Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Başyazı - Cenâb-ı Hakk’ın Her Şeyi, Her Taksimi, Her Takdiri Güzeldir - Ömer Öngüt
Cenâb-ı Hakk’ın Her Şeyi, Her Taksimi, Her Takdiri Güzeldir
Başyazı
İsmail Yavuz
1 Ağustos 2022

 

“Eğer Allah Sana Bir Zarar Bir Sıkıntı Verirse, Onu Senden Kaldıracak O’dur. Eğer Sana Bir Hayır ve İyilik Dilerse, Lütfuna Kimse Mâni Olamaz. O Bunu Kullarından Dilediğine Eriştirir. O Çok Bağışlayan, Çok Merhamet Edendir.”
(Yunus: 107)

“Bazen Hoşunuza Gitmeyen Bir Şey, Hakkınızda Hayırlı Olabilir ve Hoşunuza Giden Bir Şey de Hakkınızda Şer Olabilir. Allah Bilir Siz Bilmezsiniz.”
(Bakara: 216)

“Şükreden Ancak Kendisi İçin Şükretmiş Olur. Kim de Nankörlük Ederse, Muhakkak ki Rabb’im Müstağnidir, Kerem Sahibidir.”
(Neml: 40)

“Cenâb-ı Hakk’ın Nimet ve İhsanını Dile Getirmek Şükürdür.”
(Hadis-i Şerif)

“Allah’ım, Bir Zerrenin İdrakinden Acizim, Sana Sonsuz Şükürler Olsun.”
(Ömer Öngüt -Kuddise Sırruh-)

CENÂB-I HAKK’IN HER ŞEYİ, HER TAKSİMİ, HER TAKDİRİ GÜZELDİR

 

“Şükredenin şükrü Allah-u Teâlâ'ya değil kendisine fayda sağlar. Çünkü O her şeyden müstağnidir, bizâtihî hamde lâyıktır. Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor: “Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur.” (Lokman: 12)

Şükretmekle, nâil olunan nimetin hakkı edâ edildiği gibi; şükür, nimetin devâmına ve artmasına da sebeptir. Bunun içindir ki şükreden kimse, şükürden istifade eden kimsedir.

Ve fakat bir kimse verilen nimetlere şükretmezse, bununla kalmayıp küfrân-ı nimette bulunursa, onun da zararı kendisine âittir. Âyet-i kerime'de: “Kim de nankörlük ederse, bilsin ki Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, övülmeye lâyık olandır.” buyuruluyor. (Lokman: 12)

Birisi O'nu övsün övmesin, isterse yaratıklardan hiçbirisi O'na hamdetmesin, bütün yeryüzü halkı toptan nankörlük etmiş olsun; bu durum O'na hiçbir şekilde herhangi bir noksanlık getirmez. Zira O hamdedilmesi gereken Allah'tır, herkesten ganî ve zâtında mahmuddur, bizzat övgüye lâyıktır, hiç kimsenin şükrüne ihtiyacı yoktur. Kullarının bütün şükürlerinden haberdardır.”

(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)

 

Allah-u Teâlâ kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz’da ne ki yazmışsa o tecelli eder. Bir kâğıt, üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir? Değildir. Kâinat da kâğıttır, insan da bir kâğıttır, üzerindeki yazıyı silemezler.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Kim Allah’ın takdir ve taksiminden râzı olursa, Allah da ondan râzı olur.” buyuruyorlar. (Câmiu’s-Sağîr)

Allah-u Teâlâ kâinatı yaratmadan önce mahlûkat hakkındaki takdirini Âyet-i kerime’lerinde haber vermektedir:

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir Kitap’ta yazılmış olmasın.” (Hadid: 22)

Her türlü muvaffakiyetler Allah-u Teâlâ’nın lütfu olduğu gibi, bütün musibetler de ezelî ilminde yazılmış bir takdiridir.

“Şüphesiz ki bu Allah’a göre kolaydır.” (Hadid: 22)

Yarattığı mahlûkatın takdirini önceden ve ayrı ayrı tayin etmek O’na güç değildir.

Onun içindir ki böyle bir inanca sahip olmalı ve o yolda hareket etmelidir. İbtilâlara karşı kadere bağlanmanın; kalbe sağlamlık vermesi yanında, gerek acı ve gerekse tatlı hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir faydası vardır.

Bu husus Âyet-i kerime’de şöyle beyan buyurulmuştur:

“Bu, elinizden çıkana üzülmemeniz ve Allah’ın size verdikleri ile sevinip şımarmamanız içindir.” (Hadid: 23)

Üzüntüden maksat ümitsizliğe düşüren üzüntüdür, sevinçten maksat da şımarıklığa ve taşkınlığa iten sevinçtir. Burada her ikisi de yerilmektedir.

Hepsinin de takdir edilmiş olduğuna imanı olan kimseler, insan olarak üzüntü duysalar da; ne üzüntünün ızdırabına ne de sevincin gurur ve heyecanına kendilerini kaptırmazlar. Hepsinin Hakk’tan indiğini ve nice nice gizli hikmetler bulunduğunu bilerek her iki halde de gönüllerini Allah-u Teâlâ’nın mağfiret ve hoşnutluğuna bağlarlar.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- buyurur ki:

“Yaktığını yakan ve bıraktığını bırakan bir ateşe dokunmam; olmayan bir iş için ‘Keşke olsaydı!’ dememden bana daha sevimli gelir.”

Her nimet ve musibetin takdirle olduğunu bilen bir kimse, kaybettiğine fazla üzülmez, elde ettiğine fazla sevinmez. Allah-u Teâlâ bunların pek yakında yok olmasını takdir edebilir. Elden çıkan düşünmekle geri gelmez, elde edilen de sevinmekle devam etmez.

Dünya saâdetini ve ahiret selâmetini arzu eden kimse, ortak ve yardımcıdan müstağni olan Allah-u Teâlâ Hazretleri’ne yönelip, sebeplerini halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü Âlâ’dan istemelidir.

Hayır ancak Allah-u Teâlâ’nın kudret elindedir. Hayrı da şerri de ancak O bilir. Biz iyilikleri O’ndan isteyeceğiz. Her şey O’nun takdirine dayanır, her şeyi dilediği gibi yapar.

Sinemaya giden bir insan, film seyrederken bazen heyecanlanır. Nihayet ışıklar yanınca bir hayal olduğunu anlar. Dünya da böyledir. İnsanın başından, herkesi hayretler içinde bırakan birçok hadiseler geçer. Nasıl takdir etmişse hep o işler olur, başkası olmaz. Olmadığına göre telâşa da lüzum yok, endişeye de lüzum yok.

Kul bütün iyiliklerini Hakk’tan bilecek, kötülüklerini ise kendi nefsinden. Kula düşen budur.

İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ’ya ümit bağlayıp hadiseler karşısında dayanma gücünü ortaya koymaktır.

Bir mühim husus da şudur ki; Enbiyâ-i izam ve Evliyâ-i kiram hazerâtının şefaatlarını temenni etmek, onların hürmetine bir musibet ve kederden kurtulmayı Allah-u Teâlâ’dan niyaz etmek de O’na olan merbudiyete, O’nun takdirine teslimiyete mâni değildir.

Başa gelen musibetin süresi uzamış olsa bile, bir kul Allah-u Teâlâ’dan ümidini kesmemeli, bazı nimetlerden mahrum olduğu zaman teessüre kapılmamalı, O’ndan olduğunu bilmeli, duâ ve niyazda bulunmalıdır.

Kul her şeyden önce Hakk’a sığınmalı ve şöyle niyaz etmelidir:

“Allah’ım! Beni bana bırakma. Her takdirin husule gelsin, fakat o takdirlerle beni meşgul ettirme, nefsimi müdahale ettirme. Zira ben senden gelecek her takdire peşin olarak râzıyım. Bu söylediklerimi bana hâl ile de bahşet. Husule gelen bütün hadiselerin senden olduğunu bilerek boyun bükmeyi lütfet.”

Allah-u Teâlâ’ya gönülden sığınmak lâzımdır. Çünkü ibtilâ anında kişinin içi dışarıya çıkar.

Bu şekilde bir ibtilâya maruz kalan kimse, vesveseye düşmesine rağmen sabrettiği takdirde, Allah-u Teâlâ ona da bir çıkış yolu gösterir.

Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder, düştüğü darlıktan kurtulacağı bir çare gösterir.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurmaktadır:

“Eğer Allah sana bir zarar bir sıkıntı verirse, onu senden kaldıracak O’dur.” (Yunus: 107)

O’ndan başka hiç kimse o zararı gidermeye kadir değildir. O’nun yazısını reddedecek, hükmünü aksatacak, lütfunu engelleyecek bir güç yoktur.

“Eğer sana bir hayır ve iyilik dilerse, lütfuna kimse mâni olamaz.” (Yunus: 107)

Hayır ve iyilik bizzat istenilen şeydir, zarar ve sıkıntı ise birtakım dış sebeplerle kulun sebep olduğu bir şeydir.

Hikmeti gereğince O’nun lütuf ve nimeti dilediği kullarına ulaşır.

“O bunu kullarından dilediğine eriştirir. O bağışlayandır, merhametlidir.” (Yunus: 107)

İbtilâ ve sıkıntılarla günahları örter, ihsanları ile âfiyete, esenliğe eriştirir.

Kula boyun bükmek ve teslimiyet düşer. Takdir edilen ibtilânın bitmesini gözetlemek düşer. Bir akarsuya bakın ki, taşlara vura vura gidiyor, hiç eğlenmiyor, yoluna devam ediyor. Çünkü o bir defa başını eğdi. Çer-çöp olan şeyler ise tıkanıp kalıyor. Biz de su gibi olalım ki yolumuza devam edelim.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:

“Sabır göstermekle ve namaz kılmakla Allah’tan yardım isteyin.” diye emir buyurmaktadır. (Bakara: 45)

 

Hayır ve Şer Karşısında İnsanlar:

Hayrın ve şerrin nede ve nerede olduğunu kişi bilemeyeceği için, Allah-u Teâlâ’ya sığınmaktan ve hakkında hayırlı olanı dilemekten başka bir çare yoktur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda hayırlı olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir siz bilmezsiniz.” (Bakara: 216)

Hoşlanıp hoşlanmamak sadece bir duygudur. Sadece bununla iyilik ve kötülük, yarar ve zarar bilinemez. İnsan aklı iyiye ve kötüye, güzele ve çirkine tam olarak vâkıf olamaz. Vâkıf olan Allah-u Teâlâ’dır.

İnsanın teslimiyeti tam olursa, bir dere geçileceği zaman, onu geçmeden önce hazırlarlar. “Geç!” denildiği zaman düşünmeden geçer. Halbuki o geçmemiştir, önceki hazırlıktan ötürü geçirilmiştir. Fakat hazırlıklı olmayanın karşısına küçücük bir dere çıkar. Ona “Geç!” derler. “Ben burada düşerim!” der. “Düşerim!” dediği anda düşer zaten.

İnsanlar hep imtihandadır. Allah-u Teâlâ’nın kişiyi ne ile imtihana çekeceğini bilemez. İmtihandan sonra gösterilecek teslimiyete göre kişi derecesini alır. Kimin ne derece teslimiyet gösterdiğini ancak Yaratan bilir.

 

Her Hâl Üzere Allah’a Hamd Edebilmek:

“Hamîd” Allah-u Teâlâ’nın bir İsm-i şerif’idir. “Ancak kendisine hamd ve senâ edilen, her türlü medih ve övgüye lâyık olan.” demektir. “Hamd” ise, övülmeye lâyık olan zâtın kemâlinin açıkça ortaya konulmasıdır. Bütün hamd ve senâlarla, şükürlerle, medihlerle kendisine tâzim ve ibadet olunacak veliyy-i nimet O’dur. Çünkü hamd ve senâyı icap ettiren bütün kemâlât ancak O’nda mevcuttur. En güzel övgüler ancak O’na yaraşır, O her övgüye lâyıktır.

“Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a hamdolsun.” (Fâtiha: 2)

Âyet-i kerime’si, hamdin Allah-u Teâlâ’ya mahsus olduğunu bildirmekle beraber; işaret ettiği mânâ itibarı ile: “Âlemlerin Rabb’i Allah’a hamdediniz.” demektir. Hamd Allah-u Teâlâ’nın emri, insanın ise kulluk vazifesidir.

Nitekim bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:

“Elhamdülillâh de!” (Neml: 59)

Bütün âlemleri yaratmış, hiçbir karşılık beklemeden bol bol nimetler vermiştir. Ruh O’nun, beden O’nun, mülk O’nun, nimet O’nun, lütuf O’nun... O her nimetin kaynağıdır.

“Hamd”, nimetler karşısında O’nu senâ etmektir. Bu da ancak nimeti bilmekle olur. O’nun nimetlerini saymak ise imkânsızdır. Bu hakikat bilinip itiraf edilince, her türlü methü senânın Allah-u Teâlâ’ya mahsus olduğu ve O’nun hakkı olduğu kendiliğinden anlaşılmış olur.

İnsan “Elhamdülillâh” dediği zaman hamdin Allah’a âit olduğunu dil ile ikrar ve itiraf ederken; kalbi ile de hamde lâyık olan Allah-u Teâlâ’nın vahdaniyetini, azametini, O’ndan başka ibâdete lâyık Mâbud-u bil-hak olmadığını, yaratan, yaşatan, öldüren yalnız O olduğunu tasdik etmelidir. Diğer taraftan rızâsını umarak, ancak O’na yönelerek, emir ve yasaklarına tam bir teslimiyetle kulluk vazifelerine devam etmelidir.

Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:

“Hamd, şükrün başıdır. Allah’a hamd etmeyen O’na şükretmemiş olur.” (Deylemi, Feyzü’l-kadir)

İnsan ne kadar hamd ve senâ etmeye çalışsa bile gerçek mânâda senâ edemeyeceği açık bir gerçektir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir duâlarında şöyle buyurmuşlardır:

“Ben seni lâyık olduğun gibi senâ edemem. Sen kendini nasıl senâ ettiysen öylesin.” (Müslim)

“Seni tespih ve tenzih ederiz, sana hakkıyla şükredemedik ey meşkûr!”

“Rabb” terbiye eden, ıslâh eden, yetiştiren mânâsına geldiği gibi; sahip mânâsına da gelir.

Bu kelime Allah-u Teâlâ’dan başka hiç kimse hakkında kullanılmaz. Çünkü bu kelime varlık âlemini yoktan vârederek yaratan, yarattıklarını bir nizam içinde olgunlaştıran, terbiyeden geçiren, her ihtiyacı temin eden, dilediği her şeyi kendi iradesi ile dilediği şekilde yapabilecek kuvvet ve kudrete sahip olan Allah-u Teâlâ’ya işaret eder.

İnsanların yegâne mürebbisi O’dur. Bir şeyi veya bir insanı başlangıcında ele alarak, derece derece yetiştiren, terbiye eden O’dur. Zâhirleri nimet ile, bâtınları rahmet ile terbiye eder. İnsan bu terbiyeden en büyük nasibini almıştır. Bu bakımdan insanoğlu Yaratıcı’sına, nimetlerle donatıcısına hamdetmek, O’nu en güzel övgülerle övmek zorundadır.

Bütün âlemleri yaratan, terbiye eden, her şeye şekil veren Allah’tır. Topraktan yaratıyor, toprağın üzerinde gezdiriyor, topraktan rızıklandırıyor. Bütün nimetlerini ve ziynetlerini tepsisinin üzerinde gezdiriyor.

Nitekim O’nun bir ism-i şerif’i de “Vehhâb”dır. Hesaba gelmeyen her türlü nimetlerini, hiçbir karşılık beklemeden gayb hazinesinden daima ihsanda bulunuyor.

Gecesi, gündüzü, ayı, güneşi, insanı, hayvanı, cemâdâtı, nebâtâtı, mevcûdâtı... Hepsi o tepsinin üzerinde.

Biz o sahnede imtihandayız.

“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)

Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere bizi denemek için gönderdi. Fakat sen tepside kaldın, nimetlere daldın. Yaratan’ı bilmeye ve bulmaya çalışmadın.

Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:

“Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor. Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor.” (Taberânî)

Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerindeki nimetleri her an devam edip gitmektedir. İnsanoğlu yaşadığı sürece, ikram ve ihsanlar devam ettiği müddetçe, şükür ve ibadetler de devam eder.

Buna rağmen Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere;

“Kullarımdan şükreden azdır.” (Sebe: 13)

Maddî mânevî nimetlere gark olduğu hâlde, şükrün hakkını yerine getirmez.

Hazret-i Allah’ın ayrı ayrı ikram ve ihsanları vardır, hepsine de ayrı ayrı şükür lâzımdır. Eğer O’nun ihsanları O’nun yolunda kullanılırsa, ahiret sermayesi olur. Sa’y ve gayreti nispetinde mükâfata nâil ve dahil eder.

Fakat O’nun ihsanını O’nun rızâsı olmayan yere kullanırsak, o nispette ebedî hayatın israfına gitmiş oluruz. Dolayısı ile kendi yaptığımız kötülüğümüz nispetinde pişmanlığımız olur.

Allah’ım gerçek mânâda bize hamdı öğretsin. Çünkü hamd O’nunla O’na yapılan hamd’dır. Ağız ile yapılan hamd dudak arasındadır, tesiri olmaz. Zâhiri hamd; insan ağzı alışkın, “Elhamdülillah, Elhamdülillah, Elhamdülillah” der. Fakat O’nunla O’na yapılan hamd esastır; o içeriden gelir, diğer hamdler dışarıdan gelir.

Dışarıdaki hamd zâhirdedir, iç hamd bâtınîdedir.

Bir de bunun daha derûnîsi var.

Hülasa, hepsi O’ndan... O’na O’nunla hamd eder. Çünkü bir mahlûk, mahlûktur. Hâlik’ına hamd etmesi mümkün değil. Evvelâ acizliğini anlayıp itiraf edecek ki Hakk’ın hamdını yapmış olacak.

 

O’nun Her Takdirine Râzı Olmak:

O’nunla olayım, O’nun için olayım. O’nunla olmak hayat, O’nsuz olmak vefat. Başka bir şey yaşatmadı gönlümde Hazret-i Allah.

Bu yüzden bunca hastalığa rağmen biz halimizden memnunuz Elhamdülillâh. Buna rütbe-i bâlâ denir. Hakk’tan gelen rütbe... Hep şükür, hep şükür, hep şükür... Yani rütbe-i ilâhiye denir. Hamd-ü senâlar olsun!

Aynı Efendi Hazretleri’nin durumuna ben de düştüm. O ise vaiz idi, vaizlikten sonra şeyh oldu. Şeyhteki vaziyeti kutuptu. Fakat Hazret-i Allah yavaş yavaş varlığını aldı. Bu hale düşürdü, yani o felçli idi, nüzullü idi iki kişi taşırdı. Cenâb-ı Hakk’a hamdolsun, bunca ameliyatlardan ve hastalıklardan sonra evvelâ ayaklarımı aldı; güzel. Sonra ellerimi aldı, o da güzel. Çünkü Güzel’den geliyor. Efendi Hazretleri’yle aynı hale beni de düşürdü.

Takdir böyleymiş diyorum, üzülmüyorum. Memnunum, müteessir değilim. Buna şükür. Ne demek bu? Hep şükür, hep şükür, ibtilâdayız, imtihandayız, hep şükür, hep şükür, sonsuz şükür...

Bu rütbe-i bâlâ’dır. Yani Hakk’tan gelen rütbedir. Hazret-i Allah’ın rütbesi bu şekildedir. Kimse görmez. O rütbeyi takar, o rütbeyle O’na gidersin. Allah-u Teâlâ’nın rütbesidir.

Şöyle bir düşünün!

Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri şehit edildi. Efendi Hazretleri’nin hastalığı şimdi benim hastalığım. Hatta bazen aynen diyorum, onun için bunlar gelecek.

Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz’in şehadetini düşünüyorum da niçin öldürdüler? Hazret-i Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sevgilisi, dostu, dünya ve ahiret arkadaşı, damadı. Buna rağmen şehit ettiler. Takdir böyleymiş diyelim.

Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz, düşmanları tarafından sıkıştırılıp muhasara altına alınmış ve bir damla suya hasret bırakılmıştı. Oruçluydu ve diz üstü oturmuş Kur’an-ı kerim okuyordu, bir ara susuzluğun ve yorgunluğun verdiği tesirle birden bire baş öne eğildi ve uykuya daldı...

Rüyâsnda önünde bir koridor açlyordu, onu tutanlar götürüyorlard, “Buradan buradan” diyorlard, sonra bir şk kümesi gördü, orada birileri oturuyordu, yaklaşnca Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i gördü. Bir yannda Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-, diğer yannda Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- vard.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz iftar için acele edince, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, “Yâ Ömer acele etme, şimdi Osman gelecek.” buyurdular.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bakıyor, gülümsüyordu ve “Hadi Osman, bu akşam seni bekliyoruz! Beraber iftar yapacağz!..” dediler.

Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz birden uyandı, Cuma günü akşam üstüydü, hakikaten iftar olmadan şehit ettiler.

Burada gizli bir husus var:

Onların vücutları yok oluyor, ruhlarına hiçbir şey olmuyor. Ebedî saadete kavuşuyor ve karışıyorlar. Onun için üzülmemeli, takdire güzel boyun eğmeli. O nasıl takdir etmişse o olacak...

Ben ölümü seviyorum, ölümü seviyorum, ölmek de istiyorum. Amma beni alın diyemiyorum. Bu sözüme itimat edin, ölmeyi istiyorum, hatta diyorum ki; beni aldıkları zaman üzülmeyin, ben huzur-u ilâhiye, ziyafet-i ilâhiyeye gidiyorum, müsterih olun...

Hazret-i Allah âhir zamanda, bu karanlık devirde göndermiş. Hâtem kılmış; yüze yakın Evliyâullah Hazerâtı onun hakkında kitaplar yazmış, ifşaatlarda bulunmuş, yolunu, eserlerini, icraatlarını anlatmışlar, hatta asırlar evvel hakkında talebelerine dersler vermişlerdir. Bize bunu lütfetmiş, yetmez mi bu nimet?

 

Hakk’a Boyun Eğmek:

İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri:

“Bu kâmilin ağrıları çok, hareketi az, kuvveti zayıftır.” buyuruyorlar. (Marifet-nâme)

Dolayısıyla, Allah-u Teâlâ’ya yakın olan insanların hasta oluşuna, ibtilâ çekişine acımayın. Hastalık, günaha kefarettir, yıkar. İbtilâ, derecelere işarettir, çıkarır. Bununla Cenâb-ı Hakk sevdiği kulunu kontrol altına alır ve bunları yapar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Allah-u Teâlâ bir kul için önceden mânevî bir makam takdir etmiştir. Fakat kul ameliyle oraya ulaşamıyorsa Allah ona bedeni, çoluk çocuğu ve malı ile ilgili bir ibtilâ verir, sonra da daha önce takdir ettiği makama ulaşması için onu buna karşı sabırlı kılar.” (Câmiu’s-Sağîr: 669)

Elhamdülillâh! Şükürle vakit geçiriyorum. Buna da şükür, buna da şükür, buna da şükür, buna da şükür, buna da şükür, buna da şükür.

O’ndan gelen hep hoş, tasalar hep boş...

“Mükâfatın çokluğu ibtilânın büyüklüğüyle beraberdir.” (İbn-i Mâce: 4031)

Bir defasında hemşire bir kız kolumu yaralamıştı, bir daha o kolumdan işlem yapılamadı, çok hastalandım ve tekrar ameliyat oldum.

Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:

“Bunu biz yaptık! Sakın kimseye bir şey deme! Bizden geldi bu sana.”

Onlar işe müdahale ediyorlar.

Peki dedim. Allah râzı olsun...

Şöyle bakıldığı zaman Allah ve Resul’ünden geliyor bu ibtila. Onun için tatlı.

Zamanında demiştim ki: “Her emrine boynum büküktür, canla da olsa.”

Burada ince bir sır var:

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyorlar ki:

“O, Allah-u Teâlâ’nın kabzasında (hususi himayesinde) hareket eder; O’nunla konuşur, O’nunla bakar, O’nunla tutar, O’nunla anlar.” (Nevâdirü’l-Usûl fî Marifeti Ehâdîsü’r-Resul, c. 1, s. 619-620)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir.” (K. Hafâ)

Ne melek girebilir, ne de şeytan girebilir, hiçbir şey giremez.

Arada hiçbir vasıta yoktur.

Nitekim Hâlik-ı Azîmüşşan Hazretleri Âyet-i kerime’si ile bu mülâkatın mümkün olduğunu belirtiyor ve şöyle buyuruyor:

“Onlar sıdk makâmında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)

Bu lütuflar ancak Allah-u Teâlâ’nın kendisi için seçtiği ve çektiği kullarına mahsustur, umuma şâmil değildir. Onu kendisi için yaratmıştır. Öyle murad ettiği için yaratmıştır, yaratılış sebebi odur. Sevdiği için de huzuruna almıştır.

Nitekim Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:

“Bu güçle ona yakınlık da verilir. Bu güçle ona Hakk ile konuşabilme de verilmiştir.” (Kitâbu İlmü’l-Evliyâ)

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Cevâbu Kitâbu mine’r-Re’y” isimli eserinde şöyle buyurmaktadır:

“İlm-i billâh, Allah’ı tanımak ve Allah’tan düşünmek, şu üç şeyi ihtivâ eden kişinindir: Kalbini Allah ile dirilten; O’nun ibtilâsını güzel görüp, ruhunu temizleyip, ubûdetini sağlam kılan ve nefsin esaretinden hürriyetle zafere ulaşan.. İşte onun rütbesi delil, menzili aşikâr, eşkâli de seyyid’liktir; Mevlâ’sı ile keremlileşmiştir. O, öne alması ve geride bırakması sayesinde, onu arzu ettiğinden daha da yücelere ulaştırır.” (Cevâbu Kitâbu mine’r-Re’y, s. 191, bas: Beyrut, 1992)

Hamdolsun. Bu O’ndan geldi, O’ndan geldiği için güzel.

Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“O nerede olursa olsun her yerde sadâkat gösterir ve her halde Rabb’ine boyun eğer.” (Gunye li-Tâlibi Tarîku’l-Hakk; c. 2, s. 162. bas: Kahire, 1956 (h. 1375)

Bu bir teslimiyettir, Hakk’a boyun eğmedir. Bunu yalnız dil ile değil, bütün kalıbı ve kalbi ile söyler. Bu ise sabrın en ileri noktasıdır, rızâ ise bundan daha üstündür.

O’ndan çıkacak ilâhi hükmü peşinen kabul edenler, her emrine âmâde olup, samimi ve ihlâsla yönelip boyun bükenler hakkında Allah-u Teâlâ iltifatta bulunmaktadır:

“İşte Rabb’lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır.” (Bakara: 157)

Hatta size bir sır daha vereyim:

Bir gün İstanbul’a Eyüp Sultan Hazretleri’ne ziyarete gitmiştim. O gece namaza kalktığımda, abdest alırken ayağımı lavaboya kaldıramadım ve düştüm, elimin bileği çatlamış. O gün sırf onu ziyarete gitmiştim. Bu hâdisât oldu, buyurdular ki: “Bir rütbe de bizden olsun!” Elhamdülillâhi Rabb’il âlemin. Bunlar hep O’ndan geldiği için güzel!..

Rütbe-i bâlâ denilen Hakk’tan gelen bu yüksek rütbeye bir tane daha eklenmiş oldu.

Bir ayda üç ameliyat geçirtti, akılda hayâlde yoktu. Niçin? Öyle takdir etmiş. O merdivende öyle tecelli etmiş.

O merdivende o tecelliyatı koymuş. O tecelliyat bitecek, o merdiven aşılacak ki O’na ulaşılacak.

Bunlar hep tekâmüliyet. Tekâmüliyetin tekâmüliyeti. Tecelliyatın tecellileri... Bunları, sizin anlayacağınız şekilde anlatmaya gayret ediyorum. Oysa anlatılamayan öyle sırlar var ki akıl, havsala almaz.

 

Hazret-i Allah’a Şükredebilmek İçin Evvelâ Nimeti Tanımak Gerekir:

Allah öyle bir Allah ki; itaat edeni-etmeyeni, sevdiğini-sevmediğini ayırt etmeden bütün mahlûkatına sayısız nimetler bahşetmektedir. Sayılması imkânsız olan çeşit çeşit nimetler veriyor, kendi mülkünde yaşatıyor, her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor. Bütün istek ve ihtiyaçları O verir. İhtiyaçlar yalnız ve yalnız O’ndan talep olunur.

Yaratıcı, nimetlerle donatıcı, yalnız O’dur.

Kerim O’dur. Hakiki cömert O’dur. Çünkü O, talepsiz, sebepsiz ve karşılıksız olarak kullarına ikramda bulunan keremi bol, çok cömert olandır.

“Allah büyük kerem sahibidir.” (Âl-i imrân: 174)

Mutlak kerem sahibi O’dur, verince fazlasıyla verir, istemeden de, sebeplere başvurmadan da verir. Kime ne kadar verdiğine bakmaz, rahmet hazinelerini önlerine serer. Hem ne nimetler... Hem zâhir, hem bâtın.

Cömertliği, lütufkârlığı son haddine ulaşmış olan O’dur.

“Cömertlik ve kerem Cenâb-ı Allah’ın sıfatlarının büyüklerindendir.” (Câmiu’s-Sağîr)

O hep ihsanda, biz ise hep isyanda...

Zira Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb’ine karşı seni aldatan (ve isyana sürükleyen) nedir?

O Allah ki, seni (yoktan) yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi.

Dilediği şekilde seni terkip etti.” (İnfitâr: 6-7-8)

Öyle nimetler bahşetti ki tarifi mümkün değil. Öyle ziynetlerle süsledi, öyle ihsanlarda, ikramlarda bulundu ki zerresinin idrakinden aciziz.

İnsan hangi nimetine şükür edebilir? Her nimetin zerresinin şükründen aciziz.

“Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, muhakkak ki Rabb’im müstağnidir, kerem sahibidir.” (Neml: 40)

O öyle bir “Kerim”dir ki; dilediğini adaletiyle cezalandırır, dilediğini keremi ile bağışlar.

Kapısına gelenleri boş çevirmez, kendisine ilticâ edip sığınanları hususi himayesine alır, muhafaza eder.

O öyle bir Allah ki her türlü büyüklüğün ve her türlü fazl-u keremin sahibi O’dur. O celâl, ikram ve ihsan sahibi olan “Zülcelâl-i vel-ikrâm”dır.

Mahlûkat üzerindeki sayıya gelmeyen, ölçüye sığmayan nimetler ancak O’nun ikramı, O’nun ihsanıdır. Yoklara varlık, fânilere hayat veren O’dur.

Mülk O’nundur, hükümranlık O’na mahsustur, bitmez tükenmez zenginliğe sahiptir. Hiçbir şekilde hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, herkes O’na muhtaçtır, bütün ihtiyaçları O karşılar. Herkes “Gani” olan Allah’a muhtaçtır, O ise hiç kimseye muhtaç değildir.

Hazinenin sahibi O, hazineleri tükenmeyen hükümdar O’dur.

Yaratan O, derdi bilen de O, dermanı hazırlayan da O...

Yaratıcı O olduğu gibi, rızık veren de O’dur. Gerek insanın gerekse diğer canlıların rızkı ve gıdası, gücü ve kuvveti O’na âittir.

Allah-u Teâlâ’nın isimlerinden olan “Rezzak”; rızıkları ve rızıklanmaları yaratan, rızkı onlara ulaştıran ve onlardan faydalanma sebeplerini halkeden demektir.

“Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı Allah’a âittir.” (Hûd: 6)

Günahkârların, âsilerin rızkını verir. Kâfirlerin rızkını verir. Müminlere dünyada hidayetini, nurunu ve ahirette de cennet ve cemâlini verir, en büyük nimetleri verir.

Rızık iki çeşittir: Zâhirî rızık, bâtınî rızık.

Zâhirî olan; yiyecekler ve azıklardır. Bu, dış görünüş olan bedenler içindedir. Zâhirî rızkın meyvesi, kısa bir süre için bedenin meyvesidir.

Bâtınî olan; marifet ve mükâşefedir. Bu da kalpler ve sırlar içindedir. Bu rızık daha değerli ve daha şereflidir, çünkü meyvesi ebedî hayatındır.

“Onlar için mağfiret ve cömertçe verilmiş bir rızık vardır.” (Enfâl: 74)

Yaratıkların her iki rızkını üzerine alan ve insanlara ve cinlere ulaştıran Allah-u Teâlâ’dır.

Bir insana rızkının bol verilmesi veya kısılması tamamen Allah-u Teâlâ’nın iradesine ve isteğine bağlıdır.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“De ki: Rabb’im kullarından dilediğinin rızkını genişletir, dilediğine darlaştırır.” (Sebe’: 39)

Bütün mükevvenatta böyle dilediği gibi tasarrufta bulunmak hakkı, O’nun zât-ı ehadiyetine mahsustur. Bir kimseye vermek istiyorsa, vermesine hiç kimse mâni olamaz, vermek istemiyorsa hiç kimse verdiremez. Kimisine başka bir hususta, kimisine başka bir hususta verir. Hiç kimseyi unutmaksızın, sonuncusuna varıncaya kadar onları rızıklandırmaktadır. İsyanlarına rağmen hayır ve bereketleri başlarından aşağı döker.

“Allah kullarına lütufkârdır. Dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, güçlüdür.” (Şûrâ: 19)

İnsanların rızık hususunda da farklı olması, Allah-u Teâlâ’nın lütuflarından bir lütuftur. Böylece birbirlerine muhtaç olmuş olurlar. Zengini fakirle, fakiri de zenginle imtihan eder.

“Allah’ın rızkından yiyin için, yalnız yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (Bakara: 60)

Kullarının en küçük ihtiyaçlarını bile öyle dikkate alır ki; ihtiyaçlarının nasıl karşılandığının farkında bile olmazlar.

Herkesin hayatını sürdürebileceği kadar zaruri ihtiyacı olan rızıkta herkes eşit ise de, o rızkın dağılımındaki rızıklar farklıdır. Kimine bol verir, kimine dar.

“Dilediğin kimseye hesapsız rızık verirsin.” (Âl-i imrân: 27)

Diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Eğer O, rızkınızı kesiverecek olsa, size rızık verecek kimdir?” (Mülk: 21)

Meselâ su ve havanızı kesiverse; bir damla suyu, bir soluk havayı size kim sunabilir? Bol rızık bulunsa, alınması da çok kolay olsa, fakat Allah-u Teâlâ size hazım gücü vermese, bir yudum su içebilir misiniz?

“Şüphesiz ki Allah insanlara karşı lütuf sahibidir.” (Yunus: 60)

İnsan gerek aldığı nefeste, yediği nimetlerde, gerek mülkünde gezerken, O’nun ihsan ve ikramını görürken; “Ey sahibim! Beni yoktan var ettin, nimetlerin içinde beni gark ettin. Allah’ım bana bunun şükrünü de ihsan et.” diye niyaz etmeli ve her nefeste, “Bana nefes aldırıyorsun, o nefesle bana hayat veriyorsun, sana şükürler olsun.” demelidir.

Allah’ım gerçekten sana şükretmek için gücümüz yetmez. Allah’ım bize lütfundan öyle bir güç ver ki; senin lütfedeceğin güçle sana şükredelim. Ve her şeyin senden olduğunu bilerek sana şükredelim.

Eğer bilsek, çok şükretmemiz lâzım. Amma gafletimiz bunu örtüyor.

Onun için otururken şükret, yatarken şükret, içerken şükret, yerken şükret, şükret, şükret... Çünkü bütün bunlar hep O’ndan geliyor.

Bütün bunlar şükür gerektiren nimetlerdir. Bunlardan dolayı insanlar Allah-u Teâlâ’ya şükür ve şükran borçludurlar.

Böyle iken:

“Ne de az şükrediyorsunuz?” (A’râf: 10 - Hacc: 36 - Secde: 9 - Mülk: 23)

Yeryüzünün imarında ve geçim sebeplerinin elde edilmesinde, bu güç ve kuvveti vereni ve O’nun buyruklarını tanıyarak küfür ve taşkınlıklardan sakınanlar az olduğu gibi; şükredenlerin bile şükür ve ibadetlere ayırdıkları zamanlar ne kadar azdır.

Halbuki nimete şükretmek, nimetin devamına ve daha çok artmasına vesile olur. Küfrân-ı nimet ise, nimetin elden çıkmasına sebebiyet verir.

Nimetlere şükretmek; Allah-u Teâlâ’yı tam olarak tanımak, lâyık olduğu şekilde O’na hamd ve senâda bulunmak, onları yaratılış biçimlerine uygun biçimde kullanmakla olur.

Şükür nimetin garantisidir. Bir kimse Allah-u Teâlâ’nın verdiklerini benimserse hem yalancılık, hem de riyâkârlık yapmış olur. Yalancılık imanın sevabını, riyâ ise imanı götürür.

 

İbadetin Özü Şükürdür:

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:

“Şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım.” buyuruyor. (İbrahim: 7)

Şükrümüzü artırırsak, nimetini artırır. Nefsimize bağlarsak kesiverir.

Şükür; bütün her şeyin O’ndan olduğunu bilmektir.

İbadetin özü şükürdür. Namaz kılıyorsan O’na şükredeceksin. Zekât veriyorsan O’na şükredeceksin. Hayır yapacaksan O’na şükredeceksin. Yaptığının şükrünü yaparsan vermiş olursun. Bana ibadet ettiriyor, huzuruna kabul buyuruyor, nasıl şükür lâzım, nasıl şükür lâzım. Yaptırana, yaptırdığı için şükür etmek. Şükreden bir kalp, zikreden bir lisan, fikreden bir dimağ. Hazret-i Allah’tan bunu isteyin.

Yâ Rabb’i! Sen bizi kurtarmasaydın, bu dalâlet ehlinin içine girseydik, onların dinine batsaydık bizi kim kurtarırdı? Bizi onlardan kurtarmışsın, rıza yoluna koymuşsun, cihadı da sevdirmişsin, sana sonsuz şükürler olsun.

“Yâ Rabb’i! Başımı secdeye koysam hayatımın sonuna kadar kaldırmasam vallâhi ihsan ettiğin nimetinin şükrünü edâ edemem.”

Bu yüzden insan, ömrü boyunca Allah yolunda başını secdeden kaldırmasa, hatta ibadet ve şükür maksadıyla başını secdeye koysa ve istiğfarla şükretse gene de O’na şükür ve istiğfar etmiş olmaz. O’nun sonsuz ihsanına karşı bir mahlûk ne yapabilir? Onun için çok çalışmalıyız.

Allah’ım! Ganî olduğunu biliyorum. Bildiğim için senden istiyorum. Fakir olduğum için de sana sığınıyorum.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Kulun kendisi de, malı da Allah’a aittir.” buyurdu.

Kendisinin hiçbir şeyi yok ki varlığını iddia etsin.

Şükür; Allah-u Teâlâ’nın kendisine lütfettiği nimetlerin hepsini, yaratılış maksadına uygun olarak kullanıp sarfetmek mânâsınadır.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’lerinde:

“Bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara: 152)

“Resul’üm! Gecenin bir kısmında uyanıp, sırf sana mahsus fazla bir ibadet olmak üzere (Kur’an) ile gece namazı kıl.” buyuruyor. (İsrâ: 79)

Bu ilâhî emir onun yolunda olanlara da mahsustur.

Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Resul’üm! Şüphesiz Rabb’in biliyor ki sen, gecenin üçte ikisinden biraz eksik ve yarısında ve üçte birinde kalkıyorsun. Seninle beraber olanlardan bir tâife de kalkıyor.” (Müzzemmil: 20)

Bu tâife kıyamete kadar şâmildir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gece namazlarında iki ayağı şişinceye kadar ayakta dururdu.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur.” buyuruyor. (Bakara: 29)

Musa Aleyhisselâm “Yâ Rabb’i! İnsanı kudret elinle yarattın, sayısız nimetler verdin. O bunun şükrünü nasıl ödeyebilir?” diye sorduğu zaman Allah-u Teâlâ “Bütün bunların benden olduğunu bilirse şükretmiş olur.” buyurdu.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

“Cenâb-ı Hakk’ın nimet ve ihsanını dile getirmek şükürdür.” (Münavi)

“Meşru işlere ‘Elhamdülillah’ ile başlanmazsa hayır ve bereketi kesilir.” (Ebû Dâvud)

“‘Elhamdülillah’ demek şükürlerin başıdır. Hamd ve senâ etmeyen kimse, Hakk’a şükretmemiş olur.” (Münâvi)

“Cenâb-ı Hakk’ı senâ etmek için ‘Elhamdülillah’ demek zikirlerin efdalidir.” (İbn-i Mâce)

Allah’ım bizi şâkirûn kullarından etsin, nankörlerden etmesin. Bu ihsan ve ikramın nimetini, ziynetini, O’ndan olduğunu bilelim ve O’nun sermayesiyle O’na şükredebilelim.

 

Şükür Gerektiren Üç Şey:

Şükür gereken üç şeyden birincisi, Allah-u Teâlâ’nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini yaratmasıdır.

O Sebeb-i mevcûdat’tır. O olmasaydı, sen de olmayacaktın, kâinat da olmayacaktı, hiçbir şey olmayacaktı. Allah-u Teâlâ’nın onu yaratması en büyük nimettir.

Allah-u Teâlâ Hadis-i Kudsi’sinde:

“Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.” buyuruyor. (K. Hafâ)

O Ebul-ervah’tır, bütün ruhların babasıdır. Hazret-i Allah kendi ruhundan ona ruh verdi. O ruhtan bütün ruhları yarattı. Bir insanın cesedi var, fakat ruhu olmazsa yaşayabilir mi? Yaşayamaz.

O Rahmeten lil-âlemin’dir, onun varlığı bütün varlıklar için en büyük rahmettir, bütün insanlar ondan hayat bulmuştur.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i Kerime’sinde buyurur ki:

“Ey Peygamber! Biz seni bir şâhid, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzâb: 45-46)

Bu düşünüldüğü zaman Allah-u Teâlâ’ya en çok şükredilmesi gereken hususlardan birisi de budur.

Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:

“Resul’üm! Onlara söyle: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmrân: 31)

Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:

“Hiçbir kimse ben kendisine babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevgili oluncaya kadar kâmil mümin olamaz.” (Buhârî)

Şükür gereken ikinci husus, Allah-u Teâlâ’nın bir kulunu iman ile müşerref etmesidir. İman ile müşerref ettiği kimseler, o iman şerefi ile Hazret-i Allah’a ve Resul’üne iman ediyor, o iman nuru ile aydınlanıyor.

İman vermeseydi küfür ve dalâlet batağına düşer, ebedî hayatı mahvolur, dünya saâdetini, ahiret selâmetini kaybederdi.

Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Allah’ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.” (Yunus: 100)

“Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fıskı ve isyanı da çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.

Bu, Allah’tan bir lütuf ve nimettir. Allah alîmdir, hakîmdir.” (Hucûrât: 7-8)

“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Cum’a: 4)

Şükür gereken üçüncü husus Allah-u Teâlâ’nın Mürşid-i kâmil’i buldurmasıdır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Sâdıklarla beraber olunuz.” buyuruyor. (Tevbe: 119)

Aynı zamanda bu bir emr-i ilâhîdir. Onu buldun Hakk’ı buldun; onu bulamadın, Hakk’ı nasıl bulacaksın?

Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:

“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’râf: 181)

Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz: “Dünyaya gelmekten murad, Mürşid-i kâmil’i bulmaktan ibarettir.” buyururlar. Ne kadar yerinde, ne kadar güzel söylemiş, çünkü güzel zâtlardan güzel beyanlar husule gelir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, yetmiş ikisinin dalâlette ve cehennemde olacağını, ancak Resulullah Aleyhisselâm’ın ve Ashâb’ının yolunda olanların cennete gireceğini beyan buyurmaktadır.

Allah-u Teâlâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Rabb’in dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı, fakat onlar hâlâ ayrılıktadırlar.

Ancak Rabb’inin rahmetine nâil olanlar müstesnâdır (onlar bu ihtilafın dışında kalmışlardır).” (Hûd: 118-119)

Allah-u Teâlâ kime rahmet etmişse, ihtilâfa tefrikaya düşmemişlerdir.

Âyet-i kerime’nin devamında ise şöyle buyuruluyor:

“Esasen onları bunun için (rahmet etmek için) yaratmıştır.

Rabb’inin: ‘Andolsun ki ben cehennemi cinlerle ve insanlarla dolduracağım!’ sözü tamamen yerine gelmiştir.” (Hûd: 119)

Biz şimdi o bir fırkayı, yani hakikat ehlini ele alacağız, diğer yetmiş iki fırkayı ele almayacağız. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, o bir fırkanın kıyamete kadar bâki kalacağını beyan buyurmuşlardır.

Bir Hadis-i Şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:

“Ümmetimden bir tâife, kıyamet kopuncaya kadar Allah’ın yardımı ile muzaffer olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyecektir.” (Tirmizî)

Saâdet yolunu bulan o bir fırkanın içinde bulunanlar dahi ikiye ayrılır. Birisi zâhir ehlidir. Allah-u Teâlâ’nın emirlerine riayet, nehiylerinden içtinab etmek suretiyle imanının tekâmülüne gayret ederler.

Diğeri ise bâtın ehlidir. Allah-u Teâlâ bu yolda manevî hocalar yani manevî rehberler de tayin etmiştir. İnsan bu mânevî rehberlere intisab etmekle, kendisinin cismânî ve ruhânî olmak üzere iki unsurdan müteşekkil olduğunu anlamaya başlar.

Şimdi size mürşidi bulanla, Mürşid-i kâmil’i bulan kimselerin arasındakı farkı izah edeceğiz.

Eğer nasibi mürşidde ise, mürşid ona bir ders verir ve yol budur yürü der. Allah-u Teâlâ Mürşid-i kâmili buldurur ise; Mürşid-i kâmil onun ruhâniyetini alır, Allah-u Teâlâ’nın izni kadar, nasibi olan yere mânen çıkarır. Ruhâniyet nefisten o an için ayrılmıştır, nefisten ayrı olarak çıkar ve o çıkışta büyük bir kuvvet kazanır. Fakat orası onun yeri olmadığı için eski makamına düşer.

Fakat o güzel yerleri gördüğü için, oraya tırmanmaya başlar. O iki aylık çıkışı, şimdi kim bilir kaç senede çıkabilecek? O zaman çıkarılmıştı. Şimdi ise nefis var, şeytan var, dünya var, maişet derdi var. O mânevî haz ona güç verir, artık ruhâniyet ile cismâniyet ciddi bir mücadeleye başlar.

Cismâniyet âlem-i halktan olup; toprak, su, hava, ateşten müteşekkil bir buhar-ı zülmânidir. Karın boşluğunda bulunur, kumandası secde mahallidir, bütün vücuda oradan kumanda etmek ister, Âlem-i emir ise; kalp, ruh, sır, hafâ ve ahfâdan müteşekkildir.

Demek ki insan cismâniyet ve ruhâniyetten müteşekkil oluyormuş.

Âlem-i halktan olan lâtifelerin temizlenmesine tezkiye, âlem-i emirden olan lâtifelerin temizlenmesine ise tasfiye denir.

Binaenaleyh biz şimdi ruhâniyet üzerinde duruyoruz. İşte o Mürşid-i kâmil Cenâb-ı Hakk’ın ona izin verdiği kadar ruhâniyeti alır ve onu Hakk’a hakikate götürmeye gayret eder.

Mürşid-i kâmili bulmak ilâhî bir lütuf ve bağış, büyük bir kolaylıktır.

Mürşid “Yürü!” der, Mürşid-i kâmil ise bizzat Hazret-i Allah’ın tasarrufu ile, ihsanı ile yürütür. Fakat şunu unutmamalı ki, Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır. Bu noktayı biraz daha açalım. Mürşid-i kâmil Hazret-i Allah ve Resul’ünde tamamen fânî olduğu için Hazret-i Allah’ın lütfuyla yürütür. Hazret-i Allah’ın lütfuyla yürüttüğü için halkı Hakk’a davet eder. En kestirme yol ile, en az sözle Hakk’a ulaştırmaya gayret eder.

Mürşid-i kâmil’i Hazret-i Allah ileriye sürdüğü için, ona o makamı verdiği için; o çok iyi bilir ki kendisi hükümsüz bir resimden ibarettir. Allah-u Teâlâ onun varlığını almıştır, kendi varlığını duyurmuştur.

Mürşid-i kâmil Hazret-i Allah’ın malını pazara koyar, onun gönlündedir Hazret-i Allah.

Mürşid ise oraya eremediği için, Hakk’ta fani olamadığı için, hep kendini görür, kendi malını pazara koyar, onun ağzındadır Hazret-i Allah.

Sırası gelmişken size bir sırrı açayım:

Allah-u Teâlâ tasarruf ettiği kulun ruhâniyetini hareket ettirir, ruhâniyetinden askerler meydana getirir. Sıkıntıda kalan ihvanın o anda ruhâniyet imdadına yetişir. Belki o kişi o anda uyuyor, haberi var, veyahut yok. Gizli sırlar bunlar.

Meselâ bazı veliler bir anda birçok yerde görünüyor. Onlar ruhâniyetinden husûle gelen lâtifelerdir. Binaenaleyh o ruhâniyet Allah-u Teâlâ’nın izniyle her yerde bulunur, her yere yetişir. Amma bu mürşidde bulunmaz.

Bunun için üçüncü şükür de Allah-u Teâlâ’nın böyle bir rehber-i sâdıkı buldurması, her türlü bulanıklıktan ve bölücülükten kurtarmasıdır. Yetmiş üç fırkadan ayrılıp o bir fırkaya nâil olduğu gibi, o bir fırkanın da en kestirme yolu ile Hazret-i Allah ve Resul’üne ulaştıran rehberi bulan kimse gerçekten saâdeti bulmuştur.

Herkesin bir şükretmesi lâzım, bizim bin şükretmemiz lâzım, fakat şükürden aciziz.

 

Kâlî, Fiili, Hâlî Şükür:

Şükür de “Kâlî”, “Fiili” ve “Hâlî” olmak üzere üç nevidir. Bunların izahlarını arzedelim:

 

1- Kâlî Şükür:

Dil ile yapılan şükürdür. Bütün nimetlerin Allah-u Teâlâ’ya ait olduğunu düşünüp itiraf etmektir.

Bir nevi alışkanlık şükrüdür. Dil ile yapılan şükürdür, içten gelmez, dıştan gelir. Düşünür, taşınır, “Elhamdülillâh, Rabb’ime şükürler olsun!” bu zâhirî şükürdür, güzeldir.

Bu şükrü yapanlar haramdan sakınanlardır.

a) “Yaratan, yoktan var eden, beden nimetleri ile donatan, bidayetten nihayete kadar en güzel şekilde terbiye edip suret veren Hazret-i Allah’a şükürler olsun.” derler.

b) “Mülkünde bulunduran, kâinatı musahhar kılan, mülkündeki nimetlerle merzuk eden, rızıklandıran Hazret-i Allah’a sonsuz şükürler olsun.” derler.

c) “İman şerefi ile müşerref eden, İslâm ile mükerrem eden, iyi ve kötüyü ayırdetmek için Kelâmullah’ı indiren, Rehber-i sâdık’ı gönderen Hazret-i Allah’a sonsuz şükürler olsun.” derler.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Şüphesiz ki Allah insanlara karşı lütufkârdır. Fakat insanların çoğu şükretmezler.” (Mümin: 61)

Bir düşün! Hayatın boyunca bu hususlara bir defacık tefekkür edip şükrettin mi?

İnsan Hazret-i Allah’ın nimetlerini düşünür ve bütün bunların O’nun ve O’ndan olduğunu, başka kimsenin olmadığını tefekkür eder. Eğer Allah-u Teâlâ gerçekten ona nimetlerini duyurursa, bütün nimetlerin Sâhib-i hakiki’ye âit olduğunu düşünüp itiraf eder. Önce kendi yaratılışını, vücud âzâlarını bir bir tefekkür eder. Göz-kulak, el-ayak veren, beyin veren, bütün bunları ihsan eden Sâhib-i hakiki’ye şükranlarını arzeder.

Kâli şükrün bâtını; haramlardan sakınmaktır.

 

2- Fiili Şükür:

Cenâb-ı Hakk’ın hoşlanacağı noktaları beğenip râzı olacağı işleri gözetlemek, lütuf rızâsına vesile olacak işlere tevessül etmek ve her yönden o nispette çalışmak fiili şükürdür.

Önümüze çıkardığı hayırlı işlere hep şükür etmemiz lâzım. “Yâ Rabb’i! Sana şükürler olsun. Kendi kereminden İslâm olarak dünyaya getirdin, İslâm olarak anne babamızdan getirdin, İslâm ülkesinde bulunduruyorsun, sonra bize ahkâmı, İslâm’ı öğretiyorsun. Bunlar senin, senin olduğu için Zât’ına şükrediyorum.”

“Beni bunca nimetlere gark eden Rabb’ime ibadet edeyim.” der ve dil ile yaptığı şükrünü ibadete döker, ibadetini artırır.

Yoktan var edeni, nimetlere gark edeni düşünüyor, buluyor, biliyor. Mülkünde bulundurduğunu, namütenâni nimetlerle merzuk ettiğini, idrak ediyor. Bunları düşüne düşüne; “Yâ Rabb’i! Bunlar hep senindir, yeri de göğü de sen bize musahhar kıldın, hiçten var ettin, nimetlere gark ettin. Sana sonsuz şükürler olsun!” der ve bunu ibadetiyle, taatiyle, zikriyle, fikriyle yâd eder.

Fiili şükrün bâtını; Hazret-i Allah’ın nurunu kalbe akıtması ve dilediğini ona duyurmasıdır.

 

3. Hâlî Şükür:

Allah-u Teâlâ’nın sonsuz nimetleri tefekkür edilir, ne yapılırsa yapılsın bir türlü şükredilemeyeceği anlaşılır.

“Allah’ım! Gerçekten lâyık-ı veçhile ibadet edemediğime kanaat getirdim ve sana sığındım.” der, şükrü ifadede bîtap kalır. Bu şükrün en yüksek şeklidir.

Allah-u Teâlâ’yı canlarından, cananlarından, gözlerinden, eli ve ayağından, mallarından, çoluk çocuğundan hülâsa ihsan ettiği, ikram ettiği her şeyden fazla severler. Zira her şeyi O’nun yarattığını ve O’nun verdiğini onlar bilir. Hepsi O’nundur ve O’ndandır. Ne ki emretmişse seve seve yapar. O’nu görür, O’ndan olduğunu da görür. Her şey O’nundur, O’ndandır. Bu hâlî şükürdür.

Onlarda irade yaşamaz. İradelerini Allah-u Teâlâ’nın iradesine bağlamışlardır. Hükme bağlıdırlar, çıkacak ilâhi hükme göre hareket ederler.

Sabaha kadar ibadet eder eder, sabahleyin de yaptığı ibadete gözyaşı ile istiğfar eder; af olması için, ibadet ve taatlarının kabul olunması için duâ ve niyazda bulunur. Çünkü o Allah-u Teâlâ’yı biliyor, yapamadığını da çok iyi biliyor. Aşk ateşi ile yanar, Allah-u Teâlâ ile beraber olmayı her şeyden fazla tercih eder.

Bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyuruluyor:

“Kulum beni zikrettiği zaman ben onunlayım.” (Buhârî)

O’nun azâmetini görerek ihsanını, ikramını bilerek acizliğe düşer. Acizliğini idrak eder. O’na haliyle şükreder. Bunlar yalnız kendi dostlarına aittir. İnsan şükretse, edemez. Zikretse, zikredemez. Niçin? Azâmet-i ilâhiye’nin karşısında kendisinin basit bir mahlûkçuk olduğunu bildiği için Hâlik-ı azimüşşan’a karşı nasıl şükretsin? Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ikramını düşünür, kendi acizliğini de düşünür. Hükümsüz, değersiz, günahkâr olduğunu bilir. O’nun sonsuz nimetini, ihsanını düşünür, şükredemez, ancak gözyaşlarıyla şükür eder. Onun şükrü, gözyaşıdır. Bu, şükürlerin en güzelidir. Lâkin bu şükrü yapabilmek için O’na yakın olmak lâzım. O’ndan olduğunu görmek lâzım. Göre göre O’na şükretmek lâzım. Asıl şükür budur. Buna da hâli şükür denir.

İbadeti ihlâslı olursa, helâl lokmaya dikkat edilirse, bu defa kendisine çeker ve ubûdiyeti sevdirir.

Burada çok gizli bir nokta var. “Ben ibadet ediyorum.” demek başkadır; “Bana ibadet ettiren Sahib’ime sonsuz şükürler olsun.” demek başkadır.

O, ibadet ederken hep Cenâb-ı Hakk’a şükreder. “Yâ Rabb’i! Sana çok şükürler olsun ki, bana bunu sevdirmeseydin, beni kaldırmasaydın, ben bu ibadeti yapamazdım. Bu sevgi ile bu ibadeti yapıyorum.” der.

Kendisine çektiği zaman ona dilediğini lütfeder. Bu defa ubûdiyetin derin kısmını sevdirir. Ondan rahatı, istirahati selbeder. O, Hakk ile olmak ister. Tecelliyâtına göre ibadet eder eder, gerçekten ibadet edemediğini bilir, acze düşer. Artık onun şükrü gözyaşları ile olur.

İhsân-ı ilâhiye’ye şükür için O’na gerçek manada secde etmek lâzımdır. Gerçek manada secde nedir? O’nun içeride olduğunu bilmen, O’nunla konuşman ve O’na secde etmendir. O’nunla, O’na secde etmen. Buna secde denir. Onun için O’nunla O’na ibadet...

Hülasâ-i kelâm;

Şükrün aslı; O’nu göreceksin, O’nu bileceksin, O’ndan bileceksin. Zikir de böyledir. O’nunla O’nu zikredeceksin. Fikir de böyledir. O’nunla O’nu tefekkür edeceksin.

“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur: 35)

Yeri de nur olarak, göğü de nur olarak görebilirsen O’nu rahat görebilirsin. Ne yer var, ne gök var. O’ndan başka hiçbir şey yok. Bunun için O’nunla O’na tefekkür edersen O’nu görürsün, O’nu bulursun, O’nunla olursun. Bu arada gelecek birçok musibetler olabilir, imtihan için o sabrı da O bahşeder. Ondan sonrası O’nunla olmak hayattır, O’nsuz olmak vefattır. Bunlar kelimede kalıyor. Allah’ım yaşama halini ihsan buyursun.

Hâli şükrün bâtınî; ne ki emretmişse seve seve yapmaktır.

Şükretmek lâzım, fikretmek lâzım, zikretmek lâzım. Bu nimetin kıymetini bilmek lâzım. Cenâb-ı Hakk’a sonsuz şükürler olsun.

“Kullarımdan şükreden azdır!” (Sebe: 13)

O şükrü de O bahşedecek ki insan şükredebilsin. Yoksa bazen yâ Rabb’i sana nasıl şükredebilirim, seni nasıl zikredebilirim, nasıl fikredebilirim diyorum. Bu yol an meselesi ama hangi an belli değil. Sen hep yolunda bulun, o an sana tecelli eder, gönlünü O’ndan ayırma.

Yatalım şükredelim, kalkalım şükredelim, oturalım şükredelim, yiyelim şükredelim, içelim şükredelim. Hep şükredelim. Çünkü şükürde hem zikir var, hem de fikir var.

 

Acizliği İtiraf Etmek:

Vallâhi vücudum yetmiyor da gözlerim şükrediyor. O’nun nimetlerini, ihsanını, ikramını gördükçe vücudum yetmiyor şükre; gözlerim şükrediyor. Secdeye kapansam, ömrüm boyunca O’nun ihsan ettiği şükürle O’na şükretsem, şükredemeyeceğimi çok iyi biliyorum. Acizliğimi itiraf ederim, şükür yerine gözyaşı dökerim. Bu gözyaşı acizlik gözyaşıdır.

“Allah’ım! Ben sana şükretmeye aciz olduğum için gözlerim Zât’ına şükrediyor.” Mahlûk olduğum için Hâlik’ıma şükrüm yetmiyor.

“Bildim senin olduğunu, gördüm senden olduğunu, sana sonsuz şükürler olsun; evet, ben acizim amma şu gözlerim bari sana şükrediyor.”

Mahlûk mahlûktur. Hâlik murad ettiğini yapar. O ne güzel yaratıcıdır. Bir damla kerih sudan bebek yaratıyor, büyütüyor, insan şekline koyuyor. Bunu sahibimiz yaptı. Bunun için sen çık aradan, kalsın Yaradan. O istediğini yapar. Yalnız hepsi O’nun ve O’nun olduğunu mahlûkun bilmesi lâzım.

İşte bu güzel Yaratıcı’ya karşı bir mahlûk nasıl ibadet edebilir? İbadet ederken edemediğini bilirsen ibadet etmeye çalışırsın. Ola ki rızâsına ulaştırır. Fakat “İbadet ettim!” dediğin zaman O’nu kırmış olursun. Allah’ım kıranlardan etmesin.

Hep öyle derim; Allah’ım beni lütfunla al, ibadetimle değil. “İbadet ettim!” demekten utanırım. Yaptığım ibadete göz yaşı ile istiğfar ederim. Ancak O’nun af ve merhametine sığınırım.

İbadette aciz olduğunu, mücrim ve günahkâr olduğunu, sonsuz ihsan ve ikramına şükredemeyeceğini düşünerek gözyaşı kendiliğinden gelirse şükretmiş olur.

Bunun manası:

“Yâ Rabb’i! Şükredeceğim ama günahkârım, acizim, mücrimim... Hâlik-ı azimuşan’a karşı bir mahlûk nasıl şükredebilir?” O hâl ile, o utanma ile kendiliğinden gözyaşı gelirse şükür olur.

“Çünkü Allah, onların mükâfâtını tam öder ve lütfundan onlara fazlasını da verir.

Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir.” (Fâtır: 30)

 

Allah İle Yapılan:

Asıl şükür Allah ile Allah’a yapılan şükürdür. Hakiki namaz da, hakiki zikir de böyledir. Övünmek de böyledir.

O’nunla ibâdet edilirse, ibâdetin özüne inilmiş olur. Bir insan Hazret-i Allah ile övünürse, övünmelerin en güzelini yapmış olur.

Allah ile Allah’a şükretmek, Allah ile Allah’ı zikretmek, Hazret-i Allah ile ibâdet etmek ve Hazret-i Allah ile övünmek... Bunlar kitap karıştırmakla olmaz, lâfla hiç olmaz. Hazret-i Allah ezelden bir kula ikramda, ihsanda bulunur. Onu bir sevgilisine merbût ederse, o vâsıta ile kalbine bunların sermayesini koyar. O sâyede gönül kitabı karıştırılır ve bunlar husule gelir. Başka türlü husule geleceği zannedilmesin. Yani O’nun yazdığı istidâ ile O’na münâcat yapılmış olur.

Hazret-i Allah’ın nimetleri, in’am ve ihsanları sonsuzdur. Kur’an-ı kerim’de:

“Ne ki nimetleriniz varsa hepsi Allah’tandır.” buyuruyor. (Nahl: 53)

Her şey O’nun ve her şey O’ndandır.

Allah ile yapılan şükür,

Allah ile yapılan zikir,

Allah ile Allah’a yapılan fikir esastır.

Nasıl şükretmeliyiz? Allah’ım şükrümüzü artırsın. Bize şükür sermayesi ihsan versin. O’nunla O’na şükretmiş olalım. Çünkü beşerin şükretmesi mümkün değil. Bazen göz yaşlarım şükreder. Çünkü mahlûk olduğum için vücudum aciz, sözlerim aciz kalıyor. Allah’ım! Kendi katından bize şükür ihsan et.

O’na O’nunla sonsuz şükürler olsun. Mahlûk O’na şükredemez. Öyle derim; “Yâ Rabb’i! Bir mahlûk sana nasıl şükredebilir. Mahlûk olarak Hâlik’ına nasıl şükredebilir? Seni nasıl zikredebilir?Yâ Rabb’i! Mahlûk hükümsüz, değersiz ondaki olan Sen’dendir. Acizliğini bilmesi ve itiraf etmesi o kadar. Hayatı boyunca bir gözün, bir elin, bir ayağın şükrünü yapamaz. Onun için O’ndan bilmek. O’nu bilmek, O’nu görmek.

Allah’ım gerçek mânâda şükrümüzü, zikrimizi, rızkımızı artırsın. Bu şükür, zikir, fikir Allah-u Teâlâ’dan gelecek. Kul bunu ifade edecek.

Binaenaleyh Zât’ınla Zât’ına şükretmek, Zât’ınla Zât’ını şükretmek bunlar esas oluyor. Ben yaptım, ben ettim bunlar boş oluyor. Bunlar zâhir oluyor.

Kalbin şükrü, marifetullah; lisanın şükrü, hamd-ü senâ; uzuvların şükrü, ibadettir. Ben şükrümü O’nunla O’na yapıyorum.

“Allah’ım şükrümü, zikrimi, fikrimi, sabrımı ihsan et de beni nankörlerden etme.” diyorum. Çünkü dikkat edin; nefes ihsan ederse nefesin mucibince hayat devam eder. Nefesi keserse hayat yok. Nefes alırken şükretmemiz lâzım, verirken vücudumuz rahatlıyor diye şükretmemiz lâzım. Bir nefeste iki rahat ama biz bir nefes için kaç defa şükrediyoruz? Hiç.

Onun için Allah’ım şükrünü, zikrini ve seni bileyim, seni yâd edeyim, her şeyin senden olduğunu bileyim. Bunu bana duyur. Şu yarattığın âlemin fikrinin zerresinden acizim. Aciz olduğumu bileyim, asârını göreyim. Sonra beni nankörlerden etme. Bu kadar ihsana, ikrama karşılık seni tanımamak, senden olduğunu bilmemek nankörlüktür. Beni onlardan etme.

 

Nimetlerine Tefekkür:

Nimetlerine şükredebilmek için her nimetin üzerinde ayrı ayrı tefekkür etmek gerekir. Bu tefekkürler şükre vesile olur ve insan şükrünü daha çok artırır. Her şeyin O’nun ve O’ndan olduğunu daha iyi anlar. Şükrün artmasıyla Hazret-i Allah nimetlerini ziyade eyler, hem de o nimetleri muhafaza eder.

Çünkü Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:

“Nimetlere hamdetmek, nimetin zevâline karşı bir garantidir.” buyuruyorlar. (Câmiu’s-Sağîr)

Allah-u Teâlâ’nın bir insan üzerindeki nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Seni en güzel bir biçimde yarattı. Sayılamayacak kadar nimetlerle de donattı.

“Allah, size zâhir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol vermiştir.” (Lokman: 20)

Hem ne nimetler... Hem zâhir, hem bâtın...

Tefekkür şuradan başlayacak. Hâlik-ı Azimüşşan mahlûkunu kerih bir sudan halketmiştir. Aslı kerih bir nutfe olduğu halde, onu birçok nimetlerle süslemiştir.

Öyle nimetlerle süslemiş ve öyle ziynetlendirmiş ki, bütün dünya senin olsa da versen, bir beden elbisesini satın alabilir misin? Hayır...

Onu İslâm’la müşerref etmiş, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmet etmiş. Ona göz vermiş bakıyor. Duyma hassasını vermiş işitiyor. Konuşma imkânı vermiş. Kalp vermiş, hayatını idame ettirmesi için nefes ihsan buyurmuş. Bir an kesiverse hayatımıza mâl olacak. Ona el ayak vermiş. İnsan saymaya kalksa yalnız bedendeki nimetleri bile sayamaz.

Nitekim Âyet-i kerime’sinde:

“Allah’ın nimetlerini birer birer saymaya kalksanız (icmâlen bile) sayamazsınız.” buyurmaktadır. (İbrahim: 34 - Nahl: 18)

İnsanlar hiç birbirine benzemiyor, sesleri ayrı, şekilleri ayrı, mizaçları ayrı...

Bütün hayvanları ve bitkileri insanın emrine ve istifadesine sunmuş. Sonra onu kendi mülkünde bulunduruyor. Her an onu gözlüyor, her hâline vâkıf.

Bunları tefekkür edelim ki; bize âit olmadığı, O’nun olduğu meydana çıksın. O’nun olduğu bilinince de şükür husule gelsin.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Tefekkür gibi bir ibadet olamaz.” buyuruyorlar. (Münâvî)

Bütün kayıt ve şartlardan, arzu ve isteklerden sıyrılıp çıkmak, Hakk’ta fâni olarak daima Hakk’ı tefekkür etmek, huzur-u ilâhide Hakk ile olmak, kısacası Murâkıb’ı düşünüp tamamen O’nunla olmak demektir.

Murakabanın alâmeti, Allah-u Teâlâ’nın tercih ettiğini tercih etmektir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:

“Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.” (Âl-i imran: 5)

Hiçbir şey O’na gizli değildir.

Bütün hareketlerimiz Allah’ın kontrolü altındadır. Yaptıklarımızdan, sözlerimizden, niyetlerimizden hiçbiri O’ndan gizli kalmaz.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde bu tefekkürün kaynağını şu şekilde beyan buyurmaktadır:

“İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibadet etmendir. Zira sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.” (Müslim: 1)

Bu Hadis-i şerif, müşâhede makamından murakabaya iniştir. Zâhirî ve bâtınî bütün ibadet vazifelerini, iman esaslarını, kalplerin ihlâsını izah etmektedir.

Bu hâle gelen bir kimseye Allah-u Teâlâ’nın her yerde mevcut olduğu hakikati zuhur eder, müşahede mertebesine yükselir. Rubûbiyet nurları, Ehadiyet sırları tecelli eder.

Murakabaların her birinin tecelliyatı ayrı ayrıdır. Tabii ki bunlar iç âlemin tefekkürüdür, hususa aittir.

 

O’nun Kapısında O’nun İçin Çalışmak:

Allah-u Teâlâ dilediğini rızâsında çalıştırır. Bu yolda çalışmak demek, bu yolun içine girmek demektir. Çünkü muhabbetle kaim.

Şöyle bakın; Allah yolunda Allah için çalışan, Allah için cihad eden başka hiçbir zümre görüyor musun? Demek ki Cenâb-ı Hakk sevmiş, seçmiş, koymuş. Şimdi buna; “Hizmet ediyorum!” değil de “Hizmet ettirene şükür” lâzım. Yâ Rabb’i! Sana sonsuz şükürler olsun, ulvî yolunda bizleri bulunduruyorsun, bu ihsan ettiğin nimetinin ziyadesini ihsan buyur, fakat elimizden alma! Evvelâ bu lâzım.

Şu kadar var ki; insan yaptığıyla gidiyor. Dedikodu çok kötü bir şey, hep dedikodu, dedikodu ama insan zannediyor ki yaptığı sorulmayacak. Herkes çalışacak ki gittiği yere lâyık olacak. İyisi de kötüsü de. Fakat bugün iyi giden çok az. Çünkü âhir zaman olduğu için insanların yönü değişmiş. Dünyaya, sefahata, dalâlete dalmış gidiyor. Verdiği nimetini tek tek sorunca kişinin hâli ne olur? El verdi, ayak verdi, göz verdi, kulak verdi, azaları yerli yerine taktı. Bu nimetin suâli var. Nefes verdi, her nefeste sual var. Alırken ne düşünüyordun, verirken ne düşünüyordun. Püü!.. Verdiği nimetin sualini soracak fakat nankör insan bunları nefsine mâlediyor.

Sonra niyet-i hâlisâ lâzım. Niyet-i hâlisâ olursa samimiyet olur, doğruluk olur, o doğrulukla beraber itimatla yavaş yavaş mali maksuda ulaşır. Yeter ki kulda o ihlâsı, o niyeti, o azmi görsün. Hakk’tan geldik, Hakk’a gideceğiz. Binaenaleyh güzel geldik, güzel gidebilmek için güzel iş ve harekette bulunmamız lâzım.

“Yâ Rabb’i! Lâyık olmadığımız halde sevmişsin, seçmişsin yola koymuşsun, bunun şükrünü bize bahşet, sana şükredelim. Bizi lütfunla destekle hizmet edelim.”

Onun için burada bulunmak, bu havanın içinde bulunmak bir nimettir. Elhamdülillâh. Aynı zamanda bir husus daha var.

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki;

“Onlar, Allah’ın yeryüzündeki erleri, O’nun emrinin tatbikçileri ve O’nun hakkının yardımcılarıdır.”

Ne oldu şimdi, nimet içinde nimet. Fakat en büyük nimet, Hazret-i Allah’ın rızâsını ve hoşnutluğunu kazanmaktır. Bu ise en üstün nimettir. Onun için bu yolda çalıştırana şükretmek lâzımdır. Bulundurana şükretmek lâzım.

Bir kişi bir işi yaparken “Ben bunu yaptım!” demesi büyük hata, ayıp. Çünkü “Ben!” dediğin zaman nefis putu Hazret-i Allah’ın önüne geçiyor.

“Bana lütfedene sonsuz şükürler olsun.” demeliyiz.

Âyet-i kerime’de:

Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir.” buyuruluyor. (Nisâ: 79)

Çünkü o sermayesini koyarsa o sermaye ile çalışıyorsun. Sen boş bir kovansın. O ben nefistir, o nefis puttur. Onun için; “Çalıştıran Sahib’ime, bu sermayeyi ikram eden Rabb’ime sonsuz şükürler olsun.”

Ve her benlik puttur. Hakk’ın önüne geçmektir.

Allah’ım sana şükürler olsun. Sevmişsin, seçmişsin, rızâ yoluna koymuşsun ve yürütüyorsun. Onun için ayrıyeten şükür lâzım. “Çalışıyorum!” değil, ayrıyeten şükür lâzım.

Allah yolunda çalışılıyorsa, çalıştırana çalıştırdığı için şükürler olsun. “Çalışıyorum!” diye iftihar etmek, böbürlenmek, başa kakmak, ücreti dünyada almaya benzer. Onun, Hazret-i Allah ile ahirette hiçbir ilgisi olmaz. Allah-u Teâlâ niyetine, azmine bakar. Niyeti hâlis ise azmi yerinde ise lütfu ile destekler, dilediği kadar muhafaza eder. Allah ehli ücret istemez. Onun ücreti Rabb’ül-âlemin’e aittir. Ve bu işi Hakk’a bırakır. Çünkü en güzel ücreti Hazret-i Allah verir. Bu şekilde, bu niyetle çalışırsa, O dilerse destekler. O’nun desteğiyle hareket edilir, dilediği kadar muhafaza buyurur.

Hidayete erdirildi ama insan niyetini bozarsa bu yolu semer olarak kullanmaya çalışırsa, veyahut başka türlü hareket ederse olduğu yerde bırakılır.

Allah yolunda nâ ehlinin yürümesi mümkün değil! Niyeti hâlis, ameli güzel, azmi çok olanı, Hazret-i Allah’a yöneleni desteklerler. Onun için çalışırken gaye Allah olsun. Rızâ olacak, halktan bir şey beklenmeyecek ki Hakk ona ihsan buyursun.

Onun için çalıştırana sonsuz şükürler olsun.

Kapısında hizmet ettirene sonsuz şükürler olsun.

Ya o hizmeti elimizden alırsa? O yüzden "Allah'ım! Bu hizmeti elimden alma" deyin. Çünkü bir kere aldı mı bir daha vermez. Şakası yok bu yolun. Burada benlik yaşamaz. Kendim burada köleyim, hizmetçiyim.

Sultan O, başka Sultan yok, başka Sultan yok...

 

Hizmeti Minnet Bilenler İle Mihnetle Hizmet Edenler:

En kıymetli amel, en büyük şeref Allah yolunda hizmetçi olabilmektir.

Biz Hakk’a muhtacız, O bizim hiçbir şeyimize muhtaç değildir. O hep ihsanda, biz ise hep isyandayız.

Allah-u Teâlâ kendi lütfundan kime sermaye koymuşsa, o kimse hizmeti minnet bilir. Fakat kime ki o sermayeyi vermemişse, o kimse mihnetle hizmet eder.

Şimdi size “Hizmeti Minnet Bilenler” ile “Mihnetle Hizmet Edenler”in aralarındaki ayırım noktalarını arzedeceğiz:

Hizmeti minnet bilenler Rahman’ın yolundadır, mihnetle hizmet edenler şeytanın yolundadır. Birisi Hakk’a hizmet ediyor, diğeri şeytana hizmet ediyor. Görünüşte ikisi de Hakk yolunda.

Hizmeti minnet bilenler Allah-u Teâlâ’nın Rızâ-i Bârî’sini kazanır, mihnetle hizmet edenler gadabını kazanır.

Birisi: “Yolunda hizmet ettiren Sahib’ime şükürler olsun.” diye şükrünü ortaya koyuyor, diğeri ise: “Hizmet ediyorum.” demekle eneliğini ortaya koyuyor. Yaptıklarını nefsine mâlediyor, karşılığını da behemehal bekliyor.

Hakk yolunda hizmet edenler; bütün lütuf, ihsan ve ikramların Hazret-i Allah’a âit olduğunu, kendisinin ise hükümsüz ve değersiz bir mahlûkçuk olduğunu hem görüyor hem biliyor.

Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Allah ganidir, siz ise fakirsiniz.” buyuruyor. (Muhammed: 38)

Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:

“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her şeyden müstağnidir, her hamde lâyıktır.” (Fâtır: 15)

Allah-u Teâlâ’nın gani olduğunu, mahlûkta hiçbir şey olmadığını yalnız onlar bilir.

Bundan ötürü o Hakk’ı görüyor, kendisini görmüyor. Diğerleri ise Hakk’ı görmüyor bilmiyor, kendini biliyor.

Hakk’ı görmediği bilmediği için dünya mabudluğuna, nefis putuna tapa tapa gidiyor ve böylece huzur-u ilâhî’ye çıkar.

Birisi Hakk yolunda hiçliği ile hizmet ve ibadet ediyor. Diğeri nefis yolunda efendilik taslıyor. İbadeti de bu nevidendir.

Mevlâ bir kulunu hizmet için ileriye sürmüşse, bir ömür boyu onun şükrü edâ edilemez. Rızâ-i Bârî yolunda sabır ve sebat edilirse; hayat boyunca hizmet peşinde olunur, kimseden hizmet beklenmez, hizmet nimet bilinir, mihnetle hizmet edilmez.

Hizmet peşinde olan bir insan rahat aramaz, istirahat aramaz, verir almaz, yedirir yemez, ilâhî hoşnutluktan başka hiçbir şey beklemez, hiç kimseye yük olmaz. Çünkü o Hazret-i Allah’a inanmıştır, en üstününü ona Hazret-i Allah verir.

Âyet-i kerime’de:

“Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.” buyuruluyor. (Ankebût: 69)

Azami gayret mânâsı çıkıyor. Hazret-i Allah azmi nispetinde o kulunu destekler, hidayetini artırır, sermayesini çoğaltır, yollarını açar, önüne ışık tutar.

Bütün bu lütuf iyilikleri Allah-u Teâlâ’nın desteğinden ileri gelmiştir. Niyetini değiştirdiği an hepsi hükümsüzdür.

Kişi: “Bana bu sermayeyi koyana, bunları bana sevdirene ve yaptırana sonsuz şükürler olsun.” diye şükrünü artırırsa ve içten içe hizmeti ve ibadeti arzu ederse, Allah-u Teâlâ ziyadesini ihsan buyurur.

Âyet-i kerime’de:

“Şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım.” buyuruluyor. (İbrahim: 7)

Şükrünü çalışma ile artıracak. Çalışma ile artırırsa, çalıştıkça şükrünü artırmış olur. Bu ihlâslı çalışma ve ubudiyet arzusu gönülde olacak. Çünkü Cenâb-ı Hakk kişinin öz niyetine bakıyor.

Hizmetçi olduğuna şükretmezse zaten hizmetçiliğe almazlar. Artık o efendilik taslar. Amma onun efendiliği şeytanadır.

Bu yolda efendilik yok. Yaratıcı Hazret-i Allah’tır. Efendilerin Efendisi ise Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında Ashâb-ı kiram’ı ile otururlarken onlara su dağıtıyordu. Bir arabî geldi ve: “Bu topluluğun efendisi kimdir?” diye sordu.

Buyurdular ki:

“Bu topluluğun efendisi onlara hizmet edendir.” (Câmiü’s-sağir)

Bu beyanları ile hem kendilerinin o topluluğun efendisi olduğunu, hem de gerçek mânâda efendiliğin hizmetle kâim olduğunu bildirmiş oldular.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir.” (Bakara: 86)

Allah’ım bizi onlardan etmesin.

Halbuki asıl hizmet liveçhillâh yalnız Allah için yapılandır. Hakk için çalışanlara Allah-u Teâlâ ihsan eder, ikram eder, fakat halktan ücret bekleyen kimse, ücretini peşin olarak almıştır, ikinci bir ücret almaya hakkı yoktur.

Yalnız ve yalnız Allah için çalışan, halktan hiçbir şey beklemeyen yok denecek kadar azdır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Siz Allah’ın dinine yardım edip sarılırsanız Allah da size yardım eder.” (Muhammed: 7)

Bu ilâhî hükme inanıp iman eden kimse; Hazret-i Allah’a sığınır, hiç kimseden çekinmez, çünkü onun desteği bizzat Hazret-i Allah’tır.

Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Hiç şüphesiz ki, Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır.” (Tevbe: 111)

O insan böylece Hazret-i Allah’a sığınmış, yönelmiş, O’nun uğrunda canını ve malını ortaya koymuş. Hazret-i Allah da onun bu alış-verişini kabul etmiş, ona cennetini ihsan buyurmuş.

Hazret-i Allah ile alış-veriş o kadar güzeldir ki, fakat bunun taliplisi de pek azdır. İşte bunlar Hakk’tan ücret beklerler, halka itibar etmezler. Çünkü onun işi Hakk iledir, halk ile değil.

 

“Fakirliğimle Övünürüm.”

Her şeyin en güzel numunesi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Fakirliğimle övünürüm.” buyurdu. (K. Hafâ)

Fakirlik başkadır, fakirlikle övünmek başkadır. Fakirlikle övünmek fenâ ile övünmektir. Fâni oldu, O kaldı.

Yani ruhum O’nun, bedenim O’nun, malım O’nun, her şey O’nun. Benim hiçbir şeyim yoktur. Fakirim ve fakirliğimle de iftihar ederim. İslâm budur. İslâm’ın özü budur. Mahviyetin özü budur. Bu en büyük zirve. Bundan daha büyük zirve yok.

Sen çıkıyorsun aradan, kalıyor Yaradan...

 

Hazret-i Allah’ı Zikretmek:

Zikrullah, hidayete ermenin bir şükran ifadesidir:

“O size nasıl hidayet ettiyse, siz de O’nu öylece zikredin. Bundan önce siz sapıklardan idiniz.” (Bakara: 198)

Câhillerden idiniz, Allah-u Teâlâ’yı nasıl zikredeceğinizi bilmiyordunuz. Şimdi ise hidayete ermiş bulunuyorsunuz. Hidayet ve iman nimetine karşılık O’na şükrediniz.

Kudsî Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“Ben kulumun zannına göreyim, beni zikrettiği yerde ben onunlayım. Kulum beni kendi içinde zikrederse, ben de onu kendi nefsimde zikrederim. Beni toplulukta zikrederse, ben de onu daha hayırlı bir toplulukta zikrederim.” (Buhârî)

Bir kul için bundan daha sevindirici bir müjde olamaz.

Benim zikirlerimden bir tanesi de şudur: “Estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah... Allah’ım sana şükür, Allah’ım sana şükür, Allah’ım sana şükür!” Rabb’ime istiğfar ederim, hemen arkasından şükrederim. İstiğfar ederim, şükrederim. Benim bir zikrim de budur.

 

Bir Müslümanın En Büyük, En Kıymetli Varlığı İmanıdır:

Bir kimsenin iman ile ahirete intikal etmesi, bütün dünya ve içindekilerden daha kıymetlidir. Hatta kıyası bile mümkün değildir.

Ahirette en evvel iman aranır. İmanı olmayanlar küfür, kâfir hükmünde sayılır. İnandığını söyleyip imanında samimi olmayanlar münafıktır, onların da sûreta imanlarının ahirette faydası yoktur.

İman; hiçbir şeye feda edilemez. Bir müslüman yeryüzünün bütün hazineleri teklif edilse bile imanını değişmez. Dünyanın bütün anahtarları, bütün saltanatları teklif edilse iman ile değiştirilmez.

İman; insanın yaratanına, yaratılış gayesine teslimiyetinin tezahürüdür.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“İman edenlerin Allah’a sevgileri ise her şeyden sağlamdır.” (Bakara: 165)

Hakiki iman edenler Hazret-i Allah’a gönülden sevgi ve muhabbetle, aşkla bağlıdırlar. İnsan sevdiğinin her şeyini sever, emirlerini, yasaklarını sever, her takdirine her tedbirine rızâ gösterir. İman budur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyor:

“İman iki yarımdır. Yarısı sabırda yarısı şükürdedir.” (Câmiu’s-Sağîr)

Bu Hadis-i şerif çok mühimdir, imanı tarif eder. Biraz açalım:

Sabır üçtür:

Birincisi; kızdığı zaman sabretmek,

İkincisi; ibtilâya sabretmek,

Üçüncüsü; Allah-u Teâlâ’nın yasaklarından kaçmak, hududu aşmamak, yani günah işlememeye sabır. Nehyettiği şeylerden ictinap etmek.

Bâtınî sabır ise, bütün iradesini Hakk’a teslim etmektir. Onda hiçbir arzu ve istek kalmamıştır. Allah-u Teâlâ’nın lütfuyla nefsinin dizginini vurmuş yok etmiştir.

Şükür de üçtür:

Birincisi; kâli şükür ki haramlardan sakınmaktır.

İkincisi; fiili şükür, bunlar Hazret-i Allah’a yakın olan kulların şükrüdür. Bizâtihi Hazret-i Allah’ın nurunu kalbe akıtması ve dilediğini ona duyurmasıdır.

Üçüncüsü; hâli şükür ise onlar, Allah-u Teâlâ’yı canlarından, cânanlarından da hülâsa her şeyden çok severler. Bunlar bâtınîdir. Ne ki emrettiyse seve seve yapmaktır.

Yapmak başka, seve seve yapmak başka.

Meselâ; zekât, seve seve veriliyorsa kabulüne delâlettir. Bir vazifedir, mecburiyettir diye veriliyorsa, sadece farz yerine gelir. Namaz da, diğer ibadetler de böyledir. O aşk yoksa asıl ruhuna inilmemiş olur. Hakiki sabır ve şükür buradan başlıyor. Nefis bizi hiç bu yola sokmuyor değil mi?

Diyelim ki hem sabrettik, hem şükrettik; böylece iman husule geldi. Bu sefer önümüze ikinci bir Hadis-i şerif çıkıyor:

“İman üryandır, libası takvâ, ziyneti hayâ, semeresi ilimdir.” (Beyhakî)

İman meydanda yanan bir kandil gibidir, bir rüzgâr gelir onu söndürür, karanlıkta kalırız. Bir fanus geçirilirse söndürülemez. Bu şişe takvâdır. Bunların üzerinde durduğumuz zaman, insanın kendiliğinden takvâya ve o takvâya vesile olan Tarikât-ı âliye’ye düştüğünü görürüz. Haram-helâl üzerinde durmamız, imanı zedeleyici her türlü şüpheli noktalardan kaçınmamız bizi takvâ şişesinin içine atar.

Takvâyı da hayâ muhafaza eder.

Bir Hadis-i şerif’te buyuruluyor ki:

“Hayâ ile iman mütelâzımdır, birbirinden ayrılmaz. Yani biri gidince öteki de kalmaz.” (Câmiu’s-Sağîr)

Bir başka Hadis-i şerif’te de:

“Hayânın azlığı küfür alâmetidir.” buyururlar. (Münâvî)

 

Hazret-i Allah Hep İhsandadır, Biz Hep İsyandayız:

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri’nin her nimetine şükretmek vaciptir. O’nun nimetleri ise sayısızdır.

Şeyh Sâdi -kuddise sırruh- Hazretleri bir nefes alıp vermekte iki defa şükretmenin vâcip olduğunu söylemiştir. Zira bir nefes alamasak veya aldığımız nefesi veremesek yaşayamayız.

Aldığımız bunca nefesler için ömrümüzde bir kere şükretmek aklımıza geldi mi? Bu sadece bir nimeti. Daha sonsuz ve sayısız nimetleri de var.

Şu halde bir mahluk hiçbir zaman Hâlik’ına hakkıyla şükredemez. İhsanlarının hangisini bildik de, hangi birine şükredebildik? Ne kadar gafiliz!

Zira Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Biz insanı mükerrem kıldık.” (İsrâ: 70)

Gerçekten Hazret-i Allah’a şükretmemiz lâzım.

Ve fakat hâlâ O’nun varlığını içimizde göremedik, sezemedik ve O’nu tanıyamadık, şükrünü de edâ edemedik.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:

“Şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım.” buyuruyor. (İbrahim: 7)

Sık sık şöyle söyleriz:

Yâ Rabb’i! Her nimetine şükürden aciziz. Her nimetinin zerresinin şükründen aciziz. Fakat nasıl şükredeceğimizi bilmiyoruz. Şükürden de aciziz, ama yine sana şükrediyoruz. Başka çaremiz yok. Çünkü ne kadar da aciz olsak, acizliğimizi itiraf etsek de, idrak etsek de bizleri gördüğüm zaman Allah’ım gerçekten şükürden aciziz, ama sana şükürler olsun. Ve büyüklerini almayız da küçüğünü dahi şükretmekten aciziz. Ama senin sonsuz ikram ve ihsanına şükürler olsun. Ama bunun hangi birine şükredeceğiz?

Cenâb-ı Hakk’a çok şükretmemiz lâzım.

Ben iki şey üzerinde çok duruyorum. Cehâletime istiğfar ediyorum, bana öğrettiği ilme şükrediyorum. Biz, bu iki şeyin üzerinde duruyoruz.

İstiğfar ile şükür arasında bulunuyoruz. Aynı zamanda dikkat ederseniz bize dünyayı da vermiş, halbuki bunlar, şimdi benim yanımda hiçbir şey, yani kuruş kadar... Benim değil, dünyayı versen benim değil. Benim değil...

Binaenaleyh:

“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.

O Azîz’dir, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk: 2)

Mükâfatını verecek, cezasını verecek. Ama bak görüntü... Görüyorsun var, görüyorsun yok. Bir görüntüden ibaret. Başka hiçbir şey yok. İnsan dediğin, kâinat dediğin bu görüntüden ibaret...

Kâinat... Kâinat ama “Ol!” diyor, oluyor; “Öl!” diyor ölüyor. Meğer görüntüymüş.

Bunun için O’nu bilmek, O’nu görmek...

O’nunla olmak, hayat oluyor. Görüntüye dalmamak lâzım.

O’nun için Rabb’ime şükrederim, istiğfar ederim. “Ne istiyorsun?” dediği zaman, “Beni affet!” derim. Hiçbir şey demiyorum, “Beni affet!..”

 

“Resulullah Sizin İçin Güzel Bir Numunedir.” (Ahzâb: 21)

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Allah böylece senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar.” (Fetih: 2)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu müjdeye rağmen, ayakları şişinceye kadar namaz kılardı.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz; “Yâ Resulellah! Geçmişte ve gelecekte günahların mağfiret olduğu halde niçin böyle yapıyorsun?” diye sorduğunda:

“Allah’ıma şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu. (Buhârî)

Şimdi bize bu söylenseydi biz ne yapardık? Nefsimiz ne kadar şımarırdı? O ise ikrâm-ı ilâhiye’yi gördükçe kulluğunu artırdı. Buradaki bizim durumumuz ile onların durumu. İkram ve ihsân-ı ilâhiye’yi gördükçe kulluğunu artırdı. Sıdkını artırdı ve Allah-u Teâlâ’ya bu surette şükredici bir kul olduğunu ifade etti.

 

Asr-ı Saâdet’ten Bir Numune:

Herkes Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i sevdiğini iddiâ edebilir. Gerçekte ise peygamber sevgisi kesin olarak itaat etme ve hiçbir surette muhalefet etmemekle gerçekleşir.

Hifa -radiyallahu anhâ-, Ashâb-ı kiram’dan iffetli ve zengin bir hanımdı. Medine-i münevvere’de güzelliği ve ahlâkı ile meşhurdu. Tevekkül sahibi, kazaya rızâ gösteren ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ziyadesiyle bağlı olup, sözünden hiç çıkmayan bir sahabiye idi. Ahireti çok düşünüp aklından hiç çıkarmaz, onun için çalışır, sâlih ameller işlemek için uğraşırdı.

Hifa -radiyallahu anhâ- bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek:

“Yâ Resulellah! Beni cennete götürecek bir iş bana öğret!” dedi.

Bu arzu üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Önce bir erkekle evlenmen lâzımdır. Bununla dininin yarısını emniyete alırsın.” buyurdu.

Bu emir üzerine:

“Yâ Resulellah! Dengim kim olabilir? Bana Habeşistan hükümdarı melik Necâşi evlenme teklifinde bulundu. Fakat ben onun bu teklifini kabul etmeyip geri çevirdim. Hatta yüz deve ile pek çok ziynetler veren de oldu. Onu da kabul etmedim. Bugün ise kurtuluşun evlenmekte olduğunu buyuruyorsunuz. Yâ Resulallah! Kimi beğenip uygun görürseniz, ben ona râzıyım.” dedi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hifa -radiyallahu anhâ-ya:

“Yarın sabah mescide en önce kim gelirse onunla evlen.” buyurdu.

Sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram’a:

“Yarın sabah mescide kim en önce gelirse bu kadınla onu evlendireceğim.” buyurdu.

Ashâb-ı kiram’ın hepsi bu duruma râzı oldular. Allah-u Teâlâ bunu işitenlere öyle bir uyku verdi ki biri hariç hiçbir sahabi erken uyanamadı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise ilk önce kimin geleceğini merakla bekliyordu. Birden bire Hazret-i Süheyb -radiyallahu anh- göründü.

Süheyb -radiyallahu anh-; kimsesi olmayan, fakir, rengi siyaha yakın, görünüşü güzel olmayan, zayıf ve çelimsiz bir sahabe idi. Hifa -radiyallahu anhâ- ise son derece asil ve zengindi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz namazdan sonra, Hifa -radiyallahu anhâ-yı çağırdı ve durumu bildirdi. Hifa -radiyallahu anhâ- ise Allah-u Teâlâ’nın kazasına râzı olduğunu, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e arz etti. Bu durum üzerine, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hutbe okudu, nikâh akdi yapıldı ve akabinde şöyle buyurdu:

“Ey Süheyb! Kalk bu hanımın için bir şey al!”

O ise; “Yâ Resulellah! Dünyalık olarak bir dirhem gümüşüm bile yok!” diye karşılık verdi.

Bu arada Hifa -radiyallahu anhâ- emretti, on bin dirhem gümüşlük bir kese getirdiler, Süheyb -radiyallahu anh-a verdiler ve ona: “Git gerekli olanı al!” dediler.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“Ey Süheyb! Hanımının elini tut, onu evine götür.” buyurdu.

“Yâ Resulellah! Benim evim mescittir, hangi eve götüreyim?” diye sordu.

Bunun üzerine Hifa -radiyallahu anhâ- şöyle cevap verdi:

“Konağımı sana bağışladım, beni oraya götürebilirsin.”

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu duruma çok memnun oldu ve ikisine de duâ etti. Ashâb-ı kiram da bu hareketi çok övdüler ve Allah-u Teâlâ’ya hamdettiler. Daha sonra konağa gidildi ve yemek yenildi. Yemek bittiğinde Hifa -radiyallahu anhâ-:

“Ey Süheyb! Bil ki, ben sana nimetim, sen bana mihnetsin. Sen bu nimete şükür, ben bu mihnete sabır için, gel bu geceyi ibadet ve taatle geçirelim. Sen şükür ediciler, ben de sabır ediciler sevabına kavuşalım. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

‘Cennette yüksek bir çardak vardır. Bunda yalnız şükür edenler ve sabır edenler bulunur.’ buyurdu.”

O gece ikisi de ibadet ile meşgul oldular. Cebrâil Aleyhisselâm, geceki durumdan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i haberdar etti. Cennet ve Cemâl-i ilâhî ile müjde verdi. Süheyb -radiyallahu anh- sabah mescide geldiğinde, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de buyurdu ki:

“Ey Süheyb! Geceki halini sen mi anlatırsın, ben mi söyleyeyim?”

“Siz söyleyin yâ Resulellah!” diye cevap verdi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz durumlarını ve ne yaptıklarını onlara bildirdi ve sonra şu müjdeyi verdi:

“Siz cennetliksiniz ve orada Allah-u Teâlâ’yı göreceksiniz.”

Süheyb -radiyallahu anh- sevincinden ve cennette Allah-u Teâlâ’yı görmek müjdesine kavuşmak şevkinden, başını secdeye koydu ve şöyle duâ etti:

“Yâ Rabb’i! Eğer beni mağfiret etmişsen, günahlara bulaşmadan ruhumu al!”

Allah-u Teâlâ onun duâsını kabul ederek ruhunu secdede iken aldı. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- bu durumu görünce ağladılar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de buyurdu ki:

“Daha şaşılacak bir şey var. Hifa da şu anda ruhunu Allah’a teslim etti.”

İkisinin de namazını kıldılar. Her ikisini yanyana defnettiler. Başları ucuna iki tahta koydular.

Bir tahtaya:

“Bu Allah-u Teâlâ’nın nimetine şükür edenin kabridir.”

Diğerine ise: “Bu Allah-u Teâlâ’nın mihnetine sabır edenin kabridir.” diye yazdılar.

 

İbretlik Bir Hikâye:

İstanbul’da Laleli semti var. Orada yaşayan bir veli varmış. Zamanın padişahı onun veli olduğunu biliyor ve ona soruyor: “Dünyada en tatlı şey nedir?”

O veli zât cevap veriyor: “Yiyip, içmek sonra def-i hacet!” diyor.

Padişah bu sözü kendisine hakaret kabul ederek; “Şimdi bu sözün yeri midir?” diyor.

O zât bunu hissedince; “O zaman sen ye iç, def-i hacet yapama!” diyor. Padişah akşam gayet güzel yemeğini yiyor fakat tuvalete çıkamıyor. Zorlanıyor, zorlanıyor fakat dışarıya çıkamıyor. Padişah, o veli zâta haber gönderip: “Duâ et! Rabb’im beni ferahlandırsın. Olmazsa padişahlıktan da feragât edeyim. Bir dışarıya çıkmaya değmeyen padişahlığın ne hükmü var?” diyor.

Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz, bu hikâyeyi anlattıktan sonra; “Hazret-i Allah’ın şükrünü anlatıyoruz!” buyurdular.

Bu misalle size; dünyanın mahiyetini ve Hazret-i Allah’a nasıl şükretmemiz gerektiğini anlatmak istedim. Anladık mı? İnsan yerken şükretmesini biliyor da boşaltırken şükretmesini bilmiyor. Size burayı hatırlatıyorum. “Bir dışarıya çıkmaya değmeyen padişahlığın ne hükmü var?” Yani Hazret-i Allah’a insan bu kadar muhtaçtır. Her şeyine şükretmesi gerekiyor.

O yüzdendir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tuvaletten çıkarken şu duâyı okurlardı ve okunmasını tavsiye buyururlardı:

“Eziyet ve sıkıntıyı giderip âfiyet veren Allah’a hamdolsun.” (Tirmizî)

Eğer Hakk’a dönersek oturduğumuz yerde şükretmek lâzım, kalktığımız yerde şükretmek lâzım, yediğimiz yerde şükretmek lâzım. İçtiğimiz yerde şükretmek lâzım. Birçok yerde hatta tuvalette dahi şükretmek lâzım.

“Yâ Rabb’i! Beni lütfunla doyuruyorsun, kolaylıkla çıkartıyorsun, beni rahata kavuşturuyorsun, sana sonsuz şükürler olsun.”

 

İki Mektup:

Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-Hazretlerimiz “Mektubat” isimli eserinde “Nimetlere şükür” hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Daha önce ma’ruzâtımıza uyarak tarikatın feyizli halkasına katılmayı kabul ettiğinizi müjdeleyen iltifat dolu bir adet mektubunuza nail oldum, bu nâiliyetimi daha önceki lütuf ve ihsanlarınıza ilâve telâkki eyledim. Ve hemen dilimden düşürmediğim hayır dualarıma yenilerini ilâve ederek ömrünüzün, âfiyetinizin ziyâdeleşmesini ve gerçek başarınızı tekrar Bar-gâh-ı Ahadiyet’e arzettim. Kurtuluşun başlangıcını ihsan buyuran Hazret-i Allah gerçek kurtuluş yolunu da kolaylaştırsın. Sabreden ve şükreden kullarından etsin.

“Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım.” (İbrahim: 7) sırrına mazhar buyursun.

“Bulut, rüzgâr, ay, güneş, gökte devamlı olarak çalışmaktalar.

Sen sakın ekmeğini elde edince gafletle yemiyesin.”

Bulut, yağmur, rüzgâr, ayın güzelliği ile güneşin hasretini kendi emrinde tutan ve bunların tesiriyle insanoğlunun yaşamasını temin, sıhhat ve afiyetini devam ettiren Hazret-i Allah’ın sayısız nimetlerini bilip cümlemizi şükür vazifesinin ifasına gayret eden sâlih kullarından eylesin. Âmin. Böyle bir nimetin lütuf ve ihsanını takdir etmeyen nankör kullarından etmesin.

Çünkü Âyet-i kerime’nin nihayetinde:“Eğer küfrederseniz şüphesiz benim azabım şiddetlidir.” (İbrahim: 7) diye vârid olmuştur. Yani şükran borcunun yerine getirilmesi nimetin artmasını mûcib olduğu gibi küfrân-ı nimet de kanaat, huzur ve rahatlık gibi kalp sükûnunu bozar. Ve insanı sıkıntıya düşürür.

Bâki, es-selâmu aleyküm ve rahmetullahi veberekâtüh.” (Mektubat, 26. Mektup)

Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-Hazretlerimiz “Şükrün hakikati”ni şöyle beyan ediyorlar:

“Sözleri aydınlık, mefhûmu anber, mânâsı ıtır kokan, yazılış tarzı vakarlı olan dostluk ve sevgi dolu mektubunuzu aldım. Çok acele açarak okudum. Okudukça neşelendim. Sanki saâdet hazinesini buldum. Mutluluk mücevherini yakaladım. Onu canıma izzet, ruhuma saffet kıldım.

“Ne mübarek bir seher vakti, ne kutlu bir gece ki

O kadir gecesinde benim taze beratımı verdiler.”

Kaleminiz var olsun, etrafa misk kokularıyla anber saçsın, âmin.

Mevlânâ, ‘Bilinen bir şükür nimeti karşılar.’

Bu gerçekten hareketle dostluk ve sevgi hazineniz sayesinde şeref bulup değersiz eserimizin takdiri ve tanıtılması hususunda söylenilen mücevher gibi sözlerin karşılığında gerekli teşekkürü ifâ edebilmek yüce zâtınız gibi faziletli bir edip, şerefli ve kâmil bir kişinin gücüne bağlı bulunduğundan böylesine kudsî bir vazifeden boynumu kurtarabilmek için cidden af ve merhametinize muhtacım.

Ancak şükür, duâ ve senâ mânâsına geldiği için “İhsân edilenin ihsân eden için yaptığı duâ reddolunmaz.” Hadisine güvenerek iki dünya saâdetine ermeniz ve Seyyid’ül-Kevneyn Efendimiz’in teveccühünü üzerinize çekmeye nâil olabilmeniz için gece ve gündüzleri alnımı yere bağlayarak niyazda bulunacağıma söz vererek teşekkürlerimin arzı ile sözlerime son veririm.

Bu hususta ve herhalde lütf ve şefkat, rıfk, merhamet ve kerem, Efendim Hazretlerinindir.” (Mektubat, 111. Mektup)

 

Şükür Yerine İnkâr Eden İnsanlar:

Rabb’iniz Allah O’dur ki, geceyi dinlenesiniz diye, gündüzü de görmeniz için yaratmıştır. Şüphesiz ki Allah insanlara karşı lütufkârdır. Fakat insanların çoğu şükretmezler.” (Mü’min: 61)

Şu kadar var ki insanlar Yaratan’a, nimetlerle donatana, her ihtiyacını karşılayana karşı şükür vazifesini lâyıkıyla yerine getirmemektedirler.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Şüphesiz ki insan çok zâlim ve çok nankördür.” (İbrahim: 34)

Sıkıntı anlarında zâlimdir, şikayet eder, sabretmez. Nimet içinde iken nankördür, şükretmez.

“Hayır! Doğrusu insan, henüz Allah’ın emrettiğini yapmadı.” (Abese: 23)

Allah-u Teâlâ’ya itaat etmesi gerekirken nankörlük yapmakta, kulluk vazifesini yerine getirmekte ihmalkâr davranmaktadır.

Halbuki Allah-u Teâlâ onu kudretiyle nasıl yarattı, doğuşunu rahmetiyle nasıl kolaylaştırdı, onun için geçim vasıtaları hazırladı, yaşamasını sağlayan yiyeceklerini nasıl yarattı?

“İnsan, yediklerine bir baksın!” (Abese: 24)

Gerekli şartları hazırlamamış olsaydı, insanoğlu yiyeceğini elde edebilir miydi?

“Doğrusu biz suyu bol bol indirdik.” (Abese: 25)

Suyu yaratıp o yağmurları yağdıran O’dur.

“Toprağı iyice yardık.” (Abese: 26)

O kupkuru yeryüzü, yağmurların inmesiyle harekete geçer, sonra çatlayıp bitkiler çıkarmaya başlar. İnsanın yaptığı sadece tohumu toprağa atmaktır. O tohumlardan çeşit çeşit bitkileri ve meyveleri çıkaran O’dur. Bu ise apaçık bir mucizedir.

İnsan hayatı için gerekli hususlardan birisi de rızıktır. Rızkın esası ise ekip biçmek olduğu için Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Şimdi bana ekmekte olduğunuz tohum işini haber verin! Onu yerden siz mi bitiriyorsunuz, yoksa biz mi?” (Vâkıa: 63-64)

Elbette onu yerli yerine yerleştiren, yerde bitiren Hazret-i Allah’tır. İnsanların bu hususta hiçbir kabiliyetleri yoktur. Aslında onlar tohumu atmaktan, taneyi dikmekten başka hiçbir şey yapmamışlardır.

O dileseydi, bitki mahsulünü vermeden sararıp solar ve saman yığını haline gelirdi.

“Eğer isteseydik ekini tohumsuz bir ot kırıntısı yapardık da siz şaşakalırdınız. ‘Doğrusu biz çok zarara uğratıldık, hatta umduğumuzdan mahrum kaldık’ derdiniz.” (Vâkıa: 65-66-67)

Harcadıkları emeklere, yaptıkları masraflara pişman olurlardı. Fakat Allah-u Teâlâ lütf-u kereminden insanlara mahsuller vermektedir.

Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“O Rabb’in ki topraktan yeşillikleri çıkarmış, sonra da onu kupkuru siyah bir çöpe çevirmiştir.” (A’lâ: 4-5)

İşte dünyanın hâli budur. Başlangıçta ne kadar güzel de olsa, nihayetinde serap olacaktı.

Bütün bunlar Fâil-i mutlak’ın gücünü ve azametini gösteren delillerdir.

“Artık dileyen Rabb’ine varan bir yol tutar.” (Nebe: 39)

 

Şükretmemenin Neticesi:

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

Şüphesiz ki, Rabb’in insanlara karşı lütuf sahibidir. Fakat onların çoğu şükretmezler.” (Neml: 73)

“Kahrolası insan! Ne kadar da nankör!” (Abese: 17)

Bu hitap inkârcı ve yalanlayıcı insanlar içindir. İman nuruyla münevver, İslâm şerefiyle müşerref olmayan insanlar Rabb’lerine karşı nankörlük ederler. Vücudunun başlangıcından son anına kadar nâil olduğu nimetleri unutmak, nimeti verenden ve O’nun gücünden gafil olmak, hem de hatırlatıldığı halde nazar-ı itibara almamak, şükredecek yerde nankörlükte ileri gitmek, böyle büyük bir bedduâya mucip olmaktadır.

Yaratılışının icaplarını yerine getirmiş olsaydı, elbette şükretmesi gerekirdi.

“Onu yaratan hangi şeyden yarattı. Onu nutfeden yaratıp merhalelerden geçirerek şekil verdi.” (Abese: 18-19)

Halbuki yaratıldığı aslî maddesini düşünseydi nankörlük etmezdi. Aslı bir damla kerih su, üzerindeki maddi ve manevi bütün nimetler ise sahibine ait.

“Sonra ona tutacağı yolu kolaylaştırdı.” (Abese: 20)

Dünyada insan için her türlü imkânları sağladı. Hayır ve şer yollarını ona gösterdi. İsterse hayrı seçer, isterse şerre sarılır.

“Sonra onu öldürür ve kabre koyar.” (Abese: 21)

Ölüm de Allah-u Teâlâ’nın pek büyük bir nimetidir. Çünkü müminin hayat-ı ebediyeye ulaşmasına sebeptir. Kabre koyması da ona itibar göstermesinden ileri gelmektedir.

“Daha sonra dilediği zaman onu tekrar diriltir.” (Abese: 22)

Kabrinden kaldırır, yeniden hayat verir. Yaratırken ona sormadığı gibi, tekrar diriltirken de sormayacaktır.

Onu mahşere sevkeder, muhasebesini görür, ameline göre cezasını verir.

“Çünkü insan çok zâlim ve câhildir.” buyuruluyor. (Ahzab: 72)

Bundan büyük cehalet, bundan büyük zulüm mü olur? Bizdeki şu gaflete bak!

Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:

“Gerçekten insan Rabb’ine karşı çok nankördür.” (Âdiyat: 6)

Bir damla kerih sudan yaratıldığı halde Yaratan’a hasım kesilen, nâmütenahi nimetlerle donatıldığı halde şükretmeyip nankörlük eden kimseleri hakikati bulmaya dâvet ediyor.

Fakat zâlim ve câhil insan, bunca ihsan karşısında isyana kalkıştı.

“İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir.” (Yâsin: 77)

İnsanı bir damla kerih sudan yarattı, âzâlarıyla donattı, en güzel bir sûret bahşetti, en güzel nimetlerle besledi. O nankör ve câhil insan ise bütün bunların hepsini inkâr etti, Rabb’ine hasım kesildi.

 

Nimetlerin Suali:

Ve Allah-u Teâlâ sana ihsan ettiği nimetlerin hesabını zerresine varıncaya kadar soracak.

Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:

“Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.” (Zilzâl: 7)

“Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür.” (Zilzâl: 8)

İhsan ve ikram ettiği nimetlerin şükrünü yerine getirdin mi? Nehyettiği yasaklardan kaçındın mı?

Bir zerreden bile soracak. İnkâra kalktığında ise ağzına mühür vuracak, bütün organlar yaptıklarına bir bir şâhitlik edecekler.

Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruluyor:

“O gün kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları şeylere şâhitlik edeceklerdir.” (Nur: 24)

Çünkü işledikleri suçları aynen aktarabilmesi için aynı organların olması gerektiği âşikârdır.

“O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şahitlik eder.” (Yâsin: 65)

Aynı zamanda Kiramen kâtibin melekleri ağzından çıkan her sözü, işlediğin iyi ve kötü her ameli yazıyorlar, her yaptığının fotoğrafı çekiliyor.

Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere:

“İnsanların yaptıkları küçük büyük her şey amel defterlerinde satır satır yazılıdır.” (Kamer: 52-53)

Bu yazılan defterler canlı kanlı çıkarak konuşacaklar, kıyamet gününde sahiplerine teslim edilecekler.

Ve o günde:

“Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak sen kendine yetersin.” denilecek. (İsrâ: 14)

Bu hitapla karşılaştığın ve bütün yaptıklarını kitapta gördüğün zaman ne durumda olacaksın?

Bütün amellerin kitapta bir bir yazılmış, şâhit ve sürücü melekler yanında hazır bulunuyor, deriler ve organlar şâhitlik yapıyor.

Allah-u Teâlâ’nın her şeyi bildiğini, her şeyi gördüğünü, O’nunla olduğunu, O’nunla kâim olduğunu, O’nunla var olduğunu, O’nun her şeyden haberdar olduğunu o zaman herkes anlayacak ve fakat o zamanki anlayış hiçbir fayda vermeyecek.

O gün denilecek ki:

“Andolsun ki sen bundan gafildin. İşte şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir.” (Kâff: 22)


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR