İşte “Elif” harfi; gerek harfleri, gerek istikameti, gerekse kendisine delâlet ettiği mânâ itibariyle Rabb’leri üzerine onlar için bir delil olur.
Onlar onunla artık “Vahdâniyyet”i müşâhade eder, Rubûbiyyet’i de onunla ikrâr ederler.
“Ferdiyyet”i de yakînen, en üstün ve esaslı şekilde bilirler.
Allah-u Teâlâ artık onlara kalplerindeki iki göz aracılığıyla, O’nu ilâhi bir delil edinebilmeleri için, ilâhi isimleriyle sûretleri arasında bu ilâhi ismini kendilerine âşikâre kılacak olan şeyi de öğretir.
O ona İşârî (gizli sırlara işaret eden) Âyetlerini de tanıtıp bildirir.
O, İçine yerleştirdiği şeyle ülfetini arttırıp O’na doğru çekilir.
Öyle ince ve derin mânâlara erişir ki, artık O’ndan yana ülfet ve yakınlığı da hakkıyla yerine getirebilir.
Öyle ilâhi sıfatlarda karar kılar ki, onlar O’na karşı ülfetine de birer delildir.
İlâhi ülfet konusunda “Vahdâniyyet”le öyle bir şekilde isimlendirilir ki, onların kendisiyle ülfet ettiği ilâhi isminin “Vâhid-i Ehad” olduğuna delâlet eder.
İşte onlar, Ferd’e karşı “Ferdiyyet”i kendilerine ilâhi bir delil edinirler.
Onların delil edinişleri, eşitlik ve doğrulukla kâim olan ilâhi adâleti üzere O’na intisâb ederek sımsıkı bağlanıp, O’nda istikamet bulmalarını temin eder.
Onlar, her şeyin kendisine muhtaç olduğu, kendisinin ise hiç kimseye muhtaç olmadığı Samed’e karşı sükûtu kendilerine bir delil edinirler.
O’nun harflerini de O’nun birliğine, eşsiz ve benzersizliğine bir delil edinirler.
Vuslat-ı ilâhi’si, ebedîliği ve ezelîliğini ayırt edebilme lütfuna binâen ise onun “Nûn”unu kendilerine delil edinirler.
Şekillerin benzerliğinden sonrasıyla; daha sonra keyfiyeti, nihâyeti ve O’nu hudutlandırmayı anlayıp idrâk etmemeyi de kendilerine bir delil ittihaz ederler.
O onu ancak ilâhi sıfatları, âyet ve mucizeleri, keyfiyetsiz bir şekilde bilip öğrenmeyi sağlayan kesin delilleri aracılığıyla bilir ve tanır.
Onlar için hudutlandırma diye bir şey yoktur, ancak O’nun Rubûbiyyet’ini ikrâr ederler.
Nefeslerini O’na ubûdiyet ve kulluk yolunda tüketirler.
O, O’na üç harfle icâbet eder ki; bunlar “Yâ”, “Lâm” ve “Yâ”dır.
Onlar derler ki:
“Evet; bana farz olan onları karşılamam ve onlara mukâbelede bulunmam gerekir!”
O onları ilâhi muhâfaza ve koruma kalkanının içinde tutar; ilâhi nurunu onların üzerine döküp saçar.
Kendi nefislerine yine onları şâhid kılar.
Buna dâir, melekleri de onların üzerine şâhid kılar.
Onlara şâhid olarak Allah yeter!..
İşte bunun özü ve aslı, O’nunla ilgili olarak ferâgat etmeye imkân bulamamaktan uzak durmak ve sorup-sorgulamayı elden bırakmaktır.
Lâkin, vasfettiğimiz şeye de güç yetirebilme husûsunda kifâyet sahibi olmak gerekir.
Hidâyet-i ilâhi ancak kalbi O’nunla birlikte olan, yâhut O’nun kulağına ilkâ ve ilham ettiği kimse için geçerlidir.
O, her şeye Şâhid’dir.
Şu kadar var ki onun “Evet” şeklindeki icâbeti de, O’nun nimetlerine icâbet etmek anlamına gelmez.
Nitekim “Belâ = Evet” de üç harflidir, ona benzer şekilde “Ni’em = Nimetler” de üç harflidir. Fakat “Belâ = Evet”, nimetler hakkında geçerli olan bir şey değildir; “Nimetler” de “Belâ = Evet” hakkında geçerli olan bir şey değildir.
Biz anlayış ve idrâk seviyesine nispetle, nimetlerle alâkalı olmayan ve mânâsını bulamayan daha başka harfler de bulduk. Bu nedenle onda, nimetlerle ilgili harfler konusunda anlayış ve idrâk sahibi için cevap olabilecek herhangi bir şey yoktur.
Uzaklığın aslı ve özü de işte tam bununla ilgilidir.
O’nu herhangi bir şekilde vasf edilmesine imkân yoktur, yani O’nu tavsif edebilmek imkânsızdır.
Lâkin O’nu anlayıp idrâk edebilmek için, O’nunla ilgili herhangi bir şey şerh edilip açıklanabilir:
Hiç şüphesiz ki “Bâ”; “Birr = İyilik” isminin kendisinden çıkarıldığı bir isimdir.
Allah-u Teâlâ kıyamet gününde:
“Elestü bi-Rabbiküm? = Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” buyurduğu sırada (A‘râf: 172), “Vâhid”, yani “Bir” olan Rabb bizzat kalbin içindedir.