Muhterem Okuyucularımız;
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, kimi Zât'ına çekmişse, emânetini kime vermişse, Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu kime takmışsa, vâris-i enbiyâ işte onlardır.
Allah-u Teâlâ bu nur sahibi vekillere öyle büyük lütuflarda bulunmuş ki onları Zât'ına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini marifet nurlarıyla nurlandırmıştır.
Bu kalpleri diri hakikat ehilleri, Resulullah Aleyhisselâm'ın hem sehm-i nübüvvetine hem de sehm-i velâyetine vâris olanlardır, zâhiri ilim tahsili yapmış âlimlere ait bir husus değildir. Zira onların ilmi kesbidir, vehbî değildir.
Peygamberlik kapısı kapandıktan sonra o nur:
"Âlimler peygamberlerin vârisleridir." (Buhârî)
Hadis-i şerif'i mucibince vârislerine sirayet etmeye başladı. Kıyamete kadar gelecek olan onun vârisleri de o nuru taşıyorlar.
Kur'an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre:
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda da O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?" (Âl-i imrân: 101)
Âyet-i kerime'lerinden, o nurun kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor.
Binaenaleyh iş gören onun nurudur, o nurdur.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, kimi Zât'ına çekmişse, emânetini kime vermişse, Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu kime takmışsa, vâris-i enbiyâ işte onlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz almışlardır. O sır bereketi ile ahkâm-ı İlâhî kıyamete kadar bâki kalacaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." buyuruyor. (A'râf: 181)
Bu tertemiz vazife mânevî bir miras olarak nebilerden âlimlere intikal etmiştir. Bu âlimler; Kibâr-ı Evliyâullah Hazerâtı'dır. Bunlar Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu taşıyan vekillerdir. Marifetullah ilmine sahip olan, Hazret-i Allah'ı bilen ve Hazret-i Allah'tan konuşan yalnız bunlardır. Bunlar Hazret-i Allah'ın esrâr-ı İlâhi'sine mazhar olanlardır.
Bu yol Hazret-i Allah'a giden ve Hazret-i Allah'a varan gönül yolcularının yoludur.
Resulullah Aleyhisselâm'ın ruhanî hayatı "Silsile-i sâdât" vasıtası ile gönülden gönüle aktarılarak günümüze kadar ulaşmıştır.
İşte bu yol, Pirân-ı izam -kaddesallahu esrârehüm- Hazerâtı'nın el ve gönüllerinde zamanımıza kadar teselsülen gelmiştir.
Bu yol Allah yoludur. Bu yolun önderlerine o kadar merhamet verilmiştir ki anlatılmaya çalışılsa hiçbir beşerin havsalası almaz. Bu da bir esrâr-ı İlâhi'dir.
Bütün efendilerimiz, sultanlarımız rızâdan başka hiçbir şeye kıymet vermediler, gaye Allah...
Her fırsatta; "Allah'ım boynumu sevgililerinin ayağının altına koy, beni orada tut!" derim.
Allah'ımız bizi o altın halkanın dâiresinden, kıyamete kadar devam edecek olan kaynaktan mahrum etmesin.
•••
Bu ay içinde idrak edilecek olan "Miraç Kandili"nizi tebrik eder, tüm İslâm âlemi'ne hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Allah'tan niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
"Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." buyuruyor. (A'râf: 181)
Bu tertemiz vazife mânevî bir miras olarak nebilerden âlimlere intikal etmiştir. Bu âlimler; Kibâr-ı Evliyâullah Hazerâtı'dır. Bunlar Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu taşıyan vekillerdir. Marifetullah ilmine sahip olan, Hazret-i Allah'ı bilen ve Hazret-i Allah'tan konuşan yalnız bunlardır. Bunlar Hazret-i Allah'ın esrâr-ı İlâhi'sine mazhar olanlardır. Bu yol Hazret-i Allah'a giden ve Hazret-i Allah'a varan gönül yolcularının yoludur. Bu yolun önderlerine o kadar merhamet verilmiştir ki anlatılmaya çalışılsa hiçbir beşerin havsalası almaz. Bu da bir esrâr-ı İlâhi'dir. Bu yol Allah yoludur, kul yolu değil. Allah yolunda bulunma devleti ne büyük bir lütuftur. Bütün efendilerimiz, sultanlarımız rızâdan başka hiçbir şeye kıymet vermediler, gaye Allah... Her fırsatta; "Allah'ım boynumu sevgililerinin ayağının altına koy, beni orada tut!" derim. Allah'ımız bizi o altın halkanın dâiresinden, kıyamete kadar devam edecek olan kaynaktan mahrum etmesin."
Aralık ve Ocak ayında yayınlanan dergilerimizde sırası ile bu zamanda türeyen, ortalığı ifsad eden, İslâm'a ve İman'a, dinimize ve vatanımıza büyük zararlar veren, "Âhir Zaman Âlimleri"ni ve "Âhir Zaman Şeyhleri, Sahte Mutasavvıflar"ı, bunların içyüzünü ve âlametlerini arzetmiştik. Tarih boyu bu gibi sahteler türemişse de hiçbir devirde bugünkü gibi sahteler ortalığı istila etmemiştir.
Bu ayki dergimizde ise Resulullah Aleyhisselâm'ın nurlu yolunu takip eden, onun manevî mirasına varis olan Allah dostlarını, hakiki mutasavvıfları, asırlar boyu nice evliyâullahı yetiştiren, müslümanlara rehberlik yapan, Sünnet-i seniyye'yi ihya eden, Allah yolunu saptırmaya çalışan kişi ve fikirlerle mücadele eden bu âli yolun rehberlerini, İslâm ve iman kahramanlarını arzedeceğiz.
Bu büyük zâtlar sayesinde İslâm ilk günkü safiyetiyle bugüne kadar gelmiş, hak ve hakikati arayanlar onlar sayesinde maksadına nâil olmuşlardır.
Gerçek hakiki âlimler bunlardır. Allah-u Teâlâ'nın yeryüzündeki halifeleri, Allah ve Resul'ünün vekilleri, mânevi âlemin sultanlarıdır. İman ehli, mânevi feyz ve bereketini onların vasıtası ile alır. Onlar âlim değil, âlemdir. Ümmet-i Muhammed üzerinde büyük tasarruf sahibidirler, tasarrufları kıyamete kadar devam eder.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Gerçekten size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir." buyuruyor. (Mâide: 15)
Allah-u Teâlâ sevdiği, seçtiği peygamber kullarının her birine ayrı bir lütufla tecelli etmiştir. O lütuf Muhammed Aleyhisselâm'ın nuru idi. Geldikleri zaman Muhammed Aleyhisselâm'ın emaneti ile Nûr-i Muhammedî ile geldiler. Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'deki her fazilet, meziyet ve mazhariyet, üzerlerindeki emânet, Muhammed Aleyhisselâm'ın nurunu taşıdıklarından ötürüdür.
Tâ Âdem Aleyhisselâm'dan beri o nur onların üzerinde döndü durdu. Her birinin alnında parlıyordu. Nihayet nurun sahibine kadar geldi. Zaten onun nuru idi, nur nura kavuştu.
Peygamberlik kapısı kapandıktan sonra o nur:
"Âlimler peygamberlerin vârisleridir." (Buhârî)
Hadis-i şerif'i mucibince vârislerine sirayet etmeye başladı. Kıyamete kadar gelecek olan onun vârisleri de o nuru taşıyorlar.
Kur'an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre:
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda da O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?" (Âl-i imrân: 101)
Âyet-i kerime'lerinden, o nurun kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor.
Binaenaleyh iş gören onun nurudur, o nurdur.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, kimi Zât'ına çekmişse, emânetini kime vermişse, Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu kime takmışsa, vâris-i enbiyâ işte onlardır.
Allah-u Teâlâ bu nur sahibi vekillere öyle büyük lütuflarda bulunmuş ki onları Zât'ına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini marifet nurlarıyla nurlandırmıştır.
Bu kalpleri diri hakikat ehilleri, Resulullah Aleyhisselâm'ın hem sehm-i nübüvvetine hem de sehm-i velâyetine vâris olanlardır, zâhiri ilim tahsili yapmış âlimlere ait bir husus değildir. Zira onların ilmi kesbidir, vehbî değildir.
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir." (Ahzâb: 23)
Âyet-i kerime'si mucibince onlar Hazret-i Allah'a gönülden bağlı olup söz verenler ve hükmünü Hakk'tan bekleyenlerdir. Şehid bir defa canını vermiş, onlar bir ömür boyu gönüllerini vermişler. Onlar nâdiren gelenlerdir.
Bugün de "Devr-i saâdet" daim ve bâkidir. Kavuşma yolları tam sâfiyetiyle el'an açıktır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz almışlardır. O sır bereketi ile ahkâm-ı İlâhî kıyamete kadar bâki kalacaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." buyuruyor. (A'râf: 181)
Bu tertemiz vazife mânevî bir miras olarak nebilerden âlimlere intikal etmiştir. Bu âlimler; Kibâr-ı Evliyâullah Hazerâtı'dır. Bunlar Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu taşıyan vekillerdir. Marifetullah ilmine sahip olan, Hazret-i Allah'ı bilen ve Hazret-i Allah'tan konuşan yalnız bunlardır. Bunlar Hazret-i Allah'ın esrâr-ı İlâhi'sine mazhar olanlardır.
Bu yol Hazret-i Allah'a giden ve Hazret-i Allah'a varan gönül yolcularının yoludur.
Resulullah Aleyhisselâm'ın ruhanî hayatı "Silsile-i sâdât" vasıtası ile gönülden gönüle aktarılarak günümüze kadar ulaşmıştır.
İşte bu yol, Pirân-ı izam -kaddesallahu esrârehüm- Hazerâtı'nın el ve gönüllerinde zamanımıza kadar teselsülen gelmiştir.
Bu yol Allah yoludur. Bu yolun önderlerine o kadar merhamet verilmiştir ki anlatılmaya çalışılsa hiçbir beşerin havsalası almaz. Bu da bir esrâr-ı İlâhi'dir.
Bu yol Allah yoludur, kul yolu değil. Allah yolunda bulunma devleti ne büyük bir lütuftur.
Bütün efendilerimiz, sultanlarımız rızâdan başka hiçbir şeye kıymet vermediler, gaye Allah...
Her fırsatta; "Allah'ım boynumu sevgililerinin ayağının altına koy, beni orada tut!" derim.
Allah'ımız bizi o altın halkanın dâiresinden, kıyamete kadar devam edecek olan kaynaktan mahrum etmesin.
Hazret-i Allah'ın nuru olan Cenâb-ı Fahr-i Kâinat, Sebeb-i Mevcûdat, Hazret-i Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında "Nûr-i Muhammedî -sallallahu aleyhi ve sellem-" isimli kitap yazılmıştı, orada şöyle başlamıştık:
"Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm öyle bir varlıktır ki, her türlü tasavvurumun ve kuvve-i beşeriyemin fevkindedir.
Ancak âcizliğimi itiraf eder affına sığınarak neşre başlarım."
Kudret eli ile yokluk karanlığından açığa çıkardığı ilk şey Muhammed Aleyhisselâm'ın nuru idi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur." (K. Hafâ. 1, 309, 311)
Cemâl nurundan ilk önce onun nurunu yarattı. Daha sonra o nurdan âlemleri yarattı, bütün mükevvenâtı da o nur ile donattı. İşte Sebeb-i Mevcûdât oluşu buradan geliyor. Allah-u Teâlâ kendi nurundan onun nurunu yarattı, o nurdan da âlemleri donattı.
O "Sirâc-ı Münir"dir. İçinde Allah-u Teâlâ'nın nuru aksetmiştir.
Allah-u Teâlâ Hadis-i Kudsî'sinde:
"Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım." buyuruyor. (K. Hafâ. c. 2 sh. 164)
Burada apaçık görülüyor ki Allah-u Teâlâ nurundan onun nurunu yarattı ve o nurdan mükevvenatı donattı, onu yaratmasa idi, mükevvenatı da donatmayacaktı. Onun için Sebeb-i Mevcûdât oluşu buradandır. Her canlının Allah-u Teâlâ'ya şükretmesi ve Resulullah Aleyhisselâm'a müteşekkir olması lâzım, çünkü onunla hayat bulmuştur.
Demek ki o eflâktan değil, eflâk onun nurundan yaratılmıştır. O Sebeb-i Mevcûdât'tır, hem de Ebu'l-ervah'tır.
Aynı zamanda âlemlere rahmettir. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." buyuruyor. (Enbiyâ: 107)
Âlemdeki her zerrede hayat var, o hayat da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i ile kâimdir.
Bu sebepledir ki, eğer okuyabilirseniz:
"Kâinatın ismi Muhammed Aleyhisselâm'dır." yazısını göreceksiniz.
Allah-u Teâlâ bütün insanlık âlemine hitap ederek, onlara kendi katından hak bir peygamber gönderdiğini haber vermektedir:
"Ey insanlar! Size Rabb'inizden HAK gelmiştir." (Yunus: 108)
Onu en üstün şerefle müşerref eyleyen Hazret-i Allah, Kuran-ı kerim üzerine yemin ederek doğru yolda olduğunu ve dosdoğru bir yolu gösterdiğini beyan buyuruyor:
"Yâsin. Hikmet dolu Kur'an hakkı için ey Resul'üm! Muhakkak ki sen gönderilmiş peygamberlerdensin ve doğru bir yol üzerindesin." (Yâsin: 1-4)
Zât-ı şerif'leri de şöyle buyurmaktadır:
"Âdemoğullarının birbirini izleyen kuşaklarının en hayırlısından gönderildim. Tâ ki, içinde bulunduğum kuşağa kadar sürüp geldi." (Buhârî. Menâkıb 23)
Bütün peygamberlerin her biri bir kavme, birkaç şehir halkına veya bir ümmete ve belirli bir zamanda gönderildikleri için, peygamberlikleri yalnız kendi kavimlerine hastır. Fakat o bütün insanlığa gönderilmiş, âlemlere rahmet olmuştur. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı onun irşad sahası içindedir. Zaman ve mekânın efendisidir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir. Ne var ki insanların çoğu bilmezler." (Sebe: 28)
Diğer peygamberlerin pak ruhları onun nûrundan yaratıldıkları için sadece gönderildikleri topluluklara rahmet oldular. O ise aynıyla rahmettir.
"Rahmeten lil-âlemin" Ferman-ı ilâhi'sinin mazharı olmuştur.
Varlığı bütün varlıklar için en büyük rahmettir. Rahmet-i ilâhi'nin tecessüm etmiş bir tecellisidir. Hazret-i Allah'ın bütün âlemleri bir kimsede toplaması elbette mümkündür.
Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara, zâhir ve bâtın her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nasibini alanlar; dünyada da ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar, her türlü kötülüklerden, sıkıntılardan kurtulurlar.
•
O bir hidayet nurudur. Allah'a varan hedefe onun yolundan gidilir, hakikatin köprüsüdür. Allah-u Teâlâ onu, kullarının hidayete ulaşmasına sebep kılmıştır.
Ebedî âleme teşrif buyurduktan sonra, nübüvvet ve risalet nurları kıyamete kadar devam edecek; insanlar o nurla nurlanıp, o nurla hidayete ereceklerdir.
Başka dinlere, başka kitaplara ihtiyaç duyulmadan, ümmetinin bütün önemli işlerinde başvurma makamı, ilk ve son mercidir. Kitabı ve şeriatı ile yeterlidir.
Ahirette ise şefaatı ile azaplardan kurtulmaya, yüksek derecelere ulaşmaya vasıta olacaktır. Allah-u Teâlâ onun hürmeti ve şefaatı ile ümmetinin günahlarını bağışlayacak, cennet sakinlerine verilen sayısız ve hesapsız nimetler onun vasıtasıyla verilecektir.
İnsanlar için en büyük bahtiyarlık, en yüksek mertebe ve en büyük meziyet onun yolunda yürümek, yüce ahlâkını tatbik edebilmektir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bu Peygamber'e inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saâdete erenlerdir." (A'râf: 157)
İmanın muktezası, Allah-u Teâlâ'nın ve Peygamber'inin huzurunda edeplere riâyet etmek ve onu gücendirmekten son derece sakınmaktır. Hâl-i hayatında ne kadar tâzim lâzımsa, vefatından sonra da o kadar tâzim lâzımdır. Her hâl ve ahvalde hürmet vecibesini muhafaza etmek gerekir.
Hazret-i Allah onu dost edindi. Adını adı ile andı. Onun hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ile bir tuttu. Ona imanı, Tevhid'in iki rüknünden biri yaptı. "Lâ ilâhe illallah"tan sonra "Muhammeden Resulullah" ünvanını getirdi. Ona inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını belirtti. Onun sayesinde dalâlette olanları hidayete erdirdi.
•
Allah-u Teâlâ, kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ın fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkiini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir:
"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona Salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun." (Ahzâb: 56)
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber'ini anıyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.
Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.
Sonra da süflî âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine Salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.
Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nura kavuşturan, ulvî ufukların kapılarını açan Peygamber'lerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arzetmiş oluyorlar.
Bu vesile ile de Allah katında itibar kazanmış, birçok ecir ve mükâfâtlara nâil olmuş oluyorlar. Allah-u Teâlâ onu sevdiği için onu sevenleri de sever.
Sâdık müminler asırlar boyu o Nur'un aşkında ve şevkinde yaşamışlar, ona karşı besledikleri muhabbet bağından bir an olsun ayrılmamışlar, Salât-ü selâm ile tebcil etmekten geri durmamışlardır.
•
Hem emsalsiz bir devlet başkanı, hem en muvaffak bir muallim, hem en cesur bir kumandan, hem en müşfik bir âile reisi, hem en zengin, hem en fakir...
Ümmetinden en fakir bir kimsenin yaşayışı gibi hayat sürmeyi, sadelik içinde yaşamayı tercih etti.
Hadis-i şerif'lerinde:
"Sade hayat imandandır." buyurmuşlardır. (Ebu Dâvud)
Sade yer, sade giyinir, sade yaşardı. Bulduğunu yer, bulduğunu giyerdi. Süsten-lüksten hoşlanmazlardı. Tam mânâsı ile ferâgat sahibi idi.
Tevazu ve sadeliği o kadar ileri götürmüştü ki, hane-i saadetlerindeki bütün mefruşat; bir yatak, bir hasır, toprak bir su kabı gibi eşyadan ibaretti.
Günlerce bacası tütmez, aylarca evinde ışık yanmadığı olurdu.
Yiyecek bir şey bulamadıkları için, hanımları ve çocukları ile beraber, birçok geceler yemek yemeden yatarlardı.
•
Hiçbir beşerin onu anlayıp ona teslim olması ve ona tazim etmesi mümkün değildir. Hazret-i Allah'a şöyle bir niyazımız var:
"Allah'ım! Habibi'ne karşı nasıl tazim etmem ve teslim olmam gerekiyorsa sen bu hali bana lütfet. Senin lütfedeceğin bu sermaye ile Habibi'ne tazim edeyim ve teslim olayım."
Çünkü bir mahlûkun onu idrak edip, ona tazim etmesi ve teslim olması mümkün değildir. Ancak Allah-u Teâlâ'nın lütfettiği sermaye sebebiyle ona tâzim edebilir ve gönülden teslim olur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik." buyuruyor. (Nisâ: 64)
Ona itaat etmekle Allah-u Teâlâ'nın emrine itaat edilmiş olur. Ona itaat etmeyen ise Allah-u Teâlâ'ya da, gönderdiğine de iman ve itaat etmemiş olur.
Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, Sünnet-i seniyye'sine sımsıkı sarılmayı, ahlâkı ile ahlâklanıp edebiyle edeplenmeyi gerektirir.
Muhammed Aleyhisselâm'ın nübüvveti yalnız Araplar'a ve sadece Ashâb-ı kirâm devrine münhasır olmayıp; her devre, her millete, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinleredir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah o Peygamber'i ümmî Araplar'dan başka, henüz kendilerine erişip ulaşmamış bulunan diğer bütün insanlara da göndermiştir." (Cum'a: 3)
Onun peygamberliği yalnız Araplar'a değil, onlara ve ondan sonra gelen ve kıyamete kadar gelecek olanlara şâmildir.
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar uzanan bir irşad sahasına gönderdiğini beyan buyuruyor.
"Bu Kur'an bana, sizi ve (sizden sonra) erişip ulaşan herkesi uyarmam için vahyolundu." (En'am: 19)
Kıyamete kadar gelecek bütün insanlar onun irşad sahası içindedir. Onun içindir ki; ne bir yahudi, ne bir hıristiyan, ne bir putperest hiç kimse iman etmedikçe kurtulamayacaktır.
•
"O Hakk'ın nurudur
İlim-irfan kaynağıdır.
Hakk'tır onun özü
Hakk'tan gelir onun sözü."
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri iki müstesna eser yayınlamıştır. "Nûr-i Muhammedî -sallallahu aleyhi ve sellem-" kitabı ile nûraniyeti ve ruhâniyetini, bâtıni yönünü tanıtmışlar; "Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm" isimli kitabı ile de hayat-ı saadetlerini, en selis bir üslupla Ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz etmişlerdir.
Mübarek isimleri "Abdullah"tır, "Ebu Bekir" ismi onun künyesidir. "Sıddîk" ve "Atik" lâkapları ile de tanınır. Babasının adı Osman olup, Ebu Kuhâfe künyesi ile tanınmıştır. Annesi ise Selma Ümmül-hayr'dır.
Resulullah Aleyhisselâm'ın doğumundan iki yıl sonra dünyaya gelmiş, ahirete intikallerinden iki yıl sonra da vefat etmiştir.
Hazret-i Allah'ın Nur'u kendisine; "Ben Allah'ın Resul'üyüm, seni Allah'a kulluğa davet ediyorum." buyurduğu ve sözünü bitirdiği anda müslüman olmuştu. Onun hidayete ermesine fevkalâde sevinen Resulullah Aleyhisselâm:
"Ebu Bekir'den başka, İslâm'a davet ettiğim herkes bir tereddüt geçirdi. Ebu Bekir ise ne durakladı, ne de tereddüt etti." buyurmuştur.
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Eğer kendime bir dost edinmiş olsaydım, mutlaka Ebu Bekir'i dost edinirdim. İyi bilin ki, sizin arkadaşınız Allah-u Teâlâ'nın dostudur." (Tirmizî: 3662)
Risaletten önce o Nur'un en sâdık dostu idi. İslâmiyet'ten sonra en aziz arkadaşı, en fedakâr ve vazifeperver yardımcısı, peygamberlik sırlarının en samimi mahremi, kudsî emanet yönünden sırdaşı, cemâlinin ve kemâlinin aynası oldu.
Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh-; Resulullah Aleyhisselâm'ın dâvetini ilk kabul eden, vefatına kadar da yanından hiç ayrılmayan, İslâm dini'ne büyük hizmetler yapan, yüksek seciye sahibi bir zât-ı âli idi.
Hadis-i şerif'lerinde:
"Ebu Bekir benden, ben Ebu Bekir'denim. Ebu Bekir dünya ve ahirette benim kardeşimdir." buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Ashâb-ı kiram arasında yeri daima muhafazalı idi. Henüz gelmemişse boş bırakılır, oraya kimse oturmazdı. Resulullah Aleyhisselâm mübarek yüzünü ona çevirir, ona bakarak konuşur, birçok hususlarda onunla istişare ederdi.
Resulullah Aleyhisselam'ın kemâl ve faziletinden en çok feyz alan zât şüphesiz ki odur. Hazarda ve seferde onunla en çok düşen ve kalkan o idi. Hicrette refakat etti. Bedir, Uhud, Hendek, Huneyn savaşlarında, Hudeybiye'de ve Mekke'nin fethinde o Nur'u bir an bile yalnız bırakmadı, hepsinde de canını siper ederek mücadele etti. Kalbinde ve kesesinde nesi varsa onun yolunda harcadı. Kızı Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-yı nikâhlayarak daha da yakın oldu.
Uzuna yakın boylu, hafif sarıya meyyal ak tenli, gür saçlı, seyrek ve ak sakallı, açık alınlı, çukurca gözlü, keskin bakışlı idi. Yaşlandığında vücudu hafifçe öne doğru eğilmişti. Güler ve sevimli bir siması vardı.
Resulullah Aleyhisselâm onun hakkında:
"Peygamber hariç, Ebu Bekir herkesten hayırlıdır." (C. Sağîr)
Buyurduğu gibi diğer Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyururlar:
"Ebu Bekir'in imanı, âlemlerin imanı karşılığında tartılmış olsa, onlardan ağır gelirdi." (Beyhakî)
"Nebi ve Resul Peygamberler müstesnâ oldukları halde Ebu Bekir ve Ömer cennette bulunan bilcümle kâmillerin seyyididirler." (Tirmizî)
Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra imanda, amelde, ihlâsta, ahlâkta insanların en büyüğüdür. Onun imanı İslâmiyet'in temel taşıdır.
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Muhakkak ki Allah-u Teâlâ beni dört yardımcı ile destekledi. Gökte olan ikisi; Cebrâil ve Mikâil'dir, yerde olan ikisi; Ebu Bekir ve Ömer'dir." (Taberâni, C. Sağir)
•
"Sıddîk"ı getiren Resulullah Aleyhisselâm, o sıdkı tasdik eden Ebu Bekir -radiyallahu anh- olmuştur.
"Sıddîk"ı tasdik; Resulullah Aleyhisselâm'a iman edenlerin cümlesine şamil olmakla beraber, hususiyetle Ebu Bekir -radiyallahu anh-a aittir. Nitekim Miraç hadisesinden hemen sonra müşrikler "Duydun mu? Arkadaşın neler söylüyor? Buna da inanacak mısın?" dediler. Hiç tereddüt etmeden "Bunu o haber vermişse doğrudur." cevabını verdi.
İşte onun bu kesin tasdiki üzerine Âyet-i kerime nâzil oldu:
"Sıdkı getiren (Muhammed) ve onu tasdik edenler (Sıddîk) muttakilerdir." (Zümer: 33)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Sıddîkiyet mertebesi velilik mertebesinden üstündür. Bu makamın üstünde yalnız nübüvvet vardır. Peygambere vahiy yolu ile gelen ilim, Sıddîk'a ilham yolu ile gelir."
Bir insan Allah için teslim olmalıdır. Herhangi bir keşf-ü keramet beklememelidir. Keşf-ü kerametten sonra teslimiyetin hükmü yoktur. Çünkü onun gösterdiği teslimiyet, kişiye değil keşf-ü kerametedir.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz'in Sıddîk'lık makamına çıkışı da bundan ötürüdür. Kayıtsız şartsız Rabb'imiz ona inandırmış. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz miraç gecesinde "Kavmim beni tasdik etmez!" buyurduğu zaman Cebrâil Aleyhisselâm "Ebu Bekir seni tasdik eder. O Sıddîk'tır!" diye cevap vermişti.
"Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz'i sevebilme lütfunu Hazret-i Allah'tan dilemek lâzımdır. Bir mahlûkun kuvve-i beşeriyesi onun büyüklüğünü anlayamaz. Cenâb-ı Hakk'ın müstesna kullarındandır.
Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-e sonsuz sevgim vardır. Niçin? Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i hiç üzmedi, incitmedi. Üzenlere hep karşı geldi. Biz ona "Müslümanların ilâcı" deriz.
Allah'ım çok sevdirdiği için, biz onları anarken 'Müslümanların ilâcı' diye vasıflandırırız. Anlaşılması için mevzu arasında 'Sıddîk-ı Ekber' deriz. Fakat fakirin yanındaki ismi budur. Hep bu isimle anarız. O her hastalığa bir ilâçtır. Her derde şifâdır. Bunu böyle kabul etmişizdir."
Dertlere derman olan, gönüllere şifâ veren bir ilâç...
Mânevî nesep zincirinin üçüncü altın halkası olan Hazret-i Selmân -radiyallahu anh-, Kibar-ı Ashâb-ı kiram'dandır. Asıl adı "Mâbih" iken müslüman olduktan sonra Resulullah Aleyhisselâm tarafından kendisine "Selmân'ül-hayr" lâkabı verilmiştir. Nesep zikrederek anılmak istenildiğinde de "İslâm oğlu Selmân" mânâsında "Selmân İbnü'l İslâm." denir.
Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- hicretin beşinci yılına kadar kölelikten yakasını kurtaramamış, bu sebeple de Bedir ve Uhud savaşlarına katılamamıştı. Ondan sonra başta Hendek olmak üzere hiçbir gazâda Resulullah Aleyhisselâm'dan ayrı kalmadığı gibi, Şam ile Irak fütûhatının hemen hepsine de ihtiyar haliyle iştirak etti. Hendek savaşında Medine-i münevvere'yi düşman hücumundan kurtarmak için etrafına hendek kazılmasını tavsiye eden odur.
Resulullah Aleyhisselâm ile birlikte Ashâb-ı kiram hendek kazarlarken o da çalışıyor ve on kişilik işi başarıyordu. Günde beş arşın derinliğinde on beş arşın yer kazıyordu.
Gerek imanının sadâkatinden, gerek o günlerdeki azimli gayretlerinden dolayı Ashâb-ı kiram onun sevgisini paylaşamaz oldular. Herkes onu çok seviyordu. Muhacirler "Selmân bizdendir." derken, Ensar da "Selmân bizdendir." diyorlardı.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu sözleri işitince;
"Selmân bizdendir ve Ehl-i beyt'tendir." (Taberânî)
Buyurarak büyük bir iltifatta bulundular. Bu sır bereketiyle Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-in yoluna girip, Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- Hazretleri üzerinden gelen yine onun ıyâlidir. Mânen öyle yakınlık var ki, en yakından da yakındır ve kıyamete kadar bu ıyâl devam eder.
Zühd ve kanaatı, verâ ve takvâsı ile temayüz etmiş olan Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- uzunca boylu, buğday tenli, gökçek yüzlü, sık sakallı, ülfeti külfetsiz, güçlü ve kuvvetli, mûnis ve uzun ömürlü bir zât-i âli idi.
Valiliği sırasında yaşı ilerleyince uykusu azalmıştı. Geceleri namaz kılar, namazdan yorulunca zikrullahla ve tefekkürle meşgul olurdu. Dinlendiğini hissedince tekrar namaza dururdu.
Selmân-ı Fârisi -radiyallahu anh- Hazret-i Osman -radiyallahu anh-ın hilâfeti devrinde hastalandı. Sa'd İbn-i Ebî Vakkas -radiyallahu anh- kendisini ziyarete gelmişti. Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- ağladılar, Sa'd -radiyallahu anh-; "Niçin ağlıyorsun? Arkadaşlarına kavuşacaksın, Peygamberimiz senden hoşnuttu" dedi.
Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- "Ölümden korktuğum, dünyaya bağlı olduğum için ağlamıyorum. Onun vasiyetini tutamadık diye ağlıyorum" dedi.
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bizden bir ahid aldı. Hiçbirimiz onu koruyamadık. O bize;
"Sizin dünyadaki geçimliliğiniz bir yolcunun azığı kadar olsun." buyurmuşlardı."
Halbuki o anda sahip olduğu eşya bir leğen, büyükçe bir çanak, bir su kabı ve kilimden ibaret idi. Bütün eşyasının değeri 15-20 dirhemi geçmezdi.
Hicri 35, Milâdî 655 yılında hayli yaşlanmış ve Nur'a ermiş olarak rahmet-i Rahman'a kavuştu.
Ebu Bekir -radiyallahu anh-ın torunu olan Kasım bin Muhammed -radiyallahu anh-, Kibar-ı tâbiin'dendir. Künyesi Ebu Muhammed idi.
Annesi Sevde -radiyallahu anhâ- İran hükümdarlarından Yezdcürd'ün kızı olduğundan, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in torunu imam Zeynelâbidin -radiyallahu anh- ile teyze çocuklarıdır.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh-ın hilâfeti zamanında, Hicretin 30. (M. 650) yılında bir Cuma gecesi Medine-i münevvere'de dünyaya geldi.
Babası Muhammed bin Ebu Bekir -radiyallahu anhüma- Mısır'da şehid edilip küçük yaşta yetim kalınca, halası Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in yanında büyüdü, onun şefkat ve merhametine mazhar oldu.
Dedesi Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh-, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den ve Enbiyâ-i izam Hazerâtı'ndan sonra nasıl ki insanların en faziletlisi ise, Kasım bin Muhammed -radiyallahu anh- da zamanındaki insanların en faziletlisi idi. İmâm-ı Buharî Hazretleri onun hakkında "Zamanının en faziletlisi idi." buyurmuştur.
Ashâb-ı kiram'dan bir çoğuna yetişmiş, başta halası Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz olmak üzere; Ebu Hüreyre, Abdullah ibn-i Abbas, Abdullah ibn-i Ömer -radiyallahu anhüm- gibi zâtlardan Hadis-i şerif dinlemiş ve rivayet etmiştir.
Halife Ömer bin Abdülaziz -rahmetullahi aleyh- "Eğer birini yerime halife seçmem icab etseydi Kasım'ı seçerdim." buyurmuşlar, hilâfeti zamanında onu halası Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-ya ait olan ne kadar Hadis-i şerif ve başka rivayetler biliyorsa, hepsini toplamakla vazifelendirmişti.
Kasım bin Muhammed -radiyallahu anh- Hazretleri fıkıh ilminde de derin vukufu olan bir zâttı. Medine-i münevvere'de yetişen ve kendilerine "Fukahâ-î Seb'a" adı verilen Tabiîn'den yedi büyük fıkıh âliminden birisi idi.
İmâm-ı Mâlik -rahmetullahi aleyh- Hazretleri onun hakkında "Kasım, bu ümmetin fakihlerinden bir fakihti." buyurmuştur.
Sabahın erken saatinde mescide gider, iki rekât namaz kılar, sonra Resulullah Aleyhisselâm'ın minberi ile kabri arasına oturur, kendisine sorulan sualleri cevaplandırırdı. Yatsıdan sonra ise dostları ile ahiretle ilgili mevzularda sohbetlerde bulunur, bâtınındaki nur ile onları verâ ve takvâ hususlarında irşad ederdi. Kalbe ve ruha ait ilimlerin de kaynağı idi.
Annesinin İranlı olması sebebiyle Farsça da bildiği için, Arap-Acem demeden bütün ümmete hizmet etmiştir.
Zamanının derin âlimleri onun hakkında "Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sini ondan daha iyi bilen yoktu. Hatta öyle ki, Sünnet-i seniyye'yi bilmeyeni âlim saymazdı." demişlerdir.
İtikadı ilgilendiren mevzularda münakaşa yapılmasını hoş karşılamaz, kaderiyecilerin sapık görüşlerinde ısrar edenlerin lânete uğrayacaklarını söylerdi.
Emeviler döneminde, siyasi kargaşaların çok olduğu bir zamanda yaşayan Kasım bin Muhammed -radiyallahu anh- Hazretleri, Resulullah Aleyhisselâm'ın ve Ashâb-ı kiram'ının yaşadığı zühd hayatını tercih ediyordu.
Bir defasında kendisine bol miktarda ganimet malı verilmişti. Hiçbirine elini sürmemiş, hepsini muhtaç olanlara dağıtmıştı.
Uzunca boylu, esmer tenli, sakalı ve gözleri siyah bir zât olan Kasım bin Muhammed -radiyallahu anh- Hazretleri Mekke ile Medine arasındaki Kudeyt denilen yerde yetmiş yaşlarında olduğu halde vefat etmiştir.
Hicretin 83. senesinde, Rebiülevvel ayının Pazartesi günü, milâdi 702 yılında Medine-i münevvere'de dünyaya teşrif buyurmuşlardır.
Babası Muhammed Bâkır -radiyallahu anh-, onun babası Ali Zeyne'l-âbidin -radiyallahu anh-, onun babası Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh-, onun babası Hazret-i Ali -radiyallahu anh-dir.
Annesi Ümmü Ferve, Silsile-i sâdât'ın dördüncü pirî Kasım bin Muhammed -radiyallahu anh- Hazretleri'nin kızıdır. Muhammed -radiyallahu anh- ise Ebu Bekir -radiyallahu anh- Hazretleri'nin oğludur.
Bu durumda hem Resulullah Aleyhisselâm'ın nesebi pâkinden, hem de Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-in sülâlesinden olmuş oluyor.
Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- soyundan, hem de onun vasıtası ile Resulullah Aleyhisselâm'dan feyz almış olduğu için "Ebu Bekir Sıddîk beni iki hayata kavuşturdu." buyurmuştur.
Nezih ve âli bir nesebe sahip olduğu gibi güleç yüzlü ve tatlı dilli bir zâttı. Cismi sanki nur saçıyordu. Teninin rengi beyaz kırmızı karışımı pembemsi idi. Saçları kumrala yakındı. Büyük dedesi Hazret-i Ali -radiyallahu anh-a çok benzerdi.
İslâm âleminin her tarafından gelen birçok ulemâ ona başvurur, Medine-i münevvere'ye her gelen kendisini ziyaret etmeden gitmezdi.
Câfer-i Sâdık -radiyallahu anh- Hazretleri bu Din-i mübin'i bozmak, İslâm'ın esaslarını kökünden yıkmak isteyen sapıkları ve sapık fırkaları gücü yettiği kadar mücadele etmekten, bütün yanlış görüşleri düzeltmeye çalışmaktan hiçbir zaman geri durmamıştır.
Bir beyanları şöyledir:
"Şaşarım o insana ki ehl-i sünnet ile ehl-i beyt arasında fark var zanneder. Hakikatte ehl-i sünnet, ehl-i beyt'ten ibarettir."
Câfer-i Sâdık -radiyallahu anh- Hazretleri'nin yetiştiği devir Emevîlerin sonuna, Abbâsîlerin başına rastlar. Mensubu olduğu Haşimîlerin imamı olması hasebiyle onların durumunu korumaya çalışmıştır.
Amcası Zeyd bin Ali -radiyallahu anh-ın, son Emevî halifelerinden Hişam bin Abdülmelik'e karşı koyması neticesinde şehid edilmesinden sonra, ağırlaşan şartların tesiriyle siyasetten tamamen uzaklaşmış, Medine-i münevvere'de ilim ve irfan ile meşgul olmuştur.
Emevî hilâfetine karşı ayaklanan Ebu Müslim Horasânî, kendisine mektup yazarak halife olmasını istemişse de kabul etmemiş ve gelen mektubu yakmıştır. Çünkü o, mânâ âleminin halifesiydi.
Hilâfet Abbâsîlere geçtikten sonra bazı halifeler, onun mânevî nüfuzundan korkmuşlarsa da, mehabeti karşısında ona saygı duymaya mecbur olmuşlardır.
İkinci Abbâsî halifesi Ebu Câfer Mansur, ona gösterilen sevgi ve saygıyı gördükçe makamının elden gitmesi endişesi ile bu büyük imamın bütün hareketlerini kendisine hissettirmeden inceden inceye kontrol etmeye başlamıştı.
Hazretin taraftarlarının onun adına zekât topladıklarını söylemişlerdi. Fakat o bu iddiâyı kesinlikle reddetti. Halife Mansur şikâyet eden adamla kendisini yüzleştirdiğinde Câferî Sâdık -radiyallahu anh- Hazretleri "Ey adam! 'Ben Allah'ın güç ve kuvvetinden kendisine sığınarak doğru söylediğime yemin ederim.' der misin?" buyurdu.
Adam aynı şekilde yemin eder etmez kapkara kesildi ve ölü olarak yere devrildi.
Bu manzara karşısında ürpererek titremeye başlayan halife "Ey İmam! Bundan sonra bizden size iyilik ve ikramdan başka bir şey dokunmaz. Allah'a yemin ederim ki artık hiç kimsenin sözünü kabul etmeyeceğim." dedi.
Hicaz'a gidip iki sene Câfer-i Sâdık -radiyallahu anh- Hazretleri'nin yanında kalan ve ondan çok şey öğrenen İmâm-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretleri, onu tanıdıktan sonra hayatında meydana gelen mânevî değişikliği "Levlessenetan leheleken-nûman = Eğer şu iki sene olmasaydı, Numan helâk olurdu." sözü ile değerlendirmiştir. Bu sebepledir ki İmâm-ı Âzam Hazretleri'nin bâtınî dünyasının mimarı olarak kabul edilir.
Oğlu Musa Kâzım için yaptığı şu vasiyet ve nasihati çok ibretli ve mânâlıdır.
Buyurur ki:
"Ey oğlum! Vasiyetimi iyi dinle, söylediklerime çok dikkat et. Eğer dikkat edecek olursan, saâdet içinde yaşar, hamd ile ölürsün.
Ey oğlum! Allah'ın senin için takdir ettiği rızka râzı ol. Allah kendi rızkına râzı olanı başkasına muhtaç bırakmaz. Gözü başkasının malında olan ise fakir olarak ölür.
Taksimat-ı ilâhîye râzı olmayan; Allah'ı kaza ve kaderinde, dilediğini yaratmakta töhmet altında tutmuştur.
Kendi kusurlarını küçük gören, başkalarının küçük bir kusurunu büyültmüş olur.
Her zaman için kendi kusurlarını büyük gör. Başkasının kusurunu küçük görenin gözünde, kendi kusuru büyük görünür.
Başkalarına isyanla kılıç çeken, o kılıçla öldürülür.
Başkasının kuyusunu kazan, kazdığı kuyuya kendisi düşer.
Beyinsiz, ahmak insanlarla düşüp kalkan değerini yitirir ve horlanır, hakarete uğrar. Âlimlerle düşüp kalkan hürmet ve saygı görür.
Kötü yerlere girip çıkan töhmete uğrar.
Lehinde de aleyhinde de olsa, daima hakkı söyle.
Koğuculuk yapmaktan sakın, çünkü koğuculuk insanların kalplerine kin ve düşmanlık tohumları eker."
Câfer-i Sâdık -radiyallahu anh- Hazretleri Hicri 148, Milâdi 765 yılında Medine-i münevvere'de ebedî âleme intikal ettiler. Cennetü'l-Baki'de babası Muhammed Bakır -radiyallahu anh- ve dedesi Ali Zeyne'l-âbidin -radiyallahu anh- ile dedesinin amcası Hazret-i Hasan -radiyallahu anh-ın kabirleri yanına defnedildi.
Bu büyük veli, İran'ın Horasan eyâletinde bulunan ve Nişâbur yolu üzerinde büyük bir şehir merkezi olan Bestâm'da dünyaya geldi.
Adı Tayfur olup, künyesinden dolayı Bâyezid-i Bestâmî diye meşhurdur.
Şeyh Ebu Abdillâh -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle aktarıyorlar:
"Bâyezid-i Bestâmî Hazretleri'nin babası İsa, çok sâlih bir kimse idi. Bâyezid'in annesiyle evlendiğinde kırk gün ona dokunmadı... Böylece daha önce yediklerinin eseri içinde kalmadığına kanaat getirdikten sonra birlikte oldular ve bu zifaftan Bâyezid gibi büyük bir âlim dünyaya geldi..."
Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri zamanla Bestâm'dan ayrılarak otuz yıl kadar Şam ve çevresinde dolaştı. Birçok ulemâ ve sulehâdan ders ve feyz almış olarak memleketine döndü.
Üstadlarının en büyüğü, âli derecelere yükselmesine vesile olan Câfer-i Sâdık -radiyallahu anh- Hazretleri'dir. Zaman-ı saâdetlerine yetişememekle birlikte, oğlu İmâm-ı Ali Rıza -radiyallahu anh- Hazretleri'nin sohbetinden istifade etmiş ve onun âliyelerinden "Üveysi" tabir edilen yol ile terbiye görmüş ve kudsî emaneti ondan almıştır.
Kendi benliğinden geçip Hakk'a ulaşmayı bir miraç ahvali olarak misal göstermiş ve şöyle buyurmuştur:
"Binlerce makamı geride bıraktıktan sonra Zât-ı ilâhî'nin mânâsında değil, lâfzında olduğumu gördüm."
Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri çok ifşaatta bulunmuş ki;
"Eylemiş neşr-i hakikat Bayezid-i rehnûma."
Buyurmaları bu yüzden olsa gerek. Birçok veliler kapalı tutmuşlar, fakat o birçok hakikatleri ifşa etmiştir.
Kendilerini ziyarete gelen bir kimseye;
"Kimi arıyorsunuz?" diye sorarlar.
"Bâyezid'i arıyorum..." denilince;
"Ya öyle mi? Bâyezid tam kırk senedir Bâyezid'i arar!..
Kalk git!.. Allah'tan gayrısı yok burada..." buyururlar.
Bu söz görünüşte bâtıl gibi görünür, ehlince çok mühim bir sözdür. Bir ifşaattır.
Cezbesi istiğraka, sevgisi aşka tahvil olan Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri, varlığından soyunarak marifetullah'ın esrarlı havası içine girmiş, nice nice sırlara ve hikmetlere mazhar olmuştu.
Cezbe ve vecd halinde iken söylediği bazı sözlerini muasırları anlayamadılar. "Kendimi tesbih ederim, şanım ne kadar yücedir!", "Çadırımı arşın hizasına kurdum." gibi bazı sözleri üzerine çeşitli ithamlarda bulundular. Bu mübarek Allah dostunun şerefine lâyık olmayan sözler sarfettiler. O kadar dikkatleri üzerine çekmişti ki, yedi defa Bestâm'dan ayrılmaya mecbur bıraktılar. Fakat bunlardan hiçbirisi başarıya ulaşamadı, başlarına birçok da haller geldi.
Kendisi de onların bu durumlarından yakınır ve "Bestâm'ın yarı okumuşları saçımı, sakalımı ağarttılar." buyururdu.
İnsanları son derece sever, onlara karşı engin merhamet ve şefkat taşırdı. Bir defasında bu duygusunu "Allah'ım! Beni cehenneme at, vücudumu o kadar büyüt ki, cehennemde başka birini koyacak yer kalmasın!" sözü ile açığa vurmuştu.
Hazret-i Allah'ın bu kadar büyük tecelliyatına mazhar olan, âriflerin sultanı zâtın bir de son nefesteki sözüne bakın:
"Bir kerecik anamadım seni yâ Rabb'i! Meğer ki cahilliğimle!..
Bir kerecik ibadet edemedim sana yâ Rabb'i! Meğer ki uzaklığımla!.."
Ne büyük söz.
Âriflerin sultanı Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri Hicri 234 Miladî 848 yılında, kıyamete kadar anılacak bir isimle ahirete intikal ettiler.
Ebu'l Hasan künyesi olup ism-i âlileri Ali'dir. Babasının adı ise Câfer'dir.
Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin doğum yeri olan Bestâm'a bağlı Harkan kasabasında dünyaya geldi.
Sahip olduğu ilim ve marifet sebebiyle zamanın kutbu ve gavsı olarak tanınan Harkânî -kuddise sırruh- Hazretleri; uzunca boylu, kumral tenli, genişçe alınlı, güzel yüzlü bir zât idi.
Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin ruhaniyet-i âliyelerinden "Üveysî" tabir edilen yol ile terbiye görerek kemâle ermiş ve kudsî emaneti ruhanî yoldan almıştır.
On iki sene Harkan'dan Bestâm'a Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin kabr-i şeriflerini ziyarete gidip geldi. Bu uzun mesafeyi yürüyerek kateder, bu esnada hatim indirir ve ayrılırken yönü hep türbe-i saadetlerine müteveccih olur, dönerken arkasını o cihete vermemeye azami dikkat gösterirdi.
Dergâhta Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin izini devam ettiren müridleri ile görüşür, üstadın sözlerini ve menkıbelerini dinler, bilgisini ve irfanını artırırdı.
Her ziyaretinde kemâl-i teeddüble ayak üzerinde durur, vecd ve istiğrak haline bürünürdü. Müteakiben Fâtiha ve İhlâs-ı şerif'leri okur sonra da şöyle duâ ederdi:
"Yâ Rabb'i! Bayezid'e ihsan ettiğin hikmetten ve giydirdiğin mârifet elbisesinden, izzet ve celâlin hakkı için Ebu'l-Hasan kuluna da ihsan eyle!.."
Bu on iki sene zarfında feyiz ve teveccühlerine mazhar oldu, âli makamlara yükseldi. Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin mânevî işareti ile irşada mezun, Tarikât-ı âliye'nin neşrine memur kılındı.
İlk Müslüman Türk devletini kuran Gazneli Mahmud da bu zât-ı pâk'i ziyaret edenler ve feyiz alanlar arasında idi.
Tıp ve felsefe dallarında büyük bir ün kazanmış olan İbn-i Sinâ ile aynı asırda yaşadılar.
Her defasında Harkan'a gelen İbn-i Sinâ, Şeyh Hazretleri'ni ziyaret etmek istemişti. Evine geldiğinde, son derece hırçın ve geçimsiz hanımı Hazret hakkında hiç de hoş olmayan ileri-geri lâflar etti. Evde olmadığını, ormana odun getirmeye gittiğini söyledi.
İbn-i Sinâ itimadını ve hüsn-ü zannını bozmadan, ormana doğru yürüdü. Bir de ne görsün! Ebu'l Hasan Harkânî -kuddise sırruh- Hazretleri bir aslana odun yüklemiş geliyor.
Yüzyüze geldiklerinde buyurdular ki:
"Evdeki kurdun yükünü çekememiş olsak, Allah-u Teâlâ bizim yükümüzü dağdakilere çektirmezdi."
Ebu'l Hasan Harkânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin oğlunun başının kesilip öldürülmesi ve kapısının eşiğine bırakılması da onun zamanında gördüğü eza ve cefaların büyüklüğüne işarettir.
Ebu'l Hasan Harkânî -kuddise sırruh- Hazretleri bâtınında parlayan nur sayesinde, sorulan suallere zaman ve mekâna göre gönülleri mutmain eden cevaplar vermiş, ta uzaklardan ziyaretine gelen gönül ehli insanlar "Doydum!" diyerek dönmüşlerdir.
Bir gün sohbetinde bulunanlara "Dünyada en güzel şey nedir?" diye sordu. "Siz bizden daha iyi bilirsiniz." dediklerinde şöyle buyurdu:
"En güzel şey, Allah-u Teâlâ'yı unutmayan, devamlı zikreden kalptir."
Kendisinden hırka talebinde bulunan bir kimseye şu sözü söyledi:
"Bir erkek, çarşaf giymekle kadın olmadığı gibi, sen de hırka giymekle bu yolun eri olamazsın. Sen gönlünü safileştirmeye bak!"
Ebu'l Hasan Harkânî -kuddise sırruh- Hazretleri Hicri 425, Milâdî 1033 yılında şehit olarak ahirete intikal eyledi.
İsm-i âlileri Fazl olup, Ebu Ali künyesidir. Babasının adı ise Muhammed'dir. Asıl adı Fazl bin Muhammed'dir.
Hicrî 407, Milâdi 1016 yılında Horasan'ın Tus şehri yakınlarında bulunan Farmez'de dünyaya gelmiş, Ebu Ali Farmedî diye bilinir.
Orta boylu, esmer tenli, siyah gözlü bir zât olan Farmedî -kuddise sırruh- Hazretleri, vakuriyet sahibi idi. Hakk'ı tebliğ, hakikati duyurma hususu söz konusu olduğu zaman kaşları iyice çatılırdı. Bununla beraber engin bir merhamete, emsalsiz bir müsamahaya sahipti. Muhip ve müntesiplerine bir babadan daha şefkatli idi.
Ebu Abdullah Şirazî, Ebu Mansur Bağdadî... gibi zamanının tanınmış âlimlerinden ilim alan Farmedî -kuddise sırruh- Hazretleri, gençlik yıllarında Nişabur'da Ebu Said'in zikir ve ders halkasına katılarak ilim ve irfanını artırdı. İmâm-ı Kuşeyrî'nin derslerine devam etti.
Farmedî -kuddise sırruh- Hazretleri bir gün yazı yazıyordu, ilimle meşguldü. Hokkaya sokup çıkardığı kaleminin ucunun bembeyaz olduğunu, bir tek harf bile yazmadığını gördü. Hayretler içinde kalemi birkaç defa sokup çıkardı ise de bir türlü yazdıramadı. İşin içinde iş olduğunu kavrar kavramaz, durumu üstadına arz edince;
"Senin işin artık benim sınırımı aştı. İlim senden el çektiğine göre, sen de ilimden elini çek ve ruhunu erdirmeye bak!" buyurdu.
Bunun üzerine eşyasını medreseden alıp dergâha götürdü. Bir müddet kaldıktan sonra da mânevî işaretler üzerine Nişabur'dan Tus'a hareket etti.
Farmedî -kuddise sırruh- Hazretleri, daha önce ismini duyduğu Gürkânî -kuddise sırruh- Hazretleri'ni Tus'da ziyaret ederek hizmetine girdi. Riyazet ve mücahede ile meşgul oldu, seyr-i sülûkunu tamamladı. Kısa zamanda büyük teveccühlere mazhar oldu.
Gürkânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nden Haydârî kolunun emanetini alan Ebu Ali Farmedî -kuddise sırruh- Hazretleri, şeyhinin de müsâdesini alarak Silsile-i sâdât'ın yedinci halkası, zamanın mürşidi Ebu'l Hasan Harkânî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne intisap ederek Sıddikî Silsile-i âliye'ye dahil oldu.
Ebu Ali Farmedî -kuddise sırruh- Hazretleri, İmâm-ı Gazâlî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri'nin şeyhidir.
Yani hem fıkıhta hem tasavvufta İmâm-ı Gazâli'nin üstadıydı.
Selçuklu veziri Nizam'ül-mülk, onun değerini anlayanlardan ve gereken hürmeti gösterenlerden idi.
Ebu Ali Farmedî -kuddise sırruh- Hazretleri emaneti Yusuf Hemedânî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne bırakarak Hicrî 477, Milâdî 1084 yılının Rebiülevvel ayında Hakk'a kavuştu.
Künyesi Ebu Yakup olup, babasının ismi Eyyüb'dür.
Hicri 440, Miladi 1048 yılında Rey ile Hemedan arasında bulunan Buzencird kasabasında doğmuştur.
Uzuna yakın orta boylu, zayıfça bünyeli, kumral saçlı, buğday benizli, güler yüzlü bir zât-ı âli idi. Sakalına pek az ak düşmüştü. Lâtif bir sohbet üslûbu vardı.
Çocukluk yıllarını memleketinde geçiren Hemedânî -kuddise sırruh- Hazretleri, on sekiz yaşına gelince ilim ve irfanını artırmak için hilâfet merkezi olan Bağdat'a gitti. Orada Ebu İshak Şirâzi'nin derslerine devam ederek başta fıkıh olmak üzere, diğer İslâmi ilimleri tahsil etti.
Zamanın muhaddislerinden Hadis-i şerif dinledi, çoğunu da yazdı.
Daha sonra tasavvuf yoluna yönelerek Şeyh Abdullah Cüveyni, Hasan Simnani gibi birçok büyük zâtlarla görüşüp sohbetlerine devam etti.
Ebu Ali Farmedi -kuddise sırruh- Hazretleri'ne kavuşmakla müşerref oldu. Bu mükemmel ve mükemmil üstadın hizmetinde ruhanî terbiye gördü. Kısa zamanda seyr-i sülûkünü tamamlayarak âlî himmetlere nail ve irşada mezun oldu.
Bir Ârif-i Rabbânî olan Yusuf Hemedânî -kuddise sırruh- Hazretleri önceleri Merv'e yerleşti. Orada bir müddet kalıp Herat'a geldi, burada uzun süre kaldı. Kısa zamanda şöhreti yaygınlaştı. Merv, Herat, Rey şehirleri ve o bölge halkı arasında paylaşılmaz oldu. Bu şehirlerin her birinde zikrullah ve sohbet halkaları kurdu.
Himmet ve tasarrufu çok kuvvetli idi. Biiznillâh-i Teâlâ ruhaniyetle rüyâda bile irşad ederdi.
Milâdi 1121 yılında tekrar Bağdat'a geldi. Talip olanlara Hadis-i şerif naklederken, diğer taraftan da Nizamiye medresesinde Fıkıh dersleri okuttu. Gerek verdiği derslerle, gerekse yaptığı vaazlarla halkın büyük bir ilgisine ve saygısına mazhar oldu. Devrin pek çok âlimi ve şeyhi onun derslerine ve sohbetine katılmıştır.
Türkistan diyarına İslâm'ın sesini, tasavvufun nefesini duyuran odur.
İslâmiyetin akidelerini tevilsiz kabul eder, Resulullah Aleyhisselâm'ın ve Ashâb-ı kiram'ın yolundan gitmeyi mürid ve muhiblerine ısrarla tavsiye ederdi.
Kalb-i rahimi bütün mahlûkat için engin bir merhamet, coşkun bir muhabbet ile doluydu. Hıristiyanların, mecusilerin ve sair din mensuplarının evlerine kadar gider, onlara İslâm dininin yüceliğini anlatır, hidayetlerine vesile olmak için gayret sarfederdi.
Herkese karşı çok iltifat eder, güler yüz gösterirdi.
Hayatı fakirane idi. Sırtında daima yamalı yün elbise bulunurdu. Fakirleri zenginlerden daha çok sayar, eline ne geçerse muhtaçlara verir, kimseden bir şey istemezdi. Dergâha gelen nezir ve hediyelerden nefsi için bir şey almazdı.
Kur'an-ı kerim okumaya çok düşkündü.
Abdülkadir Geylani -kuddise sırruh- Hazretleri ile görüşüp sohbet ettikleri mervidir.
Keramet hakkında "Bunlarla tarikatın çocuklarını yetiştirirler." buyuran Yusuf Hemedânî -kuddise sırruh- Hazretleri öyle bir çığır açtı ki, onun halifeleri bu çığırı yıllar boyu sürdürdüler, gönüllere ışık saçtılar.
Başlıca halifeleri; Abdullah Berki, Hasan Endaki, Hoca Ahmed Yesevî ve Abdülhalik Gücdüvanî -kaddesallahu esrârehüm-dir.
Hoca Ahmed Yesevî -kuddise sırruh- Hazretleri Türkistan tarafına göç edip Türk dünyasının İslâm'laşmasında büyük hizmetler yapmış, Yeseviye tarikatının kurucusu olarak bugüne kadar, nüfuzu büyük bir bölgeyi içine almıştır. Abdülhalik Gücdüvanî -kuddise sırruh- Hazretleri ise Hâcegân yolunun aslî kolunu devam ettirmişlerdir.
Hicri 535, Miladi 1141 yılında, Herat'tan Merv'e giderken yolda Bamyeyn denilen yerde Rabb'ine kavuştu.
Doğum tarihi kesin olarak bilinmeyen Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri, İmâm-ı Mâlik -rahmetullahi aleyh- Hazretleri'nin neslinden gelmektedir. Buhâra'ya yakın Gücdüvan kasabasında doğmuştur.
Babası İmam Abdülcemil zâhir ve bâtın ilimlerinde derinliği olan bir zât idi. Annesinin de asil bir âileden bir bey kızı olduğu kaydedilmektedir.
Uzun boylu, omuzları geniş, başı büyükçe, göğsü enli, vücudu heybetli, kaşları gür ve yüzü çok güzel bir zât-ı âli idi.
Zâhirî ilimlerde Buhara'da Allâme Sadreddin'in elinde kemâle eren Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri bâtın yoluna meyletti. Bir gün tefsir okurken:
"Rabb'ini gönülden, yalvararak, boynu bükük ve ürpererek hafif bir sesle sabah-akşam zikret!" (A'râf: 205)
Âyet-i kerimesi karşısına çıktı. Hocası Allâme Sadreddin'e sordu:
"Bu gizliliğin hakikati ve gizli zikrin yolu nedir? Cehrî zikirde uzuvlar hareket eder, herkes duyar ve görür. Gizli zikirde ise dışarıdaki insanlar görmese bile, insanın içindeki şeytan görür.
Çünkü Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
'Şeytan âdemoğlunun kan damarlarında dolaşır.' buyurulmaktadır. Bu durumda ne yapmak lâzımdır."
Hocası hakkı sahibine teslim etti ve dedi ki:
"Bu sorunun cevabı ledün ilmi ile verilir. Bu da bizde yok. Çünkü o, Allah'ın veli kullarına has bir ilimdir. Şu kadar var ki Allah dilerse karşına bir veli kulunu çıkarır, o da sana gizli zikri öğretir."
Bir süre sonra karşısına Hızır Aleyhisselâm çıktı. Onu evlâtlığa kabul ederek "Vukûf-u adedî" denilen usûl ile gizli zikri talim buyurdu ve nefesini tutmak suretiyle nefy ve ispat ile Tevhid zikrini öğrettiği de mervîdir.
Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Henüz yirmi iki yaşlarındaydım ki, Hızır beni Şeyh-i Rabbânî Yusuf Hemedânî Hazretleri'ne ısmarladılar. Buhâra'da kaldığı müddetçe şeyhin yanından ayrılmadan hizmetinde bulundum."
Kısa zamanda mürşidinin haliyle hallenen Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri onun Bağdat'tan ayrılmasından sonra riyazete daldı. Kısa zamanda velâyet halleri öyle bir dereceye ulaştı ki, kerametlerinin haddi yoktu. Kendisine bahşedilen Tayy-ı mekân ile bir vakit namaz içinde Kâbe-i muazzama'ya gidip gelirdi. Fakat o bu manevi halleri gözlerden saklamakta çok titiz davranırdı.
Emaneti Yusuf Hemedânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nden almış, aynı Pir'den feyz alan Ahmed Yesevî -kuddise sırruh- Hazretleri'nden farklı olarak Hafî zikri esas almıştır.
Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri Farsça'da Hâce lâkabıyla meşhur olmuştur. Kendi zaman-ı saâdetlerine kadar Bestâmiyye adıyla anılan Nakşibendiyye Tarikatı, Muhammed Bahaüddin Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri'ne kadar Hâcegân Tarikatı adıyla anılmıştır. Bu sebepledir ki Hâcegân yolunun ilkidir. Açtığı çığır, beyan buyurduğu hakikatler, tarikatlarda hüccet ve senet olmuştur.
Hâcegân yolunun temel prensipleri kabul edilen esası tertip etmişlerdir.
Devamlı surette sadâkate ve safâ yolunu tutmaya, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sine uymaya, bid'atlardan, nefsânî arzulardan kaçınmaya çalışmışlardır.
"Abdülhalik Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nden sonra gelen Pirân-ı izam, hep onun himmeti altında yetişti. Tasarrufu asırlar boyu devam etti. Hazret-i Allah ona o salahiyeti, o kuvveti bahşetmişti."
Abdülhâlik Gücdüvanî -kuddise sırruh- Hazretleri; Hicri 585, Miladi 1189 yılında ahirete intikal buyurdular.
Mübarek kabr-i şerifleri doğum yeri olan Gücdüvan'da, adına izafe edilen külliyenin içindedir.
Hicri 560, Miladi 1165 yılında Gücdüvan ve Buhara yakınlarında bulunan Riveger'de doğdu. Orta boylu, ayyüzlü, büyük gözlü, kaşları ince ve hilâl gibi olan bir zât-ı âli idi.
Teninin rengi beyaz ve kırmızı karışımı olup, gül kurusunu andırırdı.
Vücudundan hoş ve lâtif bir koku yayılırdı.
Rivegerî -kuddise sırruh- Hazretleri önceleri Buhara ulemasından bir zâtın derslerine devam ediyordu. Hocası kendisini çok sever ve takdir ederdi. Bu tahsil sırasında çarşıya çıktığı bir gün Abdülhalik Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri ile karşılaştı. Kasaptan et almış, evine götürüyordu. Görür görmez fevkalâde etkilendi, kemâl-i edeple yaklaşarak hizmet arzetti ve "İzin verirseniz elinizdeki paketi taşıyabilir miyim?" dedi. Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri bu teklifi kabul ederek paketi ona verdi, birlikte eve kadar geldiler. "Hizmetinize teşekkür ederim evlâdım! Bir saat sonra gel, yemeği beraber yiyelim." buyurdu.
Bir saat sonra sofraya oturduklarında Rivegerî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu büyük zâta karşı muhabbeti ve hayranlığı arttıkça arttı. Nihayet ilim tahsilini bırakıp Hazret'in meclisine devam etmeye başladı, medreseye dönmedi.
Şu kadar var ki eski hocası her gördüğü yerde azarlıyor, onu tekrar ders halkasına döndürmek için baskı yapıyor, hatta tasavvuf ehli hakkında diline geleni söylemekten geri kalmıyordu.
Nihayet bir gece rüyâsında hocasının, bir müslümana yakışmayacak bir günah işlediğini gördü. Ertesi gün yine hakarete başlayınca "Hem kötü fiiller işlersin, hem de bizi Hakk yolundan döndürmeye çalışırsın!" buyurdu. Bunu duyan hocası çok utandı, tevbe etti, Abdülhalik Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin yakınları arasına katıldı.
Mânevi nesep zincirinin on birinci halkası olan Hace Arif Rivegerî -kuddise sırruh- Hazretleri zahirî ilimleri tahsilden sonra, zamanın büyüğü Abdülhalik Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne intisap ederek, onun pek çok feyiz ve bereketlerine kavuşmuş, böylece kemâle ermiş, kısa bir zaman sonra da irşada mezun olmuştu. Şeyh Hazretleri vefat edince, otuz beş yaşlarında iken onun makamını aldı, irşad hizmetini bir ömür devam ettirdi.
Hâce Ârif -kuddise sırruh- Hazretleri uzun bir ömür sürdükten sonra emaneti Mahmud Fağnevî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne teslim buyurarak bâki âleme intikâl ettiler.
Ârif Rivegerî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin mensupları arasında hilâfet ve irşad makamının en liyakatlisi olan Hazret, Buhara'ya üç fersah mesafede bulunan Fağnî kasabasında doğdu. Orta boylu, güleç yüzlü, güzel burunlu, genişce ağızlıydı, teni beyaz, sakal-ı şerifi siyahtı. Çok kibar bir zât-ı âli idi.
Geçimini dülgerlik yaparak sağlıyor, inşaat işleriyle uğraşıyor, bina inşâ ediyordu. Zamanın mürşidi olan Rivegerî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne kavuşunca, onun manevi terbiyesinde yetişti, kemâle erdi. O mürşid-i mükemmelin ahirete intikalleri ile irşad makamına geçti ve gönül inşâ etmeye başladı.
Esası hafî zikir olan yolun usulünü hâl ve cezbe galebesiyle ve mürşidinin işaret ve müsaadesiyle cehri zikri yapmış, Buhara ve civarında yaymıştır.
Hâfî zikr-i şerif'i fert için, cehri zikr-i şerif'i ise cemaat için tercih ediyordu.
Açık zikre bir sınır çizmesi istendiğinde buyurdular ki:
"Açık zikir o kimse için caizdir ki, dili gıybet ve yalandan, mideyi haram ve şüpheden, gönlü riyâ ve süm'adan, sırrı masivaya yönelmekten korunmuş olsun."
Kendilerinden sonra emaneti devralan Ali Râmitenî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle anlatır:
"Bir gün bir derviş Hızır Aleyhisselâm'la karşılaşır ve ona 'Bu zamanda istikamet üzere olan ve kendisine iktida edebilecek bir mürşid var mıdır?" diye sorar.
Hızır Aleyhisselâm; 'Bu zamanda bu sıfatları taşıyan zât Mahmud Fağnevî'dir' der."
Ali Râmitenî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin müridlerinden biri ise Hızır Aleyhisselâm'la karşılaşıp konuşan dervişin bizzat Ali Râmitenî -kuddise sırruh- olduğunu, fakat görmüş olmak iddiasından kaçındığı için böyle dediğini söylemiştir.
Abdülhalik Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin hulefasından Evliyâ-i Kebir -kuddise sırruh- Hazretleri'nin halifesi olan Hace Dehkan hastalanmıştı. Fağnevî -kuddise sırruh- Hazretleri onun ziyaretine vardı. Şifa temennisinde bulunduktan sonra ayrıldı. Onun gitmesinden sonra Hâce Dehkan "Allah'ım! İşte dünyadan ayrılmak üzereyim. Ölümüm sırasında dostlarından birini bana gönder de bana medet etsin, işimi kolaylaştırsın" diye duâ etti.
Duâsı tamamlanır tamamlanmaz Fağnevî -kuddise sırruh- Hazretleri tekrar içeri girdi ve "Ölünceye kadar sana hizmete geldim." buyurdu, vefatına kadar da yanından ayrılmadı.
Mahmud Fağnevî -kuddise sırruh- Hazretleri Buhara yakınlarında Vâbekî Camii'nde irşat hizmetinde bulundular ve birçok talebe yetiştirdiler. Bir ömür irşad hizmetleriyle meşgul olduktan sonra Hicri 717, Milâdi 1317 yılında dünyadan ayrıldılar. Kabr-i şerifleri Buhara yakınlarındaki Safirkan kasabasına 15 km. mesafedeki İncirbağ köyündedir.
Tarikât-ı Nakşibendiye'nin Hâcegân yolunda "Hâce Azîzan" lâkabıyla anılan Ali Râmitenî -kuddise sırruh- Hazretleri, Buhara'ya iki fersah mesafede bulunan Râmiten kasabasında dünyaya geldiler.
Güzel yüzlü bir zât idi, uzuvları arasında tam bir tenasüb vardı.
Hayatı boyunca fakrı iltizam etmiş, maişetini dokumacılıkla kazanmıştı.
Zamanın ulemâsından zâhirî ilimleri tahsil etti. Mahmud Fağnevî -kuddise sırruh- Hazretleri ile müşerref olduktan sonra ona teslim oldu.
Fağnevî -kuddise sırruh- Hazretleri vefatı yaklaştığı günlerde, diğer halifelerine rağmen, emaneti ikinci halifesi olan Ali Râmitenî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne vererek ihvanını ona havale etti.
Keramet ve makâmat sahibi bir veli olan Ali Râmitenî -kuddise sırruh- Hazretleri uzun bir ömür sürmüş, gönül eri pek çok insan yetiştirmiştir.
Hazret aldıkları mânevî işaret üzerine Harezm diyarına hicret etmeye karar verdiler. Şehrin kapısına gelince, şehirde ikamet etmek üzere Şah'tan izin almak için yakınlarından iki kişiyi gönderdi ve onlara dedi ki:
"Şah'a gidin ve deyin ki: 'Kapınıza fakir bir dokumacı gelmiştir, şehrinizde ikamet etmek için sizden izin istiyor. İzniniz olursa girecek, olmazsa geri dönecektir. İzin verildiği takdirde, elinden buna dair mühürlü bir vesika alın."
Dervişler Şah'ın huzuruna çıkıp Râmitenî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin emrini arzettiler. Böyle bir teklife alışık olmayan Şah hayret etti, sonra da istenilen mühürlü vesikayı verdi.
Şah'ın fermanını alan Hazret, Harezm'e girdi ve şehrin kenar mahallesinde bir ev tutup yerleşti.
Her sabah şehrin ırgat pazarına gidip birkaç amele tutarak onlara şöyle derdi:
"Sizin işiniz hemen abdest alıp ikindi vaktine kadar burada bizim sohbetimizde bulunmaktır. Giderken de ücretlerinizi alırsınız."
Bu işi ganimet bilen ırgatlar Hazret'in etrafında hemen halka oluyorlar, bir giren bir daha ayrılamıyor, dervişlerin sayısı gün geçtikçe artıyor ve haneleri almaz oluyor.
Şöhreti bütün Harezm'e yayılıp, etrafı sevenleri ile dolup taşınca; bazı hasetçiler durumu Şah'a gammazlıyorlar. "Şehirde bir şeyh peydahlandı. Bütün şehir halkı onun peşinde. Böyle giderse bu zât yakında şah olacak ve saltanatınız elden gidecek." dediler.
Bunun üzerine Şah harekete geçti. Şeyh Hazretleri'nin derhal Harezm'i terketmesi için ferman çıkardı. Râmitenî -kuddise sırruh- Hazretleri "Bizim elimizde şehre girebileceğimize ve orada yerleşebileceğimize dair mühürlü bir vesika var. Eğer Şah izinlerini ve mühürlerini inkâr ederlerse, o zaman şehri terketmeye râzıyız." diye haber gönderince, Şah işin mahiyetini anlıyor, verdiği izni geri almak küçüklüğüne düşmeden Hazret'in ziyaretine geliyor ve gördüğü mehabet karşısında müntesiplerinin arasına katılmak bahtiyarlığına eriyor.
Bir beyanlarında;
"İki halde çok dikkat ediniz. Yemek yerken ağzınıza girene, konuşurken ağzınızdan çıkana." buyurmuşlardır.
Hicrî 721, Milâdi 1321 yılında irtihâl-i dâr-ı bekâ buyurdular.
Mübarek kabirleri Harezm'dedir.
Râmiten'e bir Buhara'ya üç fersah mesafede bulunan Semmas köyünde dünyaya geldiler. Orta boylu, nur simalı, esmer tenli bir zât-ı âlî idi. Nazarı nâfiz, görüşü keskin, isabeti tamdı.
Bir süre dini ilimlerin tahsili ile meşgul oldu. Belli bir vukuf kazandıktan sonra mânevî ilimlere yöneldi. Zamanının büyük velilerinden Ali Râmitenî -kuddise sırruh- Hazretleri ile tanışmakla müşerref oldu. Onun derslerinde ve feyizli sohbetlerinde kemâl bularak tasavvuf semâsında yüksek derecelere ulaştı.
Şeyh Hazretleri Buhara ve Harezm taraflarına yaptığı seyahatlerde bu istidatlı müridini de yanlarında götürmüşlerdi. Vefatı sırasında müridlerine "Buna bağlanın, emrini tutun, sağ olduğu müddetçe yanından ve yolundan ayrılmayın." diye vasiyette bulunmuşlardı.
İrşad makamına geçen Semmâsi -kuddise sırruh- Hazretleri halkın arasında dolaşır, istidatlı ve kabiliyetli kimseleri bulduğu zaman hakikate cezbederdi. Nitekim Emir Külâl -kuddise sırruh- Hazretleri'ni er meydanında güreşirken keşfetmiş, onu tutup er meydanından gönül eri meydanına çekmişti.
Kendisinden sonra gelecek asırlara ışık tutacak olan gönüller sultanı Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri'ni ilk keşfeden ve oğulluğa kabul eden de odur.
Bahaüddin -kuddise sırruh- Hazretleri doğalı üç gün olmuştu. Dedesi o diyarın âdeti üzere çocuğun göğsü üzerine bir hediye koyup Semmâsî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne takdim ettiğinde "Bu bizim oğlumuzdur, biz onu evlâtlığa kabul ettik." buyurur. Sonra ihvanına döner ve der ki "Kokusunu çoktan beri aldığımız yiğit işte budur. Zamanının en büyük rehberi ve bir tanesi olacaktır."
Bilâhare Emir Külâl -kuddise sırruh- Hazretleri'ne dönüp şöyle hitap eder:
"Oğlum Bahaüddin'i sana ısmarlıyorum. Zâhir ve bâtın terbiyesi sana tevdi edilmiştir. Bu hususta sakın ihmal göstermeyesin. Vazifeni zerrece esirgeyecek olursan sana hakkımı helâl etmem."
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri anlatıyorlar: Evlenmeye karar verdiğimde dedem beni Muhammed Baba Semmâsî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne gönderdi. O gece içimde duâ ve tazarru arzusu peydahlandı. Şeyhin mescidine gidip iki rekât namaz kıldım ve duâ etmeye başladım.
"İlâhî! Bana, belâ yükünü çekmek için tahammül; muhabbetin sebebiyle doğacak mihnet ve elemlere karşı dayanmak için kuvvet ihsan eyle!"
Sabah olunca bana buyurdular ki:
"Bir daha duâ ederken 'İlâhî! Senin rızan hangi noktada ise, bu kulunu orada bulundur.' diye duâ et. Eğer Allah-u Teâlâ bir kuluna belâ verecek olursa, yine inayetiyle o belâya sabır ve tahammül gücü de ihsan eder. Fakat Allah'tan ne geleceğini bilmeden, belâ ister gibi duâ etmek doğru değildir."
Bu beyanları ile o geceki belâ ve tahammül isteğimi keşfederek beni ikaz ettiler.
Nur, Emir Külâl Hazretleri ile devam etmiş olup kendisine Şâh-ı Nakşibend Hazretleri'ni yetiştirme vazifesini vermiştir.
Semmas köyünde dünyaya gelen Hazret, orada ömür sürdü ve yine aynı yerde Hicrî 755, Milâdî 1354 yılında âhirete intikal eyledi.
Kabr-i şerif'leri Semmas'tadır.
Hicrî 683, Miladî 1284 yılında Buhara'ya iki fersah mesafedeki Suhari köyünde dünyaya geldi. Bütün hayatını orada ve Buhara'nın diğer bazı köylerinde geçirdi. Babasının adı Emir Hasan'dır. "Emir" lâkabı Resulullah Aleyhisselâm'ın neslinden olduğuna işaret eder. Kendisinin ve ailesinin çömlekçilikle hayatını kazandığı ve bu yüzden, çömlekçi manasına gelen "Külâl" ünvanı ile tanınmıştır.
Boyu uzun, gözleri keskindi. Esmer tenliydi. Uzunca ve geniş kolları vardı. Sakalının beyazı azdı. Çok mütevazi ve yumuşakbaşlı idi. Yola intisaptan evvel pehlivan olduğundan çok güçlü ve kuvvetli idi.
Emir Külâl -kuddise sırruh- Hazretleri çok iyi güreş tutar, güreşini seyretmek için pek çok kişi toplanırdı.
İşte Semmâsî -kuddise sırruh- Hazretleri ile tanışması güreş meydanında olmuştur. Bir gün Ramiten köyünde güreşirken Semmâsî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin yolu oraya düşmüştü. Güreşçileri uzun uzun seyrederken asaletini ve mâneviyatını yakından bildiği Emir Külâl'i takibe almıştı. Maiyyetinde bulunanlardan birinin, işin aslını bilmediği için, böyle bir meydana gelip güreş seyretmesine hayret ettiğini sezince "Bu meydanda öyle bir er var ki, nice erler o yiğidin nazarı ile istikamet bulacaklar." buyurmuştu.
Bir müddet gözlerini genç güreşçiye dikmiş, bir ara göz göze gelmişler, daha sonra Semmâsî -kuddise sırruh- Hazretleri müridlerini alarak oradan uzaklaşmıştı. Emir Külâl -kuddise sırruh- Hazretleri ise bu bakışın tesirine kendisini kaptırarak Hazret'in peşinden koştu, huzura vararak Semmâsî Hazretleri'ne intisap etti.
Semmâsî -kuddise sırruh- Hazretleri onu mânevi evlâtlığa kabul buyurduğunda kendisine tarikat âdâbını talim eyledi. Dergâhta seyr-i sülûkünü tamamlayan Emir Külâl -kuddise sırruh- Hazretleri'nin hayatında yeni bir safha açılmıştı. Hazret'in sohbetinden hiç ayrılmadı. Yirmi yıl süreyle hizmet etti.
Emir Külâl -kuddise sırruh- Hazretleri kemâle ulaştıktan sonra, Semmâsî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin daha bebek iken mânevi evlât olarak kabul buyurduğu Muhammed Bahaüddin -kuddise sırruh- Hazretleri'nin mânevi terbiyesi ile vazifelendirildi.
Bir süre geçmişti ki, Suhâri'de yapılan bir camiye tuğla taşımakta olan Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri'ni çağırdılar ve "Ruhaniyetinin kuşu, beşeriyet yumurtasından çıktı." buyurarak ona seyr-i sülûkünü tamamladığını bildirdiler ve irşada mezun kıldılar.
Çok lâtif bir zât idi. Vefatından önce Şâh-ı Nakşibend Hazretleri'ni çağırmışlar, bütün yıkama ve defin işlerini yakın arkadaşından rica etmişler ve dediği gibi iki gün sonra vefat etmişlerdir.
8 Cemaziyelevvel 772 / 29 Kasım 1370 yılında doğduğu ve yaşadığı yer olan Sühâri'de ruhlarını Hakk'a teslim ettiler, aynı yere de defnedildiler.
Hicri 718, Milâdi 1318 yılında Muharrem ayında Buhara yakınlarında; daha sonraları kendilerine nispetle "Ârifler köşkü" mânâsına gelen "Kasr-ı Ârifân" adını alacak olan Kasr-ı Hindûvan'da dünyaya teşrif ettiler.
İsm-i âlileri Muhammed Bahaüddin, "Nakşeden" mânâsına gelen "Nakşibend" ise lakabıdır. Baştaki "Şah" kelimesi de "Gönül sultanı" mânâsına bir saygı ifadesidir.
Uzunca boylu, buğday tenli, yanakları kırmızıya yakın idi. Nûrâni çehreli ve mehabetli bir zât-ı âli idi. Pek etkileyici konuşur, az sözle çok mânâ ifade ederdi. Halk içinde bulunduğu sırada bile gönlü Hakk ile meşguldü.
Güleryüzlü, çok mütevazi ve sakin idi.
Semmâsî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin vefatından sonra Kasr-ı Ârifân'a gelen Emir Külâl -kuddise sırruh- Hazretleri Bahaüddin -kuddise sırruh- Hazretleri'ne şeyhinin vasiyetini hatırlatarak, onun mânevi eğitimi ile meşgul olmuştur.
Emir Külâl -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurdular:
"Şeyhimin senin yetişmen hususundaki emirlerini yerine getirdim. Göğsümde ne varsa sana aktardım. Ruhaniyetinin kuşu, beşeriyet yumurtasından çıktı. Senin himmet kuşun beni geçti. Artık kemâlat semâsında dilediğin gibi uçmaya tarafımdan mezunsun."
Cami inşası sırasında beş yüz kadar müridin huzurunda gerçekleşen bu icazetten sonra oradan ayrıldı.
Bir gün Buhara'da mezarları dolaşırken, yakın zamanda vefat eden Muhammed Baba Semmâsî -kuddise sırruh- Hazretleri'nden Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne kadar ulaşan Pirân-ı izâm -kaddesallahu esrarahüm- Hazeratı'nı mânâ âleminde müşahede etti. Bu sırada Gücdüvânî -kuddise sırruh- Hazretleri kendisine şöyle tavsiye etmişti:
"Oğlum Bahaüddin! Hazret-i Allah'ı zikirden gafil olma. Mahlûkata halis niyet ile karşılıksız hizmet et. Hakk'a giden yol hizmetten geçer. Ayağını şeriat seccadesine koy. Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiylerinde istikamet üzere ol.
Daima azimetle amel et. Sünnet'e ittiba et. Ruhsatları bırak, bidatlerden kaç. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler senden hizmet bekliyorlar. Hafî zikre sarıl. Allah yâr ve yardımcın olsun."
Çok yönlü bir şekilde uzun süren müridlik devresini tamamladıktan sonra doğum yeri olan Kasr-ı Ârifân'a dönerek müridlerini yetiştirmeye başlayan Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri üç defa Hacc maksadıyla Hicaz'a gitti.
"Yolunuzun esası" sorulduğu zaman;
"Zâhirde halk ile bâtında Hakk ile olmaktır." buyurmuştur.
Kendisine "Sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor." diye sorulduğu zaman "Sırtımızda taşıdığımız bunca vebal yüküne rağmen, ayakta durmamızdan daha büyük keramet mi olur?" buyurmuşlardır.
Onun talim ettiği Nakşilik yolunda en büyük keramet, kerametin gizlenmesidir. Çünkü Allah-u Teâlâ bir kulunu kerametle taltif ederek kendisi ile kerameti arasında muhayyer bırakır, onunla imtihan eder. Her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bilecek mi, yoksa kendisinin imiş gibi gösteriş mi yapacak? Benimsenirse kişinin helâkına vesile olur. Velilerin soyulma noktası burasıdır. Birçok kimseler bu keramet yolunda soyulmuşlardır.
"Bizi fazilet kapısından iki şeyle aldılar. Mahviyet ve niyaz." buyurmuştur.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'den de hayatları boyunca pek az keramet husule gelmiştir.
Bir defasında bir müridi ile bir yere doğru yolculuk yapıyorlar. Gidecekleri yer uzakça, akşam yaklaşıyor. Gidiyorlar gidiyorlar akşam olmuyor. Gidecekleri yere varıyorlar, güneş birden batıyor. Müridine dönüyorlar ve buyuruyorlar ki:
"Oğlum bunlar tarikat oyunlarıdır, gaye Allah'tır."
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri 73 yaşında Pazartesi günü 3 Rebiülevvel 791, 2 Mart 1389 tarihinde doğduğu yer Kasr-ı Ârifân'da Hakk'a kavuştular.
Cenaze merasiminde şu beytin okunmasını istemişlerdi:
"Büyük müflislerin köyünde ey şâh!
Cemâlinden kılarız şey'en lillâh"
Ne kadar güzel bir söz...
"Yâ Rabb'i! Biz müflisleriz, senin katına kapına geldik, kapından boş çevirme.
Cemâlinden bize bir şey ihsan et. Zât'ından cemâlini dileniriz."
Harezm'den göç edip Buhara'ya yerleşen bir tüccarın üç oğlundan en küçüğüdür.
İsm-i âlileri Alâeddin bin Muhammed, Attar ise lâkabıdır.
Babası vefat edince baba mirasından ferâgat etti ve Buhâra medreselerinden birinde ilim tahsili ile meşgul olmaya, zâhidâne bir hayat sürmeye başladı.
Orta boylu, nuranî çehreli, esmer tenli idi. Sakalı büyükçe olup, daima huzur ve huşu üzere bulunurdu.
Medresede talebe iken zâhidâne tavrı ve ilmi vukufu ile temayüz etmişti. Bir hikmetle yolu medreseye düşen Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri'nin ilgisini çekti ve onu mânevî evlât edindi.
Kendisine hemen zikir telkin etmeyip önce onu sınamak ve nefis terbiyesinden geçirmek için odun toplamak ve Buhara çarşılarında yalın ayak elma satmakla vazifelendirdi. Alâeddin -kuddise sırruh- Hazretleri bu emri can ve başla telâkki etti, şehrin itibarlı tüccarlarından olan iki kardeşinin hoşnutsuzluğuna rağmen bu vazifeleri gönül rahatlığı içinde yerine getirdi.
Onun bu şekilde nefsini kırdığını gören Hâce Hazretleri kendisine zikir telkin edip, sürekli olarak sohbetinde bulundurmaya başladı, kısa sürede Hazret'in en seçkin müridi oldu ve mübtedilerin terbiyesiyle vazifelendirildi. "Alâeddin bizim hayli yükümüzü hafifletti" iltifatına mahzar oldu.
Şeyhinin sağlığında irşadla vazifelendirdi.
Allâme Seyyid Şerif Cürcânî -kuddise sırruh- Hazretleri Yakup Çerhi -kuddise sırruh- Hazretleri'ne intisap etmiş, bilâhare Yakup Çerhi -kuddise sırruh- Hazretleri onu kendi şeyhi olan Alâeddin Attar -kuddise sırruh- Hazretleri'ne götürmüş ve görüşmüşler.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'in diğer halifesi Muhammed Pârisâ -kuddise sırruh- Hazretleri de Şeyh Alâeddin Attar Hazretleri'ne biat etmişlerdir.
"Tarikattan istifadenin yolu sohbetten geçer, sohbet de edeple kâimdir. Sakın kendini edepli görmeye kalkışma, çünkü kişinin kendisini edepli görmesi de su-i edeptir." buyurmuştur.
Alâeddin Attar -kuddise sırruh- Hazretleri vefat etmeden önce her biri belli bir mıntıkadan sorumlu on halife tayin etti. Nakşibendi tarikatı bu halifeler sayesinde Buhara'nın dışına yayıldı.
Buhara'da on yıl irşad faaliyetlerinde bulunan Hazret, hastalıklarından on gün önce ahirete gitmeyi özleyip "Artık bu niyetten dönmem!" buyurdular.
Hicri 20 Recep 802, Miladî 19 Mart 1399 yılında bir Çarşamba gecesi yatsı namazından sonra beka âlemine göçtüler. Buhara yakınlarındaki Çağaniyan köyünde toprağa verildi.
Mâverâünnehir'de Kandehar ile Gaznin arasında Çerh köyünde dünyaya geldi. Bu sebeple Çerhî diye anılmaktadır.
Orta boylu, güzel yüzlüydü. Sakalı seyrek ve beyazdı. Mübarek alnında bir ben bulunuyordu.
İlk tahsilini memleketinde yapan Çerhî -kuddise sırruh- Hazretleri, Mevlâna Şihabüddin Seyrânî'den ve diğer âlimlerden okuyarak icâzet aldı.
Sühreverdi tarikatının Zeyniyye kolunun kurucusu Zeynüddin Hâfî ile arkadaşlık etti.
Herat ve Mısır'da yaptığı tahsil esnasında fetvâ verecek seviyeye gelen Çerhî -kuddise sırruh- Hazretleri, memleketine dönerken, çocukluk yıllarından beri tanıyıp saygı duyduğu Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri'nin sohbetine katılmayı arzu etti. Ziyaretleriyle müşerref olduğunda "Beni gönlünüzden çıkarmayınız!" diye istirhamda bulundu. Hazret'in "Tam gideceğin sırada mı bana geliyorsun?" buyurması üzerine "Gönlüm iştiyakınızla dolu." dedi. "Bize karşı olan bu iştiyak ve cezbenizin sebebi nedir?" diye sorduğunda "Siz ulu bir zatsınız ve herkesin makbulüsünüz" cevabını verdi. Hazret bu cevabı kâfi bulmadı ve "Herkesin makbulü olmak şeytanî bir hâl olabilir. Başka sebep yok mu?" diye sordu. Çerhî -kuddise sırruh- Hazretleri bir Hadis-i şerif okudu:
"Allah-u Teâlâ bir kulunu dost edinirse, onun sevgisini kullarının kalplerine düşürür."
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri bunun üzerine tebessüm ettiler ve "Biz Azizânız" buyurdular. Çerhî -kuddise sırruh- Hazretleri "Azizân" tabirini duyar duymaz bir hoş olmuştu. Çünkü bir ay kadar önce kendisine rüyâsında "Azizân'ın müridi ol!" denilmişti. O ise daha önce gördüğü bu rüyâyı unutmuştu. Bu kelimeyi duyar duymaz derhal hatırladı, bağlılığı ve muhabbeti büsbütün ziyadeleşti. "Beni gönlünüzden çıkarmayınız!" diye tekrar yalvardı.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri buyurdular ki:
"Bir gün Ali Râmitenî -kuddise sırruh-den böyle bir istekte bulunmuşlar. O da bir şeyin hatırda kalması için bir vâsıtaya ihtiyaç olduğunu söylemiş ve hatırlamaya vesile olacak bir şey istemiş."
Bu sözü söyledikten sonra ona mübarek takkelerini hediye ettiler ve "Senin bana verecek bir şeyin yok. Bari şu takkeyi al da, ona her göz ve el atışında bizi hatırlarsın ve bizi yanında bulursun." buyurdular.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri'nin vefatlarından sonra işaretleri üzerine Çağaniyan'a Alâeddin Attar -kuddise sırruh- Hazretleri'nin yanına giden Çerhî -kuddise sırruh- Hazretleri, şeyhinin vefatına kadar onun hizmetinden ayrılmadı.
İlk intisabı Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri'nin eliyle olmuş, ancak seyr-i sülûkünü Alâeddin Attar -kuddise sırruh- Hazretleri'nin vasıtası ile tamamlamıştır.
Şeyhinin vefatından sonra yerleştiği, bugün Tâcikistan'ın baş şehri olan Düşanbe'de Hicrî 851, Milâdî 1447 de ahirete intikal etti.
Kabr-i şerif'leri oradadır.
Hicri 806 Ramazan'ında, Miladi 1404 yılının Mart ayında Taşkent'e bağlı Bağıstan'da dünyaya teşrif buyurdular. Annesi nifastan temizlenip gusledinceye kadar süt emmemişlerdir.
Babası Mahmud Şâşî -kuddise sırruh- Hazretleri ve dedesi Şihabüddin -kuddise sırruh- Hazretleri evliyâullahtan, ilim ve irfan, hâl ve keramet sahibi kimseler idiler. Annesi ise Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in soyundandır.
Daha çocuk iken yüzünde öyle bir aydınlık vardı ki, görenler hayran kalır ve ona duâ ederlerdi. En küçük yaşlarda bile dilinden Allah kelâmı düşmezdi. Uzunca boylu, esmer tenli ve nur yüzlü bir zât idi.
Asaletli bir ailenin evlâdı olması sebebiyle mânevi bir hava içinde yetişen Hazret'in eğitimiyle dayısı Şeyh İbrahim Şâşî -kuddise sırruh- Hazretleri meşgul oldu. İlk tahsilini Taşkent'te yaptı, sonra Semerkant'a gitti, Uluğ Bey Medresesi'nde Nizameddin Hamuş'un talebesi oldu. Daha sonra Buhara'ya geçti ve Şeyh Hamüdiddin Şâşî -kuddise sırruh-nin sohbetlerine katıldı. Herat'a giderek Seyyid Kasım Tebrizi -kuddise sırruh- ile tanıştı, kendisinden çok istifade etti. Herat'ta ayrıca Bahâeddin Ömer Horasanî -kuddise sırruh- ile tanıştı.
Tenhada olsun, kalabalıkta olsun, zâhirî ve batınî edeblere çok dikkat ederdi. Sabaha kadar iki dizi üstünde oturduğu çok olurdu.
Hizmetinde olanlara ve herkese lütuf ve ihsanları çoktu. Meşakkati ve zorluğu kendisi yüklenip, başkalarının rahatını kendi istirahatine tercih ederdi.
Hiç kimseyi ayırt etmeden tanıdıklarına tanımadıklarına yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destan idi.
"Ben bu yolu tasavvuf kitaplarından okuyarak değil, halka hizmetle elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler, bizi hizmet yolundan götürdüler." buyururdu.
Güzel giyinir, mürşidin güzel giyinip müridlerine güzel ve vakarlı görünmesi gerektiğini söylerdi.
Feth-i mübin'e, orta Asya'dan tayy-i mekân ederek Ubeydullah Âhrar -kuddise sırruh- Hazretleri'nin de iştirak etmiş olduğunu, torunu Hâce Muhammed Kasım şöyle nakleder:
"Ubeydullah Âhrar Hazretleri, Perşembe günü öğleden sonra aniden atının hazırlanmasını emretti. Atına binip süratle Semerkant'tan dışarı çıktı. Talebelerine: "Siz burada oturunuz!" buyurdu.
Mevlânâ Şeyh adlı bir talebesi, kendisini bir müddet takip etti. Ubeydullah Âhrar -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, atının üzerinde bir sağa, bir sola meylinden sonra kaybolduğunu haber verdi. Ubeydullah Âhrar -kuddise sırruh- Hazretleri bir müddet sonra döndü. Talebeleri, heyecanla bu ani yolculuğun hikmetini sordular.
O da:
"Türk Sultanı Mehmed Han, benden istiâne etti. Yardım diledi. Ben de ona yardım etmeye gittim. Allah-u Teâlâ'nın izni ile zafer kazanıldı." buyurdular."
Horasan'dan gelip İstanbul'un fethine iştirak eden Ubeydullah Âhrar -kuddise sırruh- Hazretleri'nin oğlu Hâce Abdülhâdî şöyle anlatır:
"İstanbul'a gittiğimde Sultan II. Bayezid, babam Ubeydullah Âhrar -kuddise sırruh-ın şekil ve şemâlini şu şekilde tarif etti:
– Babam Fâtih anlattı: Fethin en şiddetli zamanında Rabb'ime ilticâ ederek, zamanın kutbunun imdada yetişmesini istedim. Şu şu vasıfta, bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi.
– Korkma zafer senindir!" buyurdu.
O Pîre: 'Küffar askeri çok fazla!' dedim. O da bana cübbesini açarak:
– İçine bak!" dedi. Hayretle cübbesinin yeninin içinden sel gibi akan bir ordu gördüm.
– Bu ordu sana yardıma geldi.' dedi. Devam etti:
– Şimdi şu tepenin üzerinden üç defa kös'e tokmak vur! Ve bütün askere hücum emrini ver!' buyurdu. Ben de aynen öyle yaptım. O Pîr de, ordusu ile hücuma iştirak etti. Feth-i mübin gerçekleşti."
Ubeydullah Âhrar -kuddise sırruh- Hazretleri bir vakit;
"Birkaç günlük ömrüm kaldı, gayret edip Allah'a yapışmıyorsunuz. Bu fırsatı ganimet bilin. Beni kaybettiğinizde pişman olursunuz ve bu pişmanlık fayda vermez!" buyurmuştu.
Hicri 895, Milâdi 1490 senesinde Muharrem ayının başında hastalanmış, aynı senenin Rebiülevvel ayının sonunda seksen dokuz günlük bir rahatsızlıktan sonra ve seksen dokuz yaşlarında iken Rahmet-i Rahman'a kavuştular.
Yakub Çerhî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin kızının oğlu yani torunu olan Muhammed Zâhid -kuddise sırruh- Hazretleri; zayıf vücutlu, beyaz tenli, güzel yüzlü, seyrek sakallı bir zât-ı âlî idi.
İlim ve irfanda, verâ ve takvâda yüksek mesafeler katetmişti. Bu sebeple de "Zâhid" diye anılırdı.
Gençliğinden beri kendi kendine riyazet ve mücahede ile meşgul olmuştu. Dini ilimlerde belli bir derinlik kazandıktan sonra tasavvufa meyletti. Milâdi 1451 yılında Ubeydullah Âhrar -kuddise sırruh- Hazretleri'ne intisap etti. On iki yıl süreyle şeyhinin sohbetinde ve hizmetinde bulundu ve kemâle erdi. Kendisine "Kadı" lâkabı da verilmiştir.
Muhammed Zâhid -kuddise sırruh- Hazretleri yazmış olduğu "Silsiletü'l-Ârifîn ve Tezkiretü's-Sıddîkıyn" adlı Farsça eserinde intisabını şöyle anlatıyor:
"Şeyh Nimetullah isminde bir kimse ile Herat'a gitmek için Semerkant'tan yola çıkmıştık. Şâduman köyüne gelince orada birkaç gün konakladık. Ubeydullah Âhrar -kuddise sırruh- Hazretleri de o köye teşrif etti. Bir ikindi vakti ziyaretine gittik. Bana nereli olduğumu sordu. 'Semerkand'lıyım' dedim. Sonra sohbete başladı. Aramızda çok güzel konuşmalar oldu.
Sohbet esnasında kalbimden geçen şeyleri bir bir saydı. İçimdeki bazı sorunlara cevap verdiği gibi, Herat'a gitmek için yola çıkmamızın sebebini de söyledi. Kalbim ona tamamen tutuldu. O bana Herat'a değil, Buhara tarafına gitmemi tavsiye etti.
Ertesi sabah yolculuk için izin almaya gittiğimde elindeki kâğıdı bana uzatarak:
'Bu benim sana nasihat ve vasiyetimdir.' buyurdu.
Kâğıt'ta şu sözler yazılıydı:
"İbadetin hakikati benlikten geçmek, Allah'ın azamet ve yüceliği karşısında titremek, tazarru ve inkişar halinde bulunmaktır.
Gönülde bu mânâlar ilâhi azameti taraf taraf görmekle doğar. Bu saâdete aşk ve muhabbetle erilir. Aşk ve muhabbetin zuhuru da Resulullah Aleyhisselâm'a uymakla mümkündür. Ona uymak, uymanın yolunu bilmeye bağlıdır. Bunun için peygamber vârisi olan mürşidlere uymak gerekir.
Kötü âlimlerden uzak dur. Çünkü onlar, âlimliklerini dünya kazancına alet ederler. Makam ve itibar sahibi olmaktan başka hırsları yoktur.
Kendilerini büsbütün semâ ve raksa veren, helâl-haram ayırmadan bulduğunu yiyen, halkın eline bakan dervişlerden uzak durmak lâzımdır.
Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadına ters düşen fikirleri dinlemekten sakınmak şarttır.
İlim tahsilini Resulullah Aleyhisselâm'a uymanın zaruri bir sonucu olarak görmek ve ilme bu nazarla bakmak tek çıkar yoldur."
Sonra bana Sâdeddin Kaşgârî'nin oğlu Şeyh Gilân'a verilmek üzere bir mektup daha verdi.
Mektupta şunlar yazılıydı:
"Bu mektubu getiren zâta alâka gösterin. Onun yabancı kimselerle dolaşmasına mâni olun ve aranıza alın."
Bunu görünce, kalbimi tamamen bir muhabbet sardı. Buhara'ya varıncaya kadar başıma gelmedik kalmadı. Hummâ'ya yakalandım, şiddetli bir göz ağrısına tutuldum, altı tane at değiştirdim. Nihayet Buhara'ya vardım. Fakat müthiş bir cazibe beni Hazret'e doğru çekiyordu. Biraz dinlenip toparlandıktan sonra tekrar Semerkand yolunu tuttum.
Huzuruna çıktığımda bana tebessüm etti.
"Hoş geldin, sefalar getirdin..." buyurarak hüsn-ü kabul gösterdi. Bundan sonra sohbetinden ve huzurundan ayrılmadım."
Muhammed Zâhid -kuddise sırruh- Hazretleri, nurlu bir ömürden sonra Hicri 939, Milâdî 1529 yılında Rabb'ine kavuşmuştur. Kabr-i şerif'leri bugün Tâcikistan'ın başşehri olan Düşanbe'de (Hisar'da) Vahş denilen yerdedir.
Semerkand'da dünyaya geldi. Muhammed Zâhid -kuddise sırruh- Hazretleri'nin kızkardeşinin oğlu, yani yeğeni idi. Orta boylu, buğday tenli, güzel yüzlü ve aksakallıydı. Uzuvları birbirleriyle mütenasip ve düzgün yapılıydı.
Zâhir ve bâtın ilimleriyle mücehhezdi, herkesin anlayacağı şekilde konuşma kabiliyetine sahipti.
İsimsizliğe talip olduğu içindir ki "Derviş Muhammed" diye anılırdı.
Dayısına intisap etmeden önceki gençlik yıllarında on beş yıl nefsiyle mücadele etmiş, zühd, uzlet ve riyazet hayatı yaşamıştı. Aç ve uykusuz olarak viranelerde yıllarını geçirdi.
Açlıktan iyice mecalsiz düştüğü bir gün, acziyet ve mahviyet içinde ellerini kaldırmış ve "Allah'ım!" diyerek niyazda bulunmuş, çaresizliğini âlemlerin Rabb'ine arzetmişti.
O anda Hızır Aleyhisselâm karşısında tecelli ederek kendisine şöyle hitapta bulundu:
"Eğer sabır ve kanaat sahibi olmak istiyorsan Muhammed Zâhid'e git. Gireceğin yolu o sana öğretir."
Bunun üzerine hemen Muhammed Zâhid -kuddise sırruh- Hazretleri'nin huzuruna koştu. Tam bir sadakat ve teslimiyetle yola koyuldu. Sohbetin verdiği kemâlât ile kısa zamanda âlî derecelere kavuştu.
Hazret'in irtihâl-i dâr-ı bekâ eylemesinden sonra emânet uhdesine tevdi buyuruldu.
O ilâhi nûr ile yıllarca halkı Hakk'a irşad etti. Semerkand bölgesinde dalâlet ve bidatlerle mücadelede bulundu. Pek çok talebe, mürid ve müntesip yetiştirdi, talim ve terbiyeleri ile meşgul oldu. İnsanları Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a dâvet etti.
Yavuz ve Kanunî gibi güçlü Osmanlı sultanlarına muâsır olan Derviş Muhammed -kuddise sırruh- Hazretleri Hicrî 970, Milâdî 1562 yılında âhirete intikal etti.
Silsile-i sâdât'ın 21. halkası olan Derviş Muhammed Semerkandî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin oğlu ve halifesidir. Hicrî 918, Milâdî 1512 yılında Semerkand ile Buhâra arasındaki İmkene kasabasında dünyaya geldi.
Esmer tenli, seyrek sakallı idi. Yuvarlak ve nûrlu bir simâsı vardı. Kerâmeti zâhir olmakla birlikte sırrını insanların gözünden saklardı.
İlk temel bilgilerini de, zâhirî ve bâtınî ilimleri de babası ve şeyhi Muhammed Semerkandî -kuddise sırruh- Hazretleri'nden öğrendi. Aldığı feyz ile kemâle erdi, ömrünü din-i mübine hizmetle geçirdi, bâtınındaki nûru isteklilere ulaştırmakla meşgul oldu.
Yetiştirdiği halifelerinden en meşhuru Muhammed Bâkibillâh -kuddise sırruh- Hazretleri'dir.
Bir gece rüyâsında İmkenegî -kuddise sırruh Hazretleri'nin;
"Ey oğul! Senin yolunu gözlüyorum!"
Buyurduğunu gördü, sevinçle uyandı. Hemen huzura gitti. Zât-ı âlileri nezdinde pek büyük itibar gördü.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin yetiştiricisi olan Bâkibillâh -kuddise sırruh- Hazretleri aldığı emir üzerine Hindistan'a gitti.
Hazret, talebesi Bâkibillâh -kuddise sırruh- Hazretleri'ne:
"Sizin tekrar Hindistan'a gitmeniz lâzım. Bu Silsile-i âliye'nin orada sizin sayenizde parlayacağını görüyorum. Bereket ve terbiyenizden çok istifade edip büyük işler yapacak kimseler gelecek."
Buyurarak tâ o zamandan İmâm-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri'ni işaret buyurmuşlardır.
Osmanlı devletinde tasavvufun en canlı olduğu yıllarda yaşayan İmkenegî -kuddise sırruh- Hazretleri, babası gibi meçhul kalanlardandı ve fakat çok kıymetli bir zât-ı âli'dir.
Bir asra yakın bir ömür sürerek Hicrî 1008, Milâdî 1599 yılında İmkene'de vefat etti ve aynı yerde toprağa verildi.
Hicri 973, Milâdî 1565 yılında Kâbil'de dünyaya teşrif buyuran Hazret; İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin mürşididir.
Babası Kadı Abdüsselâm Halacî, faziletli bir zât idi. Ubeydullah Âhrar -kuddise sırruh- Hazretleri'nin neslinden olan annesi de muttaki bir hanım olup, dergâhta dervişlerinin yemeklerini pişirmeyi büyük bir zevkle üzerine almıştı.
Bâkibillâh -kuddise sırruh- Hazretleri gençlik çağında, sanki büyümüş de küçülmüş gibi, büyüklere yakışır ahlâka ve âdetlere sahipti. Orta boylu, seyrek sakallıydı.
Kur'an-ı kerim tilâvetine çok düşkün olup, her gece hatim ettiği rivayet olunur. Geceleri pek az uyurdu. Teheccüdünü kılar, güneşin doğuşuna kadar 21 Yâsin-i şerif'i de okurdu. Tanyeri ağardığını görünce "Yâ Rabb'i! Geceler ne çabuk geçiyor!" diye hayıflanırdı.
Nazarı etkileyici, sohbetleri cezbedici, hâl ve ahvâli pek mütevâzi ve sevimli idi.
Dini ilimleri Mevlânâ Sâdık Helvâî adında bir zâttan öğrenmeye başladı. Fakat Bâkibillâh -kuddise sırruh- Hazretleri tahsilini bitirmeden tasavvufa yöneldi. Çünkü öteden beri tasavvufa karşı büyük bir meyl ve muhabbeti vardı. Kendisini bu yolda yetiştirecek bir gönül dostu arıyordu.
Bir rüyâsında Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri'nin ruhaniyetinden zikir telkini aldı ve yeniden kendisine bir mürşid aramaya koyuldu. Bir süre perişan bir halde ormanlarda, sahralarda, kabristanlarda dolaştı. Muradını Lâhor'da bulamayınca Ubeydullah Âhrar -kuddise sırruh- Hazretleri'nin ruhaniyetinin bir işaretine uyarak önce Keşmir'e, sonra Mâverâünnehir'e gitti. Semerkant'a yakın bir kasabada oturan Hâcegî Muhammed İmkenegî -kuddise sırruh- Hazretleri'nden inabe aldı. Üç gün üç gece halvette oturdular. Sonra Şeyh Hazretleri ona, Hindistan'a dönüp orada Nakşibendî tarikatını neşretme vazifesini verdi.
Nakşibendî tarikatından başka Yesevî, Kübrevî, Kâdirî ve Çeştî tarikatlarından da icazetliydi.
Bâkibillah -kuddise sırruh- Hazretleri 2-3 yıl süren irşad hayatında Nakşibendî tarikatını Hindistan topraklarına kökleştirmeyi başardı. Putperest hindulara İslâm'ı, müslümanlara da tasavvufu anlatarak İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin yetişeceği zemini hazırlamış oldu.
"Yolumuz; Sırat-ı müstakim, ehl-i sünnet vel cemaat yoludur." buyurmuştur.
"Emr-i bil maruf" yolunda sertlik göstermez, dine uygun olmayan işlerde bile yumuşakça sakındırırdı.
Hacc'a gitmek için niyetlendiğinde onu seven zamanın padişahı Hacc parasının kabulünü rica etmişti, Hazret; "Müslümanların paralarını harcayarak Hacc'a gitmemiz uygun olmaz" diyerek hem kabul etmedi, hem de Hacc'a gitmedi.
Muhammed Bâkibillâh -kuddise sırruh- Hazretleri kırk yaşlarında iken 25 Rebiülâhir 1012 (2 Ekim 1603) tarihinde âhirete intikal etti. Kabr-i şerif'leri Delhi'dedir.
Fikir ve irşadlarıyla asırların ötesine ışık tutan Ahmed bin Abdülehad -kuddise sırruh- Hazretleri Hicri 971, Milâdi 1563 yılında Hindistan'ın Delhi ile Lâhor arasındaki Serhend denilen yerde dünyaya geldi.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'in soyundan geldiği için "Fârukî" lâkabı ile anılmıştır.
Uzun boylu, buğday benizli bir zât-ı âli idi. Kaşları siyah ve hilâl biçimindeydi. Gözlerinin beyazı oldukça beyaz, siyahı daha siyahtı. Çekme burunlu, dudakları ince, kırmızı renkliydi. Sakalı gür ve büyükçeydi.
İlk tahsilini babası Abdülehad'dan almış, ondan Arapça öğrenmiş ve küçük yaşta Kur'an-ı kerim'i ezberlemiştir. Kemâleddin Keşmîrî'den akli ve nakli ilimleri tahsil etmiştir. Hadis ilimlerini Mekke ve Medine'nin büyük muhaddislerinden öğrenmiş, henüz on yedi yaşında iken telif, cihad ve irşad faaliyetlerine başlamıştır.
Tahsili sırasında "Er-risâletüt-tehliliyye", "Reddür-refâvız", "İsbat'ün-nübüvve" gibi eserlerini kaleme almış bulunmaktaydı.
Babasından "Kadiriye," "Çeştiye" tarikatlarından icazet alan Hazret, ilk hocası olan babası vefat edince Hacc niyetiyle memleketinden ayrıldı. Yolculuğu esnasında Delhî'ye uğramıştı. Burada bazı arkadaşlarının delâletiyle Şeyh Muhammed Bâkibillah -kuddise sırruh- Hazretleriyle görüştü, ilk görüşmeden iki gün sonra ona intisap etmişti.
Bâkibillah -kuddise sırruh- Hazretleri, İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin müstesnâ kabiliyetini keşfetmiş, iki ay, birkaç gün gibi kısa bir zamanda, başkalarının uzun yıllar içinde katedemediği mesafeyi aldırmış, kendisine mutlak icazet vererek irşad ve terbiye için görevlendirmişti.
Hakkında şöyle buyurdu:
"Kalplere devâ, ruhlara şifa olan bu tohumu, Semerkand ve Buhara'dan getirip Hindistan'ın bereketli toprağına ektim. Tâliplerin yetişip kemâle gelmesi için uğraştım. O her dereceyi aşıp, kemâlâtın sonuna varınca kendimi aradan çekip, tâlipleri ona havale ettim."
Yaşadığı dönemde Hindistan bölgesinin idaresi Moğol hükümdarlarının elindeydi. Hükümdar Ekber Şah devrinde kötülük ve sapıklıklar varabileceği son noktaya ulaşmıştı. Hindu dini, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi dinlerin kendine göre beğendiği taraflarını alarak yeni bir din kurma gayreti içindeydi. Bahâîliğin kökü de aynı hükümdar zamanında ortaya çıkmıştır.
Bu beldelerde Kur'an-ı kerim'in Allah kelâmı olduğuna şüphe ile bakılıyor, namaz, oruç, hacc gibi ibadetlerle alay ediliyor; fâiz, içki, kumar gibi haramların helâl olduğu ileri sürülüyordu.
Sözde âlimler hükümdarın mehdiliğini ilân ettiler.
Tasavvuf birçok yerlerde olduğu gibi orada da çığırından çıkmıştı. Bu yolu siyaset ve menfaatlerine âlet etmek isteyen kişiler ortalığı istilâ etmişti.
İşte böyle bir zamanda İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri henüz genç yaşında hükümet otoritesine karşı dini ihya etmek için tek başına mücadeleye başladı. Elindeki bütün vasıtalara ve güce rağmen, hükümet onu susturmaktan aciz kaldı. Nihayet zindana attılar. Bu ise onun halk üzerindeki tesirini daha da güçlendirmiş oldu. Maddi ve mânevî her türlü güçlüğe göğüs gererdi.
Ekber Şah'ın oğlu Cihangir intisap etti. Bu suretle hükümetin İslâm'a karşı uzun zaman devam eden tutumu da değişmiş oldu.
Ekber Şah'ın elinde ortaya çıkıp tutunan sahte din, etrafı tarafından uydurulan bütün bi'dat ve sapıklıklarıyla beraber son bulmuştu. İslâmî hükümlere revâ görülen bütün değişiklikler ortadan kaldırıldı. Hükümetin dini hükümlere karşı davranış ve muamelesi değişti. Önceleri inkâr edenler, şimdi inanır oldular.
Hazret'in en büyük kerameti, ellerinde binlerce kâfirin İslâm'la şereflenmesidir.
Vahdet-i vücud'a "Her şey O'ndandır" anlayışını getiren odur.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri ahirete intikal ettikten sonra zamanın uleması, onu gördükleri için ikinci bin yılın müceddidi olarak onu ilân ettiler, ilerisini göremediler. O ise çok ilerisini gördüğü için "O benim." demiyor, kendisinden dört yüz sene sonra gelecek zâtı tarif ediyor ve ona neler verileceğini de ifşâ ederek şöyle buyuruyor:
"Kutb-u irşad, ferdî kemâlâtı dahi üzerinde topladığı için pek değerli bir şahıstır.
Nice uzun asırlardan ve çok uzun zamanlar geçtikten sonra böyle bir cevher dünyaya gelir." ("Mektûbât"; 260. Mektûb)
Bu büyük veli bu ilmin geleceğini görmüş ve bu ilmi duyurmak istiyor. Aynı zamanda kendisinin o olmadığını belirterek Hâtem-i veli'ye işaret ediyor. Çok ileriyi görmüş ve çok ileriyi tarif etmiş. Kendisinin "İkinci Bin Yılının Müceddidi" olmadığını, onun çok uzun asırlardan sonra geleceğini beyan ediyor. Nitekim dört asır sonra geldi.
Zilhicce ayının ortalarına doğru nefes darlığına yakalandılar. Bu defa ancak birkaç gün ömürlerinin kaldığını haber verdiler.
"Allah-u Teâlâ bir insan için verilmesi gereken her şeyi bana vermiştir." buyurdular.
Son gece abdest alıp teheccüd namazı kıldılar. Hindu dilindeki şu mısrayı birkaç kere tekrarladılar.
"Ömür sona erdi ve Dost'a kavuşma zamanı geldi."
Sabah işrak namazını da kıldılar. İrşad, tebliğ ve cihadla geçen bir ömürden sonra Safer ayının 28. Salı günü Hicri 1034, Milâdî 1625 yılında işrak vakti Serhend'de vefat ettiler. "Mektubât" isimli eseri meşhurdur.
İmâm-ı Rabbanî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin yedi oğlundan üçüncüsüdür. Hicri 1007, Milâdî 1598 yılında, Şevval ayının 11. günü Serhend'de dünyaya geldi.
"Muhammed Mâsum'un bereketli doğumu bizim için çok mübarek oldu. Zira onun doğumu ile beraber bize mürşidimizi tanımak nasip oldu." buyurmuştur.
Babasından sonra ilim, irfan ve takvâ yönünden onun yerine en lâyık olanı olduğundan halefi oldu. Günaha düşmekten ve şüphelilere yaklaşmakta çok sakındığı için "Mâsum" lâkabıyla anıldığı gibi, sağlam kulp manasına gelen "Urvetül-vüskâ" lâkabı ile de anılmaktadır.
Boyları uzun, vücudları gelişkindi. Alnı açık, gözleri iri, sakalları bembeyazdı. Vücud âzâları mütenasib idi.
İmâm-ı Rabbanî -kuddise sırruh- Hazretleri henüz küçük yaşlarda iken oğlunda olgunluk ve irşad eserleri görmüştü. Oğluna nakli ilimleri okutmaya başladığında "İlim tahsilini çabuk bitir ki, seninle büyük işlerimiz var." buyurdu.
Üç ayda Kur'an-ı kerim'i ezberleyen Hazret, on altı yaşında iken bütün ilimlerin tahsilini bitirdi. Daha sonra tamamen tasavvufa yöneldi. Zâhir ve bâtın ilimlerinde babasını adım adım takip etti. Büyük derecelere, yüksek kemâlâta kavuştu. Babası kendisine mutlak icazet verdi.
İmâm-ı Rabbanî -kuddise sırruh- Hazretleri son günlerinde ona şöyle söyledi:
"Benim bu dünyaya bağlılığım yalnız bu kayyumluk vazifesi sebebiyle idi. Devamlı teveccühlerden sonra o sana verildi. Bütün mahlûkat tam bir iştiyak ile sana dönüyor. Artık bu fani dünyada kalmak için sebep bulamıyorum. Bu süfli dünyadan göç etmem yaklaştı."
Babasının vefatından sonra irşad makamına geçen Hazret, o sıralarda yirmi yedi yaşında bir genç idi.
İrşada başlamasından üç sene sonra Şah Cihan tahta çıktı ve bizzat Serhend'e gelip biat etti.
Vefatlarından birkaç gün önce;
"Bizim Rabb'imize kavuşmamız zamanı gelmiştir." buyurdular.
Hicrî 1079, Milâdi 1668 yılında, Rebîülevvel ayının dokuzunda Pazartesi günü ahirete intikal ettiler. Definleri esnasında öyle yağmur yağdı ki mezarın üzerine çadır çekmek zorunda kaldılar.
İmâm-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri'nin torunu olup, Muhammed Mâsum -kuddise sırruh- Hazretleri'nin altı oğlundan beşincisidir.
Hicrî 1049, Miladî 1639 yılında Serhend'de dünyaya geldi. Uzunca boylu, esmer tenli ve heybetliydi. Gözleri büyükçe, sakalının iki tarafı seyrekçeydi. Nurlu bir siması vardı. Yüzünü görenler tevbe eder, hidayete ererdi.
Amcası Muhammed Said'den ilim tahsil etti. Seyr-i sülûkünü ise babası Muhammed Mâsum -kuddise sırruh- Hazretleri'nin terbiyesinde tamamladı. Kısa zamanda kemâle erdi, babası tarafından Delhi'de irşada mezun edildi.
Hazret'in Delhi'deki dergâhı, halkın her sınıfından binlerce insanla dolup taşıyordu. Burada yetişen halifeler vasıtasıyla Nakşibendî tarikatı Afganistan, Türkistan, Irak ve Şam dolaylarına kadar yayıldı. Evi ve dergâhı kafile kafile gelen ziyaretçilerin akınına uğradı.
Dedesi İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin kendisine karşı büyük mücadele verdiği Ekber Şah'ın torunu ve vaktin sultanı Âlemgîr Evrengaîb Han, kendi isteği ile ve samimi olarak intisab etti.
Sultan Âlemgîr bir ferman çıkararak, halk arasında yayılmış bulunan birçok bid'at ve sapıklıkları kaldırdı, böylece unutulmuş olan birçok sünnetler ortaya çıkarılmış oldu. Memlekette adalet hakim oldu. İslâmiyet her tarafa yayıldı, müslümanlar birliğe ve kuvvete kavuştular.
Hazret; ehl-i dünya ile görüşmekten şiddetle kaçınır, sâdık dostlarla ülfet etmekten büyük zevk alırdı.
Ömrünün her saatini "Emr-i bil maruf ve Nehy-i anil münker" yapmakla geçirirdi. Nerede bir kötülük işlendiğini duysa, hemen üstüne gider, onu ortadan kaldırmaya çalışırdı. Duyduğu bir kötülüğün bir an bile kalmasına tahammül edemezdi.
Delhi'deki sohbet meclisi çok bereketli ve kalabalık olurdu. Dalâlet yollarında olan kimseler, onun yüksek huzuru ile müşerref olunca hidayete kavuşurlar, tevbe ve istiğfar edip geri dönerlerdi. Binlerce kişi onun delâletiyle kemâle erip yüksek derecelere ulaşmıştı. Birçok evliyâ ve Mürşid-i kâmil yetiştirdi.
"Bende bir büyüklük varsa, o Hakk'a aittir. Küçüklük ve kusur varsa bendendir." buyurmuştur.
Sünnetin ihya edicisi mânâsına gelen "Muhyis-sünne" adı ile meşhur olan Şeyh Muhammed Seyfeddin -kuddise sırruh- Hazretleri Hicri 1096, Miladi 1684 yılında Serhend'de rahmet-i Rahman'a kavuştu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in aslından geldiği için "Seyyid Nûr" diye anılmaktadır.
Orta boylu, esmer tenli ve seyrek sakallıydı. Çehresinde tatlı bir mehâbet ve melâhat vardı. Gözleri yaşlıydı, göz pınarlarından akan yaşlar, mübarek yanaklarına doğru derin iz bırakmıştı.
Zâhir ve bâtın ilimlerinde ileri bir merhaleye ulaşan Hazret "Allâme-i cihan" diye anıldı.
Otuz beş sene kadar Delhî'deki Nakşî Müceddidî dergâhında hizmet etti. Etrafa nûr saçtı, feyz dağıttı. Bir teveccühü ile müridlerinin kalpleri zikretmeye başlardı.
Zühd ve takvâ sahibi bir Zât-ı alî olan Seyyid Nûr -kuddise sırruh- Hazretleri gerek sohbetlerinde gerekse hususi mütalâalarında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Ahlâk-ı seniyyesini ve mübarek sözlerini toplayan Hadis-i şerif ve Şemâil kitaplarını okumaktan büyük bir haz alırdı.
Verâ ve takvâ ehliydi. Haramlardan sakınır, şüphelilere hiçbir surette yanaşmazdı.
Çok yemezdi. Nefsini açlığa ve az yemeğe alıştırmıştı.
Kazancına dikkat etmeyen dünya ehli zenginlerin yemeklerini yemezdi.
Keşfi son derece kuvvetli idi. Başkalarının baş gözüyle göremediklerini o kalp gözüyle görür ve anlardı.
Halifesi olan Mazhar-ı Cân-ı Cânan -kuddise sırruh- Hazretleri ondan bahsederken gözleri yaşla dolar ve yakınlarına şöyle buyururdu:
"Siz Seyyid Nur -kuddise sırruh- Hazretleri'ne yetişemediniz. Eğer görmüş olsaydınız imanınız tazelenir ve 'Allah ne büyük kudret sahibidir ki, böyle mübarek bir zât yaratmış.' derdiniz."
Nezih bir hayat sürdükten sonra yerine Mazhar-ı Cân-ı Cânân -kuddise sırruh- Hazretleri'ni bırakarak Hicri 11 Zilkade, Milâdi 13 Ağustos 1723 tarihinde Delhî'de irtihal-i dâr-i bekâ buyurdu.
Hicri 1113, Miladi 1701 yılında doğdu. Hazret-i Ali -radiyallahu anh-in oğlu Muhammed bin Hanefî neslindendir. Anaları ve ataları cihetinden bütün dedeleri hep mürüvvet, adalet, şecaat, sehavet sahipleri olup, dine son derece sadık olmaları ile tanınmış sâlih kimselerdi. Her biri devlet idaresinde bulunmuştu. Büyük annesinin yaratılmışların tesbihini işittiği rivayet edilir.
Babası mevki ve makamı terkedip kanaati tercih etmiş bir kimse idi.
Dinin güneşi mânâsına gelen "Şemseddin" ve Allah-u Teâlâ'nın sevgilisi mânâsına gelen "Habibullah" lâkapları ile anılan Hazret, "Mazhar-ı Cân-ı Cânan" diye meşhur olmuştu.
Daha küçük yaşlarda iken alnından nur parlıyordu. Onu görenler yüksek bir fıtrata sahip olduğunu anlamakta gecikmiyorlardı.
Uzunca boylu, siyah sakallı idi. Yumuşak görünmesine rağmen heybetli ve mehabetliydi.
Küçük yaşlarda ilim tahsilinin yanında ayrıca çeşitli sanatlar da öğrenmişti.
Daha sonra Nur Muhammed Bedâûnî -kuddise sırruh- Hazetleri'ne intisab etti. Şeyhi ile tanışmasını şöyle anlatmaktadır:
"On sekiz yaşlarında bulunuyordum. Bir zât bana Seyyid Nur -kuddise sırruh-un ululuğundan ve kemâlinden bahsetmişti. Gayr-i ihtiyari kalbim ona tutuldu. Ziyaretine gittim. Mübarek cemalini görünce marifet sahibi bir zât olduğunu anladım. Sünnet-i seniyye'ye son derece bağlı, dinin emirlerine tam olarak uyan, yüksek ahlâk sahibi bir zât idi. Sohbetleri kalbe safa veriyor, cana can katıyordu.
Beni Tarikat-ı aliye'ye kabul etmesini arzedince, istiharesiz kimseyi kabul etmediği halde, hemen kabul buyurdu. Teveccühleri o kadar tesirli idi ki, bir nazarı ile müridin kalbi zikretmeye başlardı. Feyizlerine kavuşunca gönlüm nurlandı. Birçok iltifatlarına mazhar oldum."
Mazhar-ı Cân-ı Cânan -kuddise sırruh- Hazretleri İslâmiyet'in yayılması ve insanların saâdet-i ebediyeye kavuşmaları için çok üstün hizmetlerde bulunmuştur.
Şehit olmayı arzulamıştı. Bir çarşamba gecesi ziyaretçiler gelmişti. Moğol mecusileriydi ve şeyhin canına kastetmeye gelmişlerdi. İçlerinden birisi "Şeyh Mirza sen misin?" diye sordu. "Evet!" cevabını alınca hançerini çekti ve Hazret'in kalbine yakın bir yere sapladı. O bıçak darbesiyle yere düşünce öldüğünü sandılar ve kaçtılar.
Bu hadiseden sonra üç gün yaşadı. Fâtiha-i şerif okuduktan sonra "Allah, Allah!" diyerek şehid olarak Hakk'a vâsıl oldu. (Hicri; 9 Muharrem Cuma 1195, Milâdî; 1781)
Ölümü çok severdi:
"Ölümü sevmeyene şaşıyorum. Halbuki ölüm Allah'ın huzuruna çıkmaktır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ziyaretine gitmektir. Allah dostlarına erişmektir. Hakk'ın değer verdikleriyle buluşmaktır. Ben bu büyüklerin ziyaretine özlem çekiyorum.
Allah'ın Habib'i Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem-in, Allah'ın Halil'i İbrahim Aleyhisselâm'ın yanına gitmeyi ne kadar istiyorum." buyururlardı.
Kabr-i şerif'leri Delhi'de, Şah Cihan Camii yakınındaki Dergâh Camii'nde bulunmaktadır.
Hicrî 1156, Milâdi 1743 yılında Hindistan'ın Pencap şehrinde dünyaya geldi. Babası Şah Abdüllâtif Efendi, Kâdiri tarikatına bağlı zâhid bir kimse idi. Oğlu doğmadan önce Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz ona rüyâsında doğacak çocuğuna kendi adını vermesini söylediği için "Ali" adını verdi, kendisine "Ali'nin hizmetçisi" mânâsına gelen "Gulâm-ı Ali" denmeye başlandı. Rüyâsında Resulullah Aleyhisselâm'ın kendisine "Abdullah" diye hitap etmesi üzerine bu iki isimle tanındı.
Orta boylu, esmer tenli, seyrek sakallı idi. Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh- Efendimiz'in soyundan geliyordu.
Delhi'ye giderek Abdülaziz Dehlevî'den Sahîh-i Buhârî, diğer bazı âlimlerden Tefsir, Hadis, Fıkıh okudu. Kısa zamanda oldukça ileri bir seviyeye ulaştı.
Nihayet büyük mürşid Mazhar-ı Cân-ı Cânan -kuddise sırruh- Hazretleri ile karşılaştı. Tarikât-ı âliye'ye kabul buyurulmasını talep eti. Zamanın mürşidi: "Oğlum! Burası tuzsuz taş yalama yeridir. Sen kendine başka zevkli şevkli yer ara." buyurduğunda "Benim aradığım da budur." karşılığını verdi ve teslim oldu. On beş sene kadar hizmet ve sohbetinde bulundu. Nakşibendî tarikatında sülukünü bitirdikten sonra Kadirî, Çeştî ve Sühreverdî tariklerinin icazetlerini de aldı.
Mazhar-ı Cân-ı Cânan -kuddise sırruh- Hazretleri'nin şehid edilmesinden sonra onun yerine geçen Abdullah Dehlevî -kuddise sırruh- Hazretleri ilmi ve irfanı, Tarikât-ı âliye'deki şeriat titizliği sayesinde kısa zamanda büyük bir üne kavuştu.
Müridlerinin tasavvufî terbiyesi ile ilgilenmesi yanında, günün belli saatlerinde Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Tasavvuf dersleri okuturdu.
Onun dergâhı huzur ve sükûn yeri idi. Orada zengin-fakir, amir-memur herkes aynı şekilde sevgi ve ilgi görürdü. İrşad ve sohbetinden herkes kabiliyet ve istidadı kadar nasip alırdı.
Orada hiç kimsenin gıybeti yapılmaz, hiç kimsenin arkasından konuşulmazdı.
Son derece mütevazı olmakla birlikte, ahkâm mevzubahis olduğu zaman son derece celâdet gösterirdi. "Emr-i bil-maruf" hususunda hatır gönül dinlemez, cesaretle gerçekleri ortaya koyar, hiç kimseden çekinmezdi.
Abdullah Dehlevî -kuddise sırruh- Hazretleri mahviyet ve tevazu içinde yaşardı. Günlük hayatını ahkâm ölçüleri dahilinde, Hadis-i şerif'lere uygun olarak geçirirdi. Geceleri çok az uyurdu.
Ayaklarını uzatarak yattığı hiç görülmedi. Çoğu zaman dizleri üzerine oturmuş olduğu halde uyur, bazen de seccadesi üzerine sağ yanı üzerine yatarak istirahat ederdi.
Kaba kumaştan dikilmiş sade elbise giymeyi tercih ederdi. Birisi kendisine kıymetli bir elbise hediye etmiş olsa onu satar, parası ile orta halli giyecekler alır müridlere dağıtırdı.
Çok merhametli olup, cömertliği ile ün yapmıştı.
Tütün gibi keyif verici şeylerden ve buna mümasil şeylerin kokusundan hoşlanmaz, hatta bunları kullanan biri geldiğinde buhur tütsüsü yaptırırdı.
Abdullah Dehlevî -kuddise sırruh- Hazretleri;
"Mürşidimin şehid edilmesinden sonra insanlara çok sıkıntılar geldi. Üç sene büyük kıtlıklar oldu, binlerce insan öldü. Yine o hadise üzerine insanlar arasında çıkan kavgalarda ölenler de çok oldu. Onun içindir ki, şehid olmayı istemekten vazgeçtim." buyurmuşlardı.
Ömrünün sonlarında, düçar olduğu hastalıklardan son derece güçsüz kaldı. İbadetlerini zevk ve şuurla, fakat büyük zorluklar içinde yapardı.
"Ey sevgilim, ey sevgilim! Kocadım bittim.
Aşkının nûru üzerime düştükçe gençleşiyorum."
Beyti dilinden düşürmezdi.
Hicri; 22 Safer 1240, Milâdî; 1824 yılında bir Cumartesi günü kuşluk vaktinde, murakaba halinde iken Delhi'deki Dergâh-ı şerif'lerinde ahirete intikal ettiler.
Hicrî 1192, Milâdi 1778 yılında, o zamanlar Osmanlı toprağı olan Süleymaniye'nin Karadağ kasabasında dünyaya geldi.
Babası Ahmed bin Hüseyin olup, baba tarafından Hazret-i Osman -radiyallahu anh-, ana tarafından ise Hazret-i Ali -radiyallahu anh- soyundandır. İkinci Mahmud devrini yaşamıştır.
Lâkabı "Mevlânâ" ve "Ziyâeddin"dir. Ömrünün bir kısmını Bağdat'ta geçtiği için "Bağdâdî" nispeti ile anılır.
Uzun boylu, beyaz tenli, kırmızı yanaklıydı. Saçları ve gözleri siyahtı. Hafif değirmi burunlu, uzun kirpikliydi. Omuzları geniş, kolları uzuncaydı. Vekar ve mehabeti, görenlerin üzerinde ürperti uyandırır, hemen hürmete sevkederdi. Çok temiz, güzel ve sade giyinirdi.
Süleymâniye ve Bağdat medreselerinde dini ve fenni ilimlerde icazetler aldı.
Hazret bir yandan ders okutuyor, diğer yandan da içindeki boşluğu doldurmanın yollarını, çarelerini arıyordu. Bunun içindir ki Hicaz'a gitmeye karar verdi. Bu yolculuğu esnasında Şam'a uğradı ve bir süre orada ikamet etti. Mustafa El-Kürdî -kuddise sırruh-den kâdirî hilâfeti aldı.
Bağdâdî -kuddise sırruh- Hazretleri Hacc farizasını edâ ettikten sonra Süleymaniye'ye döndü ve tedris hizmetine devam etti.
Nihayet bir gün Abdullah Dehlevî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin seyyah dervişlerinden Mirza Rahimallah Azimâbâdî isminde bir zât Süleymaniye'ye geldi. Kendisine şeyhinden bahsetti. Ahlâk-ı hamide sahibi, hakikat ilmine âlim ve âmil bir mürşid-i kâmil olduğunu, hizmetine sülûk ederse muradına nail olacağını söyledi.
Mevlânâ Halid -kuddise sırruh- Hazretleri tedrisat vazifesini terketti. Yaya olarak tam bir yıl sürecek olan bu yolculuk içinde Abdullah Dehlevî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Dergâh-ı şerif'inin bulunduğu Cihânâbâd'a vardı. (Milâdi 1810)
Dehlevî -kuddise sırruh- Hazretleri kendisini bekliyordu. Buluştular. Şeyhine kavuştuğu zaman Arapça bir kaside ile medihte bulundu.
Kendisine telkin olunan zikrullah ve mücahede ile beraber bir zâviyenin hizmetiyle de meşgul olmuş, nefis tezkiyesi, ruhun talim ve terbiyesi için kısa bir zamanda huzur ve müşahede elde etmiştir.
Dehlevî -kuddise sırruh- Hazretleri ona Nakşî, Kadirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî tarikatlarından icazet verdi. Huzur-u Pîr'de seyr-i sülûkunu tamamlayan Hazret, bir yıl kaldığı Hindistan'dan şeyhinin işaretiyle tekrar memleketine döndü.
Milâdi 1811 yılında Süleymaniye'ye geldi. Daha sonra şeyhinden gelen işaret üzerine Bağdat'a gitti. Orada vali Said Paşa'nın desteği ile İhsaniye Medresesi'ni ihya ederek "Hâlidî Tekkesi" haline getirdi.
Kısa zamanda nüfuzu artınca bir kısım çevreler tarafından hased edildi ve hatta işi valiye şikâyete kadar vardırdılar. Şikâyetin bir ucu Sultan İkinci Mahmud'a kadar uzandı. Sultan Şeyhülislâm'ı çağırıp kararını vereceği sırada, Şeyhülislâm Mustafa Kasım Efendi; "Bir fâsık bir haber getirirse, onu iyice araştırmak gerektiği"ni emreden Hucurât sûre-i şerif'indeki Âyet-i kerime'yi hatırlattı. Bunun üzerine Sultan bu iş için iki adam gönderdi. Diğer taraftan Vali Said Paşa'nın yaptırdığı araştırmada Mevlânâ Halid -kuddise sırruh- Hazretleri'nin haklı, hasetçilerin haksız ve iftiracı olduğu ortaya çıktı.
Hazret, Süleymaniye'ye döndü, ikinci bir dergâh açıldı. Bu dergâhlarda pek çok halife yetiştirdi ve irşadla vazifelendirilenleri muhtelif merkezlere gönderdi. Şam civarında Salihiye'de üçüncü bir dergâh daha açtı. Salihiye'de üç yıl kadar irşad hizmetiyle meşgul olan Hazret, 1825 yılında tekrar Hacc'a gitti. Hacc dönüşü Şam'da kolera hastalığına yakalandı. Çok geçmeden 12 Zilkade 1242, 7 Haziran 1827 yılında rahmeti Rahmân'a kavuştu. Hâlet-i nezîde iken mübarek ağızlarından:
"Ey mutmain olan nefis! Sen O'ndan râzı, O senden râzı olarak dön Rabb'ine!" (Fecr: 27-28)
Âyet-i kerime'leri dökülmüştü.
Hakkâri vilâyetinden olan Hazret, Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin soyundandır ve seyyiddir.
"Şihâbüddin", "İmâdüddin" ve "Kutbul-İrşad vel-medur" lâkapları ile meşhurdur.
Orta boylu, yuvarlak yüzlü idi. Alnı geniş, kaşları gür, iki kaşı arası açıktı. Gözleri iri ve siyahtı. Devamlı murakaba halinde bulunduğundan boyun kemiği dışa doğru eğilmişti. Mübarek yüzü nûrlu, sözleri etkileyici, gözleri ve nazarı keskindi. Kendisini görenler mehâbetle irkilir, emniyet ve hürmetleri artardı.
Küçük yaşlarda Kur'an-ı kerim'i hıfzetti. Daha sonra ilim tahsiline başladı. Bağdat, Süleymaniye, Kerkük ve Erbil gibi ilim merkezlerinde icazetler aldı.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin önce arkadaşı sonra müridi ve halifesi olan amcası Seyyid Abdullah, ziyaretine giderken yeğenini de Bağdat'a götürdü. İlk karşılaşmalarında Mevlâna Hâlid -kuddise sırruh- Hazretleri bu istidatlı gence Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Kabr-i şerif'ine gidip istihare yapmasını söyledi.
Seyyid Tâhâ -kuddise sırruh- Hazretleri emri yerine getirdi. Huzurda murakabe esnasında ceddi Abdülkadir Geylani -kuddise sırruh- Hazretleri tecelli etti ve şöyle buyurdu:
"Oğlum! Benim yolum büyük ise de, şimdi ehli kalmadı. Hemen Mevlânâ Hâlid'e git ve ona teslim ol!"
Bunun üzerine geri dönerek seyr-i sülüka başladı. Seksen gün gibi kısa bir sürede merhaleler katetti, kemâle erdi ve kendisine hilâfet verildi.
Mevlânâ Halid -kuddise sırruh- Hazretleri onu Hakkârî'nin Berdesur kasabasına irşad için vazifelendirdi. Bağdat'tan ayrılacağı sırada büyük bir kalabalıkla uğurlandı. Atına binerken üzengisini bizzat kendisi tuttu. Elindeki dizginleri Seyyid Tâhâ -kuddise sırruh- Hazretleri'ne verip "Bundan sonra dizginlerin senin elindedir. Allah-u Teâlâ yardımcın, Sâdât-ı kiram'ın ruhları sığınağın olsun." buyurdu.
Hakkârî -kuddise sırruh- Hazretleri Berdesur'a gelip irşada başladığında amcası Seyyid Abdullah Şemdinli ise, Şemdinli'nin "Nehrî" de denilen Bağlar kasabasında irşat vazifesini sürdürmekte idi. Amcası vefat edince Bağlar kasabasına yerleşti ve amcasını bıraktığı yerden irşad vazifesini yürütmeye başladı.
Hazret'in oradaki hizmeti kırk yılı aşkın bir süre devam etti. 1853'de Osmanlılar'la Ruslar arasında çıkan savaşta Dağıstanlı büyük mücahid Şeyh Şâmil ile Hakkârili Şeyh Tâhâ ve kardeşi Şeyh Salih, Rus ordularına karşı Hakkâri ve Azerbaycan halkını harekete geçirmişlerdir.
Bir ikindi vakti müridleriyle bir gezintiye çıkmıştı, kendisine Şam'dan gelen iki mektup sunuldu. Mektupları damadı Abdülehad Efendi'ye okutan Hazret:
"Şöhret âfâttır. Artık bizim öteki seferimiz yakındır. Bize dünyadan nasip kalmamıştır." buyurdu ve ihvanı ile dergâha döndüler.
Daha sonra birden rahatsızlandı. Hastalığının on ikinci günü helâlleşti. İkindi vakti rahmet-i Rahman'a kavuştu. (Hicri 1269, Milâdi 1853)
Irak'ın Musul vilâyetine bağlı Erbil'in Harir nahiyesinden olan Hazret, doğduğu yere nispetle "Harîrî" nispetiyle şöhret buldu. Hicrî 1220, Milâdi 1803 yılında Harir'de doğdu.
Uzuna yakın boylu, buğday tenli, nûr yüzlü, heybetli ve vakur bir zât-ı âli idi. Seyrek sakallıydı, yumuşak huyluydu, kızdığı hiç görülmezdi.
İlk tahsilini Harir'de yaptı, hafızlığını tamamladı. Bağdat medreselerinde de yüksek seviyede tahsil yaparak icazet aldı.
Dini ilimleri devrin âlimlerinden okuduktan sonra, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Erbil'de bulunan halifesi Hidayetullah Efendi'nin himmet ve himayesine girdi. Hidayetullah Efendi, Tâhâ'l Harîrî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin yerine irşad makamına geçecek olan Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin dedesidir.
Tâhâ'l Harîrî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, Mevlânâ Hâlid -kuddise sırruh- Hazretleri'nin halifelerinden Osman Tavili -kuddise sırruh- ile görüştüğü, hatta bu zâtın "Şeyh Harîrî bizden büyüktür." diye övgülerde bulunduğu bilinmektedir.
Seyyid Tâhâ'l Hakkârî -kuddise sırruh- ile önce rüyâda, sonra da kendisini ziyaret ederek görüşmüş ve çok kısa bir sürede hilâfete hak kazanmıştır.
Hazret, Erbil ve Musul bölgesinde yaklaşık kırk yıl süreyle halkı irşad ile meşgul oldu. Gönüllere Allah aşkını, Resulullah Aleyhisselâm'ın muhabbetini yerleştirmeye çalıştı.
Âli ve yüksek tasarruf sahibi idiler.
Tâhâ'l Harîrî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mürşidü's-sakaleyn", insan ve cinlerin mürşidi idi. İnsanlardan halifesi olduğu gibi cinlerden de halifesi vardı.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Şeyhimden bir defadan başka keramet görmedim. Keramete hiç iltifat etmezlerdi.
O da şöyle oldu. Kapalı bir havada üç hocaefendi ile beraberlerdi. Namaz vakti geldiğinde Hıdır adında bir mürid ezan okudu. O hocalar ezanı erken okudu diye itiraz ettiler.
Hıdır çağrıldı, ezanı erken okuduğu söylendi. O da dedi ki:
"Efendim göktekiler okudu, ben de okudum."
Hocalar buna da itiraz edince Harîrî -kuddise sırruh- Hazretleri birkaç basamaklı bir yer vardı, oraya çıktı. Bulutu bir parmağı ile bir tarafa, bir parmağı ile de diğer tarafa açtı. Güneşe baktılar ki vakit tamam."
Yine Şeyh Es'ad Erbili -kuddise sırruh- Hazretleri Tâhâ'l Harîrî -kuddise sırruh- Hazretleri'nden şöyle bahsederler:
"Tarikât-ı âliye'de seyr-i sülûk'un ne babamın, ne dedemin irşad zamanlarına rastlamadığından o zamanın Kutb-i irşad'ı bulunan Tâhâ'l Harîrî en-Nakşibendi el-Halidi Hazretleri'nin hizmetine girdim. Vefatlarına kadar beş sene müddetle hizmetinde bulundum."
Hazret'in vefatına yakın günlerde Şeyh Es'ad Erbîlî -kuddise sırruh- Hazretleri'ni yerlerine bıraktığını, kendilerine açıkladıklarında Es'ad Efendimiz, yerlerine kendi oğlunun postnişin olması istirhamında bulunmuştu.
O ise "Oğlum ben varken vardır, benden sonra yoktur. Büyük babanız Hidayetullah Efendi'nin bende çok hakkı vardır. O hakkı ödemek için bu emaneti size bırakıyorum." buyurdu.
Vefatından altı ay sonra da oğlu vefat etti. Ve oğlu için söylediği söz böylece tahakkuk etmiş oldu. Yerine Şeyh Es'ad -kuddise sırruh- Hazretleri postnişin oldu.
Vefat tarihi: Hicrî; 1292, Milâdî; 1875
Nice asırlardan sonra nadiren gelenler arasında bulunan Şeyh Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri, Irak'ın Musul vilâyetine bağlı Erbil kasabasında Hicrî 1264, Milâdi 1847 yılında dünyaya gelmiştir.
Hem baba, hem de anne tarafından seyyid'dir.
Baba tarafından dedesi, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Erbil'de inşa ettirdiği tekkeye şeyh olarak tayin ettiği halifesi Hidayetullah Efendi -kuddise sırruh-, babası ise daha sonra aynı tekkede irşad vazifesinde bulunan Muhammed Said Efendi -kuddise sırruh-dir.
Uzuna yakın boylu, cüsseli, esmer tenli ve nûranî bir simâya sahip bir zât-ı âlî idi.
Güler yüzlü, tatlı sözlü, vakur ve heybetli bir zât olan Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri çok kuvvetli bir hafızaya sahipti.
Medrese tahsilini Erbil ve Deyr'de tahsil etti. Babası ve dedesi meşayıhdan olmasına rağmen, her ikisine de intisap mukadder olmamış, yirmi üç yaşlarında zamanın şeyhi ve kutbu olan Tâhâ'l Harîrî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne intisap etmiştir. Derin bir aşkla beş yıl hizmetinde bulunarak seyr-i sülûkünü tamamladı ve hilâfet aldı.
Şeyh Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretlerimiz aynı zamanda Tarikât-ı kadiriye'den de icazetlidir.
Kafileler halinde haccetmenin hüküm sürdüğü yıllarda, bir hayli dost ve müridanı ile Hicaz'a giden Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri bir gün Ravza-i mutahhara'da âlem-i mânâda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'le buluşmuşlar ve kendilerine şu şekilde bir hitab-ı Resul vâki olmuş:
– "Oğlum Es'ad! Sen artık İstanbul'a dönecek ve orada hizmet edeceksin."
Buyurmuşlar, kendisine böyle bir vazifenin sebeb-i hikmetlerinden bazı sırlar açıklamışlardır.
İstanbul'da geldiğinde Beşirağa Dergâhı'nda bir süre misafir olarak kalmış sonra Molla Pîrî Camii'nin müezzin odasına yerleşen Hazret, Fatih Camii'nde Hafız divanı ile Mevlânâ Câmii'nin "Lüccetül-esrar" adlı eserini okutmuş, onun bu derslerine ilim ve irfan ehlinden pek çok kimseler devam etmişti. Şehremini'nin odabaşı semtindeki Kelâmî Dergâhı'na yerleştikten sonra Kadirî ve Nakşî âdâp ve erkânı üzere irşad faaliyetlerinde bulundu. Burada müntesiplerine önce oturarak ve kadirî evrâdı okuyarak kadirî dersi, sonra da Nakşî usulünce "Hatm-i hâcegân" yaptırırdı. Ancak Nakşî tarikatında sohbet esas olduğundan, Cuma günleri de zikrullahtan önce esrar-ı aşk ve muhabbete dâir sohbet ederdi.
Zamanın devlet erkanından, ulemâsından çok talebesi vardı.
Zamanın padişahı İkinci Abdülhamid Han, Meclis-i meşayıh âzâlığına tayin edilmesini kararlaştırdı.
Kısa bir Erbil ikametinin ardından 1908'de tekrar İstanbul'a döndü.
1914 yılında yeniden Meclis-i meşâyıh âzâlığına getirilen Hazret, Meclis reisi Elif Efendi'nin istifası üzerine, Sultan Mehmed Reşat tarafından "Reis-ül meşayıh" makamına getirildi.
Padişah Sultan Reşat, Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri'ni Erenköy'deki Çadırlı Köşk'te ziyaret ederdi. Hatta bizzat intisapları da vakidir.
Bir defasında dergâhı gezerken, masrafların gayet ağır olduğuna şahit olur ve nezaketle "Üstadım! İradınız nedir, bu kadar masrafa göre gelirinizi nereden temin ediyorsunuz?" diye sorduğunda Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri;
"İradımız masraflarımızdır!" karşılığını verir. Yani giderimiz karşılığında gelirimiz olur demek isterler.
Bu duruma kimse akıl erdiremeyeceği gibi, Sultan Reşat da akıl erdiremez. İzahını sormayı da edeben müsait görmez.
Dergâhta uzun seneler halka hizmet edilmiş, çok kimseler hidayete ermiş, birçok zevat mertebeler katetmiş, fakat bütün masrafların karşılandığı dergâhtaki postun altındaki bereketli kaynak, bir sır olarak kalmıştır.
Masrafların tedariki için memur edilen oğlu Ali Efendi, ihtiyaç olduğunda nezaket ve hürmetle gelir, babasının önünde oturur, ellerini dizlerinin üzerine koyar, boynu bükük olarak beklerdi. İhtiyacı olduğunu halinden anlayan Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri;
"Evlâdım, ihtiyacın ne kadarsa, elini uzat, şu postun altından al." buyururlardı.
Hazret, Kelâmî Dergâh'ındaki görevinin yanı sıra zaman zaman Selimiye Dergâhı'na da giderek irşad faaliyetlerini tekkelerin kapatıldığı 1925 yılına kadar sürdürdü. Tekkeler kapatıldıktan sonra inzivâya çekildiği Erenköy'deki evinde sürekli polis nezâreti altında tutuldu, hiçbir zaman kanunlara karşı aykırı bir hâli görülmedi.
O günlerde oğlu bir gün kendisine şöyle söyledi:
"Babacığım! Ben havayı beğenmiyorum! Etrafımızda uğursuz gölgeler dolaşıyor! Evimiz ve sokağımız devamlı tarassut altında... Bir tedbir alalım!... Meselâ, köşkteki kalabalığı dağıtalım, onları memleketlerine gönderelim! Biz de göz önünden silinelim!"
Şeyh Es'ad Efendi, mahzun bir tebessümle diyor ki:
"Allah'ın takdiri neyse o olacaktır! Bana öyle geliyor ki, ok yaydan çıkmış ve hakkımızda karar alınmıştır. Yani tedbir zamanı geçmiştir!"
Misafirlerden bir kısmını geldikleri yerlere gönderip tevekkülle bekliyorlar...
Menemen hadisesi ile ilgili olduğu iddiâ edilerek oğlu Mehmet Ali Efendi ile birlikte Menemen'e götürülüp idam talebiyle yargılandı. Hakkında verilen idam cezası yaşlılık sebebiyle müebbet hapse çevrildi.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'e mahkeme sıralarında birisi geliyor. "Efendim müjde, yaşınız sebebiyle sizi asamayacaklar." diyor.
O zaman buyuruyor ki:
"Allah-u Teâlâ'dan bize mensup olanları bağışlamasını dilemiştim, Allah-u Teâlâ bağışladı, bizim artık işimiz kalmadı gidiyoruz."
Mevlâ'ya sonsuz şükürler olsun ki onlara bu merhameti ve şefkati bahşetmiş. Onların affını kendi hayatlarına tercih etmişler. Onların toprakları merhametle yoğrulmuş.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bu fakiri, pür-taksiri Mürşid-i kâmil olmakla Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri'ne mürid olmak arasında muhayyer bıraksa, biz onlara mürid olmayı tercih ederiz.
Onu yazıya almak, kaleme dökmek ne mümkün! O ki Allah-u Teâlâ'nın müstesnâ sevgililerindendir. O ki yeryüzüne nâdiren gelenlerdendir. O ki Hâtem-i veli'yi haber vermiş, vefâtından yaklaşık yirmi sene sonra mânevî terbiyesine alıp, bizzat ilgileneceği Zât'ı vâsıta edinerek, Allah-u Teâlâ'ya sığınmış ve şöyle bir temennide bulunmuştu:
"İhtimal ki kusurlarımı eslâfımdan (geçmiş büyüklerimden) veyahut ahlâfımdan (gelecek neslimizden) bir Zât-i kirâm'a bağışlar." (Mektûbat, 73. Mektup)
Vefatına yakın şunları söylemiştir:
"İntisâbımın ilk yıllarında gönlüme:
'Yâ Rabb'i! Huzur-u ilâhî'ne çıplak olarak geleyim. Şâyân-ı kabul amelim varsa onları günahkâr kullarına bağışlayayım.' şeklinde bir duygu gelmişti.
Şimdi aynı duygularla doluyum."
Askeri hastanede üremiden tedavi gördüğü sırada seksen dört yaşında üç Mart'ı dört Mart'a bağlayan gece 1931 yılında vefat etti. Zehirlenerek öldüğü yolunda iddiâlar ortaya atılmıştır.
"Ne mümkün bunca âteşle şehid-i aşkı ğasl etmek
Cesed âteş kefen âteş hem âb-ı hoş-güvâr âteş."
Mısralarında kendisinin şehit olacağını bilip önceden haber vermesi şeklinde bir keramet olarak değerlendirilmektedir.
"Mektubât", "Kenzü'l-İrfân", "Divân-ı Es'ad", "Risâletü'l-Es'adiyye" gibi eserleri vardır.
Bulgaristan'daki Karnabat kazasında Hicri 1283 (Miladi 1867) tarihinde dünyaya gelmişlerdir. Sekiz kardeşin en küçüğüydü. Babası Hüseyin Ağa çiftlik sahibi olan zengin bir kişiydi.
Uzunca boylu, iri yapılı ve heybetliydi. Sakalı toparlak, değirmi ve gürdü. Alt ve üst göz kapakları şişkince idi. Göz rengi elâ, teni beyaz, esmerce idi. Mübarek yanakları şişkince olup nur çehresi de iri idi. Sırtında sağ küreğinin üzerinde et beni vardı.
Künyesi: Hüseyin Efendi oğlu Halil Fevzi Meriç'tir.
Doksan üç harbinde (1877 Osmanlı-Rus Savaşı) Rus işgali sırasında, bölgede türeyen çetecilerin zulümleri; bu âilenin Türkiye'ye göç etmesine vesile olmuştur.
1877 tarihinde Düzce'nin Muhacirtaşköprü köyünde iskân edilirler.
Tahsilini, İstanbul Fatih medreselerinde tamamlayarak 29 yaşında müderris olarak icâzetini almış ve Düzce'nin merkezine yerleşmiştir.
Akçakoca'da, sonra da Düzce'de müderris olarak hizmet etmişler, Cumhuriyet ilân edilince Merkez vâizi olarak devam etmişlerdir.
Seyr-i sûluku 1924 yılında zamanın Gavs-ı Azâm'ı Şeyh Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'ni İstanbul Erenköy'deki köşkte ziyareti ile başlar. Köşkte kırk beş gün kadar misafir edilirler. Çok cezbelidirler. Bu çok kısa süreyi takiben tâlib-i tarikat olanları tâlime mezun ve Efendi Hazretleri'nin halifesi olarak irşâd-ı ibada memur buyurulmuşlardır.
Şeyh Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri Erenköy'deki köşkte müridleri ile birlikte bulunduğu bir gün halifesini tayin edeceğini söyler.
Sabri Kaptan'ın anlattığına göre, bir hilâfet merasimi için bir elbise dikiliyormuş. Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin birçok halifesi varmış, fakat hilâfet elbisesi ancak iki-üç kişiye dikilmiş. O gün yeni dikilen Hilâfet elbisesinin kime dikildiğini kimse bilmiyormuş.
Herkes toplanmış, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri de o mecliste hazır bulunuyor.
Hatta içinden:
"Bu bahtiyar insan kimdir?" diye geçer.
İşaretleri üzerine Tarikât-ı Nakşibendiye'nin Silsile-i şerif'inin okunmasından sonra Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri dikilen elbise ile, o hilâfet tacını getirip Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin baş-ı şerif'lerine koyuyorlar ve:
"Benden sonra halifem Hacı Halil Efendi'dir! Tebrik edin." buyuruyorlar.
O anda ağlamışlar ve öyle bir cezbeye tutulmuşlar ki, bir fırlayışta ortada duran içi ateş dolu büyük mangalı bir anda devirmişler. Emir verilmediği için, hiçbir kimse de kıpırdayamamış, mangalı da toplamamışlar. Bir müddet cezbeli halde bulunmalarından sonra Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz emir vermişler, ateşi mangala doldurmuşlar, halının bir teli bile yanmamış.
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri, kendisine bu tacın giydirileceğini hayalinden bile geçirmemiş. Âniden mübarek başlarına konunca, o anda cezbeye tutulmuşlar.
Bu olanların şâhidi olan Sabri Kaptan:
"Fakat benim en çok dikkatimi çeken, birkaç kişiye ancak bu elbise dikilmişti de, bir tanesi de Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri idi." demiştir.
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri kırk beş günlük iken hilâfet tacını giymişler, orada bulunan ihvanlar kucaklaşmışlar ve tebrikleşmişler.
Hatta orada İbrahim Efendi isminde bir zât varmış, çok muhterem bir zâtmış. Senelerdir bu hale eremeyince, taaccüp etmiş. İbrahim Efendi'nin kalpten dahi geçirmesi onlara mâlum. Onun için:
"O dolu geldi." buyurmuşlar.
Allah-u Teâlâ onlara öyle bir ikramda ve ihsanda bulunmuş ki, hafsalanın haricinde.
Bir defasında yatsı namazına gidiyordum. Önüme bir yer çıktı, tahminen yirmi beş-otuz santim bir betonu aşabilmek için sağ ayağımı atmış oldum. O anda bir de baktım ki, kabir gibi bir yerdeyim. Kabirden büyük değil, fakat bütün kâinat o kabirin içinde. Şöyle bir kıpırdadım, sıkı bir durum var ki zor kıpırdayabildim. Fakat bize görünen hâl kabir kadar. Zorla başımı yukarıya doğru çevirdim, üzerinde bir delik var. Deliğin üzerine baktım, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri bulunuyor.
Zamanın Kutbu'l-âzam'ı, dünyanın mutasarrıfı olduğunu orada gözümüzle görmüş olduk. Zamanın kutbu demek, Hazret-i Allah'ın tasarrufunda kâinatı yürütüyor demektir. Bu bilinmiyor.
Allah-u Teâlâ'nın lütuf tecellisine o kadar mazhar olmuş ki, daha ilk intisabımızda, bize bütün sonraki işleri o anda haber veriyordu.
Bir defasında istikbale ait bir mevzuyu anlatırken:
"Oğlum Levh-i mahfuz'da gördüm, bir gün olacak bu millete şöyle şöyle olacaksın." buyurmuşlardı.
Şu büyüklüğe bakın, Efendi Hazretleri Levh-i mahfuz'a bakardı da konuşurdu. Bu sabit yolu Allah-u Teâlâ'nın bizimle idame ettireceğini bildiği için böyle yapıyordu.
Harfi harfine Şeyh Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin açtığı çığır üzerinde yürüdüler, hiçbir çığır açmadılar ve emaneti teslim ederek Milâdi; 29 Kasım 1950, Hicrî; 19 Safer 1370 Çarşamba gecesi yaşları seksen beş civarında olduğu halde vuslata erdiler.
Türbe-i şerif yapılmadan önceki mezar taşına aşağıdaki beyt yazılmıştır:
"Vâsıl-ı Hakk olmaya eylersen heves,
Aşka ulaş gayrıdan gönül kes!"
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri, 1927 senesinde Yugoslavya'nın bugünkü Sancak'ın Yenipazar şehrinde dünyaya gelmişlerdir. Fakat aslen Medine-i münevvereli olup, kökleri oraya dayanmaktadır.
Babaları Muharrem Efendi, anneleri Çelebiye Hanım'dır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in neslinden olan Medine-i münevvereli Şeyh Ahmed -kuddise sırruh- Hazretleri'nin torunudurlar.
Şeyh Ahmed Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri bir sebeple geçici olarak Yugoslavya'nın Yenipazar şehrine geldiğinde vefat etmiş, çocukları ise orada kalmışlar, daha sonra torunları Medine-i münevvere'ye değil de 1936 yılında Yugoslavya'dan Türkiye'ye gelmişler, Zonguldak'ta altı ay ikâmet ettikten sonra Düzce'ye yerleşmişlerdir.
Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, Şeyh Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin hulefasından Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin hizmetlerinde olmakla kemâl bulmuşlar, 1950 senesinde ahirete intikallerinden sonra ise irşada başlamışlardır. Tam 60 yıllık bir irşad hayatı ile insanları tenvir etmeye, yol göstermeye çalışmışlardır.
Okur-yazar olmaktan başka herhangi bir zâhirî tahsilleri bulunmamaktadır. Mânen yetişmeleri hususunda şöyle buyurmaktadırlar:
"Tarikât-ı âliyye'ye alındığımızda Şeyh Muhammed Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'e karşı sonsuz bir muhabbet uyandı. Alındığımızın haftasında tecelli ettiler ve bir daha da bırakmadılar. Geceleri hep onlar meşgul olurlardı. Gündüzleri ise zaten Efendi Hazretleri'nin huzur-u saadetlerinde idik. Bu suretle her iki pîrin himmet ve tasarruflarında bulunduk. Bugün dahi her ikisinin himmetleriyle yürüyoruz. Ve gelenleri de onlara havâle ediyoruz."
Din-i İslâm'ın ilk tazeliğini, Asr-ı saadet gibi bir devri yaşamaya ve yaşatmaya çalışmışlar ve etraflarına Ahkâm-ı ilâhi'ye, Sünnet-i seniyye hususunda numune olmuşlardır. Sevenlerinin gönüllerine yalnız Allah ve Resul'ünün sevgisini doldurmaya, gerçek bir mümin, örnek bir müslüman, numune bir insan olmalarına gayret etmişler, her hususta irşad etmişlerdir. Beşeriyetin istifadesi için mübarek dillerinden dökülen sohbetleriyle gönüllere ışık saçıp yol göstermişler, eserler neşrederek ümmet-i Muhammed'i tenvir etmişlerdir.
İnsana yaratılış gayesini öğreten, Yaratan'ını tanıtan, ebedî saadet ve selâmete yönelten, düşündüren, gönül üzerine, mâneviyat üzerine, iman, İslâm, ilim-irfan, ahlâk-fazilet, aşk-şevk üzerine söylenen sözlerle dolu, bilhassa erbâb-ı sülûkün çok istifade edeceği "Kalblerin Anahtarı" isimli külliyatında İslâm hakikatleri, iman letâfetleri, tasavvuf sırları Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nur ışığında selis bir üslûpla anlatılmaktadır. Kur'an-ı kerim'in tefsiri mahiyetinde olan bu eserlerine Kur'an-ı kerim'deki bütün Âyet-i kerime'ler girmiştir.
"Fakir, hiçbir yerden tahsil görmedim, hiçbir şey de bilmiyordum. Gelen o kanaldan geliyor. Hazine-i İlâhî'den akıyor. Yani hazine-i İlâhî'den Resulullah Aleyhisselâm'a gelen kanal devam etmektedir. İlhâmât-ı İlâhiye'nin hududu yoktur.
Hiçbir tahsilim olmadığı halde kitaplar Âyet-i kerime, Hadis-i kudsî ve Hadis-i şerif'lerle mühürlenmiştir. Kur'an-ı kerim'in bütün Âyet-i kerime'leri girmiştir.
Evet, gerçekten cismâniyet itibâriyle hiçbir bilgiye sahip değilim, hiçbir tahsilim yok. Bunun için de câhil diyorlar.
Allah-u Teâlâ'nın bildirdiği, duyurduğu ve gösterdiği her şeyi bildiğimi bildiklerinden ötürü de âlim diyorlar. Hiçbir yerden ilim almak nasip olmadı, ancak Cenâb-ı Hakk lütfetti. O'nun ve O'ndan olduğu böylece meydana çıkmış oluyor.
Şunu çok iyi bilin ki bu ilim Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiği, ikram ettiği bir ilimdir. Doğrudan doğruya O'nun bildirdiği, O'nun duyurduğu için de "İlm-i Billâh"ın âlâsı, "Has İlmullâh" oluyor. Yani bu ilimde nefsin hiçbir katkısı yoktur. Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş. Su boruya gelir amma, o su boruya âit değil. Boru da onu itiraf edince, O'nun oluyor. Sen çık aradan kalsın Yaratan."
Hayatı hep Allah ile ve Allah için idi, hep O'nunla oldu, hep O'ndan bahsetti. Her konuşması, kelimesi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif idi. Her haliyle tam bir numune mümin, kibar ve nazik bir zât idi.
Yolun Hazret-i Allah'ın ve Resulullah'ın yolu olduğunu söyler, yola ve yolun düsturlarına azâmi dikkat eder ve ihvanının da öyle yetişmesini isterdi.
"Yol Hazret-i Allah'ın yoludur."
"Yol var adama muhtaç, yol var adam o yola muhtaç. İyi bilin ki bu yol adama muhtaç değildir. Çünkü Hazret-i Allah kimseye muhtaç değildir, bu yol Allah yoludur."
Her hâl ve ahvalde ihlâs, istikamet ve mahviyet üzere olmuşlar ve hep bunu tavsiye etmişlerdir. Keramete hiç değer vermemişler, bilâkis varlıktan yokluğa, yokluktan hiçliğe, hiçlikten fenâya inmek ve fâni olmak gerektiğini arz etmişlerdir.
"Her zaman söyleriz, sakın siz keramet ehli olayım demeyin. Çünkü birçok kimseler bu vâdide soyulmuştur. Bu yoldaki keramet istikamettir.
Biz Hazret-i Allah'a sığınacağız, âcizliğimizi itiraf edeceğiz, O'nun lütuf tecellîsine bakacağız. Hiçbir zaman kast-ı mahsusa olmayacak. O dilerse lütfu ile tecellî eder ve bize yardım eder."
Hâtem-i evliya, âhir son zamanda gelecek velilerin sonuncusu demektir.
Nuaym bin Hammad'ın Ka'b -radiyallahu anh-den rivayet ettiği bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Mehdi'nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi'nden ayağı sakat bir adamın bulunduğu Bayraklılar'ın çıkmasıdır." (Suyûtî, Kitabu'l-Arfi'l-Verdi fî Ahbâri'l-Mehdi; Cârullah, no: 1494, s. 99. Bl. 7, Hadis no: 13)
Aslında görebilen için bu Hadis-i şerif'te her şey çok âyân bir şekilde belli edilmişti. Mühim olan, geleceği haber verilen bu zâtı bu Hadis-i şerif'te görebilmekti. Fakat bu herkese müyesser olmadı. Çünkü her bilginin özü Hadis-i şerif'lerde gizlidir.
Şu kadar var ki, Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de "Şifâu'l-Alîl" adlı eserinde şöyle buyurmuştu:
"O'nun, velilerden sırf kendi hizmetinde bulunmaları için kendilerini seçip temizlediği, Allah-u Teâlâ'ya dâvet eden, yarın mahşerde velilerin saflarının öncülüğü ile kendisini senâya da ehil kılacağı bir 'Bayraklılar ashâbı' vardır ki; onlar peygamberlerin yolu üzere kendilerini seçtiği 'Hassü'l-Has'; yâni 'Seçkinlerin de seçkini'dir." (5b yaprağı)
Hâtem-i veli tanınmadığı için, gerek Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve gerekse diğer Evliyâullah Hazerâtı işaret ediyorlar ve "Budur!" diyorlar. Yoksa Hazret-i Mehdi'yi herkes tanıyor, onu herkes duydu. Halk Hâtem-i veli'yi bilmediği için "Budur!" diye parmak basıyorlar.
Nitekim Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
"Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem'ül-velâye'den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah'ın hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ'nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü'n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur."
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş, dinin üstünlüğünü ve adaletini onunla ayakta bulundurmayı dilemiş.
Âl-i imran Sûre-i şerif'inin 81. Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere; Allah-u Teâlâ bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'e, Hâtem-i nebi olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in geleceğini haber vermişti, onun geleceğini biliyorlardı.
Aynı bunun gibi; ikinci bir hâtem olan Hâtem-i veli'nin gönderileceğini veli kullarına bildirmiştir. Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği birçok veli kulları, Hâtem-i veli'nin âhir son zamanda gönderileceğini Allah-u Teâlâ kendilerine bildirdiği için biliyorlar ve bildiriyorlardı.
Allah-u Teâlâ peygamber ve veli kullarından her birine bir derece ve rütbe vermiş; ancak "Hâtemiyyet" lütfunu yalnız Hâtemü'l-enbiyâ olan Muhammed Aleyhisselâm'a ve Hâtemü'l-evliyâ olan zâta bahşetmiştir.
"Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz." (En'âm: 83)
Kullarından herhangi bir kulu insanlar arasından seçmeye ve dilediği rütbeye yükseltmeye kadir olan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde bu hususu şöyle haber veriyor:
"Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin." (Âl-i imrân: 26)
Nitekim Allah-u Teâlâ, son Peygamber'in ümmetinden olan bu büyük zâtı Yahya Aleyhisselâm'a bizzat müjdeleyerek nebilerin ve resullerin dahi gıpta edeceği bir kemâlatla göndereceğini vahyetmişti:
"İzzet ve Celâl'ime yemin ederim; ben onu öyle bir gönderişle göndereceğim ki, Nebi'ler ve Resul'ler dahi ona gıpta edecekler!" ("el-Muhabbe li'l-Muhâsibî"; s. 22-23)
Cenâb-ı Hakk Hadis-i kudsî'sinde hem yemin ediyor, hem de "Göndereceğim!" buyuruyor. Binaenaleyh çok kıymet vermiş, bizâtihi Allah'a ait. Onu Allah-u Teâlâ gönderdi, azmi veren de O, destekleyen de O. İrşadını yayan O, bunu bütün dünyaya sirayet ettiren O.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne duyurduğu "Âhir zamanda gelecek o topluluğa katıl!" Hadis-i şerif'inin bir noktasında şöyle buyuruyorlar:
"Ey Ebu Hüreyre! Bu topluluk, zor ve güç bir yola girerek peygamberlerin derecesine kavuşurlar." (el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî, Hâlet Ef. nr.: 198/2, vr. 486a)
Bu lütuf O'nundur, O'ndandır. Mahlûk'un hiç hükmü yoktur. O dilemiş, sevmiş, seçmiş, tecelli etmiş, ileriye sürmüş o kadar...
Bugüne kadar yüze yakın Evliyâullah Hazerâtı, Hatem-i veli'den, ona verilen lütuflardan haber vermişler, onun yolunu, eserlerini, icraatlarını anlatmışlar, ezelde ona verilen mânevi makamlardan bahsederek eserler neşretmişler, şerhler yapmışlar, hatta talebelerine tarif ederek hakkında ders talim etmişlerdir.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh-, Muhyiddîn-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri gibi Evliyâullah Hazerâtı hususi kitaplar yazmışlar, İmâm-ı Rabbânî, Abdülkadir Geylâni, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi, İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri gibi daha birçok zevât-ı kiram eserlerinde Hatem-i veli'den bahsetmişler, ona biatın şart olduğunu, tâ o zamandan onun apaçık alâmetlerini, ilâhi vazifesini, makamını, ilmini, eserlerini, cihadını, yolunu haber vermişler ve sevgilerini, bağlılıklarını arz etmişlerdir.
Bu "Hâtem" meselesi gizlidir. Bu iki devir arasında birçok zevât-ı kiram geldi geçti, fakat bu vazife Hâtem-i veli'ye nasip oldu.
Çünkü âhir zamanda geleceği haber verilen "Hâtem-i veli" ve "Bayraklılar ashâbı" hakkında bazı Hadis-i şerif'ler ve Evliyâullah Hazerâtı'nın ifşaatları; "Hatmü'l-Evliyâ", "Cevâhirullah-1, Cevâhirullah-2", "Saadete Erenler Felâkete Kayanlar", "Sırrü'l-Esrâr Rütbe-i Bâlâ", "Sözler ve Notlar 10", "Tasavvuf'un Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri" ve diğer kitaplara dercedilmiştir. Bu hususta kitaplarda geniş bilgiler mevcuttur.
"Hâtem-i veli'nin Türkiye'de gelmesinin ve vazifelendirilmesinin sebebi; bölücüler, türemeler hep burada türedi.
Büyük fitne burada koptuğu için Allah-u Teâlâ bu ilmi Türkiye'ye indirdi. Sonra Hicaz tarafında çok büyük fitne kopacak, Allah-u Teâlâ o zaman da Mehdi Hazretleri'ni gönderecek. Bugün buraya gönderdi, o gün oraya gönderecek. Yerine göre, zamana göre tayin ediyor.
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş. Yoksa bu bölücüler İslâm dini'nin hiçbir esasını bırakmayacaklardı. Hak ile bâtıl tamamen birbirine karışmıştı ve bâtıl galebe etmişti. Niçin galebe etti? Onları müslüman zanneden çoğunluk onlara kaydı. İslâm'ı bölüm bölüm böldüler ve parsellediler, dinde şirket kurdular. Her biri kendi ismiyle bir din kurdu, dini dünyaya âlet ederek halkı alabildiğine yoldular ve soydular. Hem imandan ettiler, hem de maddelerini aldılar. "Sen çalış bana ver!" Sahte şeyhler gibi.
Fakat Allah-u Teâlâ'nın izniyle "Bu küfürdür, bunlar kâfirdir." deyince küfürleri meydanda kaldı. Nur galip geldi, küfrün üzerini ezdi geçti.
Bu sapıtıcı imamların ve türemelerinin örümcek ağı gibi örmek istedikleri tuzakları bu cihadla bertaraf edildi."
"Kimlerle mücadele ediliyor?
Deccal'den daha beter olan sapıtıcı imamlarla, gökkubbe altında bulunan insanların en şerlileri olan âhir zaman ulemâsı ile.
Bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman ulemâsı olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler, İslâm'ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller bu kitleleri görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kurdukları dini ayakta tutabilmek için İslâm dini'nin haram kıldığı hükümleri helâl saydılar. Dinlerini bu şekilde ayakta tutmaya çalıştılar ve kitleler halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular. İşte Deccal bunu yapamaz."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin müslümanları ikaz ve irşad makamında yayınlanan ilk risalesi 1985 yılında yayınlanmıştı.
Bu ikaz ve irşadına; gerek 1993 yılında yayın hayatına başlayan Hakikat Aylık İslâm Dergisi'nde muhtelif vesilelerle yayınlanan makaleleri ile gerek kitaplar neşrederek devam ettiler.
Din-i İslâm'ı aslından çıkarmak isteyenlere ise hiç müsamahası yoktu. Müslümanlar arasında senlik-benlik davası güdenleri, dinde ve vatanda bölücülük yapanları önce ikaz etti, sonra ifşa etti, haklarında kitaplar yazdı, Hakikat Dergisi'nde defaatle makaleler neşretti. "Küfrü Hoş Gören Narcıların İçyüzü", "Sahte Halife, Sahte Kahraman Cemalettin Kaplan ve Oğlu'nun İçyüzü", "Süleymancıların İçyüzü", "Refah Dinine Mensup Mahmut Efendi'nin Mollalarına Cevaptır", "Ahir Zaman Âlimlerinin İçyüzü" ve buna mümasil eserleri yayınlandı.
Bu mücadeleye "İman kurtarma cihadı" derlerdi.
Âhir zamanda çıkan fitneleri söndüren ve birçok konuya cevap veren "Hakikat ile Dalâleti Bilmemiz Lâzım" kitabını neşretti.
"Sapıtıcı imansız imamlarla, sahte şeyhlerle, sahte Mehdi, sahte İsa, sahte Debbe'tül-arz'larla, bu sahtekâr ve münâfıklarla mücadele edebilmem için Allah-u Teâlâ bu ilmi bugün indirdi. Bu iman hırsızları bir taraftan milleti imandan ettiler, diğer taraftan dini ve vatanımızı böldüler, paramparça ettiler. Bir nam, menfaat, liderlik, önderlik gayesi uğruna, gerek dinimizi gerek vatanımızı bu duruma düşürdüler.
Bu imansız imamların yaptığını, bu kâfirlerin gerek dinimize gerekse vatanımıza verdikleri büyük tahribatı, büyük darbeleri; değil bir din ve vatan düşmanı, değil bir papaz, Deccal bile yapamaz." buyurmuşlardı.
Fetö'nün içyüzünü ilk o ifşa etti. Küfrü hoş gösterme adı altındaki faaliyetlerin hıristiyanlaştırma olduğunu, bunların Amerikan ajanı, vatan hâini olduğunu 30 yıldır neşretti. Ama halk bugün görebildi.
Organ nakline cevaz veren fetvalara karşı "İnsanın Yaratılışı ve Organ Nakli" isimli eseri yayınladı. İslâm dünyasında yayılan vehhâbilik fitnesine karşı "İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini" kitabını çıkardı.
Fetö yüzünden küffarın Türkiye'de misyonerlik faaliyetinin en yoğun olduğu zamanda broşür, dergi çıkarmış, yabancı dillerde yayınladığı İslâm'a dâvet broşürlerini dünyaya dağıttırmıştı. Resulullah Aleyhisselâm'a kâfirler karikatür v.s yoluyla saldırdığında bu sapıklara, hakaretlere yalnız o cevap verdi. Ömürleri Allah yolunda cihad ile geçti.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
"Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bu âciz, fakir, pür-taksiri bu zamanda şu üç husus için gönderse gerek:
Birincisi; bölücülerle mücadele.
İkincisi; âhir zaman ulemâsının iç yüzünü ortaya sermek.
Üçüncüsü; Vahdet-i vücud mevzusundaki ihtilâfları ve çekişmeleri ortadan bertaraf etmek.
Hayat-ı saadetleri; Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a; "İlâhî Görüş Birliği"ne dâvetle geçti.
"Biz "İLÂHÎ GÖRÜŞ BİRLİĞİ'NE DÂVET" ederiz. Gelenlerin gönüllerine Hazret-i Allah ve Resul'ünün -sallallahu aleyhi ve sellem- muhabbetini ve emirlerini koymaya, her türlü bölücülükten arındırmakla yalnız Hazret-i Allah ve Resul'ünde -sallallahu aleyhi ve sellem- birleştirmeye, aralarında gerçek bir kardeşliğin tesisine gayret ederiz."
"Asıl gayemiz, Nûr-i Muhammedî'nin yayılması, müslüman kardeşlerimizin Allah ve Resul'ünde birleşmesidir.
Gerçekten Allah ve Resul'ünde birleşelim ki, iç ve dış düşmanlara karşı mücadele edelim."
Kurmuş oldukları vakıf hakkındaki vasiyetleri şöyledir:
"'Hakikat Vakfı' bu vakfın ismidir. Sakın ha, bunu yolumuza atfederek bölücülüğe sapmayın, Sakın sizde bir isimle bir bölücü daha türemesin.
Gayemiz 'İSLÂM'dır, isim değil.
Muradımız 'Hazret-i Allah ve Resul'ü'dür, bölücülerden herhangi biri değil." ("İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet", s. 132)
"Grubunuzun adı nedir?" diye soranlara ise şu cevabı vermişlerdir:
"Elhamdülillâhî Rabb'il-âlemin. Dinimiz İslâm, kitabımız Hazret-i Kur'an, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'dır." ("İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet", s. 130)
Gaye ve hedefleri; Allah ve Resul'ünü sevdirmek, müslümanları Allah ve Resul'ünde birleştirmek, Nûr-i Muhammedî'nin yayılması, kalpleri Hakk'tan gayrı her şeyden kurtarmak ve arındırmaya çalışmaktı. Bu uğurda hiç kimseden bir şey istemedi, canıyla malıyla cihad etti.
"Bizim gayemiz rızadır, ümmet-i Muhammed'i kurtarmak, nuru yaymaktır. Başka hiçbir gayemiz yoktur."
"Küfür tek millettir. Onlara fırsat vermeyelim. Nitekim bunların hedefi imanı kaldırmak, vatanımızı yağmalamaktır. Bu küfür ehline ve küfür ehline tâzim edenlere itimat etmeyelim. Zira imansız vatan, vatansız iman müdafaa edilmez. Biri giderse diğeri de gider." ("Hâinlerin İçyüzü", s. 13)
Bu yol Hazret-i Allah'a, Resulullah'a ait bir yol. Mahlûka ait değil. Bunu size iki sözle anlatayım:
Herkes; "Ben mürşidim!", "Önderim" diyor. Fakir der ki; "Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır." Biz gerçeği tarif ediyoruz. Bir de şu var ki; "Var ile övünüyorum, varlığımdan utanıyorum." Benim varlığım bir damla kerih su. O kerih sudan bu hale getiren yine Sahib'im. Sahib'imle övünüyorum, ama varlığımla değil. Binaenaleyh bu yol Allah yolu. Diğer yolların her birinin bir ismi var, bir önderi var, bir başkanı var ama bizim önderimiz Hazret-i Allah ve Hazret-i Resulullah.
Bizim ismimiz yok, cismimiz yok, menfaat yok. Ne var? Hazret-i Allah ve Hazret-i Resulullah var. Bu yolu böyle bilmeniz lâzım. Hazret-i Allah ve Hazret-i Resulullah'a ait olduğunu bilmeniz lâzım, şahsa ait değil.
Malum-u fâzilaneleriniz olduğu üzere kimseyi bırakmış değilim.
Vasiyette;
"Bize göre yol kesilmiştir. Hazret-i Mehdi'yi gözleyin. O niyette olun, o niyetle ölün. Çıkacak sahte mürşidlere, müridlere aldanmayın. İyi bilin ki âhirette hiçbir sahibiniz olmaz. Yolun haricine çıkan bizden değildir." diyoruz.
Binaenaleyh;
"Çıkacak sahte mürşidlere, sahte müridlere aldanmayın."
Sözümüze çok dikkat edin, her şey bunun içinde.
Yol Hakk yoludur, halk yolu değil.
Şu kadar var ki;
Bu gerçeği çok iyi bilin ki bizden sonra artık veli gelmeyecek, irşad kapıları kapandı. Velâyet devri kapanıyor, herhangi bir kimsenin gelmesi de düşünülemez. Veli ismi altında gelenler, şimdi çıkan sahtekârlar gibidir. Allah-u Teâlâ bu lütfu ihsan ve ikram etti. Bu karanlık ortam içinde bu nuru O akıttı, bu nuru O yaydı. Bu zülmânât o zaman dağıldı. Bu sözler asırlarca önce söylenmiş.
Binaenaleyh bundan sonra kapılmayın, hiçbir şeye yeltenmeyin. Bizden sonra şeytan sizi dürtmesin, sizi aldatmasın. Size haber veriyorum. Nefsini ilâh edinip, kendi nefsine tapınanlar, başkalarını da taptırıyorlar. Nefis putunu ilâh edinip, halkı kendilerine taptıranlar bu büyük cürümlerinin hesabını veremeyecekler, bunu böyle bilin!
"Allah kimi saptırırsa, bundan sonra artık onun hiçbir dostu yoktur.
Zâlimleri görürsün ki, azabı gördükleri zaman: 'Geri dönecek bir yol var mıdır?' derler." (Şûrâ: 44)
Veli yok lâkin, onun edebi ve düsturu var. Hâtem-i veli'den sonra niçin veli yoktur? Hâtem olduğu için yoktur. Nasıl ki Hâtem-i enbiyâ'dan sonra enbiyâ gelmeyecekse, Hâtem-i evliyâ'dan sonra da evliyâ gelmeyecek. Gelse de kendi çapında olacak. Yani Resulden sonra gelen nebiler gibi olacak fakat irşada mezun olmayacak.
Ondan çok kısa bir zaman sonra Hazret-i Mehdi ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın devri başlayacak.
Bu merdiven üçtür. Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a ihsan ettiği velâyeti "Hâtem-i veli"ye düşürmüş, nübüvveti "Hazret-i Mehdi"ye, risâleti de "İsa Aleyhisselâm"a düşürmüş. Hakikat budur, ötesi zandır. Bir batağa düşersiniz, olmaz bir yere saparsınız, yoldan raydan çıkmış olursunuz.
1950 yılından beri insanları irşad ile tenvir eden bu zâtı herkes tanırdı. Hiçbir zaman şahsi menfaat, şöhret ve nam peşinde olmadı. Her suale hak ve hakikat ölçüsünde cevap verdiği gibi, yoldan sapanları ikaz etmekten de çekinmedi. Bu sebeple sevenleri kadar sevmeyenleri de oldu, düşmanlık yapanlar, iftira atanlar da oldu.
"Allah yolunda cihad ederler. Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." (Mâide: 54)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere Allah yolunda, din ve vatan bölücülerine karşı cihad etti.
"İtimad edin, dünyada kalmak için tek bir arzum Allah yolunda bu cihad içindir. Beni tek tutan cihaddır. Gitmeye çok meyyalim, bu cihad olmasa yaşamanın âlemi ne!.."
O Allah için çalıştı, Allah yolunun hizmetkârı idi. Gayesi, maksadı, menfaati yoktu. Fîsebilillâh hayatı mücadele ile geçti. Allah ve Resul'ünü sevdirmeye, Allah ve Resul'ünde birleştirmeye, Nûr-i Muhammedî'nin yayılmasına, kalplere Hazret-i Allah'ı ve Resulullah'ı yerleştirmeye çalıştı. Hazret-i Allah ve Resul'ünü örnek aldı. Ömrü ibadetle, taatle ve cihadla geçti.
Hazret-i Allah'a giden nurlu yolu tarif etti, mahviyet ve istikamet üzereydi, bunu öğretti. Ölçüsü Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye idi...
Vasiyetlerinde "Hazret-i Allah'ın hükümlerinden ve Resulullah'ın Sünnet-i seniyye'sinden ayrılmayın!" buyurmuşlardı.
Ömrü mücadele ile, türlü ibtilâlarla geçti.
Hep sabır, şükür ve tevekkül halindeydi. Takdir-i ilâhi'ye boyun eğmiş, Hakk'ın hükmüne râm olmuşlardı. Âhir ömründe çok ciddi hastalıklar, ameliyatlar geçirdi. O ise şöyle buyurmuştu:
"Benim gayet rahat ve müsterih bir halim var. Rahatım, memnunum. O'ndan geldiği için gayet memnunum. En küçük bir şikâyetim, sıkıntım yok. Hep Hakk'tan. Çünkü Güzel'den geliyor. O'ndan gelen her şey güzel. Buna şükür. Ne demek bu? Hep şükür, hep şükür, hep şükür. İbtilâdayız, imtihandayız, hep şükür, hep şükür, hep şükür. Sonsuz şükür."
O Hazret-i Allah'a öyle bağlıydı ki son günlerinde hastanede iken bir sabah söylediği şu sözler son nasihat ve vasiyetleriydi:
"Din emanettir, dinine hıyanet eden, imanını kaybetmiş olur. Bunu duyurun. İster uyar, ister uymaz."
O:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Âyet-i kerime'sini düstur edindi, bütün hayatında tatbik etti.
Hakikat Vakfı'nın kurucu başkanı, Hakikat Yayıncılık'ın ve Hakikat Aylık İslâm Dergisi'nin kurucusu ve sahibi; Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri 16 Recep 1431, 28 Haziran 2010 Pazartesi irtihâl-i dar-i bekâ etmişlerdir. 29 Haziran Salı günü Erenler'deki Kabr-i şerif'lerine defnedilerek, vatan-i aslîlerine intikal eylemişlerdir.
Seven sevdiğine, aşık Maşuk'una kavuştu.
"Ölüm ne güzeldir! Mahlûkunu Halik'ına kavuşturan en güzel bir vasıtadır."
"Ben Rabb'ime misafireten gideceğim."
"Ben ölümü seviyorum, ölümü seviyorum, ölmek de istiyorum. Amma beni alın diyemiyorum. Bu sözüme itimat edin, ölmeyi istiyorum, hatta diyorum ki; beni aldıkları zaman üzülmeyin, ben huzur-u ilâhi'ye, ziyafet-i ilâhiye'ye gidiyorum, müsterih olun!.." buyurmuşlardı.