Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Allah-u Teâlâ'nın Sevgilileri'nin İfşaatlarına İzah ve Açıklamalar (187) - Mahmud Şebüsteri -Kuddise Sırruh- - Ömer Öngüt
Mahmud Şebüsteri -Kuddise Sırruh-
Allah-u Teâlâ'nın Sevgilileri'nin İfşaatlarına İzah ve Açıklamalar (187)
Dizi Yazı - Hatm'ül Evliya Hakkında İzah ve Açıklamalar
1 Mart 2022

 

Allah-u Teâlâ'nın Sevgilileri'nin İfşaatlarına
İzah ve Açıklamalar (187)

Mahmud Şebüsteri -Kuddise Sırruh-

 

Hep O, Sen O’na Perdesin:

“Hamîd” ism-i şerif’ine gelince; ancak kendisine hamd ve senâ edilen, her türlü medih ve övgüye lâyık olan demektir.

Bütün hamd ve senâlarla, şükürlerle, medihlerle kendisine tâzim ve ibadet olunacak veliyy-i nimet O’dur. Çünkü hamd ve senâyı icabettiren bütün kemâlât ancak O’nda mevcuttur.

En güzel övgüler ancak O’na yaraşır, O her övgüye lâyıktır.

Allah-u Teâlâ onu ona verdiği için, o da O’nu tanıtıyor, yalnız O’nu tanıtıyor.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir Hadis-i kudsî’de buyurur ki:

“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?”

Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:

“Onlara ilk vereceğim şey nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Hâkim)

Bu ism-i şerif’i taşıma hasebiyle: “Ben ona haber verdim, o da benden haber veriyor.” Yani beni biliyor o. O Yaratan’ını biliyor ve Yaratan’ından o haber verebilir. Başkası onun kadar veremez.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:

“Bunu bir bilene sor!” buyuruyor. (Furkân: 59)

Bu bir emr-i ilâhîdir. Dilediğine dilediği kadar bildirdiğini açık olarak ferman buyuruyor ve duyuruyor.

Nitekim Şeyh Mahmud Şebüsteri -kuddise sırruh- Hazretleri:

“O, vahdet sırrına mazhar olarak Allah’ı hakkıyla tanır, Allah’ın hakikati onda görülür.” buyurmuştur. (Gülşen-i Râz; Beyit no; 394)

Bunun sırrı iki noktada toplanır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Nefsini bilen Rabb’ini bilir.” (K. Hafâ)

Sen hükümsüzlüğünü bilirsen Yaratan’ını da bilmiş olursun. Hep O, sen O’na perdesin. O perdeyi kaldır, O’ndan başka birşey yok.

İkincisi:

“Fakirliğimle övünürüm.” (K. Hafâ)

Ben fakirim. Ruhum, bedenim, ilmim, malım ve bütün her şeyim Sahibim’indir. Hiçbir şeye sahip değilim. Fakirliğimle de iftihar ederim. O var ben yokum.

Bütün bu sır bu iki noktada. Hiç kimse bunun farkına varmıyor değil mi? Çünkü O’ndan başka varlık yok ki ortaya koyasın. Üstelik fakirliğimle de övünürüm. O’na şükrederim ki bana bu hâli vermiş.

Amma sözle bitmiyor bu işler, söz işi değil bu işler, öz işi, hâl işi. Bütün sır bu iki kapağın altında. Senin varlığın kapaktır, aç kapağı, at bu tarafa, O çıksın.

Elfakru fahrî... Zaten O verdi, senin neyin var? Fakat insan bir türlü buraya giremiyor. O nefis, o put: “Ben de varım!” diyor. Daha doğrusu bütün bunlar bir lütfu ihsandır, aşılmadıkça tecellî etmez.

İlim ve tasavvuf ehli arasında daha çok Nev’î ismiyle şöhret bulan 1533-1599 seneleri arasında yaşayan Nev’î Yahya Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri ise şöyle buyururlar:

“Bu sükut ilmini elde edip acze düşmeyen âlim; Allah’ın zâtını, tecelliyât mertebelerini ve bunların türlerini bilen kimselerin en yücesidir. Bunu elinde bulunduran kimsede sükutu ifade ettiği tesbit olunan ilim ancak Hâtemü’r-rusül ve Hâtemü’l-evliyâ için sâbittir. Bunların dışındaki nebilerden ve resullerden herhangi bir kimse bu ilmi ve bu müşâhedeyi ancak Hatemü’n-nübüvve kandilinden elde eder. Velilerden herhangi bir kimse de bu nuru ancak Hâtemü’l-evliyâ kandilinden elde eder. Hatta resuller bile evliyâ olmaları yönünden bahsedilen bu nuru Hâtemü’l-evliyâ kandilinden almışlardır.” (“Keşfü’l-Hicâb an vechi’l-Hitâb”, Hacı Mahmud Efendi, no.: 2291, 40a yaprağı)

Ona öyle akıtmış, öyle bildirmiş. En güzel bilen o olduğu için, diğer velilerde de o bilgi olmadığı için, onun ilmi, tecelliyâtı ayrıdır.

Abdullah-ı Bosnevî -kuddise sırruh- Hazretleri, gerek “Hâtemü’n-nübüvve”nin, gerekse “Hâtemü’l-velâye”nin, tek bir hakikat ve tek bir asıl olan “Hakikat-ı Muhammediyye”den vâredildiğini haber vermiştir. Dikkat ederseniz yükün ne kadar ağır olduğu anlaşılıyor. Yani iki kişi bu yükü taşıyabilir.

Öz budur, hakikat budur. Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a verdiğini başka hiçbir peygambere vermediği için, bu hakikati de intikalen ona ihsan ettiği için, peygamberlerin velâyet bakımından ona erişmesi mümkün değildir. Nasıl ki onun hiçbir resul ve nebiye erişmesi mümkün değilse de, hiçbir resul, nebi ve veli de onun velâyetine erişmesi mümkün değildir. Niçin? O peygamberler daha dünyaya gelmediği için ve o nuru, Allah-u Teâlâ yerleştirdiği için. Mevzunun özü budur. Ona verdiğini ona vermiş, oradan intikal etmiş.

Yani nurunun nuru. Tek bir hakikat. O da nur, bu da nur. Nurunun nuru ona aksetmiş. Zamanında nuru iki yere yerleştirmiş.

Allah-u Teâlâ küllî tecelliyâtı Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine koymuş ki; o Sebeb-i Mevcûdât ve Ebu’l-ervah’tır. Fakat bu küllî tecelliyâtın bir tecelliyâtını daha halketmiş ki, onu da Hâtem-i veli’nin velâyetine koymuş. Aslında Hâtem-i veli’nin velâyeti Hâtem-i rusül’ün velâyeti olduğu için ayrı bir intikal var. Binaenaleyh Resulullah Aleyhisselâm’a bahşedilen lütuflar ona da bahşedilmiş.

Allah-u Teâlâ oraya koymuş, ihtiyaçlı olanlara: “Oradan alın!” buyurmuş. Çünkü onların Allah-u Teâlâ’dan doğrudan doğruya alması mümkün değildir. Yani: “Oraya koydum, oradan alın.” mânâsına geliyor. Neden? Adı geçen ism-i şerif’lerin mazharı ettiği için husule gelmiş.

Çünkü herşey mahlûktur, O’na muhtaçtır, bu ise O’nun dilemesi ile O’nunla yapılan irtibattır.

Onu ayrı yarattığı için burada çok gizli bir incelik var. Ayrı yarattığı için o nurdan yaratmamış. Ona ayrı nur vermiş, çünkü ona ayrı bir hilâfet vermiş. Fakat kendi nurunun nuru, onun vekili. Neden? Onun velâyetini doğrudan doğruya ona intikal ettirdiği için.

Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ı ve diğer peygamberleri yaratmadan evvel iki tane nur yarattı. Bunu O yarattı.

“Veli” ve “Hamîd” ism-i şerif’lerinin mânâsı çözüldüğü zaman bu mevzu da çözülmüş olacak.


  Önceki Sonraki