Kul, işte bu beş şeyi kullanır da onlarla amel ederse, artık ilâhi marifetin nuru ortaya çıkar. Çünkü ilâhi nur onun içine yerleşmiş, marifet-i ilâhi bu beş şey sayesinde onu mesken edinmiştir.
İlâhi marifet ortaya çıkıp onunla iş görmeye başladığı vakit, bu ilâhi marifet devreye girince içine yerleşen ilâhi nurun aydınlığı gözleri kamaştırır.
Mîsâk nurunun ona ilkâ edilip yerleştirilmesine gelince;
Onlar birtakım perdeler içindedirler. Celâl Sâhibi'nin şûleleri onda tecelli ederek, biri diğerine benzemeyecek bir şekilde artık teşekkül etmeye başlarlar.
Böylece her ikisi de onun üzerine bir delil olur.
Kul mîsâk gününün parlak aydınlığı hakkında bir delil edinerek, yanında öyle bir ilâhi nuru mevcut bulur ki; o Âdem'in içine de konulmuştur.
İşte bu ikisinin her biri, kul için nefsine karşı bir emniyet sağlayıcıdır ve yakînen öğrenme, karar kılma ve O'nu bilip tanımaya vesile olur.
Bunun misâli madeni dövmeye benzer. Nur, yakıcı bir ateş gibidir; marifet ise ateşin içine konulmuş olan demir gibidir.
O, makâdir (ilâhi takdir) günündeki "İlk nur" yahut "Başlangıç nuru"dur.
İlâhi tecelli mîsâk günündeki taştır, onun içine de ilâhi bir nur yerleştirilmiştir. Kalp ise atılmış bir pamuk gibidir.
Kul, taşla demiri dövdüğü zaman ikisinden de ateş çıkar.
İşte kalp de iki farklı şey birbirine mukâbele edince kalbin üzerinde birleşip bir buluşma meydana gelir. Artık o onu nurlandırır ve Azîz ve Celîl olan Allah'a dair ona bir delil olur.
Kâfire gelince; mîsâk günü gözünün önünde ışık saçan Allah'ın büyük nuru onun gözünü kamaştırmaz. Onun ulaşabildiği şey sadece sırtını çevirmektir.
O hakkında herhangi bir bilgisi olmadığı, yanında kendisiyle ilgili kendine delil sayabileceği hiçbir şey bulunmadan söz söylemeye yeltenir. Yoldan sapmış, şaşkınlığa düşmüştür.
Bu ona, bu beş şeyi kullanmayı terk etmesi nedeniyle ilkin Yaratıcı'yı unutturmuştur. İşte marifet-i ilâhi de onun için âdetâ, içinde hiç su bulunmayan bir demir gibi olur.
O, bu göz kamaştırıcı parıltı ile iş işlemez, ateşin ve bâtılın karşısında telaş da göstermez.
Kalbi herhangi bir şeye mukâbele edemez.
Buna dair herhangi bir şâhid bulamayınca sabit fikirli olup yerinde kalakalır, böylece de şirke düşmüş olur.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Rabb'inden gelmiş apaçık bir delile dayanan ve ardından Rabb'inden gelen bir şâhidin kendisi takip ettiği kimse (hiç diğer kimseler gibi olur mu?)" (Hûd: 17)
Rabb'inden gelen "Delil", işte bu "Makâdir" (Takdir vakti) ile ilgili ilâhi nurdur.
"Şâhid" ise "Mîsâk"la ilgili ilâhi nuru tâkip eden kimsedir.
Nitekim şöyle buyurulmuştur:
"Tâ ki helâk olanın niçin helâk olduğu, diri olanın da niçin diri kaldığı apaçık ortaya çıksın." (Enfâl: 42)
Bir başka Âyet-i kerime'de ise şöyle buyurulmuştur:
"Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa o Rabb'inden verilmiş bir nur üzerindedir." (Zümer: 22)
Eşyayı gösteren herhangi bir şeye ancak iki nurla birden kavuşulabildiğine göre; ilâhi meded nurunun teyid ve desteği olmadıkça, ilâhi nurun artık göze herhangi bir şeyi göstermeyeceğini görmez misin?
Göz nuru da, onun içine girip yerleşen marifet nurudur. O öyle bir nurdur ki, Âdem'in içine dahi konulmuştur.
İlâhi meded nuru ise helâlden gelen "Mîsâk"la ilgili bir nurdur.
O, ateşin ya da ışık veren kandilin nurudur.
İki nur göz üzerinde birbiriyle buluşup bir araya gelmediği vakit, insan hiçbir şeyi göremez.
İşte bizim vasfettiğimiz şey de bunun gibidir.
Görmez misin ki İbrahim Halilullâh Aleyhisselâm yıldıza, aya, güneşe nazar etmiş ve:
"İşte benim Rabb'im budur!" demiştir? (En'am: 76)
Beş şey kullanılıp ona göre iş görüldüğü vakit, birleşmeksizin ve herhangi bir şekle bürünmeksizin O'nun katından ilâhi bir delil olur.
Nitekim onu kendinden uzaklaştırarak:
"Ben batıp yok olanları sevmem!" dedi. (En'am: 76)
Esas itibariyle aslında her ikisi de birdir, bu onun gözünde ilâhi nur ve ışığın vâki olabilmesi içindir. O onu Rabb'inin nuru zannettiği için:
"Benim Rabb'im budur!" demiştir.
Nitekim o, O'nun katındaki Rabbâni makâdir nuru ile her ikisini teyid eden mîsâk vaktin nuruna göre O'nun katından olanı kendisine delil edinmiştir.