Muhterem Okuyucularımız;
Tarihten bugüne müşrikler, kâfirler, münafıklar Resulullah Aleyhisselâm’ı inkâr etmişler, kabul etmemişler, onun getirdiği İslâm’a, Kur’an’a düşman kesilmişlerdir.
“Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık bir düşmanınızdır.” (Nisâ: 101)
İçlerindeki kin, haset sebebiyle Resulullah Aleyhisselâm’ı ve getirdiği medeniyeti, ahlâk ve fazileti, ilim ve irfanı kıskanmışlar, eziyet etmek için ellerinden geleni yapmışlardır.
Her peygamber ve ümmeti iftira ve hakaretlere, zulüm, işkence ve baskılara maruz kalmıştır.
Ahir zaman peygamberi, âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de gerek hayat-ı saadetlerinde gerek ahirete irtihallerinden sonra sürekli küfür ehlinin iftira ve hakaretlerinin, karalama kampanyalarının hedefi olmuştur.
Geçtiğimiz yıllarda kendisini medeni zanneden Avrupa’da yayınlanan hakaret karikatürlerini hepimiz hatırlıyoruz. Son aylarda bir iftira da Hindistan’da yaşandı. İktidardaki faşist zihniyetli partinin bir yetkilisi Resulullah Aleyhisselâm’a çok çirkin iftiralarda bulundu. Hindistan’da ve birçok İslâm ülkesinde müslümanlar ayağa kalktı. Türkiye’de ise pek bir hareket ve tepki olmadı maalesef.
Aslında Asr-ı saâdet’ten bugüne bütün kâfirler, Resulullah Aleyhisselâm’a hakareti, İslâm’ı küçük düşürmek için yapıyorlar.
Küffar İslâm dininden ve Peygamber Efendimiz’in manevî varlığından Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayatta imiş gibi çekiniyor. Bu sebeple müslümanları yıkmak için ona olan sarsılmaz sevgi ve muhabbeti yıkmakla muvaffak olacağını hesap ediyor. Hem kininin icabı olarak hem de müslümanları yıkmak için ona hakaret etmekten, onun âli mertebesini ve emsalsiz hususiyetlerini karalamak için iftira atmaktan çekinmiyor. Gizli mahfillerde bu iş için büyük planlar çeviriyor, büyük paralar harcıyor.
İşte bütün bu sebeplerle şeytan ve avanesi, küfür ehli Resulullah Aleyhisselâm’a düşmandır. Bu düşmanlıkları hayatında olduğu gibi bugün de devam etmektedir. Onun hakkında her türlü yalanı ve iftirayı irtikap ederler. İslâm’ı yok etmek için ona iftira atmaktan, karalamaktan çekinmezler. Papalar onu karalamak için milyarlarca dolar bütçe ile kampanya ve sinsi bir kara propaganda yaparlar. İçi serapa küfür ile dolu olanlar onu karalamak için karikatür çizerler, küfür devletleri bu iğrenç hakaret ve iftiraları basın özgürlüğü adı altında himaye ederler.
“Allah’ı ve Peygamberi’ni incitenlere, Allah dünyada da âhirette de lânet etmiştir. Onlara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” (Ahzab: 57)
Hal böyle iken bize de düşen elimizdeki imkânlar nispetinde bu müdafaayı yapmaya çalışmak, Resulullah Aleyhisselâm’ı her fırsatta anlatıp, yüce vasıflarını, Allah katındaki değerini, insanlığa rahmetini tekrar tekrar hatırlatmaktır.
Nitekim Hakikat Dergisi olarak mütemadiyen Resulullah Aleyhisselâm’a karşı yapılan iftira ve hakaretlere bugüne kadar gereken cevapları verdik. Bugün de tekrar onun o pak şahsiyetine atılan iftiralara cevap vermek, onu yad etmek için, hak ve hakikati ortaya sermek için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in af ve merhametine sığınarak, bizi ümmetliğine kabul buyurmasını dileyerek bu mevzuyu arzediyor, onun rıza ve hoşnutluğunu dileniyoruz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e nâmütenâhi, sonsuzların sonsuzuna kadar Salât-ü selâmlar olsun.
Hayatta ona her şey değer.
“İşte o Peygamber’e inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saâdete erenlerdir.” (A’raf: 157)
•••
Bu ay idrak edilecek olan “Kurban Bayramı”nızı tebrik eder, tüm İslâm âlemi’ne hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Allah’tan niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
“İslâm'a yapılan itirazlar, inkâr ve sapıklıklar ne ilktir ne de sondur. İslâmiyet'in ilk yıllarında müşrikler aleyhte söylemedik hiçbir söz bırakmamışlardı. O günden bu güne kadar gelen inkârcılar ise o zamanki müşriklerin sözlerini tekrar edip durmaktan başka hiçbir iş yapmamışlardır. Âyet-i kerime'de: "Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş!" buyuruluyor. (Bakara: 118) Asırlar geçtiği halde hiçbir şey değişmedi.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor: "İnkâr edenlerin bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmayasın. Varacakları yer cehennemdir. Ne kötü bir gidiş yeridir o!"(Nûr: 57)
Bu itiraflar, ancak aslı nesli belli olmayan kimselerin icraatıdır.
Değil aslı-nesli belli olmayan bir kimse, bütün insanlar ve cinler ittifak edip bir yere gelseler, Resulullah Aleyhisselâm'ın aleyhinde söz söyleseler hükümsüzdür, Allah-u Teâlâ'nın bir beyanı esastır. Çünkü O Hâlik'tır, diğerleri mahlûktur. Mahlûkun hükmü yoktur.”
İnsanlık tarihi esas itibari ile iman-küfür mücadelesinin tarihidir.
Hazret-i Allah:
“Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)
Buyurarak inananlarla inanmayanları ayırmıştır.
Allah-u Teâlâ’nın peygamberleri, onların izinden giden iman taraftarları insanlığa tevhidi, hakkı, hakikati, medeniyeti, insanlığı, adaleti, ahlâkı tebliğ etmişler; insanoğlunu şirkten, bâtıldan, dalâletten kurtarmaya çalışmışlar, hırs, ihtiras, kin, kibir, gadap gibi hayvanî sıfatlarını terbiye ve izale etmeleri için nasihat etmişlerdir. Onlar Hakk’ı tarif etmişler ve Hakk’a iletmişlerdir.
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve hak ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
Küfür ehli ise bu insanlık umdelerini kendi nefsanî-hayvanî arzuları ile karıştırarak kendi sapkın düzenlerini kurmaya çalışmışlar, bu düzenlerini idame ettirebilmek için ise iman ehline düşman kesilmişler, yalan ve iftira ile karalamaya çalışmışlardır.
“Hak onlara geldiğinde onu yalanladılar. Fakat alaya aldıkları şeyin haberleri yakında kendilerine gelecektir.” (En’am: 5)
Bu tarih boyu böyle olagelmiştir. Her peygamber ve ümmeti iftira ve hakaretlere, zulüm, işkence ve baskılara maruz kalmışlardır.
Ahir zaman peygamberi, âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de gerek hayat-ı saadetlerinde gerek ahirete irtihallerinden sonra sürekli küfür ehlinin iftira ve hakaretlerinin, karalama kampanyalarının hedefi olmuştur. Hatta Papalık sırf Resulullah Aleyhisselâm’ı karalamak için özel bir misyonerlik teşkilatı kurmuş ve bu teşkilatın uhdesine milyarlarca dolar para akıtmıştır.
Cenâb-ı Hakk onları bize Âyet-i kerime’de şöyle haber veriyor:
“Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saff: 8)
Bütün küfür ehli bu icraatta bir ve beraberdir. Ama az ama çok. Bu düşmanlıklarının tezahürlerini dünyanın her yerinde görmek mümkündür. Geçtiğimiz yıllarda kendisini medeni zanneden Avrupa’da yayınlanan hakaret karikatürlerini hepimiz hatırlıyoruz. Son aylarda bir iftira da Hindistan’da yaşandı. İktidardaki faşist zihniyetli partinin bir yetkilisi Resulullah Aleyhisselâm’a çok çirkin iftiralarda bulundu. Hindistan’da ve birçok İslâm ülkesinde müslümanlar ayağa kalktı. Türkiye’de ise pek bir hareket ve tepki olmadı maalesef. Son zamanlarda Hindistan’da müslümanlara büyük bir baskı ve zulüm var. Ancak medenî(!) dünyadan çıt yok.
“Onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar, size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür!” (Âl-i imran: 118)
Özellikle hıristiyanlar sömürgeciliğin başlaması ile beraber bu kara propaganda işini kurumsallaştırmışlar, insanların algılarını yönlendirmek için her türlü yöntemi pervasızca uygulamışlardır. Âdeta hak, hakikat ve ahlâk soykırımı yapmaktan çekinmemişlerdir.
Soğuk savaşın sona ermesinden sonra hıristiyan Batı İslâm’ı düşman olarak karşısına almış, bunun neticesi olarak bu algı propagandası adeta şirazesinden çıkmış, İslâm’ı terör dini, müslümanları terörist gibi göstermek için her yöntemi kullanmışlardır. Bunun da bir neticesi olarak bütün dünyada müslümanlara yönelik zulüm ve vahşet artmıştır. Çünkü onlar İslâm’a ve müslümanlara daima düşmanlık beslerler.
“Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın.” (Münâfikun: 4)
Irak, Afganistan, Yemen, Suriye, Libya gibi birçok ülke küffarın bu kötü niyetinin, pis icraatının bir sonucu olarak işgal, karışıklık ve savaşlarla tarumar olmuş; Doğu Türkistan, Myanmar, Hindistan gibi ülkelerde müslüman azınlık çok büyük baskı ve zulümler yaşamaya, hatta katliam ve sürgünlere maruz kalmaya başlamıştır. Avrupa’da müslümanlar baskı görmeye, kılık kıyafet, ibadet gibi temel insan hakları ellerinden alınmaya başlanmıştır.
Kâfir diş biliyor, çünkü İslâm’dan hakikaten büyük darbe gördü.
Bu yüzden İslâm’ı ve O’nun peygamberi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i sevmez.
“Ehl-i Küfür İslâm’a ve Müslümanlara Düşmandır. İntikam Almak İster.”
Tarihten bugüne müşrikler, kâfirler, münafıklar Resulullah Aleyhisselâm’ı inkâr etmişler, kabul etmemişler, onun getirdiği İslâm’a, Kur’an’a düşman kesilmişlerdir.
“Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık bir düşmanınızdır.” (Nisâ: 101)
İçlerindeki kin, haset sebebiyle Resulullah Aleyhisselâm’ı ve getirdiği medeniyeti, ahlâk ve fazileti, ilim ve irfanı kıskanmışlar, onun ve onu seven müslümanların dünyaya hükmetmesini hazmedememişlerdir. Müslümanların Allah için Resulullah için yaptığı cihadın karşısında daima mağlup olmuşlardır.
Küffar İslâm’ın ve müslümanların tekrar yükselişe geçmesini engellemek için elinden gelen her şeyi, her iftirayı, her algıyı, her zulmü, her vahşeti yapıyor.
Küffarın İslâm’a düşmanlığının en büyük tezahürü Resulullah Aleyhisselâm’a olan düşmanlığıdır.
Aslında Asr-ı saâdet’ten bugüne bütün kâfirler, Resulullah Aleyhisselâm’a hakareti, İslâm’ı küçük düşürmek için yapıyorlar.
Zira müslümanları âli kılan, galip eden, onları münevver eden Hazret-i Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir, Resulullah Aleyhisselâm’a iman ve onun cihad aşkıdır.
Ona iman edip gönül veren müslümanlar Allah-u Teâlâ’nın Habib’ini canlardan da cananlardan da aziz tutmuşlar, âlemlere rahmet olan Resulullah Aleyhisselâm uğrunda canlarını seve seve vermişlerdir.
“Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah’a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler, onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu dâveti beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb: 23)
Bu yüzden kâfirler, Resulullah aşkını, sevgisini, saygısını kaldırmak için saldırıyorlar. Çok iyi biliyorlar ki, Resulullah Aleyhisselâm’a olan sevgi, bağlılık ve imanı yıktığı zaman İslâm’ı yıkmış olacaklar.
Küffar son yıllarda gördük ki çok büyük bir plan ile, müslümanları Avrupa’da rahatsız etmek, dışarıya atmak için; aynı zamanda halkının İslâm’a olan ilgisini ve teveccühünü kesmek için, mütemadiyen tezgah kuruyor. İslâm’a karşı her türlü hakareti “Özgürlük” adı altında destekliyor.
Senelerdir Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i pis, necis dilleriyle, her çizgisinden çirkeflik damlayan kalemleriyle karalamak istediler.
Bugün de bu niyet ve planları devam ediyor. İslâm’a, müslümanlara, özellikle Türkiye’ye karşı büyük bir niyetleri var. Adamları ile, paraları ile gerek dünyada gerek müslüman memleketlerin içinde fitne çıkarmak, İslâm’ı karalamak, müslümanları birbirine düşürmek için her türlü algı operasyonlarını sinsi sinsi devam ettiriyorlar.
Kâfir küfrünün icabını yapıyor, lâyık olduğu yeri kendisi hazırlıyor.
Bunların pis murdar iftiraları Resulullah Aleyhisselâm’ı lekeleyemez. Onun sahibi Hazret-i Allahtır. O tertemizdir. Siz ise necissiniz. Pis temizi lekeleyemez, nar nuru söndüremez.
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir.” (Tevbe: 28)
“Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.” (Tevbe: 95)
“O murdarlığı aklını kullanmayanlara verir.” (Yunus: 100)
Niçin pis, niçin necis, niçin murdardırlar?
Onlar Allah-u Teâlâ’nın nazargâhı olan kalplerini şirk, küfür ve isyan murdarlığıyla kirletmişlerdir. Rabb’lerinden tertemiz gelen ruhlarını küfür karanlığına itip tanınmaz bir hâle sokmuşlardır.
Şirk mânevi pisliklerin en fenâsıdır. Onlarda mânevî murdarlık vardır. İçleri pis olduğu için onlar pisliğin bizzat kendisidirler. Gözle görülen cismani pisliklerden nasıl sakınmak gerekiyorsa, bulaşması daha çabuk, zararı daha fazla olan ruhânî ve ahlâkî pisliklerden de daha öncelikli olarak sakınmak ve uzak durmak gerekir. Dışarıdan görünmese bile içleri kesinlikle pistir, niyetleri ve ruhları habistir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah’a ve Peygamber’ine muhalefette bulunanlar, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Halbuki biz apaçık âyetler indirmişizdir. Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.” (Mücâdele: 5)
Onlar dünyada alçaltıldığı gibi âhirette de alçaltıcı bir azapla karşılaşacaklardır.
Küffar İslâm’ı yıkmak için Resulullah Aleyhisselâm’dan işe başlıyor. Çünkü İslâm onunla kaimdir.
Resulullah Aleyhisselâm’a mütemadiyen iftira atmalarının; çirkeflikle dolu karikatürler çizerek hakaret etmelerinin; getirdiği dini “Arap dini”, o âli peygamberi “Arap” diyerek, kavmiyetçilik dürtülerini kullanarak küçümsemeye çalışmalarının; deizm adı altında peygambersiz bir inancı yaymaya çalışmalarının; Peygamber Efendimiz’e imanı, ona hürmet ve tazimi ortadan kaldırmaya çalışan FETÖ gibi, Vehhabilik gibi fitneleri desteklemelerinin; İslâm’ı terör dini gibi göstermek için var güçleriyle, bütün istihbaratlarıyla dünyayı kan revan deryasına dönüştürmelerinin; ve dahi müslümanları her türlü vahşet, katliam, ve soykırım ile yok etmeye çalışmalarının sebebi budur.
“Onlar yeryüzünde durmadan fesat çıkarmaya koşarlar.” (Mâide: 64)
Küfür ehli var gücüyle saldırıyor.
Peki biz ne yapıyoruz?
Büyük bir vurdumduymazlık var. Canımızdan öte değer vermemiz gereken Resulullah Aleyhisselâm’ı müdafaa ediyor muyuz? Ona sahip çıkıyor muyuz? Onun eşsiz ahlâkını, faziletini, getirdiği medeniyet umdelerini gençlerimize, insanlığa anlatıyor muyuz?
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hiç şüphesiz ki Allah onun Mevlâ’sıdır. Cebrail de, müminlerin sâlih olanları da, bunun ardından bütün melekler de ona yardımcıdırlar.” (Tahrîm: 4)
Her gün onu konuşsak, onu ansak, onun bir hususiyetini yazsak yine de yetmez. Oysa müslümanlar balık otu yutmuş gibi. Kimse Resulullah Aleyhisselâm’ı düşünmüyor, onun için mücadele etmiyor, onu anlatmak, ona yapılan iftiralara cevap vermek için harekete geçmiyor. Evet yapmaya çalışanlar var. Ama ne kadar?
Hal böyle iken bize de düşen elimizdeki imkânlar nispetinde bu müdafaayı yapmaya çalışmak, Resulullah Aleyhisselâm’ı her fırsatta anlatıp, yüce vasıflarını, Allah katındaki değerini, insanlığa rahmetini tekrar tekrar hatırlatmaktır.
Nitekim Hakikat Dergisi olarak mütemadiyen Resulullah Aleyhisselâm’a karşı yapılan iftira ve hakaretlere bugüne kadar gereken cevapları verdik. Bugün de tekrar onun o pak şahsiyetine atılan iftiralara cevap vermek, onu yad etmek için, hak ve hakikati ortaya sermek için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in af ve merhametine sığınarak, bizi ümmetliğine kabul buyurmasını dileyerek bu mevzuyu arzediyor, onun rıza ve hoşnutluğunu dileniyoruz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e nâmütenâhi, sonsuzların sonsuzuna kadar Salât-ü selâmlar olsun.
Hayatta ona her şey değer.
“İşte o Peygamber’e inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saâdete erenlerdir.” (A’raf: 157)
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.
Ne mutlu o gariplere!” (Müslim)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ilâhî davayı tebliğe başlayınca müşrik, kâfir birçoklarının hedefi olmuş, işkence, zulüm, alay, hakaret, iftiralara maruz kalmıştı.
O zaman onu yalnız bırakmayan, ona inanan, onunla beraber olan, bütün işkencelere karşı onunla beraber göğüs geren, ona ve davasına sahip çıkan bir avuç arkadaşı, sahabesi idi.
Onlar, o garipler ona sahip çıktılar.
Bugün de aynı durum yaşanıyor. Resulullah Aleyhisselâm’ın “Garip olarak avdet edecektir.” buyurduğu devirdeyiz. Resulullah Aleyhisselâm’a, İslâm’a yapılan hakaret ve iftiralara, İslâm’ı yıkmaya çalışan küffara, küffarın yapamadığını yapmaya çalışan din ve vatan bölücülerine karşı, Allah-u Teâlâ’nın bu devirde gönderdiği Hatem-i veli canı pahasına adetâ tek başına kalemle mücahede ve mücadele etti. Ona, onun bu mücadelesine, kalemle cihadına onun yanındaki garipler sahip çıktılar. Bugün de bu mücadeleye devam ediyorlar, sahip çıkıyorlar.
O gariplik de bir rütbe.
Zira Resulullah Aleyhisselâm “Ne mutlu o gariplere!” buyuruyor.
Ne büyük bir müjde!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Allah-u Teâlâ hiçbir beşere vermediği payeyi vermiş, kendisine “Habibim” yani “Sevgilim” diye hitap etmiştir.
Ona tâbi olmayan, onu sevmeyenlerin “Allah sevgisi”ni kabul etmemiş, kullarına olan sevgisini Resulullah Aleyhisselâm’a tâbi olmaya bağlamıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e tâbi olmak, yolunda bulunmak, onu malından da hatta canından da fazla sevmek; hem Allah sevgisinin delili ve tezahürü, hem de Allah tarafından sevilmenin sebebidir. İnsanı Allah sevgisine mazhar eder.
Allah-u Teâlâ’ya ulaşmak; Resulullah Aleyhisselâm’ı gönülden sevip, ona olan sevgisini bütün sevdiklerine tercih etmekle, Sünnet-i seniyye’sine bağlanmakla ancak mümkün olur.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Resul’üm! Onlara söyle: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.’” (Âl-i imran: 31)
Bu Âyet-i kerime’nin hükmü, Resulullah Aleyhisselâm’ın yolunda olmadığı halde Allah-u Teâlâ’yı sevdiğini iddia eden herkese şâmildir. Bir kimse bütün söz ve fiillerinde ona uymadıkça bu iddiasında yalancıdır.
Allah-u Teâlâ burada Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ediyor ve iman edenlere duyuruyor. Eğer gerçekten iman etmişseniz, Allah-u Teâlâ’yı seviyorsanız; Resulullah Aleyhisselâm’ı sevmeniz ve ona tâbi olmanız, bu Âyet-i kerime mucibince emrediliyor. Bu emr-i şerif’e riayet etmeyen, bu Âyet-i kerime’yi inkâr ettiğinden ötürü küfre düşer ve o kimse kâfirdir.
Bu Âyet-i kerime nâzil olunca münâfıkların başı Abdullah bin Ubeyy:”Bakınız Muhammed kendisine itaati Allah’a itaat gibi tutuyor ve bizlere hıristiyanların İsâ’yı sevdikleri gibi kendisini sevmemizi emrediyor.” dedi.
Bunun üzerine ikinci Âyet-i kerime nâzil oldu:
“Resul’üm! De ki: ‘Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.’ Şayet yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i imrân: 32)
Allah-u Teâlâ bunu yapmayanın kâfir olduğunu beyan buyuruyor ve duyuruyor.
Allah-u Teâlâ’ya itaat edip Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmezseniz, Allah-u Teâlâ’nın emrine itaat etmediğiniz için, O’na itaat etmiş olmazsınız. Resulullah Aleyhisselâm’a iman ve itaat etmedikçe bu Âyet-i kerime’ye inanmış olmuyorsunuz. İnanmadığınız için küfre sapmış oluyorsunuz ve resmen kâfir oluyorsunuz.
Apaşikâr görüyorsunuz ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez.” buyuruyor. (Âl-i imrân: 32)
Enes -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyurulmaktadır:
“Şu üç haslet kimde bulunursa imanın tadını tatmıştır:
Allah’ı ve O’nun Peygamber’ini herkesten ve her şeyden fazla sevmek.
Sevdiğini ancak Allah için sevmek.
İman ettikten sonra, ateşe atılmaktan nefret eder gibi küfre dönmekten nefret etmek.” (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 16 - Müslim: 43)
Bu Hadis-i şerif İslâm’ın esas kâidelerinden birisidir. Bu nokta çok incedir. Allah-u Teâlâ’yı ve Resulullah Aleyhisselâm’ı sevmek lâf işi değildir. Sevdiğini Allah için sevmek şarttır. Sevginin aslı, sevgilinin arzusuna uygun olan şeye meyletmektir.
•
Binaenaleyh bir müslüman iman kapısından girdiği an ona otomatikman Resulullah Aleyhisselâm’ın sevgisi ihsan olunur. Zira onu sevmeden onu “Canlardan da cananlardan da aziz tutmadan” iman kemale ermez. Bu sevgi esasında oradan gelir. Allah ve Resul’ünden gelir.
Resulullah Aleyhisselâm’ın ümmeti üzerindeki tasarrufu hayatlarında olduğu gibi vefatlarında da aynen devam etmektedir. Allah-u Teâlâ şehidler için dahi “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın. Bilâkis onlar diridirler.” (Âl-i imran: 169) buyuruyorken Resulullah Aleyhisselâm’ı ölü sananlar ruhları ölmüş canlı cenaze olduklarının farkında olmayanlardır.
Kur’an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre:
“Biliniz ki Resulullah aranızdadır.” (Hucurat: 7)
“Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz.?” (Âl-i imran: 101)
Âyet-i kerime’lerinden, o nûrun kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor.
Binaenaleyh iş gören O’nun nûrudur, O nûrdur.
Bir kâfirin bu sevgiyi anlaması mümkün değildir. Çünkü nasıl ki Resulullah Aleyhisselâm’a sevgi imanın alâmeti ise ona buğz ve düşmanlık da küfrün alâmetidir.
Bir defasında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz’in elinden tutmuştu. “Yâ Resulellah! Sen bana canımdan başka her şeyden daha sevgilisin.” deyince buyurdular ki:
“Hayır! Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben sana canından daha sevgili olmadıkça imanın kemâle ermez.”
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “Öyle ise, şu anda yâ Resulellah! Sen canımdan da sevgilisin.” diyerek bağlılığını ifade etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Yâ Ömer! Şimdi imanın kemâle erdi.” buyurdular. (Buharî. Tecrid-i sârih: 2069)
İşte bu en büyük delildir. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz böyle söylerse, Resulullah Aleyhisselâm ona böyle söylerse acaba bizim durumumuz ne olur? Bu hususu ibretle kıyas etmemiz gerekiyor.
•
Masanın üzerinde kulplu bir bardak var. Eğer biz bir kimseyi seversek bu bardağın kulbu yoksa bizim için vardır. Ama biz bir kimseyi sevmezsek kulp olsa bile hiçbir değeri yoktur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Sahabe-i kiram’dan muzipliği ile meşhur Nuayman -radiyallahu anh-i getiriyorlar. İçki haram kılındıktan sonra hemen içkiyi bırakamadığı için kendisine had uygulanmıştı. Yine içtiği için sahabeden biri ona lânet edince Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Onu bırakın, hayırdan başka bir şey söylemeyin. Ben onda Allah ve Resul’ünün sevgisini görüyorum.” buyurdular.
Başka bir rivayette onun hakkında;
“O Allah ve Resul’ünü sever.” buyurmuşlardır.
Sevgi her şeye âmil, imanın en sağlam kulpu, onun için sevgimizi, saygımızı kaybetmememiz lâzım, önce Hazret-i Allah’a sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, sonra onun sevdiklerine inşallah.
“Kıyamet ne zaman kopacak ya Resulellah!” diye soran bir zâta “O gün için ne hazırladın?” buyurdular. O da “Hiçbir hazırlığım yok. Fakat ben Allah’ı ve O’nun Peygamber’ini çok severim.” dedi. Bunun üzerine ona şu müjdeyi verdiler:
“Öyle ise sen, sevdiklerinle berabersin.”
Hadis-i şerif’i rivayet eden Enes bin Malik -radiyallahu anh- der ki “Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu haberine sevindiğimiz gibi hiçbir şey bizi sevindirmedi.” (Buhârî. Tecrid-i sârih: 1495)
Resul-i zişan -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah sevgisine vasıta olduğu için, onu seven Allah-u Teâlâ’yı sevmiş olur. Dostun dostu da dosttur.
Kimde onun muhabbeti varsa onda hayat vardır. Kim ki ona tâbi olursa dünya ve ahiret azabından emin olur, iki cihan saâdetine erer, Hakk’ın yüce zâtına yaklaşır, yakınlık bulur, hakikate varır.
Ashâb-ı kiram, Resulullah Aleyhisselâm’a tam bir teslimiyetle iman etmişlerdi. Zira onlar Allah-u Teâlâ’nın hükmünü içlerinde yaşıyorlardı. Onlar imanın, fıkhın, akaidin adeta canlı ve mücessem haliydi. İslâm’ı bizzat Resulullah Aleyhisselâm’dan öğrenmişlerdi. Bu öğrenme zahiri öğrenmeden ibaret değildi. O nurdan kalplerine, manevî varlıklarına mütemadiyen ilim, irfan, feraset dolduruyorlardı. Daha doğrusu onları dolduran Hazret-i Allah idi.
Bu iman, bu nur ile o Resul’e -sallallahu aleyhi ve sellem- öyle büyük bir sadakat öyle büyük bir aşkla bağlanmışlardı ki; Bedir Savaşı’nda; müşriklere karşı az bir kuvvete sahip oldukları ve büyük zorluklarla karşılaşacaklarını bildikleri hâlde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e şöyle söylemişlerdi:
“Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.
Kavminin Musa Aleyhisselâm’a dediği gibi ‘Sen ve Rabb’in varın savaşın, biz burada oturacağız.’ demeyiz. Fakat biz deriz ki ‘Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız.”
Onlarda iman böyleydi.
İman zaten bu. Nasıl teslim olmuşlar, nasıl sahip çıkıyorlar, nasıl değer vermişler?
Resulullah Aleyhisselâm’a teslimiyetsiz iman olmaz.
Oysa bugün ortaya çıkan ve “Resulullah Aleyhisselâm’a imanı şart görmeyen, küfür ehline hoş görünmek için Kelime-i tevhid’in ikinci rüknünü ağzına almaya çekinen zümreler o devirde yaşamış olsaydı Ashab-ı kiram’ın -radiyallahu anhüm- yanındaki durumunu elinize vicdanınıza koyarak kendiniz karar verin.
Şu hadise ne kadar dikkate şayan bir numunedir:
Asr-ı saâdet’te iki kimse huzur-u Nebevî’de hasımlaştılar. Resulullah Aleyhisselam hak sahibi lehine hükmetti. Aleyhine hüküm verilen “Râzı olmam! Bir de Hattab oğlu Ömer’e gidelim.”dedi ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-ın yanına vardılar.
Lehine hüküm verilen “Yâ Ömer! Biz Peygamber Aleyhisselâm’a giderek hasımlaştık. Benim lehime bunun aleyhine hükmetti. Bu ise râzı olmayıp reddetti.” deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “Böyle mi oldu?” diye sordu, öteki “Evet” dedi. Bunun üzerine “Ben sizin aranıza gelip aranızda hüküm verinceye kadar yerinizden ayrılmayın.” diyerek evine girdi ve kılıcı elinde olduğu halde yanlarına geldi. Râzı olmayı reddedeni bir vuruşta öldürdü. Öteki arkasını dönerek Resulullah Aleyhisselâm’ın yanına kaçtı ve “Yâ Resulellah! Vallahi Ömer, arkadaşımızı öldürdü. Eğer müdahale etseydim beni de öldürecekti.” dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Ömer’in bir mümini öldürmeye kalkışacağını sanmazdım.” buyurdu.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:
“Hayır, öyle değil!.. Rabb’in hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yüreklerinde hiçbir sıkıntı, bir burukluk duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ: 65)
Âyet-i kerime’sini indirdi. (İbn-i Kesir)
Onlar daha hüküm inmeden gönüllerinde hükmü yaşıyorlardı. Çünkü iman etmişlerdi. Onun bir sözüne değer vermeyeni imansız kabul etmişler. O derece ona tam bir iman, tam bir sevgi ve teslimiyetle bağlı idiler.
Açık hükümleri çiğnemeye, iman ile küfrü karıştırmaya çalışanların durumunu buradan ölçün.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Allah ve Resul’ü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için, artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah’a ve Resul’üne başkaldırıp isyan eden kimse hiç süphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâb: 36)
“Hüküm yalnız Allah’ındır.”(Yusuf: 67)
“Hüküm yalnız O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas: 88)
Küffar İslâm dininden ve Peygamber Efendimiz’in manevî varlığından Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayatta imiş gibi çekiniyor. Bu sebeple müslümanları yıkmak için ona olan sarsılmaz sevgi ve muhabbeti yıkmakla muvaffak olacağını hesap ediyor. Hem kininin icabı olarak hem de müslümanları yıkmak için ona hakaret etmekten, onun âli mertebesini ve emsalsiz hususiyetlerini karalamak için iftira atmaktan çekinmiyor. Gizli mahfillerde bu iş için büyük planlar çeviriyor, büyük paralar harcıyor.
İşte bütün bu sebeplerle şeytan ve avanesi, küfür ehli Resulullah Aleyhisselâm’a düşmandır. Bu düşmanlıkları hayatında olduğu gibi bugün de devam etmektedir. Onun hakkında her türlü yalanı ve iftirayı irtikap ederler. İslâm’ı yok etmek için ona iftira atmaktan, karalamaktan çekinmezler. Papalar onu karalamak için milyarlarca dolar bütçe ile kampanya ve sinsi bir kara propaganda yaparlar. İçi serapa küfür ile dolu olanlar onu karalamak için karikatür çizerler, küfür devletleri bu iğrenç hakaret ve iftiraları basın özgürlüğü adı altında himaye ederler.
Bütün bu yalan, iftira ve hakaretler, onun yolundan giden müslümanlara yapılan eziyetler, kendini medenî ilan eden hıristiyan Batı ülkeleri başta olmak üzere, Yahudi İsrail devletinde, Budist Myanmar’da, Hindu Hindistan’da, dinsiz Çin’de, Ortodoks Yunan’da, Sırp’ta, Rus’ta her bir küfür devletinde vardır.
Kıbrıs’ta, Bosna’da, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, Doğu Türkistan’da, Myanmar’da, Keşmir’de, Filistin’de, Batı Trakya’da müslümanların maruz kaldıkları soykırım ve katliamlar, zulüm ve eziyetler bu küfrün birer neticesidir.
Resulullah Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın nûrudur. Nûraniyeti ile ruhaniyeti ile hayattadır. Tasarrufu ümmeti üzerinde devam etmektedir. Onun varlığı, sevgisi ve bereketi ile imanlar gönüllerde neşv-ü nema bulmaktadır.
Müslümanların imanları, İslâm’a bağlılıkları, her şeyleri ona olan sevgi, sadakat ve teslimiyetlerinden gelir.
“İşte o Peygamber’e inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saâdete erenlerdir.” (A’raf: 157)
Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hâzerâtı Resulullah Aleyhisselâm’a böyle değer vermişler, onu canlardan da cananlardan da aziz tutmuşlar, ona gönülden teslim olmuşlardır. Ümmeti de aynı izi takip etmiş, o nûra candan tâbi olmuş, Allah-u Teâlâ’nın Habib’ini canlardan da cananlardan da aziz tutmuşlardır. Hususiyetle Ashab-ı kiram’dan sonra Osmanlılar zamanında adeta ikinci bir asr-ı saadet devri yaşanmış, o nûrun, o nûra can-ı gönülden bağlı olmanın bereketi ile Allah-u Teâlâ büyük yardımlar ve fütuhatlar nasip etmiştir. Ashâb-ı kiram o nurun bereketi ile nasıl ki kısa zamanda bir cihan imparatorluğu kurup, ilimde ve adalette bütün dünyaya numune bir medeniyete sahip olmuşlarsa, aynı muvaffakiyet Osmanlı devrinde de yaşanmıştır.
Küffar bunu bildiği ve hissettiği için hem Resulullah Aleyhisselâm’ın Zât-ı âlileri’ne düşmanlığa, onu karalamaya devam etmeye çalışıyor.
Hakk bâtıl mücadelesi kıyamete kadar sürecek.
Âyet-i kerime tecelli edecektir.
“Hakk geldi bâtıl zâil oldu.” (İsrâ: 81)
Bu gibi aleni ve öteden beri devam eden sinsi karalama kampanyaları sanılmasın ki tesadüfen ortaya çıkıyor.
Dün aynı senaryoyu Fransa bizzat devlet nezdinde yapıyordu. Bugün Hindistan devlet eliyle yapıyor. Resulullah Aleyhisselâm’ı karalamak, hakaret etmek için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar.
“İşte bundan dolayı Allah’ın lâneti kâfirlerin üzerinedir.” (Bakara: 89)
2004 yılında Almanya’da yayınlanan Welt Am Sonntag gazetesi “Milyonlar Muhammed’e Karşı” manşetiyle bir rapor yayınladı. Bu raporda Vatikan’ın İslâm’ın yayılmasını engellemek ve Hazret-i Muhammed’i karalamak için Katolik Klisesi’ne bağlı gizli bir misyonerlik örgütüne milyar dolarlık fon tahsis edildiği yazıyordu.
Raporda “Congregation for the Evangelization of Peoples” adlı örgütün iki milyona yakın kişiyle misyonerliğin yasaklandığı ülkelerde gizli çalışmalar yürüttüğü, dünyanın değişik bölgelerindeki on binlerce okul, yardım kuruluşu ve sivil toplum örgütünün sistemli bir çalışma içinde olduğu bildiriliyordu. (Bkz. Yenişafak, 2 Haziran 2004)
Bu haber çıktıktan 1 yıl sonra 30 Eylül 2005 tarihinde Danimarka’da Resulullah Aleyhisselâm’a hakaret içeren karikatürler yayınlandı. Bu yayın bütün İslâm dünyasının ayağa kalkmasına, onlarca kişinin öldüğü olaylara sebep oldu. Türk basını bu hakaret yayınını o tarihlerde sümen altı etti. Zira dikkat ederseniz o tarihlerde Türkiye’de “Dinlerarası diyalog” adı altında FETÖ tarafından “Küfrü Hoş Görü” toplantıları yapılıyordu. Yine o tarihlerde Türkiye’deki misyoner faaliyetleri zirveye çıkmıştı. Bu faaliyetlere karşı Hakikat Dergisi’nde peş peşe yayınlar yapıldı. 2004 yılı Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim, Kasım, Aralık aylarında bu faaliyetlerin içyüzünü, küfrün gerçek niyetini, misyonerlerin amacını izah eden yayınlar yapıldı. Bu yayınlar sebebiyle kartel medyası Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri’ni “Organ Nakli” mevzuunu bahane ederek karalamaya çalıştı.
Bu Zât-ı âli, Resulullah Aleyhisselâm’a yapılan hiçbir hakaret, iftirada kalemini hiç çekmemiş, Resulullah Aleyhisselâm’ın düşmanlarına en ağır yazıları yazmış, manevî keskin kılıcıyla küfrü ve münafıkları zelil etmiştir.
Binaenaleyh küffar Resulullah Aleyhisselâm’ı karalamak için sinsi bir faaliyet içerisindedir.
Batı medyasında mütemadiyen yayınlanan hakaret karikatürleri, Kuran-ı kerim yakma vb. eylemlere göz yumulması, cami ve mescidlere yapılan saldırılar, ibadet ve kıyafet özgürlüklerine getirilen sınırlamalar bu sinsi faaliyetlerin pervasız, fütursuz, alçakça ortaya çıkmış tezahürleridir.
Hindistan gibi farklı ülke ve dinlerin hakaret etmesi, İslâm’dan, Resulullah Aleyhisselâm’dan, müslümanlardan ne kadar korktuklarının göstergesidir.
Hindistan, Pakistan, Bangladeş’ten oluşan Himalayalar’ın güneyindeki Hint alt kıtasında toplam 600 milyona yakın müslüman yaşamaktadır. Hindistan 250 milyona yakın müslüman nüfusuyla Endonezya’dan sonra dünyadaki ikinci büyük müslüman nüfusun yaşadığı ülkedir. 1857 yılındaki İngiliz hakimiyetine kadar 700 yıl boyunca Hindistan’da Türk soylu devletler hüküm sürmüştür. Bu devrin son 300 yılında Babür İmparatorluğu vardı. Pakistan’da konuşulan dile Urduca denilmesi Türkçe “Ordu Dili” kelimesinden gelmektedir. Hint müslümanlarının Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye’ye yaptıkları yardım hepimizin malumudur.
Hindistan çok dinli ve çok dilli bir ülke olmasına rağmen son yıllarda iktidardaki faşist Hindu milliyetçisi parti müslümanlara karşı zulüm ve baskılarını gittikçe artırmaktadır. İktidar partisinin sözcüsü Nupur Sharma televizyon konuşmasında Peygamber Efendimiz’e hakaret içerikli konuşmalar yapması üzerine Hindistan’da olaylar çıkmış, olaylarda ölenler olmuştu. Suudi Arabistan, İran, Kuveyt, Katar, Pakistan gibi ülkelerin tepkisi üzerine sözcü görevden alındı. Daha önce de Yeni Delhi Medya Başkanı Naveen Kumar Jindal yaptığı ağır hakaretler sebebiyle partisinden ihraç edilmişti.
Hindistan’daki iktidar partisi gelen tepkiler üzerine bu iftiracıları görevden almış olsa da Hindistan’da son yıllarda yaşanan faşist, ayrımcı zihniyet çok dikkat çekiyor.
Bugünlerde Hindistan’da müslümanlara yönelik baskı ve eziyetlerde büyük bir artış yaşanmaktadır. İktidarda olan Hindu partisi faşist bir zihniyete sahiptir. Müslümanların canına, malına, camisine, ibadet özgürlüklerine mütemadiyen kastedilmekte, Keşmir’deki müslüman çoğunluk büyük baskı ve zulüm görmektedir.
Hindistan müslümanları büyük nümayişler yapmakta, Hindu mezalimine karşı seslerini duyurmaya çalışmaktadır. Yaşanan olaylarda ölenler olmakta, bazı yerlerde müslümanlar evlerine terketmek zorunda kalmaktadır.
Ülkede nefret içerikli şarkılar yeni bir trend haline gelmiş durumda. “Müslümanlardan alış-veriş yapmayın” diyen milletvekilleri var. Kabul edilen vatandaşlık yasasında ülkeye yeni yerleşenlerin müslüman olup olmadıklarına dair ayrımcılık hükmü var. Uttar Pradeş eyaletinde protesto gösterilerine katılan üç müslümanın evi yıkıldı. Eyalet Başbakanı Yogi Adityanath’ın basın danışmanı Twitter’dan, buldozerlerin evleri yıktığı görüntüleri ekleyerek yaptığı paylaşımında, “Asiler, her cumanın ardından cumartesinin geldiğini unutmayın.” ifadesini kullandı. Hindu milliyetçiler sırf müslüman olduğu için insanları öldürüyor. Bir Hindu faşistin yaşlı bir akıl hastasını “Adın Muhammed mi?” diyerek döverek öldürmesinin görüntüleri ortaya çıktı. Ülkede cami imamlarına ve müslüman din görevlilerine yönelik saldırılar da rutin halini almış durumda. Özellikle müslümanların azınlık konumunda yaşadığı uzak eyaletlerde, söz konusu vakalar günden güne artıyor. Maharaştra eyaletinin başkenti Mumbai’de camilerde hoparlörden ezan okunmasının yasaklanmasına tepki olarak müslümanların sokaklarda ezan okuduğu görüntüler basına yansımıştı. Karnataka eyaletindeki bir okulun başörtülü müslüman kızları okula almayışı ve Hindu öğrencilerin müslüman kız öğrencilere saldırıları gündeme gelince Hindistan Dışişleri Bakanlığı başörtüsü yasağının iç sorun olduğunu, dışarından kimsenin müdahale etmemesi gerektiğini açıkladı. Hatırlarsanız Şeytan Ayetleri kitabının yazarı Salman Rüşdi de Hint asıllı bir İngiliz vatandaşıydı. Hindistan’ın çok tanrılı dininden esinlenen televizyon dizilerinde kötülerle savaşan hint tanrısının kan gövdeyi götüren katliam sahneleri pervasızca betimleniyor.
Hindistan’da çok tehlikeli bir gidişat var. Hindistan’daki ırkçı yönetime karşı Hindu, müslüman, Sih ve Dalit insan hakları örgütleri tarafından Amerikan Kongresi’nde Şubat ayında ortaklaşa düzenlenen “Hindistan’da Kötüleşen Nefret Söylemi ve Şiddet” konulu bir oturumda konuşan Nobel Barış Ödülüne aday gösterilen Harsh Mander “Bugün Hindistan’da Gandi’yi katleden Hindu üstünlükçüsü ideolojisi hakim olmuş durumdadır.” dedi, Noam Chomsky “250 milyon nüfusuyla Hindistan’da müslümanlar zulme uğrayan bir azınlık konumundadır. Modi’nin aşırı Hindu politikaları eğitim ve düşünceye saldırı ile başlamış, şimdi bunun ötesine geçerek, ülkede İslam düşmanlığı ölümcül ve dehşetengiz bir boyuta ulaşmıştır.” diye konuştu.
Görüyorsunuz küfür ehli düşmanlıkta, zulüm ve baskıda bir ve beraber.
IŞİD fitnesinin ortaya çıkması ve müslümanların terörist gibi gösterilmeye çalışılması üzerine gemi azıya alan Çin hükümeti müslüman Uygur Türklerine olan baskı ve zulmünü artırdı. Müslüman aileler parçalanıyor, toplama kamplarına yerleştiriliyor. Ailelerin içine Çinli erkekler zorla iskan ediliyor. Müslümanlar için Türkler için çok önemli olan aile mahremiyeti böylece çiğneniyor. Türkiye’de ve başka ülkelerde yaşayan birçok Uygur Türkü ailesinden haber alamıyor.
Myanmar’da Budist rahiplerin öncülüğündeki ordu ve halk müslüman halka büyük bir soykırım, katliam yaptılar. Bir milyondan fazla Arakanlı yerini yurdunu terketmek zorunda kaldı, Bangladeş başta olmak üzere çevre ülkelere sığındı. Bangladeş sadece Ocak 2018’de askerin ve yerel halkın en az 24.000 Arakanlıyı öldürdüğünü, 18.000 Arakanlı kadın ve kıza karşı toplu tecavüz veya diğer cinsel şiddet türlerini gerçekleştirdiğini, 116.000 Arakanlının dövüldüğünü ve 36.000’inin de ateşe atıldığını rapor etti. Birleşmiş Milletler bu zulmü “etnik temizliğin bir ders kitabı örneği” olarak nitelendirdi. Bütün bu soykırımlar yapılırken Myanmar hükûmetinin başında Batı’nın askerî diktaya karşı barışçıl direnişi gerekçesiyle Nobel Barış Ödülü verdiği Budist Ang San Su Çi vardı.
Budist, hindu, hıristiyan, yahudi, dinsiz, nusayri, şii hepsi bir olmuş müslümanlara zulmediyorlar, katlediyorlar.
Son zamanlarda dinsizlik, deizm moda olduğu gibi Araplık üzerinden Resulullah Aleyhisselâm’ı inkâr etmek isteyenlerin, İslâm dini’ni “Arapların dini” diye yaftalamaya çalışanların çoğaldığı, şamanizm gibi eski dinlerin reklamının yapıldığı görülüyor. Hatta bir şahsın mahkeme kararı ile din hanesini değiştirerek “Tengri” yazdırdığı basına yansıdı.
Oysa Allah-u Teâlâ;
“Allah katında din İslâm’dır.” buyuruyor. (Âl-i imran: 19)
Bu din Adem Aleyhisselâm’dan beri gelen dindir, bütün peygamberlerin dinidir.
Yusuf Aleyhisselâm peygamber olduğu halde şöyle duâ etmiştir:
“Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat.” (Yusuf: 101)
Bir peygamber böyle duâ ediyor, bu inkârcıların durumu ne olacak?
Allah-u Teâlâ İslâm dinini beğenip bize din olarak göndermiş ve Resulullah Aleyhisselâm ile bu din kemale ermiştir. Kıyamete kadar başka peygamber gelmeyecektir.
“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğendim.” (Mâide: 3)
Allah-u Teâlâ’nın katından beğenip seçtiği, tüm insanlığa gönderdiği dine “Arap Dini” demek; âlemlere rahmet olarak gönderilen ve bu dini bize tebliğ eden Peygamberimiz Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem-i “Arap” diyerek küçümsemeye çalışmak; onun sözlerini, yaşayışını, hayatını hafife almak; Resulullah Aleyhisselâm’ı incitmek, rencide edici beyanlarda bulunmak; Sünnet-i seniyye’yi ve Hadis-i şerif’leri inkâr etmek; hatta daha da ileri giderek Kur’an-ı kerim’i onun şahsına atfedip “Onun sözleri” diyerek hem Allah-u Teâlâ’ya hem de Resulullah Aleyhisselâm’a iftira atmak büyük bir küfürdür.
“Allah’ı ve Peygamberi’ni incitenlere, Allah dünyada da âhirette de lânet etmiştir. Onlara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” (Ahzab: 57)
Halbuki Türkler ilk müslüman oldukları tarihten bugüne; gerek Selçuklular, gerek Osmanlılar zamanında ve dahi günümüzde Resulullah Aleyhisselâm’a en samimi duygularla iman etmişler, onu canlarından bile aziz bilmişlerdir. Tarih şahittir ki Türkler ona bağlılıkta Araplardan öne geçmişlerdir. Zira o peygamber hiçbir kavme maledilemeyecek kadar büyük bir insanlık önderidir, en büyük peygamberdir.
“Ey inananlar! Allah’tan korkun ve Peygamber’ine inanın ki; size rahmetini iki kat versin. Işığında yürüyeceğiniz bir nûr ihsan etsin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Hadid: 28)
O ki; insanlara Allah-u Teâlâ’nın lütfunu belirten, sonsuz saâdeti müjdeleyen, halkı dalâletten kurtarıp uyaran, cehalet karanlığından çıkaran, en güzel bir rehber, en şefkatli bir peygamberdir.
“Resul’üm! De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz ben, Allah’ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim.’” (A’râf: 158)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin bütün insanlara gönderildiğini ferman buyuruyor.
Böylece bahane kapısı da kapanmış oldu.
“Biz seni insanlara Peygamber olarak gönderdik. Buna şâhit olarak Allah yeter.” (Nisâ: 79)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde: “Biz seni gönderdik.” buyuruyor. Resulullah Aleyhisselâm’ın vazifesi bütün insanlara İslâm’ı duyurmaktır. Zira o, Hazret-i Allah’a ve Resul’üne iman etmek gerektiğini bildiren bir emirle gönderilmiştir.
Resulullah Aleyhisselâm’a kendi kavminden olmadığı için iman etmeyen ilk topluluk, bu gibi kavmiyetçi küfrün kaynağı ve en büyük icracıları yahudilerdir.
Şöyle ki;
Yahudiler sahip oldukları ilimle âhir zamanda gelecek son peygamberi bekliyor, hatta onun geliş zamanını, cismani özelliklerini, nerede zuhur edeceğini, neler yapacağını, her hususiyetini en ince ayrıntısına kadar biliyorlardı.
Hatta sırf bu sebeple bir kısım yahudiler Medine’ye yerleşmişlerdi.
Resulullah Aleyhisselâm’ın Medine’ye teşrif ettiklerinde Medine’nin yarısı yahudi idi.
Yahudiler kendi ırk, soy ve kültürleriyle iftihar ederler; Araplara vahşi ve câhil gözüyle bakarlar, onlara hayvanca muamele yapmayı âdeta bir hak sayarlardı. Mallarını çeşitli hile ve bahane ile yemeyi âdet edinmişlerdi.
Medine’deki Arap kabileler olan Evs ve Hazreç kabileleri, yahudilerle bazen anlaşır bazen bozuşurlardı. Ne zaman araları açılsa yahudiler: “Bir Peygamber gönderilmek üzeredir, gölgesi üzerimize düştü. O gelince biz ona tâbi olacağız, sizin kökünüzü kazıyacağız.” derlerdi. Ayrıca: “Ey Allah’ımız! Tevrat’ta özelliklerini yazılı bulduğumuz âhir zaman peygamberi hürmetine bize yardım et!” diye duâ ve istimdat ederlerdi.
Resulullah Aleyhisselâm Medineliler’le konuşup onları İslâm’a dâvet edince birbirlerine: “Vallahi bu size yahudilerin, geleceğini haber verdikleri ve bizi korkuttukları Peygamber olsa gerek! Sakın yahudiler ona tâbi olmakta bizi geçmesinler.” demişlerdi. Çünkü yahudilerin böyle bir beklenti içinde yaşadıklarını biliyorlardı.
Aslında yahudiler Resulullah Aleyhisselâm’ın geleceğini ve vasıflarını “Kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlardı.” Fakat kıskançlık ve hasetlerinden, kin ve düşmanlık etmeye başladılar.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Yanlarında bulunan (Tevrat’ı) tasdik etmek üzere onlara Allah katından bir kitap gelince, daha önceleri kâfirlere karşı onunla yardım isteyip durdukları halde, tanıdıkları ve bekledikleri (o Kur’an) kendilerine gelince, bu defa onu inkâr ettiler.
İşte bundan dolayı Allah’ın lâneti kâfirlerin üzerinedir.” (Bakara: 89)
Medineli müslümanlar yahudilerin bu kadar merakla ve heyecanla bekledikleri Peygamber’i kabul etmek yerine, ona karşı çıkmalarını, onun en azılı düşmanları olmalarını bir türlü anlayamıyorlardı.
Hatta Muaz bin Cebel -radiyallahu anh- gibi bazı müslümanlar yahudilere şöyle dediler:
“Ey yahudiler! Allah’tan korkun ve İslâm’a girin. Bizler müşrik iken siz bir peygamber gönderileceğini bize bildiriyor ve bu vasıfları ile bize onu tanıtıyordunuz.”
Yahudiler sabahtan akşama kadar: “Geliyor... Gelmek üzeredir...” gibi lâflarla onun geleceğinden sözedip dururlardı. Fakat o gelince bütün bunları unutup insanlıktan çıktılar. “Vakti geldi” dedikleri Peygamber için “Hayır! Beklediğimiz bu değildir, daha onun vakti gelmedi, bu bizden değildir.” dediler.
Yahudilerin ileri gelenlerinden birinin kızı, diğerinin de yeğeni olan Hazret-i Safiye -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz şöyle buyurmuştur:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Medine’ye hicret edince babamla amcam onu görmeye gittiler ve kendisiyle uzunca müddet sohbet ettiler. Eve döndüklerinde amcam: ‘Bu gerçekten, kitaplarımızdaki haberi verilen peygamber midir?’ dedi. Babam: ‘Evet, vallahi o aynı peygamberdir!’ diye cevap verdi. ‘Sen buna inanıyor musun?’ diye sorduğunda: ‘Evet!’ dedi. ‘O halde ne yapmalı, niyetin nedir?’ dedi. Babam: ‘Yaşadığım müddetçe vallahi ona muhalefet edeceğim.’ dedi.”
Resulullah Aleyhisselâm, putperestlerden daha çok yahudilerin hücum ve saldırısına maruz kaldı.
Bugün de kavmiyetçilik gayretiyle bile bile onu inkâr edenlerin yahudilerden ne farkı var?
Küfür ehli; imana, İslâm’a, Resulullah Aleyhisselâm’a ve ümmet-i Muhammed’e düşmandır. Bu düşmanlık küfrün tabiatının icabıdır.
Resulullah Aleyhisselâm’a iftira atmak küfrün, küfür ehlinin Asr-ı saadet’ten beri irtikâp ettiği bir icraatıdır.
Çünkü İslâm onunla hayat bulmuş, Allah-u Teâlâ onu alemlere rahmet kılmıştır. Onun dürüstlüğü, eşsiz güzel ahlâkı, en yakını bile olsa adaletle muamelesi, öksüze, yetime, fakire, düşkünlere olan yakınlığı, merhameti, tevazusu, sade hayatı…. Kısaca bizzat Allah-u Teâlâ’nın terbiye ettiği en müstesna şahsiyeti insanların imanına vesile olmakta, insanlığa en güzel bir numune olmaktadır.
“Andolsun ki Resulullah sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı arzu edenler ve Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir nümunedir.” (Ahzâb: 21)
Bu âli şahsiyeti kendi kurdukları küfür düzenine ve körü körüne saplandıkları sapkın inançlarına bir tehdit olarak gören küfür ehli hayatında olduğu gibi bugün de, her asırda onun pâk ve temiz şahsına iftira ile, çeşitli yakıştırmalar ile hakaret etmişler bir algı propagandası yapmaya çalışmışlardır.
Nefis ve şeytan bunlara eğriyi doğru, yalanı hakikat, karanlığı aydınlık olarak gösterir. Kendi uydurdukları, tahrif ettikleri dinlere, putlara, hırs ve ihtiraslarına, dinsizliklerine, peygambersizliklerine körü körüne bağlı oldukları için; gerçek aydınlığı, nuru, hakikati, ahlâk ve faziletin menbaı Muhammed Aleyhisselâm’ı görmek, kabul etmek istemezler.
“Onları hidayete çağırsanız işitmezler. Onların sana baktıklarını görürsün. Oysa onlar görmezler.” (A’raf: 198)
Küfür öncüleri ve onlara tabi olanlar taraftarlarının imana ve İslâm’a yönelmelerini engellemek için her türlü yalanı, iftirayı, karalamayı, kara propagandayı yaparlar. Çünkü samimi ve dürüst davrandıkları takdirde güneşin karşısında karların erimesi gibi kurmuş oldukları küfür düzeni de eriyip yok olacaktır. Zira nur karanlığa, hakikat yalana galiptir.
“(Mümin ve kâfir) iki zümrenin durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların hâli hiç eşit olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (Hûd: 24)
İşte bunu engellemek için var güçleriyle yalana sarılırlar, bu uğurda savaşırlar.
“Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler.” (Bakara: 217)
Nurun, hakikat güneşinin önünü yalan, iftira, kara propaganda ile ördükleri perdelerle kapatmaya çalışırlar.
“Onlar durmadan yalana kulak verirler.” (Mâide: 41)
Küfür ehlinin kendi arasında da birçok düşmanlıklar bulunmasına rağmen İslâm’a ve müslümanlara karşı bir ve beraberdirler, müslümanlara yapılan eziyet ve katliamları görmezden gelirler.
Nitekim Hadis-i şerif’te “Küfür tek millettir.” buyurulmaktadır.
Onlar birbirlerinin dostudur:
“Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdırlar.” (Enfâl: 73)
İslâm’a ve müslümanlara düşmandırlar. Türkiye’ye düşmanlıkları daha şiddetlidir.
Türkiye İslâm medeniyetinin varisi ve bu medeniyetin yeniden inkişafını sağlayacak bir potansiyele sahip olduğu için; Türkler tarih boyu Resulullah Aleyhisselâm’a en samimi duygularla iman edip bağlandıkları için; Allah ve Resul’ünün uğrunda İslâm yolunda asırlar boyu cihad ettiği için; Türkiye düşmanlığında hepsi bir ve beraberdir. Türkiye’nin yükselmesini, kendi silahını yapmasını istemezler. Ortada bir sebep yokken her türlü ambargoyu uygulamaya çalışırlar.
Binaenaleyh bunların düşmanlıkları gerçekte İslâm’a ve müslümanlaradır. Asla ve kat’a hakikatin ortaya çıkmasını istemezler ve üzerini kapatmaya çalışırlar.
Bu sebeple İslâm’a ve müslümanlara yaptıkları iftira ve karalama kampanyalarının merkezinde Resulullah Aleyhisselâm vardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hakaret ve iftira kâfirlerin, müşriklerin, münafıkların, hayat-ı saadetlerinde dahi başvurdukları en aşağılık bir yoldu.
Nitekim Mekke’li müşrikler Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i doğumundan itibaren tanıdıkları halde, ona iftira etmekten çekinmediler. Küçük yaşından itibaren beşeri ihtiraslardan uzak ve bütün güzel huylarla bezenmiş bir şahsiyet olduğunu bildikleri için “Emin” ünvanını vermek zorunda kalmışlardı. Allah-u Teâlâ kendisine lütufta bulunup peygamberlik verdikten sonra, ona karşı ne şekilde iftirada bulunacaklarını şaşırdılar. Kalplerde şüphe uyandırmak için; bazen sihirbaz, bazen şâir, bazen mecnun, bazen de ‘Ona bir insan öğretiyor.’ diyorlardı.
Allah-u Teâlâ onların bu iddia ve iftiralarına bir cevap olarak şöyle buyuruyor:
“Andolsun ki biz onların ‘Ona bir insan öğretiyor.’ dediklerini biliyoruz.” (Nahl: 103)
Küfürleri, kıskançlıkları ve azgınlıkları yüzünden ilâhi nurun yayılışını engellemeye çalıştılar.
Daha sonraları ise fırsat buldukça her türlü hakareti ve kötülüğü yapmaktan çekinmediler. Her ne zaman aralarından yürüyüp geçse veya sokaklarda onlarla karşılaşsa; hakaretin, alayın, kaş-göz hareketinin her türlüsünü ona yöneltiyorlardı. Evi taşlanıyor, yollarına pislikler atılıyor, dikenler seriliyordu. Bir defasında Kâbe-i muazzama’nın Hicr denilen yerinde namaz kılarken secdede Ebu Cehil iki küreği arasına deve işkembesi koydurmuştu. Katıla katıla gülüştüler, hatta gülerken birbirlerinin üzerine düştüler. Bir defasında Harem-i şerif’te namaz kılarken Ukbe bin Ebî Muayt saldırıp hırsla abasını boynuna dolayarak boğmak istemiş, kendisini Ebu Bekir -radiyallahu anh- kurtarmıştı.
Tâif’e İslâm’a dâvet için gittiği zaman başına gelenler çok üzücüdür.
Alay etmekle başladılar, işi çirkin hakaretlere kadar vardırdılar. Onu Tâif’ten çıkarmaya mecbur etmekle kalmadılar, içlerinden bir takım ipsiz, ayak takımından kimseleri kışkırtıp musallat ettiler. Onlar da yolun iki yanına sıralanıp taş ve sopalarla saldırdılar. Bağırıp çağırıyorlar, küfürler yağdırıyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm’ın mübarek ayakları ve topukları kan içinde kalmıştı. Dermansız düşüp oturdukça zorla kaldırıp yürüttüler, taşlamaya devam ederek gülüşüp eğlendiler. Evlâtlığı Zeyd bin Hârise -radiyallahu anh- de kendisini korumak için çaresizlik içinde vücudunu ona siper ediyordu. Onun da başı yarılmış, ayaklarından kanlar akıyordu.
Resulullah Aleyhisselâm nihayet yorgun ve bitkin bir halde Rebiâ’nın oğulları Utbe ve Şeybe’nin yol üstündeki bağına sığınarak tâkiplerinden kurtuldu. Onlar da çekip gittiler.
Üzgün ve bitkin bir halde bir asmanın gölgesinde biraz dinlenip sükûnet bulduktan sonra ellerini semâya kaldırdı, şöyle ilticâ ve niyazda bulundu:
“Ey Allah’ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halkın nazarında hor ve hakir görüldüğümü ancak sana arz ve şikâyet ederim.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Herkesin hor görüp de dalına bindiği biçârelerin Rabb’i sensin, benim Rabb’im sensin. Sen beni kötü huylu yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek, hatta hayatımın dizginlerini eline verdiğin akrabamdan bir dosta bırakmayacak kadar bana merhametlisin.
Ey Allah’ım! Senin gadabına uğramayayım da, çektiğim belâ ve sıkıntılara hiç aldırmam. Fakat senin af ve merhametin bana bunları göstermeyecek kadar geniştir.
Ey Allah’ım! Senin gadabına uğramaktan, rızândan mahrum kalmaktan, sana senin o karanlıkları aydınlatan dünya ve ahiret işlerini yoluna koyan ilâhî nuruna sığınıyorum.
Ey Allah’ım! Sen hoşnud oluncaya kadar affını dilerim.
Ey Allah’ım! Her kuvvet, her kudret ancak seninle kâimdir.”
Rebia’nın oğulları Utbe ve Şeybe, Sakifliler’in yaptıklarını görmüşlerdi, ona revâ görülen bu kötü muameleye üzüldüler. Aradaki akrabalık ilişkisi, kendilerini Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gayrete getirdi. Hıristiyan köleleri Addas ile bir salkım üzüm gönderdiler. Resulullah Aleyhisselâm, kendisine üzüm getiren köleye İslâmiyet’i anlatarak müslüman olmasını sağladı.
Daha sonraları buraya bir mescid yapılmıştır.
Şahs-ı âlîlerine yapılan bütün hakaret ve kusurları daima affetmiş, ceza ve intikam yoluna gitmemiştir.
Kendi kavmi olan Kureyş, Uhud savaşında mübarek yüzünü yaraladılar, dişini kırdılar. Bu durumda bedduâ etseydi, helâk olacaklardı. Fakat o, yüzünden kanlar akarken şöyle duâ ediyordu:
“Peygamberini öldürmek isteyen bir kavim nasıl felâh bulur? Allah’ım sen kavmime hidayet ver, çünkü onlar bilmiyorlar.” (Buhârî)
Kureyşliler’in Mekke’de on üç yıl boyunca ona ve müslümanlara yaptıkları eziyet ve işkenceler saymakla bitmez. Alay ettiler, hakaret ettiler, ölümle tehdit ettiler, birçok suikastler hazırladılar.
Ona ve müslümanlara karşı boykot ilân edip, üç sene muhasara altında tuttular. Yiyecek içecek satılmasını, verilmesini, onlarla konuşulmasını yasakladılar.
En yakın akrabaları bile ona karşı cephe aldılar. Nihayet doğup büyüdüğü ve çok sevdiği öz vatanından göç etmeye mecbur bıraktılar.
Mekke fethedildiği gün, bütün bu zulüm ve işkencelerin intikamını alma fırsatı eline geçmişti. En azılı düşmanları ayakları altına serilmiş, hayatlarından ümitlerini kesmişlerdi. Her an ne suretle öldürüleceklerini bekliyorlar ve bunun kendileri için haklı bir ceza olduğunu da biliyorlardı.
Onlara: “Ey Kureyş! Bugün benim size ne yapmamı beklersiniz?” diye sordu. “Hayır umarız. Sen kerim bir kardeşsin, kerim bir kardeş oğlusun...” diye cevap verdiler.
Rahmet Peygamberi -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Size bugün Yusuf Aleyhisselâm’ın kardeşlerine dediği gibi diyorum. Bugün siz hesaba çekilmeyeceksiniz ve ayıplanmayacaksınız. Gidiniz hepiniz serbestsiniz.”
Kendisine inanmayanları, hakaret eden ve alaya alanları, yılmadan gece-gündüz İslâm’a çağırmış, hidayete ermeleri için gayret sarfetmiştir.
Ayrıca iman şerefi ile müşerref olan ümmetlerini; dünya ve ahiretin sıkıntılarından kurtarmak için, yasakları işlemekten sakındırmaya çalışmıştır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Benim misalim ateş yakan bir adamın misali gibidir. Ateş etrafındaki şeyleri aydınlatınca pervâneler ve şu ateşteki hayvanlar içine düşmeye başlarlar. Adam onlara engel olmaya başlarsa da onlar kendisine galebe çalarak ateşe atılırlar.
İşte ben ateşten korumak için sizin eteğinizden tutuyorum. ‘Ateşten beri gel! Ateşten beri gel!’ diyorum. Siz bana galebe çalarak onun içine atılıyorsunuz.” (Müslim: 2284)
Onun bu hâli şefkatinden ötürüdür. İnsanların cehenneme gitmesini önlemek istiyor. Fakat imansızlık girdabına düşmüş sapıklar, kendilerini cehenneme atmaya çalışıyorlar. Bu üzüntüsünden dolayı da kendisini tüketiyor.
Ebu Leheb:
Resulullah Aleyhisselâm’ın en büyük düşmanlarının başında amcası Ebu Leheb geliyordu. Kendisine şiddetle karşı çıktı. Putlarla mücadelesi sebebiyle aleyhine geçti ve en azılı düşmanlarıyla iş birliği yapmaktan çekinmedi. Evini sık sık taşa tutar veya başkalarına taşlatır, kapısının önüne her çeşit pisliği atmaktan çekinmezdi.
Ebu Leheb Resulullah Aleyhisselâm’ı her yerde takip eder, sözlerini yalanlar, onun bir sihirbaz ve yalancı olduğunu, kavmini birbirine düşürdüğünü, sözlerine itibar edilmemesi gerektiğini söyler dururdu. Bu hareketleri sebebiyle Tebbet sûre-i şerif’i nâzil oldu.
Ebu Leheb’in elleri kurumuş, öldüğünde üç gün kimsenin haberi olmamış, cesedi kokmuş, adam tutularak bir çukura gömülmüştür.
Ebu Cehil:
Elinden ve dilinden müslümanların en çok çektiği en bilgili ve ileri gelen putperestlerden biri idi. Resulullah Aleyhisselâm tarafından kendisine “Cehâletin babası” mânâsına gelen Ebu Cehil adı verilmiştir.
İslâm dâvetine başından beri karşı çıkmış ve müslümanlar aleyhinde hazırlanan bütün komplolarda başrolü oynamıştı.
Resulullah Aleyhisselâm’a ve müslümanlara her fırsatta sözlü ve fiili saldırıda bulunmuştu. Müslümanlara karşı başlatılan boykotla onların Ebu Tâlib mahallesinde üç yıl boyunca muhasara altında tutulmasına öncülük etmiş, dışarıdan yapılmak istenen yardımlara da engel olmuştu.
Resulullah Aleyhisselâm’ın Medine’ye hicret etmesine mâni olmak için Dârünnedve’de yapılan toplantıda onun hicret gecesi evini muhasara altına alarak öldürülmesini plânlayan da yine odur.
Bir ömür cehâlette kalan Ebu Cehil Bedir savaşı’nda cezasını bulmuş, katledilen diğer müşriklerle beraber Bedir’deki kör kuyulardan birine atılmıştır.
Resulullah Aleyhisselâm’ın: “Bu ümmetin firavunu” olarak vasıflandırdığı Ebu Cehil hakkında pek çok Âyet-i kerime nâzil olmuştur.
Velid bin Muğire:
Önde gelen İslâm düşmanlarından, müşriklerin akıl hocalarından ve ileri gelenlerindendi.
Bütün kin ve kıskançlığı ile Resulullah Aleyhisselâm’ın karşısına çıkar, onun peygamberliğe lâyık olmadığını iddiâ ederdi.
Kureyş’in ileri gelenlerine “O bir sihirbazdır. Baksanıza kişiyi, âilesinden, çocuğundan ve sevdiklerinden nasıl ayırıyor?” diyerek sihirbaz lâkabını takmalarını, kölelerine ve çocuklarına ona bu şekilde seslenmelerini emretmelerini tavsiye etti. Herkes: “Muhammed sihirbazdır.” demeye başladılar. Resulullah Aleyhisselâm bu duruma çok üzüldü.
Allah-u Teâlâ bu mağrur kâfirin cezasını yakında bizzat vereceğini beyan buyurarak Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini teselli etmişti:
“Resul’üm! Tek olarak yarattığım, kendisine bol bol servet ve göz önünde duran oğullar verdiğim, nimetleri yaydıkça yaydığım o adamla beni başbaşa bırak!” (Müddessir: 11-14)
Velid’in ayağında basit bir yara çıktı, tedavisi mümkün olmayacak şekilde müzminleşti. Yıllarca acısını çekip başka şeylerle ilgilenemedi. Hicretten üç ay sonra da bu yaradan ölerek, kıyamete kadar gelecek olan o tıynettekilere bir ibret numunesi oldu.
Ümeyye bin Halef:
İslâm düşmanlığında ileri giden, Kureyş’in en sayılı zındıklarından ve zulüm şebekesi elemanlarındandı. Bilâl-i Habeşî -radiyallahu anh-i aç susuz bıraktıktan sonra sırtüstü yatırıp ve göğsünün üzerine kocaman bir kaya parçası koydurup işkence eden, sonra da boynuna ip takıp dağ tepe demeden dolaştırtan odur.
Resulullah Aleyhisselâm’a her ne zaman rastlasa kaşıyla, gözüyle alay eder, ayıplamaya çalışırdı.
Bedir Savaşı’nda öldürüldü.
Âs bin Vâil:
Âs bin Vâil güçsüz ve kimsesizlere yaptığı zulümlerle tanınmıştır. Kur’an-ı kerim’de “Ebter” diye vasıflandırılan da odur.
Müşrikler Resulullah Aleyhisselâm’ın Kalb-i Nebevî’lerini rencide edecek sözler söylemekten çekinmezlerdi. Oğlu Kasım vefat ettiğinde Âs bin Vâil: “Bırakın şu nesli kesilmişi! Artık ölümünden sonra adını anan bulunmayacak.” demişti. Bunun üzerine hakkında Kevser sûre-i şerif’i nâzil olmuştur.
Merkebi ile Tâif’e giderken ayağının ayasına diken battı. Dikeni bulamadılar. Bacağı devenin boynu gibi şişti, yerinden kıpırdayamaz hâle geldi. Hicretten birkaç ay önce iniltiler içinde kıvrana kıvrana ve bağıra bağıra ölüp gitti.
Nadr bin Hâris:
Resulullah Aleyhisselâm’a en çok ezâ ve cefâ eden Kureyş’in seçme cânilerinden birisidir. Resulullah Aleyhisselâm’a daima hakaret eder, Kur’an-ı kerim’le rekabete kalkışırdı.
Müşriklere halkın dikkatlerini Kur’an-ı kerim’den ayırmak için acem hikâyeleri anlatmanın bir çare olacağını tavsiye etmişti. Resulullah Aleyhisselâm bir topluluktan kalktığı zaman hemen hikâye anlatmaya başlar ve: “Allah için söyleyin, benim mi yoksa Muhammed’in mi hikâyeleri daha güzel?” derdi. Bir kimsenin Resulullah Aleyhisselâm’ın etkisi altına girdiğini işittiği zaman şarkıcı kızı ona musallat ederdi.
Kur’an-ı kerim’de onun hakkında nâzil olan on kadar Âyet-i kerime daha vardır.
Nadr, kendisi istediği ve hakettiği bu azabı Bedir’de bulmuştur. Esirler arasına düştüğünde, Resulullah Aleyhisselâm elleri bağlı olarak kendi önünde boynunun vurulmasını emir buyurdu.
Esir alınan yetmiş kişi arasında öldürülen iki kişiden birisidir.
Ukbe bin Ebî Muayt:
En şiddetli İslâm düşmanlarından birisidir.
Resulullah Aleyhisselâm Kâbe’de namaz kılarken elbisesini boynuna dolayıp şiddetle sıkmış ve boğmak istemiş diğerleri de gülüşmüşlerdi. Ömrü boyunca inananlarla, dinle, imanla alay edip durmuştur. Nihayet Bedir’de diri ele geçmiş, Nadr bin Hâris gibi elleri bağlı olarak boynu vurulmuştur. Esir alınan yetmiş kişiden sadece bu ikisinin öldürülmesi, küfürde ne kadar ileri gittiklerini göstermektedir.
Esved bin Abdiyağus:
İslâmiyet’le her fırsatta alay eder, fakir ve kimsesiz müslümanları gördüğü zaman: “Bakın bakın! İşte bunlar Kisrâ’nın memleketini zaptedeceklermiş, bunlar, yeryüzüne hâkim olacaklarmış!” derdi. Resulullah Aleyhisselâm’ı görünce de: “Bugün yine göklerle konuştun mu?” gibi sözler sarfederdi. O da son zamanlarda ishale yakalandı, karnı şişti. Birkaç ay inim inim inledi, ızdırap ve uykusuzluk içinde kıvrana kıvrana öldü.
Diğer Bazıları ve İslâm Düşmanlarının Akıbeti:
Mut’im bin Adiyy, işitip de incinsinler diye yüksek sesle müslümanlara dil uzatırdı. Bedir savaşından önce ölmüştür.
Hars bin Kays “Muhammed Ashâb’ını aldatıyor, öldükten sonra dirilmek var diyor, böyle şey mi olur?” derdi. Tuzlu bir balık yemiş, ne kadar su içtiyse kanmamış, su içe içe midesi patlayarak ölmüştür.
Esved bin Muttalip, elebaşı kâfirlerin maşalığını yapardı. Kısa zamanda gözlerine bir ağrı saplandı ve kör oldu, çocukların eğlencesi haline geldi. Böylece:
“Onlar yakında bilecekler!” (Hicr: 96)
Âyet-i kerime’si tecelli etmiş, Allah-u Teâlâ; Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i ile alay eden, dinini hafife alan, Kur’an-ı azîmüşşan’ı küçümseyen münkirlere bir bir cezalarını dünyada da vermiştir. Ahirette verilecek cezalar ise şüphesiz ki daha şiddetlidir.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine şöyle buyurdu:
“O halde nefsin onlar hakkında bir takım üzüntülere dalarak yıpranmasın. Çünkü Allah onların yaptıklarını çok iyi bilendir.” (Fâtır: 8)
Onlar yaptıkları kötülüklerin cezâsına kavuşmuş olacaklardır.
•
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Alay edenlere karşı şüphesiz ki biz sana yeteriz.” (Hicr: 95)
“Allah’ın Peygamber’ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır.” (Tevbe: 61)
Görüldüğü üzere yahudinin Resulullah Aleyhisselâm’ı kabul etmemesinin, ona düşmanlık yapmasının en büyük sebebi kibirleri ve kendilerine atfettikleri üstünlükleri idi.
Zenginliklerini ve ellerinde bulunan imkânları kendileri için bir üstünlük sebebi kabul eden yahudiler bu kibirleri sebebiyle bile bile iman etmediler.
Bu kibrin benzerleri hemen bütün küffar milletlerinde vardır. Bugün Batı büyük bir kibir deryasında yüzmektedir. Bu sebeple “Medeniyet götürüyoruz” algısı ile kendilerinden olmayan bütün milletlere zulmetmeyi bir hak görürler ve kendi düzenleri için tehdit olarak gördükleri İslâm’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a yahudilerle işbirliği içerisinde her türlü hakaret ve iftirayı yaparlar.
Bütün küffar milletleri bir kibir bataklığında debelenip dururlar ve hak ve hakikat düşmanlığı yapmakta birbirleri ile yarışırlar.
Resulullah Aleyhisselâm’ın âlemlere rahmet olarak geldiği milâdi altıncı asırda, dünyanın üzerini kara bulutlar kaplamıştı. İnsanlık âlemi; zulüm, istibdat, cehalet ve sefalet içinde inliyordu. Şirk ve putperestlik almış yürümüştü. Dinsiz milletler; kendi yaptıkları çeşitli heykellere tapıyorlardı. Her tip ve her boyda putlar vardı. Mekke putperestliğin merkezi haline gelmişti. Kâbe’nin içinde üç yüz altmış kadar put vardı.
Hıristiyanlık dini bozulmuştu; tanrının bir de oğlu olduğunu, üçüncü tanrının da Ruhül-kuds olduğunu iddiâ ediyorlardı. Yahudiler ise Allah’a insanî sıfatlar yakıştırıyorlar, icabında insan kılığına girdiğini, Üzeyir adında bir oğlu olduğunu söylüyorlardı. Ayrıca ateşe tapan Mecusîler, yıldızlara tapan Sâbiiler de vardı. Kısacası tek Allah’a inanmanın dışında, ne kadar çok inanç ve ibadet şekli varsa, hepsi o çağın insanlarında mevcuttu.
Mülk birkaç zengin arasında dağıtılmıştı. Halkın geri kalan kısmı, hiçbir şeye sahip olmamaları yüzünden sefalet içinde kıvranıp duruyorlardı. Kim daha güçlüyse başkasının hakkına tecavüz eder, malına ve mülküne konardı.
Yalnız Araplar değil, insanlık âlemi maddî mânevî ıstıraplar içinde idi. Arabistan’ın iki büyük komşusu Bizans ve İran, korkunç bir uçuruma doğru sürükleniyordu. Hülâsa olarak bu devirde ne tarafa bakılsa, cihanın her yeri herc-ü merç içinde idi. Islahı için ancak bir kurtarıcının zuhuru gerekiyordu. Bu hakiki mürşid, olsa olsa Allah-u Teâlâ tarafından vazifelendirilen bir peygamber olabilirdi ve geleceği dört gözle bekleniyordu.
Allah-u Teâlâ’nın beşeriyete en büyük lütfu olan Muhammed Aleyhisselâm büyük bir dâvâyı omuzlarına yüklenmiş olduğu halde ortaya çıktı. Şirk ve dalâlet içinde yüzen beşeriyeti hidayet ve saâdete kavuşturmak için tek başına dâvete başladı.
Nûr kaynağı Muhammedî güneş, karanlık ufukları aydınlattı, hayata gençlik getirdi.
O insan şeklindeki canavarlar; bıçak bıçağa gelmiş, birbirlerinin kanına susamış, vahşi hayvanlar gibi dağılmış olan araplar, birleşip tek bir vücud haline geldiler. İman şerefi ile müşerref, Kur’an nûru ile münevver oldular. Gönülleri ve bünyeleri ile birlikte, büyük bir teslimiyet dairesine girdiler.
Cahili âlim oldu, harpçisi sulhsever oldu. Fitne fesad deryasında yüzenler salâha erdi. Müfsidler muslih, bozguncular ıslah oldu. Yol kesenler yol gösterici oldu. Kin ve düşmanlıkları sevgi ve dostluğa, bedevilikleri medeniliğe inkılâb etti. O ümmî peygamber onlara öyle bir ruh nefhetti ki, hiçbir şey ellerinden gelmeyen kimseler, baştan başa değişerek memleket idare eder oldular.
Siyaset sahasında dünyada hiç esâmesi bile okunmayan ibtidai kabileler halinde yaşayan çöl arapları, cihanda misli görülmemiş bir izzetle ve şerefle; faziletli, azametli, şevketli idareler kurmaya, tarihin görüp geçirdiği en büyük medeniyetlerden birisini kurmaya muvaffak ve mübeşşer oldular.
Kısa zamanda yaşanan bu büyük değişim Resulullah Aleyhisselâm’ın en büyük bir mucizesidir, İslâm’ın medeniyetin kaynağı olduğuna dair en büyük bir delildir.
Bugün insan hakları, hukukun üstünlüğü, adalet, eşitlik, hatta hayvan hakları bütün insanlık umdelerinin kaynağı bu medeniyettir. Batı bizden aldıkları kendine maletmiş ve fakat bunu yaparken bu büyük bir ihanet örneği sergileyerek bu umdelerin kaynağını yok etmek, karalamak için büyük bir vahşet sergilemiştir.
Varlığı bütün varlıklar için en büyük rahmettir. Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nasip alanlar, dünyada da ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar.
Üstünlüklerinin en üstünü Hazret-i Allah’ın dostu olmasıdır.
Bütün peygamberlerin en güzelidir. Onların güzellikleri o Nur’un güzelliğinden iktibas edilmiştir.
Diğer peygamberlerin pak ruhları onun nurundan yaratıldıkları için, sadece gönderildikleri topluluklara rahmet oldular. O ise aynıyla rahmettir.
“Resul’üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ: 107)
Fermân-ı ilâhî’sinin mazharı olmuştur. “Âlemlere rahmet” demek onunla âlemler hayat buldu demektir. O olmasa kâinatta hayat yok! Kâinatın hayatı onunla kâim.
Bu öyle bir rahmettir ki, hayat verici, ebedi bir saâdete ulaştırıcı, ateşten kurtarıcı ve Allah-u Teâlâ’nın sonsuz nimetlerine eriştirici bir rahmettir.
Bu rahmetin mânâsını şöyle arzedelim: Kuru toprağı bir düşünün. Cama atsanız camı, insana atsanız gönlü kırar. Bu sert toprağa rahmet inince yumuşayıveriyor. İçindekileri dışarıya atıp nice nice bitkiler fışkırtıyor.
Yağmur olmayınca hayat olmaz. Her zerredeki hayat o rahmetten gelir. Her zerrede Allah-u Teâlâ’nın ulûhiyet sırları olduğu gibi, Rahmeten lil-âlemîn olan Resulullah Aleyhisselâm’ın rahmeti de her zerrede mevcuttur. Çünkü Allah-u Teâlâ mükevvenâtı o nurdan yaratmıştır.
O “Rahmeten Lil-âlemîn”dir. Allah-u Teâlâ onun yüzü suyu hürmetine bize nimetler ihsan ediyor. Dünya saâdetine ahiret selâmetine erdiriyor. Hep onun bereketi yüzü suyu hürmetine...
Bir beşer için bundan büyük bir saadet olabilir mi? Allah-u Teâlâ’ya onu gönderdiğinden ötürü şükür, Resulullah’a da gerçekten sonsuz Salât-ü selâm getirmek, gönülden bağlı olup teslim olmak gerekmez mi?
Gönülden bağlı olmak nasıl olur?
Biz şöyle deriz;
“Allah’ım..! Habib’ine nasıl tâzim ve teslim olmam gerekiyorsa beni o hâle getir. Senin getirdiğin hâl ile teslim olayım, saygı gösterebileyim.”
İşte Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz âlemlere rahmettir, bütün insanlık ondan hayat bulmuştur.
Onun için Sebeb-i mevcûdât oluşu buradandır. Her canlının Allah-u Teâlâ’ya şükretmesi ve Resulullah Aleyhisselâm’a müteşekkir olması lâzım, çünkü onunla hayat bulmuştur.
Bu Âyet-i kerime ile zât-ı şerif’i müstesnâ bir mahiyet kazanmıştır. Varlığı bütün varlıklar için en büyük rahmettir. Rahmet-i ilâhî’nin tecessüm etmiş bir tecellisidir. Allah-u Teâlâ’nın bütün âlemleri bir kimsede toplaması elbette mümkündür.
Âyet-i kerime’sinde:
“O sizden iman edenler için bir rahmettir.” buyuruyor. (Tevbe: 61)
Eğer Allah-u Teâlâ onu göndermeseydi, iman etmen için sana lütuf etmeseydi hâlin nice olurdu?
“Allah’ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.” (Yunus: 100)
Seni yaratan Allah-u Teâlâ seni iman şerefi ile müşerref etti, Nûru ile hemhal etti. Bu gerçekten bir mahluk için en büyük bir şeref, en büyük bir rahmet, saadetin ta kendisi değil midir?
Bu âleme teşriflerinden önce bütün peygamberler ve mukarreb melekler katında, mübarek vücudunun âlemlere rahmet olduğu biliniyordu. Semâvî kitaplarda çok çok övülmüştür, kıyamete kadar da övülüp senâ edilecektir.
Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara, zâhir ve bâtın her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nâsibini alanlar; dünyada da ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar, her türlü kötülüklerden sıkıntılardan kurtulurlar.
Müminlere rahmettir. Çünkü onlara doğru yolu göstermiştir. Kâfirlere de rahmettir. Çünkü azaplarının ertelenmesine vesile olmuştur.
Ondan önce gönderilen herhangi bir peygamberi, ümmeti ısrarla reddettiği zaman; Allah-u Teâlâ onları yere batırma, suda boğma... gibi cezalarla helâk ediyordu. Fakat onu tekzib eden müşriklerin azâbı ise öldükten sonraya tehir edilmiştir.
“Yâ Resulellah! Şu müşrikler için bedduâ etseniz!” denildiğinde “Şüphesiz ki ben lânet edici olarak değil, rahmet olarak gönderildim.” buyurmuşlardı. (Müslim)
Onun aslı nurdur. Allah-u Teâlâ o nurda tecellî ettiği için: “Sirâc-ı münîr = Nur saçan kandil” olmuştur.
Allah-u Teâlâ kulu ve Resul’ü Muhammed Aleyhisselâm’ın bizzat mübarek şahsını; mücessem bir hidayet, bir rehber ve bir önder kılmıştır. Mübarek vücudu serâpâ nurdur. Bu nur ile körler bile görür, duymayan kulaklar duyar, kapalı kalpler açılır, yolunu şaşıranlar yol bulur. Bu hususta Allah-u Teâlâ, Zât-ı risaletpenâhî’yi muhatap kılarak şöyle buyuruyor:
“Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzâb: 45-46)
Bunun içindir ki vücud-ı şerif’leri, ruhları, lisanları, kalpleri, ahlâk ve amelleri, ilim ve fehimleri nur kaynağıdır. Bu öyle bir nur ki, bu nur Allah-u Teâlâ’nın nurudur. Bu öyle bir kandil ki, bütün âlemleri nurlandıran bir kandildir.
“Resul’üm! De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim. Ancak bana vahyolunuyor.” (Kehf: 110)
İşte onun hakkındaki bütün yanılmalar bu noktadan doğuyor. “Ben de sizin gibi bir beşerim.” beyanı, onun beşer yönüdür, zâhirî görünüşüdür, dışıdır.
İşte bu perdenin ötesine geçemeyenler:
“Allah’tan size bir NUR ve apaçık bir kitap gelmiştir.” (Mâide: 15)
Âyet-i kerime’sinde geldiği haber verilen bu “Nur”u göremediler, cisimde takılıp kaldılar, “Nur”a inemediler, hidayete eremediler ve iman etmiş de olmadılar. Onlar öteye geçemedikleri için, ilâhî nurdan, rahmetten, merhametten mahrum kaldılar.
Âyet-i kerime’de geçen; “Nur” Muhammed Aleyhisselâm’dır, zira ancak onun vasıtası ile hidayete erilir. “Kitap” ise Kur’an-ı kerim’dir, o da hidayet rehberidir.
“Ben de sizin gibi bir beşerim.” Âyet-i kerime’sini görerek: “O da bizim gibi bir insandır.” diyenler, onun:
“Asluhu nur, cismuhu âdem” olduğunu, “Sirâc-ı münîr” olduğunu, “Nur saçan kandil” olduğunu bildiren ve buna benzer Âyet-i kerime’leri görememektedirler. Nefisleri onlara onu göstermiş, diğerini göstermemiş. Hakikati göremediklerinden ötürü de Âyet-i kerime’lere iman etmediler ve imandan kaydılar. Bu ise Allah-u Teâlâ’nın onların kalplerini döndürmesinden ileri gelmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm’ı hükümsüz ve hiçe sayanlar; “Aslıhu kâfir, cismuhu necis”tir.
Bu necasetliklerinden ötürü o “Nur”a leke sürmeye çalışıyorlar. Bu necaset halleri ile o “Nur”u görmeleri mümkün değildir. Amma kendilerinin necis olduğunu da bilmiyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i Allah-u Teâlâ çok sevmiş ve ona beşerin havsalasının alamayacağı kadar çok değer vermiş, ona inanmayanların Allah’a inanma iddialarını kabul etmemiştir. Onu seveni sevmiş, ona düşmanlık yapana düşman kesilmiştir. Onun hürmetine onun vekilleri olan evliyaullaha büyük salahiyetler bahşetmiştir.
O âlemlere rahmettir; Allah onu kendi nurundan, alemleri de onun nurundan yaratmıştır. O en güzel ahlâk ile muttasıftır. Güzel ahlâk onunla mücessem hale gelmiştir.
Onun gerek cismanî varlığı, gerek manevî varlığı hidayetin kaynağıdır. Onun ruhaniyeti hayattadır ve Allah’ın izni ile tasarrufuna devam etmektedir.
Onun hayatını araştıran gayri müslimler üstün meziyetlerini itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Gerçekten samimi duygularla araştıranlar ona iman etmekten başka çıkar yol bulamamışlardır.
Onun manevî varlığı ve rahmeti elan devam etmektedir, İslâm’ın ve müslümanların hayat kaynağı, inanmayanların hidayet rehberidir. İslâm orduları zaferlerini onunla kazanmıştır ve kazanmaya devam etmektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelir ki, insanlardan bir topluluk savaşır. Onlara ‘İçinizde Peygamber Aleyhisselâm’ı gören kişi var mıdır?’ diye sorulunca ‘Evet vardır!’ diye cevap verilir. Nihayet ordu içindeki Sâhâbî’ye hürmeten zafer verilir.
Sonra bir zaman daha gelir. Onlara da ‘İçinizde Resulullah Aleyhisselâm’ın Ashâb’ını gören kişi var mıdır?’ diye sorulur. ‘Evet vardır!’ diye cevap verilir ve zafer müyesser olur.
Sonra bir zaman daha gelir, yine harp edilir. Onlara da “İçinizde Resulullah’ın Ashâb’ını görenleri gören var mı?” diye sorulur. Bu defa da “Evet vardır!” denilir. Yine fetih müyesser olur.” (Buhârî. Tecrid-i sarih. 1223)
Bu Hadis-i şerif Resulullah Aleyhisselâm’ın bir mucizesidir. Müslümanlar Din-i İslâm’a bağlı kaldıkları müddetçe her zaman ve mekânda Hazret-i Allah’ın yardımlarına mazhar olacakları da anlaşılmış oluyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Resul’üm! Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik.” buyuruyor. (Fetih: 1)
Bu muzafferiyet kıyamete kadar devam eder.
Ve devam ediyor elhamdülillah.
Kimse demesin ki bu muzafferiyetler bizdendir. Zira terör ordularının, küffar ordularının “Türk askeri” der demez kalplerine bir korku düşüyor. Bunun sebebi nedir biliyor musunuz?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Bir aylık mesafeye kadar (düşmanlarımın kalbine) korku salmakla yardım olundum.” buyurmuşlardır. (Buhârî)
Bu ilâhî yardımın bugün de tecellileri müşahede edilmektedir. Kahraman ordumuz harp sahasına çıktığı zaman askerimize büyük bir nusret ve kalp kuvveti veren Allah-u Teâlâ’nın düşmanın kalbine ise büyük bir korku vermesi bu ilâhî yardımın tecellileridir. Resulullah Aleyhisselâm’ın mucizesidir.
Küffar bunu bildiği için her şeyden ve herkesten önce Resulullah Aleyhisselâm’a düşmandır.
Allah-u Teâlâ küfür ehlini bize necis-murdar olarak tanıtıyor.
“De ki: ‘Murdarla temiz bir olmaz, murdarın çokluğu hoşuna gitse de bu böyledir.’ Öyleyse ey akl-ı selîm sahipleri! Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz!” (Mâide: 100)
Dinimize ve peygamberimize yaptıkları bu alçaklıklar bu yüzdendir.
Ahiretteki ayırım ise çok korkunçtur.
“Bu, Allah’ın murdarı temizden (kâfiri müminden) ayırıp, bütün murdarları üstüste koyarak, topunu bir araya yığması ve cehenneme atması içindir. İşte onlar mahvolanlardır.” (Enfâl: 37)
Binaenaleyh küffar kinini, kendi içindeki pespayeliğini, murdarlığını bu gibi pis ve necis icraatlarıyla ortaya koyuyor.
Gördüğünüz gibi tarihten bugüne İslâm’a ve Peygamberimiz’e dil uzatmışlar hep düşmanlık beslemişlerdir.
Allah-u Teâlâ hak ile bâtılı, iman ile küfrü kesin olarak ayırdığı gibi küfür ve bâtılı; “Kerih” “Murdar” ve “Pis” olarak vasıflandırmıştır.
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir.” (Tevbe: 28)
Onlardan kaçınmak, uzak durmak ve onlarla olan dostluğu kaldırmak gerekir.
“Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.” (Tevbe: 95)
Tıpkı kendisinden kaçılması gereken pis koku gibidirler.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Nihayet murdarı temizden ayıracaktır.” (Âl-i imrân: 179)
“O, murdarlığı akıllarını kullanmayanlara verir.” (Yunus: 100)
“Allah kime hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe yükseliyormuş gibi iyice daraltır.
Allah inanmayanların üzerine işte böyle murdarlık indirir.” (En’âm: 125)
Yine Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kâfirleri yürüyen canlıların en kötüsü olarak vasıflandırıyor ve haklarında şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz ki Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Artık onlar iman etmezler.” (Enfâl: 55)
Kâfirler karikatürlerle, filmlerle, yazılarla içlerindeki necasetlerini ortaya koyuyorlar. Onların iman etmeleri beklenilemez.
Allah-u Teâlâ kâfirleri “En şerli!” diye vasıflandırıyor:
“Şüphesiz ki ehl-i kitaptan olsun, müşriklerden olsun inkâr edenler cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar yaratıkların en şerlileridirler.” (Beyyine: 6)
Bunlar en aşağılık olanlardır.
Bu imansızlıktan bu pislikten ötürü hepsinin cehennemde olduğunu Allah-u Teâlâ buyuruyor. Bunlar bizim sözümüz değil.
Allah için sevgi, Allah için buğz; imanın en sağlam kulpudur, imanın tekâmülünde en büyük âmildir.
Âyet-i kerime’de:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” buyuruluyor. (Mücâdele: 22)
Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’a:
“Benim için bir amel işledin mi?” diye sorduğu zaman: “Evet Yâ Rabb’i! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim.” diye cevap vermişti.
Allah-u Teâlâ:
“Yâ Musa! Bunlar senin içindir. Sen benim için bir dostumu dost, bir düşmanımı da düşman edindin mi?” buyurdu.
“Allah için sevgi”, kişiyi kendi şahsî menfaati için değil de, Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanmak, ahiret saâdet ve selâmetine ermek için sevmektir. Sevdiğini Allah için seven kimsenin, sevmediğini de Allah için sevmemesi lâzımdır. Hatta ne kadar ibâdet ederse etsin, bunu ayırt edemezse dalâlettedir, ibâdetlerinden fayda göremez. Çok ince bir noktadır.
Küffarın Resulullah Aleyhisselâm’a düşmanlık yapması kendi tıynetinin icabıdır. Ancak kendisine müslüman sıfatını yakıştıranların Resulullah Aleyhisselâm’a yapılan iftirayı, hakareti hoş görmesi aslında bu sıfata sahip olmadıklarının en bariz bir göstergesidir.
Küfrü hoş görme uğruna Resulullah Aleyhisselâm’a hakareti hoş görenler de onlardandır. Küfür ehli ile bir ve beraberdir.
“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse o onlardandır.” (Mâide: 51)
Zaten bunlara bu yüzden küffar her türlü desteği verir. İslâm dünyasında, Resulullah Aleyhisselâm’a imanı lüzumsuz gören her fitne grubunun küffar tarafından büyük bir destek görmesinin sebebi budur. Hepsinin ortak noktası müslümanların gönlündeki Resulullah Aleyhisselâm’a olan bağlılık ve sevgiyi, Resulullah Aleyhisselâm’a iman ve teslimiyeti zayıflatmaya çalışmaktır.
İşte bu sevgi, bu bağlılık olmayınca ortaya her türlü fitne, her türlü vahşet, her türlü entrika, her türlü yalanlar saçılıyor. İslâm dünyası türlü türlü fitnelerle çalkalanıyor.
Allah-u Teâlâ Resul’ünü kabul etmeyen kâfirlere kesinlikle rahmet ve merhamet nazarıyla bakmıyor.
Şöyle buyuruyor:
“Bilmiyorlar mı ki, Allah’a ve Resul’üne karşı koyan bir kimseye elbette içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu en büyük rüsvaylıktır.” (Tevbe: 63)
Allah-u Teâlâ kendisine ve Resul’üne karşı gelenlere en büyük rüsvaylığı vaad ettiği gibi, Resul’üne iman etmeyenlerin “kâfir olduğunu” ve bu kâfirler için hazırladığı azabı Âyet-i kerime’sinde haber veriyor:
“Kim Allah’a ve Resul’üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.” (Fetih: 13)
Allah-u Teâlâ Peygamber’ine itaat etmeyen kâfirleri sevmediğini ferman buyuruyor:
“Resul’üm! De ki: ‘Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.’ Şayet yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i imran: 32)
Ve fakat bu kâfirlerle işbirliği yapanların, bunlara destek verenlerin de onlarla beraber Hazret-i Allah’ın gadabına uğrayacakları Âyet-i kerime’de haber veriliyor:
“Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlenceye alanları ve kâfirleri dost edinmeyin.
Eğer mümin iseniz Allah’tan korkun!” (Mâide: 57)
Allah’tan korkun da, sizin ve dininizin düşmanı olan bu kişileri dost edinmeyin. Çünkü hakiki iman, bu gibi din düşmanlarından kaçınmayı ve sakınmayı iktiza eder.
Eğer onlar gerçekten iman etmiş olsalardı, kâfirleri dost edinmezler; Allah-u Teâlâ’ya, Peygamber’ine ve Kur’an-ı kerim’e düşmanlık gibi ağır bir suçu işlemeye cüret etmezlerdi.
Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene (Kur’an’a) inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi.
Fakat onların çoğu yoldan çıkmış fâsıklardır.” (Mâide: 81)
Allah-u Teâlâ’nın Nur’u, âlemlerin gurur ve sürûru Muhammed Aleyhisselâm bir Âyet-i kerime’de beşeriyete şu şekilde tanıtılıyor:
“O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir.” (Ahzâb: 6)
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
Bunu böyle bilip iman edenin imanı kemâle ermiştir. Bu halde olmayanlar her ne kadar iman etmiş gibi görünüyor iseler de imanları surette kalmıştır, imandan mahrumdurlar.
Hadis-i şerif’lerde ise şöyle buyuruluyor:
“Ben her mümine kendisinden daha evlâyım.” (Müslim)
Bunun sebebi, Sebeb-i mevcudat oluşudur. İnsanın mânevi hayat bulmasına yegane sebep onun rahmeten lil-âlemin olmasıdır. O Hazret-i Allah’a ulaştırmak için tek bir rehberdir. Eğer o lütuflar olmasaydı dalâlette ve karanlıkta kalınırdı. Senin nefsin cehenneme atılsaydı bundan daha büyük zulüm mü olurdu? Onun için gerçekten de kendi nefsinden evlâdır. Yalnız bilen için...
“Hiçbir kimse ben kendisine babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevgili oluncaya kadar kâmil mümin olamaz.” (Buharî)
Herkes Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizi sevdiğini iddiâ edebilir. Gerçekte ise peygamber sevgisi kesin olarak itaat etme ve hiç bir surette muhalefet etmemekle gerçekleşir.
Binaenaleyh bir müslüman iman kapısından girdiği an ona otomatikman Resulullah Aleyhisselâm’ın sevgisi ihsan olunur. Zira onu sevmeden onu “Canlardan da cananlardan da aziz tutmadan” iman kemale ermez. Bu sevgi esasında oradan gelir. Allah ve Resul’ünden gelir.
Nitekim:
“Sünnet-i seniyye’me tâbi olmayan benden değildir.” (Münâvi)
Hadis-i şerif’i mucibince; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in her emr-i şerif’ine ittiba etmek gerekir.
Bunları yapmayıp kayıtsız şartsız teslim olmayan, Sünnet-i seniyye’ye riayet etmeyen ümmetlik dâvâsını kaybetmiştir. Çünkü “Onlar benden değil” buyurduğuna göre onları ümmet olarak kabul etmiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i canımızdan fazla sevmedikçe,
Yaşadığını ruhen yaşamadıkça,
Nefse tatbik ettirmedikçe; gerçek ümmeti olduğumuzu nasıl ispat edebiliriz?
Allah-u Teâlâ, Peygamber’ine tâzimde bulunulmasını, tebcil olunmasını, değer verilmesini ve yüceltilmesini Âyet-i kerime’sinde bizzat emir buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Allah’a ve Peygamber’ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz.” (Fetih: 9)
Kim ki bu emr-i ilâhîyi yerine getirirse Hazret-i Allah’a ve Resul’üne itaat edip iman etmiş olur. Fakat bu ilâhî emri yerine getirmeyen çok iyi bilsin ki bu saâdetten mahrum kalmıştır.
İmanın muktezası, Allah-u Teâlâ’nın ve Peygamber’inin huzurunda âdâba riayet etmek ve onu gücendirmekten son derece sakınmaktır.
Resulullah Aleyhisselâm’a hâl-i hayatında ne kadar tâzim lâzımsa, vefatından sonra da o kadar tâzim lâzımdır. Her hâl ve ahvalde hürmet vecibesini muhafaza etmek gerekir.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin dâvetine uymayıp Zât-ı kibriyâ’sına iman etmeyenleri kınamakta ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Peygamber sizi Rabb’inize iman etmeye çağırdığı halde ne diye Allah’a iman etmiyorsunuz?” (Hadîd: 8)
Halbuki o sizin aranızda bulunmakta ve doğrudan doğruya ilâhî vahyi beyan etmektedir. İslâm’ın gerçek bir din olduğuna dair delil ve belgeleri açık açık ortaya koyuyor, sizi en kuvvetli hüccetlerle irşad etmeye çalışıyor, dünya saâdetine ve ahiret selâmetine ermenizi istiyor.
Hâl böyle iken niçin iman etmiyorsunuz?
“Oysa O, sizden kesin söz almıştı. Eğer mümin iseniz!” (Hadîd: 8)
Allah-u Teâlâ âlem-i ervah’ta kullarından ahd ve misak almıştı. “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” sualine “Evet, sen bizim Rabb’imizsin!” diye itirafta bulunmuş, kesin söz vermiştiniz.
Daha ne duruyorsunuz? Verdiğiniz sözü gerçekleştirmek için ne diye iman etmiyorsunuz?
Allah-u Teâlâ müminlere olan nimetini Âyet-i kerime’sinde hatırlatmakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın size olan nimetini ve: ‘İşittik, itaat ettik!’ dediğinizde sizden aldığı sağlam sözü hatırlayın. Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah göğüslerin özünü bilendir.” (Mâide: 7)
Sadâkat mı göstereceğiz, ihânet mi edeceğiz? Hiç şüphesiz ki sadâkat gösteren saâdete erer, ihânet eden felâketi bulur. Saha-i imtihandayız.
“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamber’ine, Peygamber’ine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği Kitab’a iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz ki o, uzak bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisâ: 136)
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ey insanlar! Rabb’inizden size hak bir Peygamber gelmiştir. O hâlde kendi hayrınıza olarak hemen ona iman edin.” (Nisâ: 170)
Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri gönderdiği Peygamber’i duyuruyor ve bütün beşeriyete buyuruyor. “Ona iman edin!” diye ona uymaları emrediliyor. Uyanların saâdet-i ebediyeye ereceği, inkâr edip küfredenlerin de felâkete uğrayacakları apaşikârdır.
“Müminler o kimselerdir ki, Allah’a ve Resul’üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda canları ile malları ile cihad etmişlerdir. İşte onlar sâdıklardır.” (Hucurât: 15)
Allah-u Teâlâ kullarına ona uymayı ve yolundan ayrılmamayı emir buyurdu:
“O Peygamber’e uyun ki, doğru yolu bulasınız.” (A’râf: 158)
Bu Âyet-i kerime, Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a uyanların doğru yolda olduğunu beyan ederken, ona uymayıp hafife alanların da doğru yolda olmadığını ilân ediyor.
Onun gönderilişindeki nimet, nimetlerin en büyüğüdür.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur.” (Müslim: 153)
Bir kimse Allah-u Teâlâ’ya ve Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmedikçe cennete giremez. Bu Âyet-i kerime ve bu Hadis-i şerif’e dikkat ederseniz onların hepsinin muhakkak cehennemde olduğunu görürsünüz.
Bir husus daha vardır ki çok mühimdir.
Sırf dili ile “Allah’a ve Peygamber’e inandım.” demek, mümin olmak için yeterli ve geçerli değildir.
Müminler dilleri ile söylediklerine kalpleri ile inanırlar.
“Allah’a ve Peygamber’e inandık ve itaat ettik.’ derler. Sonra da içlerinden bir kısmı yüz çevirirler. İşte bunlar inanmış değillerdir.” (Nûr: 47)
Şüphesiz ki müslümanların arasında her ne kadar inanmış gibi görünüyorlarsa da münâfıklar da vardır. Nitekim bugün dinden çıkan bölücüler “İnandık” diyorlar. Fakat onlar Hazret-i Allah ve Resulullah’a değil de imamlarına iman etmişlerdir. Kendi kitaplarına tâbi olmuşlardır, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a değil.
Allah ve Peygamber sevgisinin bütün sevgilerin üzerinde tutulması gerekir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resul’üm! De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz alış-verişler, hoşunuza gitmekte olan meskenler, size Allah’tan ve O’nun Peygamber’inden, Allah yolunda cihaddan daha sevgili iseler, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin.
Allah fasıklar güruhunu hidayete erdirip doğru yola iletmez.” (Tevbe: 24)
Bu Âyet-i kerime çok mühim!
Tevbe Sûre-i şerif’inin 24. Âyet-i kerimesi Allah ve Resul’ünün sevgisine aykırı düşen, ilâhî emirlerin yerine getirilmesini engelleyen her türlü sevgi ve muhabbetten uzak durmayı emir buyurmaktadır.
Yaratan Hazret-i Allah’a, ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulullah Aleyhisselâm’a gönülden iman etmek ve ona teslim olmak şarttır.
Zira bu Âyet-i kerime Allah ve Resul’ünü canından çok sevmedikçe, çoluk çocuğundan daha üstün tutmadıkça, malından daha çok tercih etmedikçe gerçekten iman etmiş olunamayacağına dair açık bir ferman-ı ilâhidir.
Herkes bu aynada kendisine baksın, iman derecesini öğrensin, nerede olduğunu bilsin.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Beni seven cennette benimle beraber olur.” (Tirmizi)
“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar!” (Nisâ: 69)
Hazret-i Allah’a sonsuz şükürler olsun, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Salât-ü selâmlar olsun, pandemi sebebiyle iki senedir yapılamayan Hacc ibadeti başladı.
Hacc; her türlü makam, rütbe, ırk, renk ve dil gibi farkları ortadan kaldıran, müminleri yekvücud halinde kaynaştıran, bedenî sıhhatin ve mâli varlığın şükran ifadesi olan mucizevî bir ibadettir. Bütün ibadetlerin mânâlarını bir arada toplar. Dinimizin beş esasından birisidir.
Allah-u Teâlâ’nın rızâsının, hoşnutluğunun bulunduğu, sonsuz rahmet deryasını içinde gizleyen ilâhî bir meclis, Rabbanî bir merkezdir. Orada feyiz deryalarının kaynağı vardır. O lütuf deryasında bulunma sırrı ile insan tekâmül eder.
O kervanın hâli bambaşka; o kervan öyle bir kervan ki, merkeze gidiyor. O merkez bir nur beldesidir, uçsuz-bucaksız bir deryadır. Orada alınan bir nefes insana büyük mesafeler katettirir, çok büyük uhrevî saâdetler ve menfaatler sağlar. O kervana katılmak, o meclis-i ilâhî’de bulunmak, o resmî geçitte geçmek çok büyük bir saâdettir.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Hacc Allah yoludur.” (Ebu Dâvud)
Nice kudsî hatıraları sînesinde saklamış bulunan bu mübarek beldeleri ziyaretteki feyiz ve bereket, her türlü tasavvurun üstündedir.
Görünüşte toz-toprak, zahmet-mihnet, fakat her nefes alış-verişte uhrevi bir hayat vardır. Burada bir damlaya hasretiz, orada deryada yüzüyorlar. Mânevî bakışla cennet, zâhiri bakışla feyiz deryası. Yukarıdan yağıyor, aşağıdan kaynıyor.
Hacc’ın sırlarını hiçbir beşerin havsalası anlayıp idrâk edemez. Evden çıkıp dönünceye kadar her bir makamın, her emir ve yasağın ayrı niyetleri, hikmetleri, ibret ve işaretleri vardır.
Hacc, büyük masraflarla ve zorluklarla yapılan, yerine getirilmesi güç bir ibadettir. Hacc’a gidecek bir müslümanın yeteri kadar Hacc ibadetine dâir hükümleri bilmesi farzdır.
Hacc çok ince bir ibadettir. Allah rızâsı için, O’nun dâvetine icabet etmek için gidilmelidir.
Orada insan kendi iç âleminde olacak. Mekke-i Mükerreme’de iken hep Kâbe-i Muazzama’da, Medine-i Münevvere’de iken hep Ravza-i Mutahhara’da bulunacak.
O mübarek yerlerde kat’i surette sabrı ve doğruluğu elinden bırakmayacak. Herkesi hoş kendisini boş görecek, kimse ile münakaşa, mücâdele etmeyecek. Yeme-içme ve alış-veriş işleriyle vaktini öldürmeyecek. Zira oralarda geçecek her saniye çok kıymetlidir. Uyku ile fazla meşgul olunmayacak, az yenip az uyunacak. Elbiseler daima temiz olacak. Sık sık banyo yapılacak. Hep istiğfarla meşgul olacak. Oralardaki manevî ibadet ziyafetlerinden istifade etmeye çalışacak. O zaman Hazret-i Allah murad ederse onu lütuf deryâsında bulundurur.
Boynun bükük olacak, gözün hep yaşlı, gönlün hep Hakk’ta olacak. Hacı burada olunacak, burada tekâmül edecek, oraya ziyarete gidilecek.
İhrama girdiği zaman kefene büründüğünü bilecek.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Ölmeden evvel ölünüz.” buyurmuşlardır. (K. Hafâ)
İhramı giymekle kefeni giydim diyen kazanıyor. Hacc’a geldim diyen boşa gidiyor. Onun için niyet-i haliseyle, helâl parayla, mahviyet içersinde, edep içersinde gidilmesi lâzım.
Hazret-i Allah sana hacı desin, yoksa sen demişsin ne kıymeti var.
İslâm’ın beş temel esasından birisini teşkil eden Hacc farizası ömrün ibadeti, dinin tamamıdır. Din kemâlini onda bulur.
Hacc, Mekke-i mükerreme’de bulunan Kâbe’yi ve onun civarındaki mübarek yerleri, kendine mahsus zaman içinde ve tayin edilen şekilde ziyaret etmektir.
Hacc’ın farziyeti Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabittir. İnkâr eden dinden çıkar.
Hacc’ın farz olduğuna dair Kur’an-ı kerim’de Âyet-i kerime’ler ve bunları tefsir eden Hadis-i şerif’ler vardır.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde;
“Hacc’a gidip gelmeye gücü yeten herkesin Kâbe’yi ziyaret etmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.” buyuruyor. (Âl-i imrân: 97)
Allah-u Teâlâ bu hakkı, oraya gidebilmeye gücü olanlara yüklemiştir. Hiç kimseye gücü üstünde bir yük yüklemez.
“Kim inkâr ederse, şüphesiz ki Allah âlemlerden müstağnîdir.” (Âl-i imrân: 97)
Bu muhkem farzı terketmenin büyük bir günah olduğunu açıklamak için Allah-u Teâlâ onu küfür lâfzıyla ifade etmiştir.
Allah-u Teâlâ Beytullah’ın bânisi olan İbrahim Aleyhisselâm’a, insanları orayı haccetmek üzere çağırmasını ve bu mübarek evin ziyareti için dâvet etmesini emir buyurmuştu:
“İnsanları Hacc’a çağır, yürüyerek ve uzak yollardan gelen bineklere binerek sana gelsinler.” (Hacc: 27)
Böyle bir fedâkârlıkta bulunarak büyük büyük sevaplar kazansınlar.
İbrahim Halilullah’ın gününden beri bu ilâhi vaad gerçekleşmiş, kıyamete kadar da gerçekleşmeye devam edecektir.
“Tâ ki kendilerine âit bir takım faydaları yakînen görsünler.” (Hacc: 28)
Hacc’ın hikmetleri olan bu menfaatler hem dünya hem de âhiretle ilgilidir.
Bu ulvî ibadet, ruhlara inşirah verdiği gibi; müslümanlar tarafından en mübarek olan bir beldeyi ziyarete vesile olur. Nâil oldukları sıhhatin ve servetin şükrünü edâ etmiş olurlar.
Aynı zamanda dünyanın dört bir tarafından gelen müslümanlar bir arada ibadet yaparak, aralarındaki birlik ve beraberlik canlı bir şekilde tecelli etmiş bulunur.
“Allah’ın onlara rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken, O’nun adını ansınlar.” (Hacc: 28)
Belli günler kurban kesme günleridir. “Bismillâhi Allah-u Ekber” diyerek kurbanı Allah için kesmek gerekir.
“Siz de bunlardan yiyin, hem de yoksula fakire yedirin.” (Hacc: 28)
Bu bir vecibedir.
“Sonra kirlerini gidersinler.” (Hacc: 29)
Bu da Hacc ibadetini yerine getirdikten sonra traş olarak, saçlarını kısaltarak, tırnaklarını keserek, bıyığını ve sakalanı düzelterek olur.
“Adaklarını yerine getirsinler.” (Hacc: 29)
Allah-u Teâlâ’ya itaat maksadıyla adadıklarını kessinler, Hacc esnasında yapmayı adadıkları işleri yapsınlar.
“Ve Beyt-i atik’i tavaf etsinler.” (Hacc: 29)
Hacc’ın rüknü olan ziyaret tavafını yapsınlar. Bu ziyaret tavafı ile artık ihramdan çıkılmış olur.
Hacc’ın İslâm’ın rükünlerinden, esaslarından ve kaidelerinden bir tanesi olduğuna dair bir çok Hadis-i şerif’ler vardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde; “Kelime-i şehâdet, namaz, oruç, zekât” yanında “Hacc”ı, İslâm’ın temellerinden biri olarak vasıflandırmıştır:
“Ey insanlar! Allah size Hacc’ı farz kılmıştır. O halde Hacc ibadetini yerine getiriniz.” (Müslim)
Akra’ bin Hâbis -radiyallahu anh- “Hacc her sene midir? Ömürde bir kere midir?” diye sorduğunda:
“Bir keredir, fazla yapan nafile olarak yapmış olur.” diye cevap verdi. (Ebu Dâvud: 1721)
Diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyurmuştur:
“Hacc ediniz. Zâhirdeki kirleri su izâle ettiği gibi, günahları dahi Hacc-ı şerif imhâ eder.” (Câmiu’s-Sağîr)
Bu ise Allah-u Teâlâ’nın kulları için lütuf buyurduğu büyük nimetlerinden birisidir.
“Şer’i şerîf’e uygun olan Hacc, cihaddan sayılmıştır.” (Buhârî)
Hacc da cihad gibi meşakkat ve zahmet yönü ağır basan bir ibadettir.
“Helâl para ile riyâsız ve Allah’ın rızâsı için Hacc edip, kötü söz, kötü iş yapmadan dönenlerin büyük küçük günahları affolur. Anadan doğmuş gibi günahsız döner.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 756)
Sırf rızâ-i Bâri için yapılan bir Hacc ibâdeti, imanın daha önceki küfür halini tamamen sildiği gibi, geçmişte işlenmiş olan bütün günahlara kefaret olur. Kişi anasından doğduğu günkü gibi tertemiz bir halde evine döner.
“Mebrur bir Hacc’ın mükâfatı ancak cennettir.” (Buhâri. Tecrîd-i sarîh: 844)
Çünkü cennet ve ondaki nimetler bahâ ile değil, bahâne ile kazanılır.
Kâbe-i muazzama, Mekke-i mükerreme şehrinde Mescid-i haram denilen câmi-i şerif’in ortasında, yaklaşık 13 metre yüksekliğinde 12 metre boyunda ve 11 metre genişliğinde taştan yapılmış dört köşe bir binadır.
Doğudaki köşesine “Rükn-i Şarkî” veya Hacer-i Esved bu köşede bulunduğu için “Rükn-i Hacer-i Esved”, güney köşesi Yemen tarafına isabet ettiği için “Rükn-i Yemânî”, batı köşesi Şam tarafına isabet ettiği için “Rükn-i Şâmî”, kuzey köşesi Irak tarafına isabet ettiği için “Rükn-i Irâkî” denir.
Kâbe-i muazzama’nın Rükn-i Irâkî ile Rükn-i Şâmî arasının karşısında zeminden bir metre kadar yüksek, bir buçuk metre kalınlığında yarım daire şeklinde bir duvar vardır ki, bu duvara “Hatîm”, bu duvar ile Beytullah arasındaki boşluğa ise “Hicr” denir. Hicr (Hicr-i İsmail)’de İsmail Aleyhisselâm ile annesi Hazret-i Hacer Vâlidemiz medfun bulunmaktadır.
Hacer-i Esved ile Kâbe-i muazzama’nın kapısı arasında kalan kısmına “Mültezem” denir. Makam-ı İbrahim ile zemzem kuyusu da Kâbe-i muazzama’nın bu cihetinde bulunurlar.
Allah-u Teâlâ Kâbe-i muazzama’yı ve Beyt-i haram’ı insanların dini hususlarında ayakta durabilmek, dünya ve ahiretlerinde maksatlarına uygun hareket edebilmek için yaratmıştır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah Kâbe’yi, Beyt-i haram’ı insanlar için bir nizam kıldı.” (Mâide: 97)
İnsanlar Hacc’larını, Umre’lerini orada gerçekleştirirler, din ve dünyaları bununla ayaktadır. Korkan oraya sığınır, güçsüz orada emniyet bulur. Namaz kılanlar oraya yönelir.
“Kezâ o haram ayı da, kurbanı da, boynu bağlı kurbanlıkları da insanlar için bir mizan kıldı.” (Mâide: 97)
Bu haram ay Zilhicce’dir, çünkü diğer bütün aylar arasında onun özelliği, Hacc mevsiminin bu ayda olmasıdır.
Allah-u Teâlâ Mekke-i mükerreme’nin şerefini artırmak ve ona verilen önemi belirtmek için Zât-ı akdes’ine izafe etmiştir.
Bu şerefi O verdiği için, hiç kimsenin kaldırması ve o şerefi gidermesi mümkün değildir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“(Resul’üm! De ki:) Ben bizzat kendisinin haram kıldığı bu şehrin Rabb’ine ibadet etmekle emrolundum. Her şey O’na âittir.” (Neml: 91)
Çünkü bu şehirde Allah-u Teâlâ’nın Beyt-i muazzam’ı vardır. Burada kan dökülmez, hiç kimseye zulmedilmez, av avlanmaz, yaş bitkiler koparılmaz.
“Ve ben müslümanlardan olmakla, Kur’an okumakla emrolundum.” (Neml: 91-92)
Allah-u Teâlâ Kâbe-i muazzama’nın ulviyetini beyan etmek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Şüphesiz ki insanlar için ilk kurulan Beyt, Mekke’deki mübarek ve âlemlere hidayet kaynağı olan Kâbe’dir.” (Âl-i imrân: 96)
Kâbe-i muazzama’nın faziletli kılınmasının sırrı; kalpleri cezbetmesi, gönüllerin onu sevmesi, onu görmeyi arzu etmesi hususunda açıkça görülür. Müminler dünyanın dört bir yanından onu ziyarete gelirler, fakat ziyarete doyamazlar. Ne kadar fazla ziyaret etseler, o nispette arzuları artar.
Meleklerin semâdaki tavaf ettikleri yer Beyt-i Mâmur olduğu gibi, insanların yeryüzünde tavaf ettikleri yer de Kâbe-i muazzama’dır.
“Onda apaçık âlâmetler ve İbrahim’in makamı vardır.” (Âl-i imrân: 97)
Bu makam, Beytullah’ı bina ederken İbrahim Aleyhisselâm’ın üzerinde durduğu ve ayaklarının iz bıraktığı taştır. Bu, birçok alâmetin yerine geçebilecek kadar büyük bir alâmettir.
“Kim oraya girerse güvenlik içinde olur.” (Âl-i imrân: 97)
İşte bu da, oranın şerefini gösteren bir başka alâmettir. Oraya giren kimse emniyet içinde demektir, orada bulundukça kendisine zulüm yapılmaz. Yeryüzünde böyle bir yer yoktur. İbrahim Aleyhisselâm’dan beri bu böyledir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Kâbe’yi insanlar için bir toplanma yeri ve emniyet mahalli kılmıştık.” (Bakara: 125)
Oraya gidip ibadette bulunanlar için çok büyük sevaplar vardır.
Allah-u Teâlâ malı ve sağlığı yerinde bulunan, akıllı ve mükellef olan, erkek ve kadın her zengin müslümana ömründe bir kere Hacc’a gitmesini farz kılmıştır.
• Haccı farz kılan şartlar bir insanda toplanınca, onun hemen o yıl hacca gitmesi gerekir. Gidişini ertesi yıllara tehir etmesinden dolayı günahkâr olur.
Hacc ömürde nasıl olsa bir defadır diye ağır almak, tehir etmek aslâ câiz değildir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Hacc edecek kimse acele etmelidir, geriye bırakmamalıdır. Çünkü zaman geçtikçe ya hasta olur, ya bineği kaybolur, veya ihtiyaçları ortaya çıkar.” buyuruyorlar. (Ebu Dâvud)
Üzerine Hacc farz olduğu halde bu farizayı yerine getirmeden ölen bir müslüman günahkâr olur. Hacc’ı umursamayarak terkeden kimseler hakkında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyorlar ki:
“Kim ki, yiyecek içecek ve binecek masraflarına mâlik olup da Hacc etmezse, ister yahudi ister hıristiyan olarak ölsün, müsâvidir.” (Tirmizî)
Hacc’ı terkedenlerin ehl-i kitab’a benzetilmeleri, onların da kitapları ile amel etmemelerinden ileri gelir.
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise “Yâ Resulellah! Hakk yolunda savaşın en efdâl iş olduğunu görüyoruz, biz de savaşa gitsek olmaz mı?” diye soran Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’e:
“Sizin için cihadın üstünü, kabul olunmuş Hacc’dır; kadınlar için Hacc, cihaddan efdâldir.” buyurmuşlardır. (Buhâri. Tecrid-i sarih: 755)
• Bununla beraber ömrünün sonunda bu Hacc’ı yerine getiren kimse, Hacc vazifesini yaptığı için mesuliyetten kurtulur. Fakat Hacc etmeden önce ölürse, Hacc için vasiyet etmiş olsa bile günahkârdır. Vasiyeti malının üçte birinden yerine getirilir.
• Vasiyet etmeden ölen bir kimsenin vârisi, oğlu veya kızı isterse, kendiliğinden onun namına vekil gönderip Hacc yaptırır.
• Bir müslüman zengin olup da sağlığı yerinde olmazsa ve ömrünün sonuna kadar iyileşme ümidi bulunmayan bir hastalığa tutulmuş ise; o zaman kendisine vekâleten bir kimseyi Hacc’a gönderir. Zengin ve sağlığı da yerinde olan kimsenin yerine başkasının haccetmesi câiz değildir.
• Mâli durumu yerinde olup üzerine Hacc farz olan kimse Hacc’a gitmez de, daha sonra fakir düşecek olsa, artık Hacc üzerine borç olarak kalır.
Birincisi; Rahmân’ın dâvetine icâbet edip, Rızâ-i Bâri için gidip gelenler,
İkincisi; şeytanın dâvetine icâbet edip gidenler,
Üçüncüsü ise; gitme imkânı olmayıp da, Hacc’a iştiyakından dolayı ah ettiği için Allah-u Teâlâ’nın rûhen ziyaret ettirdiği kimseler.
Rıza-i Bâri için gidenler, daha gitmeden evvel kendilerini hazırlamışlardır. Paraları helâldir, lokmaları helâldir. Onların hukuk-u nas ile işleri olmaz, haram ile iştigal etmezler. Niyetleri rızâdır, gayeleri Hacc’dır.
Şeytanın dâvetine icâbet edenleri anlatabilmek için üç temsil arz edeceğim. Basit gibi görünüyor, fakat büyük dersler var. Rahmanî ile şeytanînin ayırım noktasını göstermek istiyoruz.
Cephesi Ravza-i Mutahhara’ya bakan bir otele zenci bir müslüman geliyor ve bir odaya yerleşiyor. Aynı odaya sert mizaçlı dört kişi daha geliyor. İçlerinden biri zenci müslümana “Kalk oradan!” diye bağırıyor. Onu oradan başka divana kaldırıyor.
Meğer o kimse Afrika’nın ileri gelenlerinden zengin ve nüfuzlu bir kişiymiş. Sabahleyin onlara büyük bir ziyafet hazırlatıyor, birini gönderip oda arkadaşlarını davet ettiriyor. Geliyorlar bakıyorlar ki masalar dayanmış döşenmiş. Kahvaltılarını yapıp çıkıyorlar. Birisi Rahman’ın dâvetine icâbet eder, diğeri şeytanın dâvetiyle gider.
Bir başka temsil: İki arkadaş Hacc’a gidiyor. Birisinin su kabı kaybolmuş, diğerinin iki tane var. “Bana birisini satar mısın?” diyor. “Satarım.” “Kaça satarsın?” “Şu fiyata” diyor, bedelinin iki katı fiyat istiyor. O da o parayı verip su kabını alıyor. Hacc dönüşünde o adam bir rüyâ görüyor. O sene Hacc’a gidenlerin beratları dağıtılıyormuş. Onunkisini de vermişler. Bakmış ki “Tüccar” yazıyor. “Ben de Hacc’a gittim.” diyorsa da “Hayır” diyorlar, “Sen bir liralık su kabını iki liraya sattın, senin kaydın tüccar geçti.” Ticaret için gidenlerin durumunu görün.
Hacc mı, tüccarlık mı, yalancılık mı? Hacı zemzemini, hurmasını, yüzüğünü alır döner, onun eşyayla ne işi var?
Üçüncü arz edeceğimiz husus bizzat başımızdan geçti. Medine-i Münevvere’ye vardığımızda otobüsün sahibi dedi ki; “Arkadaşlar! Burada kaç gün kalınacaksa kararlaştırın, herkes kendisini ona göre ayarlasın, sonra kararınızı değiştirmeyin.” İstişâre yapıldı, sekiz gün kalmaya karar verildi. “Sekiz gün sonra şu saatte şurada buluşalım, yola çıkalım” denildi.
Üç-dört gün sonra bir perşembe günü bir grup tutturmuşlar “Gidelim” dediler. “Arkadaşlar! Yarın Cuma, burada kılınan bir Cuma bin Cuma’yı kılmak gibidir, daha dört günümüz var.” dedikse de onların dediği oldu. Gitmeye karar verince Ravza-i Mutahhara’ya gidip yatsıyı kıldım ve gece yola çıktık. 10-12 km. gitmeden ‘Çat’ diye arabanın bir parçası kırıldı. Sabaha kadar orada bekledik. Kuşluk vakti parça geldi. “Hadi gidelim” dediler. “Arkadaşlar! İşte Ravza-i Mutahhara görünüyor. Burada bir Cuma bin Cuma’ya bedel, araba ayağımızın altında, kılıp da gelelim” dedikse de kabul etmediler, “Biz sizi bekleyemeyiz” dediler. Nihayet yola çıktık. Bir benzinciye geldik. Önümüzde bir araba varken benzin bitti. Gelinceye kadar orada bir kaç gün bekledik, zira o zamanlar yollar çöldü, ikmal güçtü. Gelinceye kadar kahvehanede yattık, kimsede çıt yok.
İşte bunlar şeytanın dâvetine icâbet edenler.
Adamın birisi vefat etmiş. Amel defterinde hep Hacc çıkmış. O adam; “Yâ Rabb’i! Ben hiç Hacc’a gitmedim!” demiş.
O adam Hacc sevabı işlemiş. Çünkü Allah-u Teâlâ kulunu ihya etmek için vesile, bahane arar. Hele kulunun niyeti halis olursa, gönlü Allah’ta olursa küçücük bir şeyde ona Hacc sevabı yazar.
Sen; “Ben onu işlemedim!” dersin ama O seni sevmiştir ve Hacc sevabını yazar. Onun için Cenâb-ı Hakk niyeti haliseye, öz niyete bakar.
Arefe günü sabah namazından başlayıp bayramın dördüncü gününün ikindisine kadar yirmi üç vakitte farz namazların selâmından sonra;
“Allah-u Ekber Allah-u Ekber Lâ ilâhe illâllahu vallahu Ekber Allah-u Ekber velillâhil hamd.”
şeklinde teşrik tekbiri almak vâciptir.
Kurban kesmekte çok hikmetler vardır. Kurban neleri götürüyor bilseniz.
Kurban, Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak niyeti ile belli günlerde kesilen hayvana verilen addır.
Kurban kesmek hicretin ikinci yılında meşru kılınmıştır. Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabittir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Rabb’in için namaz kıl, kurban kes!” buyuruyor. (Kevser: 2)
Namaz kılmakla beraber, kurban da kes. Her ikisinin de şöhret için değil, Allah için halis niyetle yapılması gerekmektedir. Allah için kılınmayan namaz, namaz olmayacağı gibi; Allah için kesilmeyen kurban da kurban olmaz. Kurban olmak şöyle dursun, Allah’ın ismi anılmayan ve bilerek terk olunan veya Allah’tan başkasının ismi anılarak kesilenler, kesilmiş bile olmaz, ölmüş hayvan gibi haram olur.
Ey kurban kesen müminler!
“Boğazlanan kurbanlık hayvanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan sizin takvânızdır.” (Hacc: 37)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Hiçbir kul kurban günü, Allah katında kan akıtmaktan daha sevimli bir iş yapamaz. Zira kesilen hayvan, kıyamet günü boynuzları ile, kıllarıyla, tırnaklarıyla gelecektir. Hayvanın kanı yere düşmezden önce, Allah katında yüce bir mertebeye ulaşır. Öyle ise onu gönül hoşluğu ile ifâ edin.” (Tirmizî)
Mühim olan sadece kan akıtmak veya et yemek değil, Allah-u Teâlâ’nın rızâsını kazanmak için kan akıtmaktır. O’na ulaşan sizin O’na itaat ve teslimiyetinizdeki, emirlerini yerine getirmenizdeki takvânızdır. Zira ameller ancak takvâ ve ihlâs ölçüleriyle makbuldür. Kurban kesenler ancak niyet, ihlâs ve takvânın şartlarına riâyet ederek Rabb’lerini râzı edebilirler.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Hali vakti yerinde olup da, kurban kesmeyen kimse namazgâhımıza yaklaşmasın.” (İbn-i Mâce)
Kurban malla yapılan bir fedâkârlıktır. Bir müslüman kurban kesmekle, can da dahil olmak üzere bütün her şeyini Allah yolunda fedâ etmeye hazır olduğunu göstermiş olmaktadır. Diğer taraftan kurban, nefsanî arzuları kesmenin de bir işaretidir.
O kana bedel olarak, gelecek birçok felâketler, ibtilâlar, akacak kanlar önlendiği gibi, en mühimi de Allah-u Teâlâ’nın emri şerif’inin yerine getirilmiş olmasıdır. Rızâ-i Bâri’ye vesiledir.
• Kurbanın vâcip olması için müslüman olmak, hür olmak, mukim olmak yani misafir hükmünde olmamak, şer’an zengin sayılacak kadar servet sahibi olmak gerekir. Asli ihtiyaçlardan başka en az nisap miktarı bir mala sahip olan her müslümanın kurban kesmesi vâciptir.
• Nisaptan maksat 200 dirhem (561.2 gram) gümüş veya 20 miskal (80.18 gram) altın veyahut bunların kıymetlerine muâdil bir maldır.
Bunda nisabın büyüyücü, artıcı olması ve üzerinden bir yıl geçmesi şart değildir.
Her zekât veren mükellefe kurban kesmek vâcip olduğu gibi, zekâtta nisaba girmeyen bazı mallara sahip olan kimselere de, elinde nakit parası olmasa bile kurban kesmek vâcip olur. Meselâ bir kimsenin asli ihtiyaçları dışında nisap miktarı değerinde fazla eşyası, ihtiyaç dışı ev ve arazisi olursa, bunların üzerinden bir yıl geçmese bile zengin sayılır, kurban kesmesi gerekir.
• Bir kimsenin kurban kesmesi için bütün vakitlerinde zengin olması şart değildir. Kurban bayramı günlerinin başında veya sonunda zengin bulunması kurbanın vâcip olması için yeterlidir.
• Fakirin ve yolculuk halinde olan kimsenin kurban günlerinde kesecekleri kurban nafile yerine geçer. Çünkü fakir olan kimselere ve yolculuk halinde olan kimselere vâcip değildir. Bununla beraber kurban niyetiyle keserlerse, kesen sevap kazanır. Kesmedikleri takdirde bir şey lâzım gelmez.
• Diğer şartlar mevcut olduğu halde, yolculuktan kurbanın son günü henüz vakit çıkmadan memleketine dönen bir kimseye de kurban kesmek vâcip olur.
Kurban kesilecek hayvanı kişi ya kendisi kesecek veyahut birisine vekâlet vererek kestirecektir.
Ahmed’e Mehmed’e vermekle, kan akıtmadıkça kurban sahih olmaz. Kurban müslümanlar için vâcip olan bir ibadettir. Dilenciliği meslek edinen bölücüler kurbana da el atmakta birçok paralar toplamaktadırlar.
Binaenaleyh bunun da hırsızları mevcuttur. Şöyle ki; “Sen zahmet etme, senin yerine biz keselim!” derler. Yüz kurban alırlar, beşini keserler, doksan beşini cebe atarlar. İyi bil ki sen kurban kesmemiş olursun. Bu kurban hırsızlarına siz kendinizi kaptırmayın. Bu ilâhi hükmü yerine getirin.
“Kurban kes.” (Kevser: 2)
Buyuruyor Allah-u Teâlâ. Kurbanını âleme vermekle, kurban hırsızına paranızı kaptırmakla beraber emr-i ilâhiye’yi de yerine getirmemiş olduğunuzu iyi bilin.
Allah-u Teâlâ açık olarak “Venhar = Kes!” buyuruyor. Ya kendin kes veya keseceğine kesinlikle emniyet edeceğin bir kimseye vekâlet ver.
Vekâlet verilen kimsenin müslüman olması şarttır. Bir bölücüye kurban kesmesi için para veren bir kimse kurban kesmediğini iyi bilsin.
Kurban kesmek bu kadar faziletli olduğu halde, üzerine borç olmamasına rağmen bir kimsenin kurban keseceğim diye çoluk-çocuğunun boğazından kesmesi de caiz değildir. Çünkü âile fertlerinin geçimini temin etmek farzdır. Hatta bir ev sahibi çoluk-çocuğunun nafakasını kesip misafirine yedirirse, yiyen kimse haram yemiş olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Müslüman, Allah rızâsını hesaba katarak âilesi efrâdına infakta bulunursa, bu onun için bir sadaka olur.” (Müslim: 1002)
Niyeti hâlis olan bir kimse, zaten icraatını yapacak, aynı sevaba ermiş olacak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Müminin niyeti amelinden hayırlıdır.” buyurmuştur. (C. Sağir)
Kurban kesmeyen belki kurban kesenden daha hayırlıdır. Kesemeyenin niyeti aynı kesen gibidir.
Çünkü Allah-u Teâlâ kulunun niyetine bakar.
Sıkılarak, âile fertlerinin nafakalarından keserek, borç para alarak kurban kesmek olmaz.
Abdullah bin Amr bin Âs -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“Kurban gününü bayram olarak kutlamakla emrolundum. Onu bu ümmet için Allah bayram kılmıştır.” buyurmuştu.
Bir kimse kendisine: “Yâ Resulellah! Ben, iâreten verilmiş bir hayvandan başka bir şeye sahip değilim, onu kesebilir miyim?” diye sordu.
Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
“Hayır. Ancak saçını, tırnaklarını kısaltır, bıyıklarından alır, etek tıraşını olursun. Bu da sana Allah katında bir kurban yerine geçer.” (Ebu Dâvud)
Bu beyandan anlıyoruz ki, bayrama katılmak için imkânları zorlamaya gerek yoktur. Bayram günü saç tıraşı olmak, uzamış olan bıyıkları, tırnakları kesmek, bedeni temizlemek, yeni, temiz elbiseler giymek gibi, bayram gününün hürmetine uygun bir ahvâle bürünmek de, kurban kesmiş kadar Allah katında makbuldür.
• Hayvanın yönü kıbleye gelecek şekilde yatırılır, sağ arka ayağı serbest bırakılarak geri kalan üç ayağı birbirine bağlanır.
• Her türlü ön hazırlıklar tamamlandıktan sonra kurbanı kesecek olan kişi önce “Allahümme hâzâ minke ve ileyke = Allah’ım bu sendendir ve sanadır.” der ve şu Âyet-i kerime’yi okur:
(İnne salâtî ve nüsukî ve mehyâye ve memâtî, Lillâhi Rabbil âlemîn, lâ şerîke leh vebi zâlike ümirtü ve ene evvelül-müslimîn.)
“Şüphesiz benim namazım da, ibadetlerim de, hayatım ve ölümüm de âlemlerin Rabb’i olan Allah içindir, O’nun hiçbir ortağı yoktur. Bana böylece emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim.” (En’âm: 162-163)
Daha sonra “Allahu Ekber, Allahu Ekber, Lâ ilâhe illallahu vallahu ekber, Allahu Ekber ve lillâhil-hamd” diye tekbir getirilir ve “Bismillâhi Allahu Ekber” diyerek keskin bıçak çalınır.
• Kesme işi; boynun alt tarafından, boğazın çeneye yakın yerinden yapılır. Yemek ve nefes borusu, bunun iki yanındaki şah damarının kesilmesi ile tamamlanır.