İşte bu, Vahdâniyyet'ten çıkarılmıştır ve Rubûbiyyet de onun libâsı (elbisesi)dir. Ulûhiyyet'e delâlet eder, Ferdiyyet'e işaret eder ve:
"Rabb'inden gelen apaçık bir delile dayanan ve O'nun katından bir şâhidi olan…" (Hûd: 17)
Kelâm-ı ilâhi'si dahi bununla ilgilidir.
Zira o, Allah'a delâlet eden ve O'na ulaşmaya işaret eden, bizzat onunla birlikte olan şâhidlerin ve alâmetlerin nûrudur.
Zât'a mahsus ilâhi sıfatlar ve delâlet edenlerin isimleri ancak ona göre eda edilip yerine getirilir.
Onlar zâhiri ilâhi nurların yoldaşları olmuşlardır.
İşte bâtındaki nûr da budur.
Zâhirin nûruyla ancak zâhir görünür, bâtının nûru ise bâtını gösterir.
Sen, sende gâlip gelip ağırlık kazanmayan ilâhi nura nazar edip bakmayı murâd etsen de ebediyyen bunun üstesinden gelip altından kalkamazsın. Lâkin O, bâtın nuruyla zâhirin de, bâtının da her ikisini birden sana göstererek en üstün ve en uygun olanını sana verebilir.
Ayrıca sen zâhir nuru ile, zuhûr edip zâhire dönüşenle ilgili olanın dışında Ruyet-i ilâhi'ye de güç yetirip tâkat getiremezsin.
Zikrettiğimiz bütün ilâhi nurlar O'nun mülkünün ve Kudret-i ilâhi'sinin başlangıcı ve ortaya çıkışıyla ilgilidir.
En şerefli nûr, hiç şüphesiz ilâhi marifetin nurudur. Kuşkusuz o da ancak Vahdâniyyet'ten ortaya çıkıp gözle görülür bir hâle gelebilir. Bu ise mülke ve melekûta delâlet eder. Çünkü o, onun bidâyeti ve başlangıcıdır, bu nurların hepsinin çıkarılışı da Nûrâniyyet-i ilâhi'dendir.
İlâhi nûrâniyyet, semâvat (gökyüzü) ehli ve arz (yeryüzü) ehlinin mülkünün ortaya çıkarılıp gözle görünür hâle getirilmesiyle vasfedilebilir kılınmıştır.
Sonra o, en güzel ve en şerefli, en üstün ilâhi nura atfedilmiştir.
İşte o, Marifet-i ilâhi'nin nurudur ki, Vahdâniyyet-i ilâhiyye'den ortaya çıkarılmıştır.
O, onu zikretmiş; halkın ve yarattıklarının fehmedip anlaması için de temsillerini ortaya koymuştur.
Onlar, Allah'ın yarattıkları arasından yalnız kendilerine ikrâm ettiği ilâhi kerâmetini bilip tanırlar.
Onların şükürleri, kendilerine ait ilâhi sanatını icrâ edişi nedeniyledir.
O'nun nazarı da sadece onlar içindir.
Onları ne arz (yeryüzü), ne semâ (gökyüzü), ne Kürsî, ne Kader, ne Kazâ, ne Makâdir, ne herhangi bir şey yokken, kendi ilmiyle ilgili olarak öne geçirmesi hususundaki Atf-ı ilâhi'si de ancak onların üzerinedir.
O, hüviyeti ve ferdiyyeti, devamlılığı-sürekliliği ve öne geçişi hususunda yalnız onlara nazar eder.
Onları kendisi için seçmiş, hidâyetine eriştirmiş ve diğerlerinden ayırıp kendisine tahsis etmiştir.
İlâhi huzura çıkarılacakları ve sorumlu tutulacakları gün için, kendisini bilmekte öne geçtikleri hususunda onların isimlerini kendi katına koyup yerleştirmiştir.
O gizli bir gözle onlara nazar eder.
Üzerlerindeki muhabbetle onları çepeçevre kuşatır.
Onları halkın ve yarattıklarının en iyisi ve en güzeli kılar; öyle ki, onları bizzat kendisiyle güzelleştirir, kendisinde sebat ettirir, kendisiyle rükû ettirir ve kendisine secde ettirir.
Onlara ne isterlerse verir.
Onları sarıp kuşattığı nurâni kılıçlarını ilâhi muhabbet suyu ile berraklaştırır.
Kendisine olan muhabbetiyle etrafını sarar.
İhlâsını ağır bastırıp gâlip getirir.
Ulu Rabb'inin Huzûr-i ilâhi'sinde, rahatlık ve ferahlık döşeği üzerinde, şevkle onları kendisiyle titretip ürpertir.
Mânevi kılıçlarını parıldatır ve içindeki ışıklarla gözleri kamaştırır.
İlâhi heybetiyle perdeleri yakıp atar ve meleklerin hâkimiyetini onda hâkim kılar.
Şirkin ve küfrün ona attığı kıvılcımları yakıp kül eder.
İlâhi şevkten arşın Sahibi'ne karşı bağırıp çığlıklar atar.
O sanki kıpkırmızı, göz kamaştırıcı bir akik taşı gibidir.
Temizliğinden Firdevs cennetleri bile ferahlayıp iç açıcı hale gelir.
Onun [o gün] menzili bir tarafında, şerefi bir tarafındadır.
Nerede olursa olsun aklını kullanır.
İşte biz:
"O'nun nûrunun misali, içinde lâmba bulunan bir kandil gibidir.
O kandil billur bir cam içindedir. O billur cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Ki, ne batıda ne de doğuda bitmeyen mübarek bir zeytin ağacından (onun yağından) yakılır." (Nûr: 35)
Buyruğundaki şeyi de ancak onun hakkında yöneltilmiş ve yönlendirilmiş olarak bulduk.