Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hayat boyunca yaptığı bir duâları şöyledir:
"Ey Allah'ım! Beni bağışla, bana acı, en yüce arkadaşa kavuştur." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1665)
Onun arkadaşı O idi ve ahirete intikal ederken de son kelâmı bu idi.
Hayat boyunca Allah-u Teâlâ ile arkadaşlık yaptı ve en çok sevdiği arkadaşına kavuştu.
Bir kişi o kişiyi görecek ki arkadaş olsun. Görülmeyen bir kişi arkadaş olamaz. Görecek ve bilecek ki O'nunla olacak.
O'nunla arkadaşlık ne demek? O içeride olup onu idare eder, sen O'nu göremezsin.
Farz-ı muhal ki bir tulum var, tulumu O idare ediyor. Herkes tulumu görüyor, içeride tasarruf edeni görmüyor.
Görünmeyen bilinmeyen bir kişiyle arkadaşlık olmaz. Göreceksin, bileceksin, tanıyacaksın ki sana arkadaşlık yapsın. O sana duyuracak, O sana duyurmadıkça duyamazsın. Bu "Hakk'al-yakîn" bir ilimdir, diğerleri ise "Ayn'el-yakîn"dir.
Sen maskeden ibaretsin. O sana kendini duyuracak, O sana kendini gösterecek ve bildirecek ki bilmiş ve görmüş olasın. Hep O, hep O'ndan... Maskenin ne hükmü var, bir kâğıt parçası. Senin kâğıt parçasından ne farkın var? Senin masken etten, onu da halkeden O...
Hallâc-ı Mansur -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-evliyâ olan zâta işaret ederek şöyle söylemiştir:
"Allah kullarından bir kulu en büyük dostu yapmayı dilediği vakit; ona zikir kapısını açar, yakınlık kapısını ona aralar, onu Tevhid kürsüsünün üzerinde oturtur, sonra da ondan perdeyi kaldırarak, müşâhade yolu ile ona 'ferdâniyyet' i gösterir. O 'ferdâniyyet'; yani 'teklik' evine girer, O'nun kibriyâ ve cemâlini keşfeder. Gözü Cemâl'e ilişince de, artık kendisi diye bir şey kalmaz. Fâni olan (bu) kul, o an Hakk ile bâkî olur. Sübhan olan Allah'ın himâyesinde o, nefsin dâvâlarından uzak olur." (Kitâbü't-Temhîdât, s: 68)
Bunun sırrını size arzedelim: Farz-ı muhal ki senin en yakın bir dostun var. Fakat Allah-u Teâlâ'dan daha yakın bir dost olamaz. Vallâhi olmaz. O'nu bulan dostu neyler? Dost olarak O yeter.
Allah muhabbeti öyle bir muhabettir!
Allah-u Teâlâ ona bin tane can verse, bin tane de cânan verse, o Allah-u Teâlâ'yı tercih eder, bin canından da bin cânanından da vazgeçer.
Görülmeyen Allah'a bu yapılmaz. Has odanın sırları buna derler işte!
Bu ifşaatları açmaya kendimi lâyık görmüyorum, çoğunu onun için açmıyorum. Açık amma kapalı. Zâhirini anlıyorsunuz, orada kalıyorsunuz. Aslını bilmeniz mümkün değil. Çünkü O'nu bilmen için o olman lâzım, o işin Hakk'al-yakîn'i olman lâzım.
•
Evliyâullahtan Abdullah-ı Bosnavî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerh-i Fusûsu'l-Hikem-i Bosnavî" adlı eserinde, Hâtemü'l-enbiyâ'nın ve onun kâmil vârisi Hâtemü'l-evliyâ'nın ilmi hakkında mühim izahlarda bulunmuş, bu ilmin ancak ümmetin bu iki Hâtem'inin kandilinden alınabileceğini beyan buyurmuştur:
"Bu ilim asaleten Hâtemü'r-rüsul olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-inin ve onun vârisi olan Hâtemü'l-evliyâ'nın kandilinden verilmedikçe hâsıl olamaz." (s: 447)
Onun vârisi demek; onun kademi demektir. Kademi demek o demektir, onun çorabı demektir, onun vardığı yere varmış demektir. Allah-u Teâlâ onu o esrâra mazhar etmiş. Feyiz çoraba iner, halk çoraptan alır. Çünkü çorap ondan ayrı değil, o çoraptan ayrı değil.
Bu ayrı bir husustur, mukarreb melekler dahi vâsıl olamaz.
Nitekim Abdülkerim-i Cîlî -kuddise sırruh- Hazretleri "El-İnsanü'l-kâmil" isimli eserinde Hâtemü'l-evliyâ'nın makamının, Resulullah Aleyhisselâm'a ihsan buyurulan Makâm-ı mahmud'dan başka bir şey olmadığını ve bu makama ondan başka hiçbir velinin erişemeyeceğini ifade ederek şöyle buyuruyorlar:
"Her kim bu yakınlık makamına vâsıl olursa, o kimse Hâtemü'l-evliyâ olup, hitam (hatemiyet) makamında Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in vârisidir. Çünkü bu yakınlık makamı, makâm-ı mahmud ve vesîle makamıdır. Oraya kadar vâsıl olan velinin vardığı yer, kimsenin erişemeyeceği bir makamdır." (El-İnsanü'l-kâmil, s. 455. trc: A. Mecdi Tolun)
İşte ispatı bu!
Bu zât-ı muhterem en ince sırlardan bahsetmiş; gerçek vuslattan, Hakk'a yakınlığın, Resulullah Aleyhisselâm'a ihsan ettiğini ihsan etmekle mümkün olacağını, yani ona ne bildirirse ona da onu bildirmekle mümkün olacağını ifşâ etmiştir. Allah-u Teâlâ ona duyurmasa o bilebilir mi? Onlara duyurduğunu da ben size anlatıyorum.
"Kimsenin erişemeyeceği bir makam." buyuruyor. Hâtem-i veli'ye ihsan edeceğini Allah-u Teâlâ ona duyurmuş.
Nitekim Muhyiddin İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtem-i veli'ye verilecek olan makamın, kendisinden önce gelmiş hiçbir veliye verilmediğini beyan ederek şöyle buyurmuşlardır:
"Allah-u Teâlâ bu Hâtem-i velâyeti ne bize, ne bizden evvelkilere nasip etmeyip, bu makamı bizden saklamıştır."
Onu muttali kılmadığı gibi diğer velileri de kılmadığı açıklanıyor.
Saklanmış olan bir ilmi size açıklıyorum, bildiriyorum, duyuruyorum ve gösteriyorum!
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif-i billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gâfil olan kimseler anlamazlar.
Binâenaleyh, Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin! Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti." (Et-Terğîb, c. 1, s.103)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in tarif ettiği ilim işte budur! Bu Hadis-i şerif biliniyordu, zuhuratı bugün meydana çıktı. Saklı olan makamın sırları zuhur ediyor.