O, zikrettiğimiz bu noksanlık ve eksikliği kullanır, başka herhangi bir şey yapmaz.
O’nun katında var olan şeyin yanında hazır bulunan bu ilâhi nur, onun telâşa düşmesine sebebiyet verir ve şekillenmesine izin vermez. Öncekilere delil olduğu gibi Rabb’i üzerine onun için bir delil de teşkil etmez.
Onun kalbindeki yangın dur-durak bilmeden sürüp gider ve yolu perişan olup zevale erer.
Üstelik o, bu ilâhi nurla ilgisi olmadığını ve ondan mahrum bırakıldığını da bilir.
O, Rabb’ine karşı telâşa düşüp endişeye kapılır.
Nitekim o şöyle der:
“Muhakkak ki ben, yüzümü yeri ve semâları yaratan Allah’ın Zât’ına döndürdüm.” (En’am: 79)
İşte bu, Azîz ve Celîl olan Allah’tan ona bir ibtilâ ve uyarıdır.
Nefsini kendine dost tutmayı murad edince, içinde Rabb’i hakkındaki şek ve şüphe artık onları çekip çevirmeye başlar.
Bunun asıl sebebi ise O’nun ilâhi sıfatının ona yerleşmeyip aslından uzaklaşmasıdır.
Vasfettiğimiz şeyi ölçmede, ilim sahibi olup bilmenin mutluluğu tek başına kâfi gelir.
“Elestü bi-Rabbiküm = Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” (A‘râf: 172) kelâmının tefsiri şu şekildedir:
O’nunla konuşan dedi ki:
O: “Elestü bi-Rabbiküm = Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” diye hitap etmiştir (A‘râf: 172)
Buradaki “Elif”in mânâsı nedir?
O’na şöyle dedi: Onun iki veçhesi (yönü) vardır; zâhiri veçhesi ve bâtıni veçhesi…
Şu kadar var ki onun zâhiri veçhesi, onun anlayıp öğrenmeyi isteme veçhesidir.
Cevabın yarısı, istenilenin isteyeni anlamasıdır. O ise onun kalbinde mevcut olan hakkında, istenilenin kendi yanındaki şeyi telkin ve işaret edip onu idrak ettirmesi, fehm ettirmesi, öğretmesi ve tarif etmesidir.
Biz, Arap dilinde bunu bu şekilde süregelmiş bulduk.
Hiç şüphesiz Rabb’in bu vakitte verdiği anlayış, yaratıldığı gün atalarından kendilerine isabet eden mânevi pay ve hisselerine dair yanlarında mevcut bulunan ilâhi marifet nuru, nefhedilen yakınlık, ilâhi tasvir yakınlığı ve kudret elinin yaptıklarıyla ilgilidir.
O: “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” buyurarak onları zikreder, onları muhafaza eder ve Âdem’in gününde onlara sunduğu bu sanatını zikrettirerek onları cilâlayıp temizler.
O’nun aracılığıyla bunu zikredebilmeleri için ise onlara ilâhi nurundan ikram eder, ruh nefheder ve ilâhi kudretini icrâ eder.
Onlar idrak ve anlayışlarını hakkıyla kullanıp sarf edenlerdir, ilâhi marifet nurunu onun sayesinde ibraz ederler.
Onlar bunun sayesinde O’nu kendilerine delil edinir, O’nu tanıyıp bilir ve onunla kendilerini emniyette hissederler.
İlâhi ruyet (cemâl) ve işitmeden, ya da bunun öncesinde var olan yakınlıktan başkası için ilâhi marifet ebedi olamaz.
O buna lâyık olunca, bundan sonra onun aracılığıyla, bu yakınlıktan daha da önce O’nun hakkında öne geçer; ilâhi ruyeti görür, likâya erer, duyup işitir veya sıfat-ı ilâhi’ye karşı O’nunla ilgili bir delil elde eder; ya da kendi içindeki şeye dair, ona işaret eden bir âyete erişir, yahut onun mânâsını yerine getirir.
Onun nefsinin zikri işte bu şekilde gerçekleşir.
O zihnini kullanır, O’nun isabet ettirdikleri üzerinde düşünüp hafıza yorar ve O’nun marifet-i ilâhi’sine dair vukûfiyet kazanır.
Zihin, fehim ve hıfz (anlayış, idrâk)i kendine delil edinene “Ârif” derler. Bu ilmi bilip öğrenene “Âlim” demezler.
Âlim; herhangi bir şeyle ilgili olarak anlayış sahibi de, cahili de olabilir.
“Elestü? = Değil miyim?” yazıp çizmeyle, hesapla elde edilebilir mi?
Anlayış sahibi olsa da olmasa da, bilmeyen de anlar, bilen de anlar. Ne var ki Ârif, tanıyıp bildiğinden başka hiçbir şeyi ne bilmek, ne de anlamak ister!
Ârif, O’ndan gayrısından söz dahi etmez.
O’nun “Değil miyim?” yazması da Ârif’e kendisini bildirinceye kadar değil midir?..