“Allah”; Lâfza-i celîl’i Zât-ı akdes’inden başka hiçbir ilâh bulunmayan Vâcibü’l-vücud’un zât ismi olup, ulûhiyete âit sıfatların hepsini kendisinde toplamıştır. İsimler içinde en büyüğü, en mübârek olanıdır. Bu bir İsm-i âzâm’dır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Hiç sen Allah’ın ismini taşıyan başka birini bilir misin?” (Meryem: 65)
“Allah” İsm-i şerif’i başka dillere çevrilemez. Farsça’da “Hüdâ”, Türkçe’de “Tanrı”, İngilizce’de “God”; Allah İsm-i şerif’inin karşılığı değil, “İlâh”ın karşılığıdır, hepsi de umumî mânâ ifade ederler.
“Allah” İsm-i şerif’i herhangi bir kelimeden türetilmiş veya başka bir dilden Arapça’ya nakledilmiş değildir. Başlangıçtan itibaren has bir isim olarak kullanılmıştır. Allah-u Teâlâ’nın Zât-ı akdes’i bütün isimler ve vasıflardan önce bulunduğu gibi, “Allah” İsm-i şerif’i de öyledir.
Dikkat edilirse “Allah” İsm-i celâl’inin her harfinde O vardır. Şöyle ki;
Baştaki elif kaldırılırsa “Lillâh” olur, “Allah için” demektir. Birinci lâm kaldırılırsa “Lehu” olur, “O’nun için” demektir. İkinci lâm kaldırıldığı zaman “Hû” kalır, o da Allah-u Teâlâ’ya râcidir.
Bu İsm-i şerif ulûhiyet vasfından değil, ulûhiyet mâbudiyet vasfı ondan alınmıştır. Allah-u Teâlâ, ibadet edilen zât olduğu için Allah değil, Allah olduğu için kendisine ibadet edilendir. O’nun ilâhlığı, tapılmayı ve kulluk edilmeye lâyık olması kendiliğindendir.
Bir insan puta tapar, ateşe güneşe, veya sevdiği bazı şeylere tapar. Taptığı zaman onlar ilâh olurlar. Bunlardan vazgeçilip cayıldığı zaman onlar ilâhlık özelliklerini kaybederler. Halbuki insanlar Allah-u Teâlâ’yı ister Mâbud tanısın, ister tanımasınlar, O bizzat Mâbud’dur. O’na herkes ibadet ve kulluk borçludur.
“Hamîd” Allah-u Teâlâ’nın bir İsm-i şerif’idir. “Ancak kendisine hamd ve senâ edilen, her türlü medih ve övgüye lâyık olan.” demektir. “Hamd” ise, övülmeye lâyık olan zâtın kemâlinin açıkça ortaya konulmasıdır. Bütün hamd ve senâlarla, şükürlerle, medihlerle kendisine tâzim ve ibadet olunacak veliyy-i nimet O’dur. Çünkü hamd ve senâyı icabettiren bütün kemâlât ancak O’nda mevcuttur. En güzel övgüler ancak O’na yaraşır, O her övgüye lâyıktır.
“Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a hamdolsun.” (Fâtiha: 2)
Âyet-i kerime, hamdin Allah-u Teâlâ’ya mahsus olduğunu bildirmekle beraber; işaret ettiği mânâ itibarı ile: “Âlemlerin Rabb’i Allah’a hamdediniz.” demektir. Hamd Allah-u Teâlâ’nın emri, insanın ise kulluk vazifesidir.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Elhamdülillâh de!” (Neml: 59)
Bütün âlemleri yaratmış, hiçbir karşılık beklemeden bol bol nimetler vermiştir. Ruh O’nun, beden O’nun, mülk O’nun, nimet O’nun, lütuf O’nun... O her nimetin kaynağıdır.
“Hamd”, nimetler karşısında O’nu senâ etmektir. Bu da ancak nimeti bilmekle olur. O’nun nimetlerini saymak ise imkânsızdır. Bu hakikat bilinip itiraf edilince, her türlü methü senânın Allah-u Teâlâ’ya mahsus olduğu ve O’nun hakkı olduğu kendiliğinden anlaşılmış olur...