Muînüddîn el-Buhârî -kuddise sırruh- Hazretleri; “Hâtemü’n-nübüvve”nin bâtını olan ve ondan ayrı düşünülmesi mümkün olmayan “Hâtemü’l-velâye” mertebesinin, Muhammedî Hatmiyyet kemâlini üzerinde toplayan “İnsanlığın halifesi”ne verileceğine dikkat çekmektedir.
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş. Daha evvel de geçmişti, o velâyeti ile hepsini yürütüyor.
Bu velâyet has bir velâyettir, Allah-u Teâlâ’dan gelir. Bazı zevât-ı kiram’ın: “O Allah’ın halifesidir.” dedikleri nokta burasıdır. Bu velâyet olduğu gibi Resulullah Aleyhisselâm’dan intikal etmiştir amma, bu velâyet aslında Allah-u Teâlâ’nın velâyetidir. Diğer velâyetler de ilâhi bir velâyet olmasına rağmen bu ilâhi velâyetin şubeleridir. Niçin? O ilâhi velâyet olduğu için, o velâyetten dağıldığı için.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Hatmü’l-Evliyâ” adlı eserinde buyurur ki:
“Onun halifeliği de Halifelik Sahibi’nin hükümdarlığından bir şûbedir.” (14. Bölüm)
Maskede hüküm yok, hüküm Hazret-i Allah’ındır.
O Allah-u Teâlâ’nın himâyesinde yürüyor, onu O yürütüyor, O koruyor. Bütün bu icraatlar hep O’nun himâyesi, O’nun koruması altında oluyor. Daha doğrusu onu O idare ediyor. Ona dilediği bilgileri veriyor, gizli sırları sızdırıyor. O da o gizli sırlara bakıyor, gördüğü kadar yürüyor. Niçin? Onda gizlendiği için.
“İnsanlığın halifesi” mevzusunda diğer bir husus da şu ki;
İnsan en kıymetli bir varlıktır. Allah-u Teâlâ Yâsin Sûre-i şerif’inde Resulullah Aleyhisselâm’a kendi lütfu kereminden:
“Yâsin = Ey insan!” diye hitap etmektedir. İnsan-ı kâmil, hülâsa-i insan odur. Bu zât da bunu tarif ediyor. O zaman ona idi, şimdi de buna.
•
Muînüddîn el-Buhârî -kuddise sırruh- Hazretleri daha önce arzedilen bir beyanlarında;
“Onun zâhiri nübüvvet, bâtını ise velâyet’tir. Daha doğrusu onun zâhiri, Zât-ı ulûhiyyet’in aynası, mazharı, tecellîgâhı ve vâcipliğin hakikatlerini ve Rubûbiyyet’le ilgili fiillerin hükümlerini birleştirmenin arşı olan ‘Nübüvvet’ cihetidir. Bâtını ise, mutlak birleştirici hakikatin en ulvî aynası olan ‘Velâyet’idir.” buyurmaktadır.
Nitekim Bosnalı Abdullah Rûmî -kuddise sırruh- Hazretleri “Şerh-i Fusûsu’l-Hikem-i Bosnevî” adlı eserinde, Hâtemü’l-evliyâ’dan ve bağlı bulunduğu velâyet mertebesinden şu şekilde bahsetmiştir:
“Bil ki velâyet nübüvvetin bâtını, nübüvvet de velâyetin zâhiridir. Zikrolunduğu gibi, Hâtemü’l-evliya mişkâtı da, velâyet-i hassa-i Muhammediye’den ibarettir. Yani peygamberlerin ve velilerin hepsinde farklı farklı olan velâyetler, bu velâyette toplanmış durumdadır.”
“Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- zâhirde Hatemü’n-nübüvvet, bâtında Hâtemü’l-velayet’tir.” (sh. 456)
Bu zât-ı muhterem velâyeti ayırmış; “Nübüvvet, risâlet haktır, hakikattir, özü velâyettir.” diyor. Çünkü velâyet doğrudan doğruya ilâhi bir irâde iledir, Allah-u Teâlâ’nın kudret desteği iledir ve kapalıdır. Nübüvvet ve risâlet ise ilâhi emirledir, tebliğdir, zâhirdir, açıktır.
Allah-u Teâlâ her şeyin küllîsini Resulullah Aleyhisselâm’a lütfetmiş. Fakat o da kandil, o da kandil; o da veli o da veli olduğu için, birbirine intikal ediyor, bir oluyor. Gaye bir, yol bir, gidiş bir... Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş.
İşte iki bedende bir ruh olmasından murad da budur.
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e nübüvvetine göre tecellî etmiş, Hâtem-i veli’ye ise velâyetine göre tecellî etmiştir.
•
Muînüddîn el-Buhârî -kuddise sırruh- Hazretleri; ilâhi hakikatlerin kendisiyle kuşatılıp birleştiği hakikatin farklı ilâhiyyet ve ulûhiyyet isimlerinin mazharlarının âlemlerini de birleştireceğini ifşâ etmektedir.
Bu zât çok derin bir hususa temas etmiş.
Allah-u Teâlâ her şeyi kuşatandır. Her şeyi kuşattığı için zâhirîsini de bâtınîsini de ayırt eden O’dur. Bu kuşatmayı dilediği kuluna dilediği kadar verir. Fakat birleştirme de ayırma da O’ndandır ve bunu dilediğine vermiştir.
Bunu bir mahlûkun ne ilmi, ne aklı, ne de gücü katiyyen kaldırmaz. Hep O’nundur, hep O’ndandır. O, o mahlûkta öyle tecellî etmiştir. Yani mahlûka âit değidir.
Meselâ güneş güneştir, ışığından ve ısısından her zerre istifade eder, amma güneşi O idare eder. Güneşin kendisini idare etmeye gücü yoktur.
•
Hazret yine aynı beyanlarında:
“O, kâinattaki isimleri ayrılışından önce birleştirip hülâsâ eden ilk insan Âdem Aleyhisselâm’dır. İlk insan için tasvir edilen âlemin kemâle erdirici mazharının ayrılışından sonra, ilk tümüyle toplayıp birleştiren de böyledir.” buyuruyor.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ı yarattı, onda gizli ilimleri dürdü. Binaenaleyh o gizli ilimler zamanı gelince tecellî eder.
Onu yarattığı zaman koydu. Amma Âdem Aleyhisselâm bunu bilmedi. Zaman geçtikçe, onda husule geldikçe, varlıklar mevcut oldukça anladı. O’nun koyduğu ayrıdır.
Muhyiddîn-i İbnü’l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Atamızda bir şey olmasaydı, meleklere secdeye dâir verilir miydi emir? İşte bu en kudsî imama da nefhedilen bellidir.” buyuruyor.
Yani Âdem Aleyhisselâm’a nefhedilenin Hâtem-i veli’ye de nefhettiğini beyan ediyor. Amma bu bilinmiyor, görünmüyor.
Âdem Aleyhisselâm’a tecellî ettiği gibi; sonkinde de varlığı, azameti tecellî etmiş, onu doldurmuş, onunla zuhur etmiş.
Bir mahlûkun oraya müdahale etmesi mümkün değildir. Ancak Allah-u Teâlâ öyle tecellî edecek, öyle yürütecek, o husule gelecek. Bir mahlûkun burada ilmi ve aklı katiyyen işlemez. Çünkü bâtınî ve zâhirî yegane O birleştirir. O’nun tecelliyâtı ile husule gelir. Bir mahlûkta bunun zuhur etmesi mümkün değildir. Ona koymuştur, o kadar. Ancak O’nun tecelliyâtı ile mümkündür.
•
Hazret yine aynı beyanlarında:
“Hâtem’den murâd, Allah-u Teâlâ’nın her makâmı kendisiyle hatmettiği şahıstır.” buyurmaktadır.
Bunun da yegane sebebi; kendisi yok olunca O var, O’nun tecelliyâtı var. O da her şeyi ihâta ettiği için, mevzu hülâsa olarak kendiliğinden anlaşılmış oluyor.
Nitekim İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Allah’a ne zorluğu olur;
Âlemi bir şahsa doldurur.” (“Mektûbât”; 317. Mektûb)
Allah-u Teâlâ âlemleri onda dürdüğü için, bütün makamları da onda dürmüştür. Bütün makamları bir şahsa doldurması da aynıdır. Bütün âlemleri bir zerrenin içine sığdırmaya kâdir-i mutlak olan Allah-u Teâlâ, bütün makamları da bir noktada dürmeye kâdir-i mutlaktır.
Özünü ona yerleştirmiş. Bu özü öyle bir yerleştirmiş ki hakikatlerin özünü bir araya toplamış, Âyân-ı sâbite’sinin içine koymuş.
O hükümsüz kaldığı için, O’nun varlığı tecellî etmiştir.
Fakat halk perdeyi görür, O’nu görmez.