vergisiyledir. Yoksa kumandanla, şunla bunla değil. O Osmanlı yıkılacak bir devlet mi? Fakat âhir zaman geldi yıkılması lâzım!
Efkâr yanıyor. Birbirine bakarak tutuşuyor. Efkârı görüyorsun herkes harbe hazırlanmış, sulh için konuşan yok. İsrâ Sûre-i şerif'inin 58. Âyet-i kerime'sinin tecelliyatının zamanı geliyor.
Amma harp ile, amma zelzele ile, amma âfât ile.
Cenâb-ı Hakk "Ya helâk ederiz veya şiddetli bir azapla cezalandırırız." buyuruyor kesin olarak. Bunu bilin. Hüküm O'nundur.
Moğolların başındaki Hülâgû İslâm ülkelerini yaka yaka gelirken halktan biri; "Zamanın kutbu nerede?" deyince bir tanesi; "Sus! O Hülâgû'nun bindiği atın yularını tutuyor!" demiş.
Çünkü Hazret-i Allah yıkmayı murat ettiği zaman bir sebep halk eder.
Onun için memleketler böylece perişan olup gidecek.
Allah-u Teâlâ beldeleri harap edecek.
Bakıyorum, Almanya şimdiden at yetiştiriyor. Yani bu ateşli silâhlar durduğu zaman kılıçla harp yapacak, onun hazırlığını yapıyor.
Çünkü bu harp bir âfâttır, atom harbi, nükleer harbi. Ve dolayısıyla birbirine ata ata dünya dümdüz olacak, dünya yıkılacak." (17 Eylül 2002)
"Harpler Allah-u âlem o kadar yakın, o kadar korkunç ki! Bu önümüzdeki harpler tasavvura sığmıyor. Bu harpler insanları yok etme harbi olacak.
Zaten Allah-u âlem Hazret-i Mehdi'nin çıkmasına daha var. Bu büyük herc-ü merç otuz seneye kadar.
Allah-u Teâlâ en sonunda hükmü İslâmiyet'e verecek."
"Dünya kaynıyor, kaynaya kaynaya taşacak ve bu halk gidecek, yavaş yavaş bir zaman imar ediyordu, şimdi harap ediyor. Hazret-i Allah'tan hakikaten korkmak lâzım. Bu isyan cezasız kalmaz."
"Bunları arzediyoruz; irşad ve ikaz için. Tedbir almanız için.
Binaenaleyh "Tedirgin olmayın, tedbirli olun."
İrşad için kimse gayret etmiyor. Halbuki şu çok yakın zamanda bazı tehlikelerle karşılaşma ihtimalimiz var. Harp tehlikesi var, kıtlık tehlikesi var.
Takdir ne ise o olur!
Dikkat ederseniz bütün dünya sallanıyor, huzursuz! Amma sel, amma rüzgâr, amma âfât, amma zelzele, Allah'ım beterinden korusun.
Bunları size hatırlatıyorum, şimdiden Hazret-i Allah'a ve Resul'üne yönelmeye ve sığınmaya bakın. Bu felâketler geldiği zaman şaşırmayın. Artık kendinize gelin, dünyanın sonundayız, ona göre kendinizi ayarlayın!
Binaenaleyh bu destek ahirete çekilinceye kadar devam edecek. İşin nezaketi daha sonra başlayacak. Nasıl ki her çadırın bir direği olur, çadırı ayakta tutar, direk yıkılınca çadır da yıkılır.
Gün bugündür, yarın bu silâhlar patladığı zaman dünya alt üst olup bitecek. Fakat hiç kimse bunu görmüyor, böyle gelmiş böyle gidecek zannediyor. Nereye gidecek? "Hatem" dendi, "Sondur" dendi, "Onunla bitiyor" dendi. Ondan sonra Hazret-i Mehdi ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın devri başlayacak. Bu merdivenden sonra iş bitti artık, zaten insan kalmayacak. "Hatem" dendi, bitti artık. Amma kimse bunun farkında değil."
"Sen ki Yaratan'a, nimetlerle donatana isyan edeceksin de O seni cezasız bırakacak, bu mümkün değildir. Muhakkak cezalandırır.
Allah-u Teâlâ dünyayı doldurduğu gibi boşaltacak, az insan kalacak. Azdan başladı aza inecek. İsyan tuğyan çok, imar çok, hep harap olacak. Mülkünü murad ettiği gibi yapacak. Takdir ne ise o olacak."
Allah-u Teâlâ bu direği çekince bu millet büyük bir perişanlık içine düşecek, bu perişanlık bütün İslâm âlemine sirayet edecek. İslâm âlemi bir müddet büyük bir çalkantı içinde bulunacak. Fitnenin en çok yayıldığı bir anda Allah-u Teâlâ çığır açmak için, bayrağı kaldırmak için Hazret-i Mehdi'yi gönderecek ve ona ruhsat verecek. O kendisine bahşedilen ruhsatla, mânevî destekle murad edilen noktaya kadar yürüyecek, vazifesini ifâ edecek. Sonra onun elindeki iradeyi de çekecek. Deccal'e salâhiyet vermeyi murad edince, onun kuvvetine karşı çok zayıf düşecek. Bunun sebebi, Hazret-i Mehdi uzağa açılacak, o ise istilâya başlayacak. Ortalık büsbütün karışacak. Hazret-i Mehdi çok zayıf düşünce, onun maiyetini kurtarmak ve İslâm'ı galebe çaldırmak için Allah-u Teâlâ üçüncü olarak da Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ı gönderecek. Deccal ve yahudiler o şekilde temizlenecek. İslâm âlemi küffârdan, yahudinin zulmünden kurtarılmış olacak. Fakat bununla kalmayacak. Bu hâlâtı gören Çin harekete geçecek, o zamana kadar harplerle boşalan dünyayı istilâ edeyim diyecek. Üzerlerine tank gibi yürüyecek, fakat Allah-u Teâlâ onları da bir gecede helâk edecek. Onların helâk oluşu harple değil, duâ ile. Ve böylece dünyayı boşaltmış olacak.
•
Hâtem'likle ıslahat başladı. Birinci ıslahat nurla, Hatem'likle olacak. Mehdi Hazretleri kılıçla ıslahat yapacağı gibi, İsa Aleyhisselâm da müslümanlarla hıristiyanlar arasında hakemlik yapacak ve Deccal'i öldürecek.
Bu üç vazife merdiven gibidir.
Bu nur çığır açıyor, karanlıkları deliyor. Bu çığır Mehdi Hazretleri'nin zamanına kadar gidecek. Nur da yayılacak, türemeler de türeyecek. Bunlar daima birbirine karşı olacaklar.
Mehdi Hazretleri zuhur ettiği zaman, ona en çok buğz eden ve karşı gelen, imansız imamlarla türemeleri olacak. İmanları yok çünkü. İmamları var imanları yok.
İşte Mehdi Hazretleri o zamanki fukaha ile, o zamanki imansız imamlarla çarpışacak.
Bizim bu bölücülerle cihadımız, sanmayın ki küçük bir çarpışmadır. Bütün bölücülerle karşı karşıya gelmiş durumdayız. Nasipdar olan tenvir oluyor, nasibini alıyor. Nasibi olmayan görmüyor.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İşte bu yol Allah'ın hidayet yoludur. Allah kullarından dilediğini bu yola eriştirir (kime dilerse ona nasip eder)." (En'âm: 88)
1999 Marmara Depremi'nden sonra şöyle buyurmuşlardı:
"Ortalık daha çok bozulacak, daha çok karışacak. Çok büyük sıkıntılar olacak. Harp sıkıntıları, geçim sıkıntıları, telâşlar baş gösterecek.
Dikkat ederseniz hadiseler başladı. Bu zelzeleler, yere batmalar, kılık değiştirmeler şimdiden başladı. Dünyanın birçok yerleri sallanıyor. Artık bu dalga böyle gidiyor. Bu zelzele hadisenin başıdır, sonu değil.
Öteden beri şunu duyardık: "Âhir son zamanda bina ile zinâ çok olacak."
Binaya ne kadar önem verildi, amma o binanın içinde hep zinâ. Hiç nikâh yok. Bugün nikâh bilinmiyor, yapılmıyor, mehir zaten bilinmiyor.
Amma görülüyor ki bina da gitti, zinâ da gitti, hepsi gitti. Dün yıkanmayı kibrine yediremeyen, bugün yıkanmadan gömülüyor. Dün saraylara sığmayan bugün barakalarda sığınmaya çalışıyor. Ne ibretler var!"
Endonezya depreminden sonra:
"Bundan sonra hep beklenir, bundan sonra yevmü'l-beter, çünkü rot çıktı." buyurmuşlardı.
Yine efkârdan bahsederlerken:
"Bugün için bir huzur var, yarını Sahib'imiz bilir." buyurmuşlardı.
İç karışıklıklardan Allah'a sığınırlar, "Tedbir lâzım" buyururlardı.
Sevenlerine Hazret-i Allah'a sığınmalarını, Hazret-i Allah'a yakın olmalarını, Hazret-i Kur'an'dan, Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetinden ayrılmamalarını tembihlemişler;
Onun için gün bugün ve bugünün de sonundayız. Dünyanın ömrü pek uzun değil. Fakat insanlar devrenin ucuna geldiğinin farkında değiller. Dünya ile meşgul olacak, dünyaya meyledecek zaman değil.
"Binaenaleyh artık dünyanın şâşâsına dalmayın, nefsânî arzulara kapılmayın. Helâl lokma kazanmayı ve yemeyi, günlük geçinmeyi düşünün! Uzun bir ömür hayâline kapılmayın! Ebedî saadetinizi hazırlayın."
Ancak ihtiyacını, maişetini temin et, ebedî hayatını kazanmak için gayret et!
Kendimize gelelim, ebediyatımızı kurtaralım. Artık Hakk'a dönme zamanı. Yapacağımızı şimdiden yapalım.
Bu kitaplar, müslümanlar sıkıştığı zaman çok iş görecek, yegâne tutunulacak yer olacak. İşte bizden sonra insanlar hakikati öğrenmek için bu kitaplara sarılacak.
Ben, "Yâ Rabb'i! Beni bu kitapların talebesi eyle!" diyorum.
Niçin? Benim değil, O'nun. Ben de muhtacım. Bu ilim O'ndan.
Hüsâmeddîn el-Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerhu Hutbetü'l-Beyân" isimli mecmuadaki risalesinde şöyle buyuruyor:
"Dünya hâlinden âhiret hâline intikâl sofrası, kıyametin kopuşu ve vaad edilen âhir zamandaki Mehdî'nin önündeki set onunla açılır." ("Mecmû'a-i Şerhu Hutbeti'l-Beyân li'l-Hüsâm el-Bitlisî", Konya Bölge Yazma Eserler Ktp. Akseki, no: 164, vr. 268)
Bu meyanda ortalık çok bozulacak, daha da karışacak. Çok büyük sıkıntılar olacak. Harp sıkıntıları, geçim sıkıntıları, telâşlar baş gösterecek. Din kalktıktan sonra fesadçılar yürüdü yürüdü, ifsad son haddini buldu; küfür, isyan, dinden çıkma moda oldu. Öyle bir gündeyiz ki; artık doğana sevinmemeli, imanla göçene üzülmemeli!..
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Belâ ve fitneden başka dünyanın hiçbir şeyi kalmadı!" buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce: 4035)
Allah'u-âlem öyle hâdiseler olacak ki; öyle şiddetli harpler, öyle büyük felâketler, öyle büyük zelzeleler olacak ki; bunlar tasavvurun hâricinde olacak! Dünya dümdüz olacak!
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Kapkara, ince bacaklı, koca ayaklı birinin Kâbe'yi taş taş yıktığını görüyorum sanki." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 790)
Kâbe-i muazzama'yı kıyamete çok yakın bir zamanda, başlarında ince bacaklı şiş karınlı bir kimsenin yer aldığı Habeşliler gelip yıkacaklar, taş taş sökecekler, taşlarını da denize atacaklar.
Size şöyle söylemek istiyorum ki; artık bütün gücünüzü ahirete yöneltin, dünyayı atın. Çünkü vakit geldi. Onun için çok dikkatli olun, ortalık karışıyor. Dünyayı doldurduğu gibi boşaltacak. Bu insanlar yok olacak. Yalnız burada mı? Hayır dünyada vaziyet çok vahim. Bildiğiniz gibi değil! Artık dünya hırsını bırakalım. Sahib'imize yönelelim, âlem ne yaparsa yapsın. Çünkü Allah-u Teâlâ yetmiş üç fırkadan bu fırkayı sevmiş, seçmiş, ahkâmını ayakta tutmak için öne sürmüş. Bu büyük bir fazilettir. Bu fazileti muhafaza et sana kâfi. Şunu yapayım, bunu yapayım hayır! Zamanı değil. Ortalık karışıyor. Çok evvel demiştim: "Allah'ım! Bu hadisatı bana gösterme!" diye. Çok vahim, vahşi hadisat var önümüzde.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Kıyametin hemen yakınında anarşi ve kargaşa günleri vardır." (Müsned. Câmiu's-sağîr)
Durum bu kadar nazik yani, şunu da haber vereyim ki; kalben ve ruhen bağlı olanlar zarar görmeyecek. Fakat çadırın direği yıkıldığı zaman bir esinti olacak. Çok büyük hadiseler var. Onun için aklınızı başınıza alın, dünyaya değil, ahirete yönelin ve bunu yakınlarınıza tavsiye edin.
Şu gördüğümüz sükûnet Allah-u âlem kar topluyor. Bir kıvılcımdan ateş alacak, ateş sardığı zaman her tarafı saracak. Fitneler büyüyor, bu ateş bütün dünyayı ele alacak. Ne zaman? Allah-u Teâlâ hüküm çıkardığı zaman. Her taraf hazır. Bu isyan cezasız kalmaz. Âkıbetimiz hakikaten vahim. İhsan çok, nimet büyük, isyan büyük. Bu isyanın karşılığı çok vahim olacak.
Bakıyorum nereden nasıl patlayacak? Çünkü günagün vakit yaklaşıyor. Acaba hangi kibrit ateş alacak. Her memleket barut halinde. Herkes harbe hazırlanıyor. Bu silahlar patladığı zaman nasıl insan kalacak, dünyanın durumu ne olacak? Artık dünyanın düzeni, rotası tamamen bozulacak, eski duruma gelecek. At, öküz bunlar olacak. Benzin yok, araba yok. Hiçbir şey işlemeyecek. Gemiler yelkene dönecek. Yani dünya bidayete dönecek. Harpler, âfâtlar sonunda çok az insan kalacak. Petrol olmayacak; uçak, araba gibi araç olmayacak, eski devirlere dönülecek.
Gün bugün, yarını O bilir.