Muînüddîn el-Buhârî -kuddise sırruh- Hazretleri eserin başka bir noktasında, Hâtemü’l-enbiyâ ile Hâtemü’l-evliyâ için temsil edilen nübüvvet ve velâyet duvarlarıyla neyin kastedildiğini ifşâ ederek, duvardaki tuğlaların neden altın ve gümüş olarak vasıflandırıldığını haber vermiştir.
Buyurur ki:
“Bil ki, Peygamber Aleyhisselâm’a nübüvvet duvar sûretiyle gösterilmiştir. Çünkü onun hakkındaki duvar şümullü ve ihâta edici olup, her peygamber o duvarın bir tuğlası yerinde olduğu gibi; onun nübüvveti de nübüvvetlerin tümünü birleştirecek kadar şümullüdür.
Parçalar yanında tamamlanmadığı sürece duvarın mevcûdiyetinden söz edilemez. Duvar sûretini ve nübüvvet dâiresi sûretini tamamlayan Muhammedî cüz’î sûret, sonuncu tuğla olarak onu mevcut kılar.
Bunun içindir ki;
‘Ben ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.’ buyurmuştur. (Ahmed bin Hanbel)
Bunu öğrendiğin vakit, bil ki bu dâirenin taşıyıcısı; Allah’ın zâtına ve sıfatlarına göre Allah’ın peygamberlerine gönderdiği Rûhu’l-âzam’dır. Zira Allah’ın murâdı ilkin küllî nefse gelir, sonra ikinci olarak aklî bir dille cüz’î nefislere ulaşır. Peygamberler de nübüvvetle ilgili olarak farklı sûretleri toplarlar. Peygamber’imiz Aleyhisselâm’a gelince; ona verilen bambaşka bir küllî vesîledir, yâhut onun hakikati Rûhu’l-âzam’ın da hakikatidir.
İşte bu nedenledir ki Peygamber Aleyhisselâm;
‘Allah’ın ilk yarattığı şey benim rûhumdur.’ buyurmuştur.
‘Biz ilkleriz, fakat sonuncularız!’ buyurmasından da anlaşılacağı gibi; ayakta tutucu ve şümullü kılınan onun nübüvvetidir. Kemâle erdirici insânî hakikat, nübüvvetlerin tümüne birden mazhardır. Rûhu’l-âzam’ın nübüvvetiyle, unsûrî olan cüz’î sûret yönünden farklı olan sûretleri birleştirir. Dolayısıyla bu rüyâsı da kemâle erdirip tamamlaması son buluncaya kadar, düşünülen ilk yönüne değil, bu cüz’î yönüne dâirdir.
Hâtemü’l-evliyâ’ya gelince; bu rüyâ ondan da uzak olmayıp, o da Resulullah Aleyhisselâm’a kendisiyle ilgili temsil olunan şeyi görür. Duvarda biri altın, biri de gümüşten olmak üzere iki tuğla yeri görür ve onun kendi nefsini her iki tuğlayı da tamamlayan yere oturmuş görmesi uzak olmaz. Hâtemü’l-evliyâ da işte bu iki tuğlayı tekmil edip duvarı tamamlamış olur. Aralarındaki münâsebet ve teşbihle ilgili olarak, gümüş nübüvvete, altın da velâyete işaret eder.
Gümüş peygambere emanet edilen nûrânî bir cevherdir; zamanın geçmesi nedeniyle, ateşle ne sûreti eksilir, ne de değerini kaybeder.
Altına gelince; o ise kendi zâtında kâmil bir cevherdir; sûretini muhâfaza eder, zamanın geçmesiyle ne değerini kaybeder, ne de kendisine ateş ve toprak illeti musallat olabilir. İşte nübüvvet ve risâlet de böyledir; kapısının kapanması ve örtülmesi üzerine velâyetle bir hilâfet bina edilir ve artık onun ebediyyen sonu gelmez.
Nitekim ben bu sırrı sana bildirmiştim!..” (“Meşâriku’n-Nusûs el-Bâhis an Ğavâmizi’l-Fusûs”; Es’ad Efendi, nr.: 1539, 34b vr.)
Ezelî oluşu; Allah-u Teâlâ ruhunu ezelden halketmesinden, Âyân-ı sâbite’de onu oraya koymuş olmasındandır.
Ebedî oluşu ise; o O’nun hıfz-u himâyesinde olacak, yok olanlarla yok olmayacak. O vazifesini velâyet sebebiyle yapıyor, şimdi olduğu gibi.
Tek kelime ile, onun desteği doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’dır. O sıfatı ona vermesi, onun desteği demektir. Sıfatı nerede ise O da oradadır. O ezelde nasıl takdir ettiyse öyle olur. Ezelî yapar, ebedî yapar, dilediğini yapar. Çünkü o O’nun hükmünün içindedir, kendi arzusunun içinde değil.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz.” (Yusuf: 56)
Onu rahmet ve merhametimizin içine alır, dünya saâdetine ahiret selâmetine erdiririz. Buna hiç kimse engel olamaz.
Müeyyedüddîn Mahmûd el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri “Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî” isimli eserinde şöyle buyurmuştur:
“Onun sûreti de hem ezelî, hem ebedîdir. Hakikat ve mertebesiyle de o, başlangıcı yönünden herkesten öncedir. Çok iyi anla ve Allah’ın sana ilham ettiğini söyle!” (142a yaprağı)
Başlangıcı yönünden herkesten önce olması, Allah-u Teâlâ’nın o iki kandili yaratması sebebiyledir. Çok mühim bir nokta. İster evvel gelsin, ister sonra gelsin, yaratılışı ezelîdir ve ebedîdir.
Davud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri “el-Matlâ’u Husûsi’l-Kilem fî Meânî Fusûsu’l-Hikem” adlı eserinde; Hâtemü’l-evliyâ’nın tıpkı resul, nebi ve velilerle Hakk arasında bir vâsıta olması gibi, kendisinin “Hâtemü’l-evliyâ” olduğuna inanan ve nazar ve tasarrufu altında bulunan diğer kimselerle de Hakk arasında bir vâsıta olacağını beyan buyurmuştur:
“Risalet ve nübüvvet zamanla ilgili olan kevnî sıfatlardandır; nübüvvet ve risalet devrinin bitmesiyle birlikte kesilmiştir. Velâyet ise ilâhî bir sıfattır.
Bunun içindir ki O, kendisini ‘Veli’ ve ‘Hamîd’ diye isimlendirerek;
‘Allah iman edenlerin velisidir.’ buyurmuştur. (Bakara: 257)
Dolayısıyla o ezelî ve ebedî olup, hiçbir şekilde nihayete ermez.” (”el-Matlâ’u Husûsi’l-Kilem fî Meânî Fusûsu’l-Hikem”, Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; 28b vr.)
Çünkü o doğrudan doğruya Hakk’tan alıyor, melek de Hakk’tan alıyor, vasıta oluyor.
Bu vasıta hakkında Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
“O Resul ve nebilerin vekilidir, işte peygamberler bunu vekil etmişlerdir.” (“Fütûhü’l-Gayb”; 33. Makale)
Onların vazifesi ne ise, onların vazifesini o yapacak.
Velâyet’in ilâhî bir sıfat olmasının mânâsı; resullerin ve nebilerin vazifesi de intikal ettiği için hem velâyetinin, hem nübüvvetinin, hem risaletinin icrâatını yapar. Niçin? Peygamberler onu vekil ettiği için. Hâtemü’l-velâye, Resulullah Aleyhisselâm’ın velâyetine vâris olduğu için.
İlâhî destek olduğu için, velâyet hepsinin üstündedir.
Hülâsa olarak arzetmek gerekirse; onun desteği doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’dır. O sıfatı ona vermesi, onun desteği demektir. Sıfatı nerede ise o da oradadır. O ezelde nasıl takdir ettiyse öyle olur. Ezelî yapar, ebedî yapar, dilediğini yapar. Çünkü o O’nun hükmünün içindedir, kendi arzusunun içinde değil.
Onu idare eden Allah-u Teâlâ’dır, o kendisini idare etmiyor, kendisinde hiçbir irade yoktur. Hüküm O’nundur, irâde de O’nundur.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri:
“O, Allah-u Teâlâ’nın kabzasında (hususi himâyesinde) hareket eder.” buyurmuşlardır. “Nevâdirü’l-Usûl”)
Kendisinin de orada bir balık pulu kadar, bir kâğıt parçası kadar hükmü yoktur. Çünkü o, asıl hüküm sahibini gördü. Bu nokta ferdiyet makamıdır.
Bâli-i Sofyavî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü’l-enbiyâ’nın vahiy meleği vâsıtasıyla elde ettiği ilmi, Hâtemü’l-evliyâ’nın vâsıtasız olarak Hakk’tan alacağını; fakat bunu sıradan bir kimsenin değil, ancak ilâhî keşfe mazhar olan bir velinin çözebileceğini nazara vererek şöyle buyurmuştur:
“Hâtemü’l-evliyâ (ilmini) öyle bir kaynaktan alır ki, Hakk’ın vahyini alma hususunda, Resul’e vasıta olan melek de onu aynı kaynaktan alır. Bu kaynak ise Hakk’tan başkası değildir. Dolayısıyla her iki ilmin kaynağı da bir olunca, bâtın ilmi de şeriat vechinin has bir cihetinden başka bir şey olmaz. Şu kadar var ki, bu ancak velâyet’in tahsilinden sonra hâsıl olan ‘İlâhî keşif’le bilinebilir.” (“Şerh-i Fusûsu’l-Hikem li’l-Bâlî es-Sofyevî”; s. 57)
Yani Allah-u Teâlâ’nın bildirmesiyle bilinir, başka türlü bilinmez.