Muhterem Okuyucularımız; Hak ile bâtıl mücadelesi Âdem Aleyhisselâm’dan bugüne hiçbir zaman son bulmayacak ve kıyamete kadar devam edecektir.
Allah-u Teâlâ müminlere cihadı emretmiş ve Âyet-i kerime’sinde:
“Ey müminler! Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin.” buyurmuştur. (Hacc: 78)
Allah'ın dinini yüceltmek için, elinizden gelen bütün güç ve kuvvetinizi harcayarak mallarınızla, canlarınızla hakkıyla cihad edin.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Cihad etmeniz size farzdır.” (Ebu Davud: 2533)
Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri de öylece Allah yolunda cihad etmişlerdi.
Öyle cihad aşkıyla doluydu ki;
“İtimat edin dünyada kalmak için tek bir arzum bu cihad içindir. Beni tek tutan bu cihaddır.” buyurmuş, “Büyük dedem de kâfirlerle savaşmayı çok severdi” beyanı ile cihad aşkını ilân etmişlerdi.
Bu Zât-ı âli’nin cihadı çok büyüktü. İman, küfür arasında bir berzâh, hak ile bâtıl arasına bir perde, hakikat ile dalâletin karışmaması için bir set idi. O âhir zamanda türeyen din ve vatan bölücüleriyle harp ettiği için din bugün dimdik ayaktadır. Otuz yıldır bu din ve vatan bölücüleriyle cihad etmişlerdi.
1950 yılından beri insanları irşad ile tenvir eden bu zâtı herkes tanırdı. Hiçbir zaman şahsi menfaat, şöhret ve nam peşinde olmadı. Her suale hak ve hakikat ölçüsünde cevap verdiği gibi, yoldan sapanları ikaz etmekten de çekinmedi. Bu sebeple sevenleri kadar sevmeyenleri de oldu, düşmanlık yapanlar, iftira atanlar da oldu.
“Allah yolunda cihad ederler. Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.” (Mâide: 54)
Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere Allah yolunda, din ve vatan bölücülerine karşı cihad etti.
“İtimad edin, dünyada kalmak için tek bir arzum Allah yolunda bu cihad içindir. Beni tek tutan cihaddır. Gitmeye çok meyyalim, bu cihad olmasa yaşamanın âlemi ne!..”
O Allah için çalıştı, Allah yolunun hizmetkârı idi. Gayesi, maksadı, menfaati yoktu. Fîsebilillâh hayatı mücadele ile geçti. Allah ve Resul’ünü sevdirmeye, Allah ve Resul’ünde birleştirmeye, Nûr-i Muhammedî’nin yayılmasına, kalplere Hazret-i Allah’ı ve Resulullah’ı yerleştirmeye çalıştı. Hazret-i Allah ve Resul’ünü örnek aldı. Ömrü ibadetle, taatle ve cihadla geçti.
Vasiyetlerinde; “Hazret-i Allah'ın hükümlerinden ve Resulullah'ın Sünnet-i seniyye'sinden ayrılmayın!” buyurmuşlardı.
Ömrü mücadele ile, türlü ibtilâlarla geçti.
Hep sabır, şükür ve tevekkül halindeydi. Takdir-i ilâhi’ye boyun eğmiş, Hakk’ın hükmüne râm olmuşlardı.
Din ve vatan bölücülerinin menfaat, mevki ve nam için İslâm dini’ni âlet ettiklerini, halkı soymak için cep cihatçılığı yaptıklarını beyan etmişler;
“Allah yolunda para, menfaat girdiği takdirde o yol Allah yolu olamaz.”
“Bizim yolumuzun diğer yollardan ayrılış noktası şu Âyet-i kerime’dir:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Bu Âyet-i kerime bir berzahtır. Kim para topluyorsa doğru yolda olmadığını bu Âyet-i kerime beyan eder.” buyurmuşlardı.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretlerimiz’in Recep ayında ahirete irtihalinin 12. Sene-i devriyesi vesilesi ile bu mevzu hazırlanarak Ümmet-i Muhammed’in istifadesine arz edilmiştir.
•••
Bu ay başlayacak olan “Üç Aylar”ınızı ve idrak edilecek olan “Regaib ve Miraç Kandilleri”nizi tebrik eder, tüm İslâm âlemi’ne hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Allah’tan niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
"Allah'ıma yemin ederim ki; kimseye garazım yok. Ben herkese kardeş gözüyle bakarım amma kimsenin de küfrüne rızâ gösteremem. Büyük mücadele, mücahede yapılıyor. Milyonlara karşı çıkmış, tek tek tek küfür damgası vuruyoruz. Bugün insana bir kişi, bir düşman yetiyor.
Bizim karşımızda milyonlar var, ben Allah rızâsı için bu yola çıktım, yapacağımı ölünceye kadar da yapacağım. Hatta niyazım var; Allah'ım lütfundan ayaklarımı rızânda sabit kıl. Lütfunla destekle, alıncaya kadar değil, aldıktan sonra da mücadeleme devam ettir. Neyle? Kitaplarla.
Bu nuru O veriyor ve böyle bu nur gidecek. Onun için benim ölümümle iş bitmiyor! Bu nur kıyamete kadar bâkidir. Ben gidiyorum ama bu nur gitmiyor. Onun için Allah-u Teâlâ'ya şükretmek lâzım, bu nimeti elimizden almasın. Niyet-i halisa ile, azimle gelelim ki bizi kulluğuna, ümmetliğine ve cihada kabul etsin."
Hazret-i Allah'ın vazifelendirdiği, gönderdiği müstesna kulları, insanları Allah yoluna çağırdılar, O'nun emir ve yasaklarını dinlemeye ve itaat etmeye teşvik ettiler. Yoldan sapanların âkıbetlerinin kötü olacağını, dünya saâdetinden ve ahiret selâmetinden mahrum olacaklarını haber verdiler. "İşittik, itaat ettik." diyenleri Âlây-ı illiyyîn'e çıkardılar, söz dinlemeyenleri kendi hâllerine bıraktılar. İcabettikçe savaştılar, her türlü sıkıntılara katlandılar.
Üzerlerine aldıkları bu ağır vazifeden dolayı dünyevî hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık beklemediler; liveçhillâh, rızâen lillâh yaptılar. Hayırla, hatırla yâdediliyorlar.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde gönderilenler üzerine yemin etmiştir. Yemin edilen hususlar o şeyin kıymetini, değerini, yüceliğini ifade eder.
Mürselât Sûre-i şerif'inde şöyle buyurmaktadır:
"Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!" (Mürselât: 1)
Allah-u Teâlâ bu gönderilenlerin her türlü hayırlarla, iyiliklerle gönderildiğini beyan buyurmaktadır.
Bütün bunların hepsi O'nun dilemesi ve göndermesi ile olur. Kimi ne ile gönderdi ise o vazifeyi yapar, hepsi de O'nun emri ve hükmü ile hareket eder. Zira, yaratmak da emretmek de Allah'a mahsustur. Bütün âlemleri dilediği gibi yönetmektedir.
Âyet-i kerime'de geçen "Gönderilenler"den murad; hayır ile müjdeci olarak peşpeşe gönderilen melekler,"Lâ ilâhe illâllah"ile gönderilen ve birbirini izleyen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olduğu gibi, onlardan sonra peşpeşe gönderilen peygamber vekilleridir.
Âyet-i kerime'de buyurulduğu üzere:
"Gerçekten biz size gönderildik demişlerdi." (Yâsin: 14)
Bu ilâhi hüküm kıyamete kadar geçerlidir ve müslümanlar için büyük bir müjdedir. Bu gönderilenler Hazret-i Allah'ın emrini tebliğ ettikleri için onlara itaat şarttır. Onlara isyan etmek gönderene isyan etmek demek olup bugün için de geçerlidir.
Allah-u Teâlâ'nın yüce hikmeti, zaman zaman hak ve hakikat bilgisine sahip üstün insanlardan birini göndermeyi gerekli kılar. Allah-u Teâlâ onların gönderilmesini insanların karanlıklardan aydınlığa çıkmaları için bir sebep kılar ve kullarına hem kalplerini hem de yüzlerini ona çevirmelerini farz kılar. Mele-i âlâ'da ona itaat eden ve ona katılan kimseye karşı hoşnutluk; karşı çıkan ve düşmanlık edene karşı ise lânet tahakkuk eder. Allah-u Teâlâ insanlara bu durumu haber verir ve gönderdiği kimselere uymalarını emreder.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Biz peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ta ki, bu peygamberlerin gelişinden sonra insanların Allah'a karşı bahaneleri kalmasın." buyuruyor. (Nisâ: 165)
Allah-u Teâlâ onları yol gösterici ve öğüt verici olmaları için bizzat kendisi terbiye etmiş, din ve dünya işlerinde önder kılmıştır. Onlar insanların en hayırlıları ve en seçkinleri, beşeriyetin ilk mürebbileridirler. Her biri birer numunedirler.
Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'den sonra da peşpeşe vekillerini gönderdi. Her asırda ikaz ve irşadda bulundurdu.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Ey Resul! Rabb'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah kâfirler gürûhunu hidayete erdirmez." (Mâide: 67)
Resulullah Aleyhisselâm'a Mâide sûre-i şerif'inin 67. Âyet-i kerime'si ile emir buyurulan tebliğ vazifesi, dini tebliğe ve tazelemeye memur oldukları için, bu peygamber vârislerine de şâmildir.
Enbiyâ-i izâm Aleyhimüsselâm Hazeratı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk'a dâvet ederler, ahkâm-ı ilâhî'yi takviye ederler. Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İçinizden insanları hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i imran: 104)
Hem kendileri kurtulur, hem de başkalarının kurtuluşuna vesile olurlar.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"İnsanları Allah'a çağıran, kendisi de sâlih amel işleyen ve 'Doğrusu ben Müslümanlardanım!' diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?" (Fussilet: 33)
Âyet-i kerime her ne kadar Resulullah Aleyhisselâm ve onun Ashâb-ı kiram'ı hakkında nazil olmuşsa da; basiret ile Allah'a dâvet eden dâvetçilerin de bu kapsama dahil olduğunda şüphe yoktur.
Allah'a dâvet en güzel sözdür.
Allah-u Teâlâ bu ümmetin çölağacı misali otlardan olmadığına, diğer ümmetler gibi yalnız kendi maslahat ve menfaati için değil, beynelminel bir vazife için çıkarıldığına işaret ederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz." (Âl-i imran: 110)
Sizin bu faziletiniz Hakk katında malumdur ve Levh-i mahfuz'da yazılmıştır. Size bu lütfu bahşederek bütün ümmetlerden üstün kılmıştır.
"İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız." (Âl-i imran: 110)
Bu efdal ümmetin bütün ümmetlerden üstün olması; tâbi oldukları âlicenap peygamberin bütün peygamberlerden hayırlı olmasından dolayıdır.
Allah-u Teâlâ bu ümmeti en seçkin ümmet yapınca; onlara dinlerin en mükemmelini, yolların en güzelini bahşetti. Her şeyin en iyisini lütfetti.
Hiçbir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Yani hiçbir peygamberin ümmetine "Emr-i bil-ma'ruf ve nehy-i anil-münker" vazifesi verilmemiş, ancak bu vazife ümmet-i Muhammed'e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"İşte bundan ötürü sen onları tevhide, birliğe davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma." (Şûrâ: 15)
Bunlar ümmet-i Muhammed'in öncüleridir.
Hiçbir ümmet yoktur ki arzularının peşine düşmesin; mide ve şehvetlerine bağlı olup, onlar için yaşayıp, onlar uğruna ölmesin.
Ümmet-i Muhammed'e gelince; bu ümmet insanların faydasına çıkarılıp "Emr-i bil-ma'ruf ve nehy-i anil-münker" yapan, Allah-u Teâlâ'ya gönülden inanıp O'nun uğruna cihad eden mümtaz bir ümmettir. Allah-u Teâlâ onları kullara tapmaktan kurtarıp Hakk'a kul olmaya, bâtıl dinlerin zulmünden kurtarıp İslâm'ın adaletine çıkarmak için göndermiştir.
Muhammed Aleyhisselâm'ın yolundan başka bütün yollar kapalıdır. Hidayet rehberi odur. Hazret-i Allah'a varan hedefe onun yolundan gidilir. O, hakikatin köprüsüdür. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı onun irşad sahası içindedir.
Kur'an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre;
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucûrât: 7)
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz.?" (Âl-i imran: 101)
Âyet-i kerime'lerinden o nurun kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor. Resulullah Aleyhisselâm'ın vekilleri o nuru taşımaktadırlar.
Bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüz yıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." (Ebu Dâvud)
Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır. Fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.
Hele bu zamanda, her gün bir bölücü, her gün bir fitne türüyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Ümmetimin âlimleri benî İsrâil'in peygamberleri gibidir."
Bunlar yüz senede bir gönderilmiş olanlardır. Gelmiş değil, gönderilmiş olanlardır.
Mühim olan doğmadan evvel veli olmaktır. Peygamber Efendilerimiz de böyledir; doğmadan evvel peygamberdirler ve peygamber olarak doğarlar. Bunların vekilleri de böyledir.
Hâkim-i Tirmizi -kuddise sırruh- Hazretleri bu gönderilenleri şöyle tarif ediyorlar:
"Her kişi Allah kendisini tayin ettikten, seçtikten ve o hale erdirdikten sonra dünyaya gönderilir ve gönderilmiş olur." (Hâtmü'l-Evliyâ 6. Bölüm)
Yüz senede bir gelenlerin tecelliyatı ayrıdır, nadiren gönderilenlerin tecelliyatı ayrıdır. Daha doğrusu onlar Peygamber Aleyhisselâm'ın ağacının dalıdır.
Yani bunları O gönderiyor, Allah-u Teâlâ'nın izniyle hakiki cihadı bu gönderilenler yapıyor.
İsa Aleyhisselâm hayatta iken, dinini müjdelemek için zaman zaman çeşitli yerlere dâvetçiler gönderiyordu. Antakya halkını Tevhid'e dâvet etmek için Havârî'lerinden iki kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havârî daha gönderdi.
Allah-u Teâlâ bu hadiseyi Kur'an-ı kerim'inde şöyle haber veriyor:
"O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı." (Yâsin: 14)
Elçiler onlara gelip kendilerini Hakk'a dâvet ettiklerinde, hiç düşünmeden reddettiler. Hatta üzerlerine saldırdılar ve onları hapsettiler.
"Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik." (Yâsin: 14)
Bu üçüncü zât da oranın halkını aynı surette Tevhid'e dâvet etti. Daha önce gelen iki zâtı teyidde ve tasdikte bulundu.
Bu üç zât Antakya halkına:
"'Gerçekten biz size gönderildik.' demişlerdi." (Yâsin: 14)
Dikkat edilirse onları görünüşte İsa Aleyhisselâm gönderdi, fakat Allah-u Teâlâ: "Biz gönderdik." buyuruyor. "Biz gönderdik." buyurulması, İsa Aleyhisselâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ'nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.
Binaenaleyh bu gönderilenler Allah-u Teâlâ'nın emrini tebliğ ediyorsa, gönderilmiş olduğu için, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor.
Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Ahirette de bundan ötürü hesaba çekileceği şüphesizdir:
"Ey kulum! Benim ahkâmım sana duyurulmadı mı? Benim ahkâmıma mı iman ettin, yoksa imamına mı iman ettin?"
İmama iman edenler, iman ettikleri imamın orada da peşinde olup cehennemi boylayacaklar. Çünkü Allah-u Teâlâ'nın hükmünü hiçe saydılar.
Âyet-i kerime'de:
"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız." buyuruluyor. (İsrâ: 71)
Bu bakımdan Allah yoluna dâvet eden, birliğe beraberliğe gayret eden imamlar olduğu gibi, cehenneme dâvet eden imamlar da vardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir." (Kasas: 41)
Kendilerine teveccüh eden azabı hiçbir kimse onların üzerinden kaldıramayacaktır.
İmam; insanlara öncülük eden, beraberinde de kendi yolunca giden ve peşinden gelen bir topluluk meydana getiren lider, önder demektir.
Binaenaleyh hiç şüphe yok ki bu azgınları da yola getirmek için Allah-u Teâlâ bir ikazcı gönderir. Bu ikazcı O'nun tarafından gönderilir ve kıyamete kadar bunları eksik bırakmaz.
Allah yoluna dâvet eden imamlar hakkında ise Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve hak ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
O'nun memur ettiği, vazife için ileriye sürdüğü kimseler bunlardır; Hakk'ı tebliğ eden ve halkı Hakk'a çağıranlar da yine bunlardır.
Onlar Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ'nın kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir.
Onlar hem ahkâm-ı ilâhîyi tebliğ ederler, hem de Allah-u Teâlâ'nın onlara hususi olarak duyurduğu ilmi yayarlar.
Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için, Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'a götürürler.
Hak ile bâtıl mücadelesi Âdem Aleyhisselâm'dan bugüne hiçbir zaman son bulmayacak ve kıyamete kadar devam edecektir.
Allah-u Teâlâ müminlere cihadı emretmiş ve Âyet-i kerime'sinde:
"Ey müminler! Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin." buyurmuştur. (Hacc: 78)
Allah'ın dinini yüceltmek için, elinizden gelen bütün güç ve kuvvetinizi harcayarak mallarınızla, canlarınızla hakkıyla cihad edin.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Cihad etmeniz size farzdır." (Ebu Davud: 2533)
Allah-u Teâlâ inananları Allah yolunda kahramanlığa ve fedakârlığa teşvik ederek Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Andolsun o koştukça koşanlara! Kıvılcımlar saçanlara! Sabahleyin akına çıkanlara! Orada tozu dumana katanlara! O toz duman içinde bir topluluğun ortasına dalanlara andolsun ki!" (Âdiyât: 1-5)
Diğer Âyet-i kerime'lerinde düşmanları olan kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad etmeyi emir buyurdu:
"Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla savaş, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür!" (Tahrîm: 9)
Gerek kâfirlerin ve gerekse münâfıkların İslâm'ı tehdit bakımından farkları yoktur. Her iki zümre de müslümanları parçalayıp yıkmak hususunda aynı derecede tehlike arzetmektedir.
"Kâfirlere boyun eğme ve bununla onlara karşı büyük cihad yap." (Furkân: 52)
Bu ilâhi emir Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ait olduğu gibi, ulül-emre de aittir.
Bu Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki; "Cihad etmek"kelimesi "Savaşmak" kelimesinden daha geniş muhtevalı ve daha şümullüdür. Zira münafıklar gizli kâfir oldukları için diğer açık kâfirler gibi savaş şeklinde bir cihad söz konusu değildir.
Münafıklara karşı açılacak cihad; delil ortaya koymak, belgeleri açıklamak, içlerindeki kötü niyetleri teşhir etmek, iki yüzlülüklerini ve dönekliklerini su yüzüne çıkarmak demektir.
Nifaklarını ortaya koydukları takdirde, onlara karşı da kılıçla cihad edilmesi gerekir.
Âyet-i kerime'de:
"Karşı gelen kesim ile Allah'ın emrine (hükümlerine) dönünceye kadar savaşınız." buyuruluyor. (Hucurat: 9)
Çünkü münafıklar:
"İslâm'dan sonra küfre saptılar." (Tevbe: 74)
Bunun içindir ki müslümanların kâfirlerle ve münafıklarla güçlerinin yettiği nispette cihad etmeleri gerekmektedir. Eğer iman etmişlerse.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenlerle etmeyenleri, sebat edenlerle etmeyenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sanıyordunuz?" buyuruyor. (Âl-i imrân: 142)
Gerçekten de cihad kılıçla, dille, yazı veya yayın yoluyla veya daha başka yollarla, ne şekilde olursa olsun cehd ve gayret göstermek, çalışıp uğraşmak demektir. Savaş ise cihadın sadece bir çeşididir.
Allah-u Teâlâ cihadın ve infakın her türlü maksat ve menfaatlerden tamamen uzak olarak sadece Allah yolunda yapılmasını şart koşmaktadır.
Allah-u Teâlâ'nın diğer bir emri de şöyledir:
"Allah yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz." (Mâide: 35)
Açık ve gizli düşmanlarınızla Kelimetullah'ın yücelmesi için mücâdele edin ki, O'nun ilâhî tecellîlerine kavuşasınız.
"Fitneden eser kalmayıp ve din de tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını görendir." (Enfâl: 39)
Bir mümin yalnız başına da olsa Allah yolunda cihad etmekle yükümlüdür.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah yolunda savaş! Sen ancak kendinden sorumlusun." (Nisâ: 84)
Sana hiçbir kimse yardım etmese bile, sen yine de cihada atıl, yalnız da kalsan bu vazifeni yap, çünkü Allah-u Teâlâ bu yolda çalışanlara yardımını ve muzafferiyeti vaad buyurmuştur.
"İman edenleri de savaşa teşvik et!" (Nisâ: 84)
Hakiki iman sahiplerinin gönüllerine ve dimağlarına bu ruhu nakşet, onları cesaretlendir.
"Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar." (Nisâ: 84)
Bu beyan-ı ilâhî Allah-u Teâlâ'nın kâfirlerin, münafıkların gücünü kıracağına, bütün muhalif grupları darmadağın edeceğine dair bir vaadidir. O'nun umut vermesi hiç şüphesiz ki gerçekleşmesi kesin olan vaaddir. Ne zaman! Dilediği zaman.
"Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin, onları rezil etsin, sizi onlara karşı galip kılsın ve müminlerin gönüllerini ferahlandırsın." (Tevbe: 14)
Nitekim asırlar boyunca bu böyle olmuş, müminlere olan vaadi gerçekleşmiş, Allah-u Teâlâ muhaliflerin gücünü kırarak hezimete uğratmış, dinini yüceltmiştir.
"Gücü en şiddetli olan ve cezası en ağır olan Allah'tır." (Nisâ: 84)
Onun içindir ki Allah-u Teâlâ'ya sığınan ve O'nun dinine yardım için cihad eden müminler, hiçbir engelden çekinmezler, cihad sahasına atılmaktan kaçınmazlar.
"Allah'a ve Resul'üne imanda sebat eder, Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok daha hayırlıdır." (Saff: 11)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Kim Allah'a ve Resul'üne inanır, beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutarsa, Hakk yolunda cihad etse de veya doğduğu yerde otursa da, Allah onu cennetine koymayı vâdetmiştir."
– Yâ Resulellah! İnsanlara bunu müjdeleyeyim mi?
"Elbet cennette yüz derece vardır. Allah onu Hakk yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. İki derece arasındaki mesafe gökle yer arasındaki mesafe gibidir. Allah'tan istediğiniz zaman Firdevs'i isteyiniz. Çünkü o, cennetin ortası ve yücesidir. Üzerinde Allah'ın arşı vardır, ondan cennetin ırmakları akar." (Buhâri. Tecrid-i sarih: 1179)
Allah-u Teâlâ'nın cennet sakinlerine lütfettiği nimetler, beşer aklına gelmeyecek kadar farklı ve çeşitlidir. Bunların birbiri arasındaki farklar da büyüktür.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Allah yolunda cihad edenin, sabahtan kuşluğa kadar veya öğleden akşama kadar yapacağı bir yürüyüş, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır." (Buhâri)
"Allah yolunda ayağı tozlananları, Allah cehenneme haram kılmıştır." (Buhâri)
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyurmuşlardır:
"Benden önce Allah'ın hiçbir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o peygamberin, ümmetinden havarileri ve sünnetine tâbi olan, emrine uyan ashabı olmasın.
Sonra onların ardından, yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan bir takım kötü nesiller meydana çıkar.
İşte kim ki onlara karşı eliyle cihad ederse o mümindir. Kim ki onlara karşı diliyle cihad ederse o da mümindir. Kim ki onlara karşı kalbiyle mücadele ederse o da mümindir. Amma bunun ötesinde imandan bir hardal tanesi de yoktur." (Müslim: 80)
Allah-u Teâlâ'nın sözü Kelimetullah'ın daha yüce olması, İslâmiyet'in dimdik ayakta durması, fitne ve fesadın önlenmesi için O'nun yolunda her türlü fedakârlığa katlananlar, bütün dünyayı karşılarına almak pahasına da olsa cihad edenler; lâyık oldukları mükâfatlara bir bir kavuşunca, vaadinde sâdık olan Allah-u Teâlâ'nın her an övülmeye lâyık olduğunu düşünerek derin bir sevgi ve saygı ile hamd ve senâ edecekler ve şöyle diyecekler:
"Bize verdiği sözü yerine getiren ve bizi cennete vâris kılan Allah'a hamd olsun. Cennette dilediğimiz yerde oturuyoruz. (Allah için) çalışanların mükâfatı ne güzelmiş!" (Zümer: 74)
Allah-u Teâlâ bunları bir mükâfat olarak Allah için cihad edenlere nasip buyurdu.
Müslümanlar son nefesine kadar bu vecibeyi yerine getirmekle vazifelidirler.
Allah-u Teâlâ'nın İslâm'ın âli ve galip olduğuna dair fermân-ı sübhâni'si vardır.
"Allah: 'Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğiz!' diye yazmıştır. Şüphesiz ki Allah kuvvetlidir, yegâne galiptir." (Mücadele: 21)
Bu gönderilenlerin vazifeleri ilâhidir, emirledir, tasarrufladır. Yaşayışları numunedir, eşsiz ahlâk, müstesna insanlık örneğidir. Yaptıkları mücadele ise Allah yolunda cihaddır.
Hangi asırda ve hangi kavme gönderildiğine dâir kesin mâlumat bulunmayan Zülkarneyn Aleyhisselâm'ın hârikulâde kıssası Kur'an-ı kerim'de haber verilmektedir:
"Resul'üm! Sana Zülkarneyn'den soruyorlar.
De ki: Size ondan bir hatıra anlatacağım." (Kehf: 83)
Allah-u Teâlâ kendisine ilim ve hikmet, heybet ve satvet vermiş, yeryüzünde köklü bir hâkimiyet kurmasını sağlamıştı.
Âyet-i kerime'de:
"Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kudret sahibi kıldık." buyruluyor. (Kehf: 84)
Allah-u Teâlâ'nın her türlü fütûhatı ve hâkimiyeti müyesser kıldığı Zülkarneyn Aleyhisselâm, aynı zamanda bir hükümdardı. Maddî ve mânevî kuvvete ve kudrete sahipti. Yeryüzünün doğusuna batısına, orta mıntıkalarına ordusu ile birlikte seyahatler yapmıştı. Ulaştığı yerlerdeki halka Allah-u Teâlâ'nın dinini tebliğ etmiş, insanları kula kul değil Hakk'a kul olmaya ve ibadete çağırmış, ayak bastığı her yere hâkim olmuştu.
Kendisine itaat edenlere adaletle ve müsamaha ile davranıyor, şirklerinde devam etmek isteyenlerin burunlarını sürtüyordu. Kim karşı koyarsa mağlup oluyor, hükümdarlar önünde diz çöküyordu.
Bütün hükümdarların sahip olduğu temkin, ordu ve harp âletleri... gibi şeylerin hepsi de en mükemmel bir şekilde onda toplanmıştı.
Arzusuna nâil olmak, hedeflediği gayesine ulaşmak için her türlü sebebi ve imkânı Allah-u Teâlâ ona bahşediyordu. Sebepsiz düzensiz hareket etmemekle beraber istediği her şeye bir sebep lütfediliyor, neye tutunsa oradan maksadına yol buluyor, muvaffak oluyordu.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Ve her şeyden ona bir sebep verdik, ona her şeyin yolunu öğrettik." (Kehf: 84)
Hiçbir kimse onun görüşünde yanıldığını, fikrinde isabet etmediğini söyleyemedi.
Kiminle savaşırsa, o kavmin diliyle konuşur ve anlaşırdı.
Ordusunun öncü kuvvetinde Hızır Aleyhisselâm'ın müsteşar mevkiinde bulunduğu mervidir.
Allah-u Teâlâ ışığı ve karanlığı ona musahhar kılmıştı. Yürüdüğü zaman karanlık arkasını örter, ışık ise önünü aydınlatırdı.
Ona verilen bu ruhsatın alışılmışın dışında bir iktidar ruhsatı olduğu şüphesizdir.
Zülkarneyn Aleyhisselâm'ın bir sebeple batıya doğru yürüdüğü Âyet-i kerime'de haber veriliyor:
"O da bir yol tutup gitti." (Kehf: 85)
Dünyanın batı cephesinde gidilebilecek en son noktaya kadar vardı. Karanın bitip Atlas okyanusunun başladığı yere ulaştı.
Orada güneşin deniz ufkunda batışını seyretti. Allah-u Teâlâ'nın bu büyük lütfu karşısında, Atlas okyanusu olanca ihtişamına rağmen kendisine bir su gözesi kadar küçük geldi. Güneş, sislerle kaplı deniz ufkunda, sanki çamurla karışık bir su gözesine gömülü gibi görünmüştü.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca, onu kara balçıklı bir gözeye batar (görünümünde) buldu." (Kehf: 86)
Ufuk çizgisi her yere göre değişir. Bu şekilde suyun üzerinden battığı gibi, kum denizlerinden ve dağların arkasından da batar.
Bu müşâhedenin en ibret verici tarafı, sonunda bir noktada duracağı muhakkak olan dünyanın fâniliğini anlamaktır.
"Orada bir kavime rastladı." (Kehf: 86)
Allah-u Teâlâ putlara tapan bu müşrik kavime karşı Zülkarneyn Aleyhisselâm'ı muzaffer kıldı.
Ayrıca:
"Ey Zülkarneyn! Onlara azap da edebilirsin, iyi muamelede de bulunabilirsin!" (Kehf: 86)
Buyurarak kendisini muhayyer bıraktı. İsterse onları esir alıp cezalandırabilirdi veya fidye alıp serbest bırakabilirdi. İdareyi onun eline vermişti.
O ise bu ilâhî emri alınca onlara nasıl davranacağını net bir şekilde açıkladı:
"Her kim ki zulmederse onu cezalandıracağız, sonra o Rabb'ine döndürülür." (Kehf: 87)
Dönüş yerindeki azap öyle bir azaptır ki, dünyada eşi yoktur.
"O da ona görülmedik bir azap ile azap eder." (Kehf: 87)
Ateşten daha korkunç nasıl bir azap olabilir?
"Fakat her kim de iman edip sâlih amellerde bulunursa, ona da mükâfaat olarak en güzel bir karşılık vardır." (Kehf: 88)
O karşılık da içinde ebedî kalınacak cennetlerdir.
Böylece onlara iki yol göstermiş oluyordu. Cezalandırma veya bağışlama hususunda dilediğini yapmakta serbest bırakıldığı halde, yine de sebepsiz hareket etmedi. Cezayı zulmedenlere, mükâfatı da iman edip sâlih amel işleyenlere verdi. Bu salâhiyeti kötü yönde kullanmaya kalkışmadı, zira kendisinin de sonunda Rabb'ine döndürüleceğini ve huzur-u ilâhîye çıkacağını biliyordu.
Daha sonra onları heveslendirmek ve ısındırmak için şöyle buyurdu:
"Ona emrimizden kolayını da söyleyeceğiz." (Kehf: 88)
Yani emirlerden kolay olanlarının, yapabilecekleri şeylerin teklif edileceğini, her hususta kolaylık gösterileceğini, gayet müsamahakâr davranılacağını, yapamayacakları zor şeyleri teklif etmeyeceklerini hatırlattı.
Zülkarneyn Aleyhisselâm batıdaki hayırlı icraatlarını yaptıktan sonra bir sebep takip etti. Batıda grub eden güneşin doğuya dönmesi gibi, kendisine bahşedilen imkânları kullanarak batıdan doğuya giden bir yol peşine düştü:
Âyet-i kerime'de:
"Sonra yine bir yol tutup gitti." buyuruluyor. (Kehf: 89)
Gide gide medeni hayatın sona erdiği, doğu mıntıkasındaki ufuk noktasının bulunduğu bir memlekete geldi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca onu öyle bir kavim üzerine doğuyor buldu ki, onlara güneşin önünde bir siper yapmamıştık." (Kehf: 90)
Burası açık bir arazi idi. Ne yüksek tepeler ne de ağaçlar vardı. Güneş doğduğunda, ziyâsını doğrudan doğruya üzerlerine neşrediyordu.
Bu kavmin insanları güneşin ışığına ve ısısına karşı korunmak için elbise yapmasını, çadır kurup barınak inşâ etmesini bilmiyorlardı. Hiçbir siper olmadığı için, hayatlarını güneşin kızgın harareti altında idame ettirmek mecburiyetinde idiler.
Hiç medeniyet görmemiş bu insanların bu çıplaklığı karşısında, Zülkarneyn Aleyhisselâm'ın elinde o kadar çok sebepler ve imkânlar vardı ki, mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ biliyordu.
Âyet-i kerime'sinde:
"İşte böylece onunla ilgili baştan başa her şeyden haberdar idik." buyuruyor. (Kehf: 91)
Ona her şeyden sebep veren Allah-u Teâlâ, diğerlerini güneşin yakıcı ısısı ile karşı karşıya bırakmış, örtünme eşyası bile vermemişti. O dilediğini dilediğine bol bol verir, dilediğini dilediğinden çeker alır, hükmünde hikmet sahibidir.
Onları o şekilde gördüğü zaman Zülkarneyn Aleyhisselâm'ın neler hissettiğini ve ne gibi icraatlar yaptığını da ancak Allah bilir.
Mağrib halkı gibi maşrık halkını da imana dâvet etti, irşada çalıştı.
"Sonra yine bir yol tutup gitti." (Kehf: 92)
Bu batı ile doğu arasındaki üçüncü seferi idi. Daha önceki iki seferinde sebeplere tevessül ettiği gibi, bu üçüncü seferinde de tevessül etmişti. Kuzeye doğru yürüyordu. Yol boyunca çeşitli kavimlerle temas kurdu, birçok hükümdarlara boyun eğdirdi. İlâhî işaret istikametinde seyr-ü seferine devam etti, nihayet çok ibtidâî ve âciz bir kavimle karşılaştı.
"En sonunda iki dağın arasına ulaştığında, onların önünde öyle bir kavme rastladı ki, hemen hemen hiçbir sözü anlamıyorlardı." (Kehf: 93)
İnsanlardan uzak ve ibtidâi bir kavim oldukları için, zihinleri basit anlayışları kıt idi. Onlarla anlaşabilmek çok zordu, ifadeleri de yetersizdi.
Zülkarneyn Aleyhisselâm'a her şeyden bir sebep verilmemiş olsaydı; onlara söz anlatamayacaktı.
Zülkarneyn Aleyhisselâm'ın güçlü bir hükümdar, yardımsever ve iyiliksever bir insan olduğunu, maiyetinde bulunanların da onun gibi olduklarını görünce, kendileri için bu iki dağın arasında bir sed yapıvermesini istediler.
Çünkü o havalide Yec'üc ve Mec'üc adında iki barbar kabile vardı. İki dağ arasındaki bu geçitten geçerek, yakınlarda bulunan komşu memleketlere saldırırlar, tahrip ederler, eziyet yaparlar, karşı çıkanları öldürürlerdi. Halkın hasılatını ve mallarını çalıp çırparak memleketlerine çekip giderlerdi. Öldürdükleri insanların etlerini yiyecek kadar vahşi ve barbar idiler.
Buraların halkının onlara karşı koyup engel olabilecek güçleri yoktu. Böyle olmakla beraber kendilerine destek olununca bir şeyler yapabilecek durumda idiler.
Yec'üc ve Mec'üc tâifesinin tecavüzlerinden korunmak için Zülkarneyn Aleyhisselâm'a:
"Ey Zülkarneyn! Doğrusu Yec'üc ve Me'cüc bu memlekette bozgunculuk yapıp duruyorlar." dediler. (Kehf: 94)
Girdikleri yerde terör estiriyor, her şeyi tahrip ediyor, birçok kimseleri öldürüyorlar.
Zülkarneyn Aleyhisselâm'a aralarında mal toplayıp vererek bu seti yapmasını istiyorlardı:
"Bizimle onların arasında bir sed yapman için sana biz bir vergi verelim mi?" (Kehf: 94)
Vergi büyük ücret demektir. Bu belâdan kurtulmak için her türlü masrafı göze almışlardı. Aralarında mal toplayıp Zülkarneyn Aleyhisselâm'a vermek ve böylece kendileriyle o iki kavmin arasına bir sed çekmesini sağlamak istemişlerdi. Bunun için istirhamda bulundular.
Zülkarneyn Aleyhisselâm yeryüzünde bozgunculuğu yok etmek için sed yapmaya râzı oldu. Kendisine verecekleri malı ise reddetti.
"Rabb'imin beni içinde bulundurduğu kuvvet ve makam (sizin vereceğinizden) daha hayırlıdır." buyurdu. (Kehf: 95)
Allah-u Teâlâ'nın kendisine sağladığı imkânlara, lütuf hazinesinden bahşettiği mülk ve iktidara bir şükür nişanesi olarak, onların vereceği mala ve ücrete tenezzül etmedi.
Onların bu sed hakkındaki isteklerini ziyadesiyle kabul eden Zülkarneyn Aleyhisselâm, onlar için sedden daha büyük ve muhkem bir duvar yapmaya karar verdi.
Bunun üzerine onlardan da imkânları ölçüsünde kendisine fiilen yardımcı olmalarını; sanat erbabı, insan gücü, inşaat âletleri gibi şeyleri sağlamalarını istedi:
"Siz bana kuvvetle yardım edin de sizinle onlar arasına aşılmaz sağlam bir sed yapayım." dedi. (Kehf: 95)
Halk bu işe çok sevindi. Bu samimi beyanını coşku ile karşıladılar. Ne isterlerse yapacaklarını, ne derse yerine getireceklerini, emrinden hiç çıkmayacaklarını söylediler.
Zülkarneyn Aleyhisselâm hemen harekete geçti. Yapılacak seddin edevâtını hazırlamalarını emretti:
"Bana demir kütleleri getirin!" buyurdu. (Kehf: 96)
Böylece inşaata başlanmış oldu. Önce temel kazıldı. Âlet-edevat getirildi. Tedarik edilen demir kütleleri ile genişliğine ve yüksekliğine iki dağın arası dolduruldu. Yığılan maddeler aşağı yukarı iki dağın hizasına gelmişti. Zülkarneyn Aleyhisselâm yığının tutuşturulması ve etrafa kurulmuş olan körüklerle her taraftan üfürülmesi için emir verdi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nihayet bunlar iki dağın arasını doldurup aynı seviyeye gelince: 'körükleyin!' dedi." (Kehf: 96)
Yığın tutuşturuldu. Aralara konan odunların yanması ve körüklenmesi ile o demir yığınları kızararak kor haline geldi.
Daha sonra seddin sağlamlaşması için üzerine erimiş bakır döktürerek tek parça hâline getirdi.
Bu hususta Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Sonunda o demirleri kor hâline getirdiğinde: 'Getirin şimdi bana, üzerine erimiş bakır dökeyim!' dedi." (Kehf: 96)
Onu da yaptılar. Böylece demirle bakırın birbirine karışması ile pek büyük ve sağlam bir kale duvarı vücuda gelmiş oldu.
Demir kütlelerinden bir dağ ördürüp de, tutuşturup körükleyerek hepsini bir ateş hâline getirdikten sonra üzerine erimiş bakır dökmek, şüphesiz ki müthiş bir iştir. Yirminci yüzyılda çok ilerlemiş olan bilim ve teknik imkânlarıyla bile yapılmasını tasarlamak zordur.
Bu seddi Zülkarneyn Aleyhisselâm'ın bir mucizesi olarak değerlendirmekle birlikte, sanatın gelecekteki yükselme imkânına bir işaret olarak görmek de mümkündür.
İki dağ arasında inşâ edilen bu sağlam duvar sâyesinde Yec'üc ve Mec'üc'ün saldırı noktası kapanmış oldu. Bir daha komşuları olan memleketlere gidip de ezâ ve cefâ yapamaz oldular. Böylece o ibtidâî kavim rahat bir nefes aldılar.
Yec'üc ve Mec'üc ne onun üstüne çıkmaya ne de delmeye kâdir olamadılar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Artık onu ne aşabildiler, ne de delip geçebildiler." (Kehf: 97)
Halbuki ne yüksek dağlar aşılmış ne güçlü istihkâmlar delinmişti. Bu ise sıradan bir sed değil, Zülkarneyn Aleyhisselâm gibi bir zâtın inşâsına muvaffak olduğu muazzam bir hârika idi.
Zülkarneyn Aleyhisselâm yaptığı bu büyük hizmetten dolayı gurura kapılmadı. Tam bir mahviyet ve teslimiyet içinde Hakk'a boyun eğdi. Bu büyük işin başarısını Allah-u Teâlâ'ya havale etti. Kuvvet ve kudreti, başarı ve zaferi bütünüyle O'na bağladı,
Ve şükür makamında buyurdu ki:
"Bu Rabb'imden bir rahmettir." (Kehf: 98)
Yeryüzünün doğusunu batısını gezmiş, Rabb'inin birçok inayetine ve lütuflarına mazhar olmuş, fakat bir gün olsun kibirlenmemişti. Ulaştığı yerlerde güçsüzlere yardım etmiş, zayıfları düşmanlarına karşı korumuş, Hakk'ı tebliğ etmiş, bu yaptıklarının karşılığında hiçbir bedel hiçbir ücret almamış, diğer peygamber kardeşleri gibi ücretini âlemlerin Rabb'inden talep etmişti.
Kendi eliyle gerçekleşen bütün iyiliklerin hepsini Hakk'tan bilmiş, O'nun lütfu olmazsa insanların böyle bir şey yapmaya güç yetiremeyeceklerini açıkca ortaya koymuştu.
Zülkarneyn Aleyhisselâm her ne kadar bu muhkem seddi yapmışsa bile, sonsuza kadar ayakta kalmayacağını, ancak Allah-u Teâlâ'nın dilediği kadar sağlam kaldıktan sonra, vaad-i sübhânî geldiğinde paramparça olacağını, hiçbir gücün onu koruyamayacağını haber verdi:
"Rabb'imin belirlediği vakit gelince, onu yerle bir eder." (Kehf: 98)
O zaman dünyadaki hiçbir güç onu koruyamayacaktır.
"Rabb'imin verdiği söz şüphesiz ki gerçektir." (Kehf: 98)
Kıyamet günü yüz gösterince bu âhenin sedden eser kalmaz.
Allah-u Teâlâ kıyamet öncesinde kıyamet alâmetlerinden olmak üzere Ye'cüc ve Me'cüc'ün çıktıklarında vuku bulacak olan hâl ve ahvâli beyan etmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Biz o gün onları bırakırız da dalgalar hâlinde birbirine girerler." (Kehf: 99)
Bunlar Deccal'in çıkışından sonra, kıyametin kopuşundan öncedir.
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:
"Sûr'a da üfürülmüş, böylece biz onların hepsini bütünüyle bir araya getirmişizdir." (Kehf: 99)
Ye'cüc ve Me'cüc, aslı ve nesebi belirsiz iki kabile olup, önlerine çekilmiş olan barajı aşıp yeryüzüne yayılacaklar ve bir müddet etrafı ifsad etmeye çalışacaklar. Daha sonra İsa Aleyhisselâm'ın duâsıyla mahvolacaklar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc (sedleri) açıldığı zaman her tepeden saldırırlar." (Enbiyâ: 96)
Bu beyan; olmuş ve olacağı, göklerin ve yerin gizliliklerini en iyi bilen, kendinden başka ilâh olmayan Allah-u Teâlâ'nın verdiği bir haberdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Yec'üc ve Mec'üc'ün kıyamet öncesinde Rabbânî bir rahmet olan seddi delerek çıkacaklarını ve yeryüzünde daha önce benzeri görülmemiş bir biçimde bozgunculuk yapacaklarını, önlerine gelen memleketleri tahrip edeceklerini beyan buyurmuştur.
Rivayete göre yaptığı seferlerle yeryüzünün tamamına hakim olan Zülkarneyn Aleyhisselâm vefatından evvel şu vasiyette bulunmuştur:
"Beni yıkayın, kefenleyin sonra bir tabuta koyun. Yalnız kollarım dışarıya sarkık kalsın. Hizmetkârlarım arkamdan gelsin. Hazinelerimi de katırlara yükleyin. Halk benim son derece ihtişamlı bir saltanat ve dünya mülküne rağmen eli boş gittiğimi, hizmetkârlarımın da hazinelerimin de dünyada kaldığını, benimle beraber gelmediğini görsün. Bu yalancı ve fâni dünyaya aldanmasın."
Allah-u Teâlâ'nın sevdiği ve seçtiği nur saçan peygamberler ve peygamber vekili âlimler, sıddıklar, mukarrebler, Rabbâniler, Allah yolunda şehit düşenlerin önde gelenleri, adaletli iyi amirler, numune şahsiyetlerin hepsi Allah için yaşadılar, Allah için çalıştılar.
Zira onlar Allah-u Teâlâ'ya gönülden bağlıdırlar. Allah uğrunda canlarını, mallarını fedâ edeceklerine dâir söz vermişlerdir.
Ve Hazret-i Allah'a kalben bu sözleri verenlere âit şöyle bir ferman-ı ilâhîye'si var:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler, onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu dâveti beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 23)
İşte bu niyet-i hâlisa ile hareket ettiler ve bu sonsuz şerefe erdiler.
Numune-i imtisal olması bakımından Târık bin Ziyad'ı arz edelim:
Emevî halifesi Velid zamanında Endülüs'ü fetheden İslâm kumandanıdır. Kendisine 7 bin kişilik bir ordu ile İspanya'nın fethi görevi verildi. 711 yılının Mayıs ayında, şimdi kendi adını taşıyan Cebelitarık boğazını geçerek birliklerini Cebelitarık'ın eteklerine çıkarttı. Askerlerin gemiye dönüş ümitlerini kırmak için de bütün gemileri yaktırdı.
Sonra ordusuna hitaben tarihi bir konuşma yaptı. "İşte, önümüzde düşman, arkamızda deniz, zaferden başka kurtuluş yolu yoktur." buyurdu.
İlk olarak boğaz bölgesini fethederek İspanya'nın içlerine doğru ilerlemeye başladı. Bu sırada İspanya'ya hükümdar olan Got kralı, ülkesini korumak için 90 bin kişilik bir ordu hazırladı. Bu durum karşısında Tarık bin Ziyad yardım istemiş, Kuzey Afrika valisi Musa, beş bin kişilik bir yardım kuvveti göndermişti. Bu gözüpek ve kararlı İslâm kumandanı, kat kat fazla olan düşman ordusunu bozguna uğrattı, kralı kendi eliyle öldürdü. Onun bu cesareti, gelecek nesiller tarafından hayranlıkla anılmasına sebep olmuştur.
Târık bin Ziyad'ın yedi bin kişilik bir ordusu doksan bin kişilik İspanya ordusunu perişan etti. Bu mübarek zât; kralın hazinelerinin üzerine ayağını koymuş kendi kendine şöyle diyordu:
"Ey Târık! Dün boynu tasmalı Berberi bir köleydin. Allah seni hürriyetine kavuşturdu. Sonra seni kumandan yaptı. Bugün Endülüs'ü fethettin ve kralın sarayında bulunuyorsun. Şunu iyi bil ve hiç unutma ki yarın da Allah'ın huzurunda olacaksın."
Hazret-i Allah'a ve Resûl'üne imân eden İslâm kumandanları tarihte emsali görülmemiş bir eser ve ün bırakmışlardır. Onlar Hazret-i Allah'ın ismini yüceltmek için yaşadıklarından Hazret-i Allah da onların ismini yaşatmıştır.
Hakiki İslâm kumandanları İslâm'ın şerefini temsil ettiler, şeref ve kudret sahibi Hazret-i Allah'a teslim oldular. Küfre ve küffara zerre iltifat etmediler. Küfrü ortadan kaldırmak için cihad ettiler. Küfür kalelerini birer birer yıktılar, dünyayı küffara dar ettiler.
Hakk dediler, Hakk ile oldular.
Hakk'a dâvet ettiler ve Hakk'a dayandılar, Hakk için cihad ettiler.
Yavuz Sultan Selim Han ve onun cesaret ve cihadı ne kadar arza şayândır.
Henüz beş yaşında bir çocukken, dedesi Fatih Sultan Mehmed'in huzuruna çıkarılmıştı. Torununu dikkatle süzen Fatih; "Bayezid! Bu çocuğa mukayyed ol. Umarım ki bu büyük bir cihangir olacak." buyurdu.
Peygamber müjdesine mazhar olan Fatih, geleceğin cihangir Yavuz'unu müjdeliyordu.
Çok uzun müddet Trabzon sancak beyi olarak bir çok seferde bulunup gerek küffârla, gerek şiilerle savaşarak tecrübe kazanmış, kırk iki yaşında da hükümdar olmuştu.
Safevi Devleti'nin hükümdarı Şah İsmail, Azerbaycan, Irak, İran'ı ele geçirmiş, halife olduğunu iddia ederek alevileri kendine bağlamaya, Sivas, Tokat, Amasya, Çorum, Antalya yörelerine nüfuz etmeye, böylece Anadolu'yu ele geçirmeye çalışıyordu. Evvelce Anadolu'da Şeyh Bedreddin isyanları sebebiyle çok büyük kanlar dökülmüştü.
Antalya tarafında ise Osmanlı'ya karşı Şahkulu ayaklanması çıkmıştı. İsyanlar bastırılarak Anadolu'daki alevi tehlikesi bertaraf edilmişti.
Yavuz Sultan Selim bu hareketleri tamamen ortadan kaldırmak maksadıyla Safevi Devleti ile savaş için fetva aldı.
Yavuz Sultan Selim önce Eyüp Sultan Hazretleri'ni ziyaret ederek, 100 bin kişilik bir ordu ile Anadolu'dan çıktı.
Yavuz Sultan Selim Hân, İ'lâ-yı Kelimetullâh uğrunda cihâd etmekten yılmayan, son derece yiğit ve kahraman bir hükümdârdı. Safevî hükümdârı Şâh İsmâil kendisine kafa tutarak er meydanına dâvet edince, ordusunu toplayarak, yiğitçe bu dâvete icâbet etmişti. Ancak, yüzlerce kilometre katetmesine rağmen Şah İsmâil bir türlü karşısına çıkmamış, cihângîr pâdişah da bu sahte kahramâna hitâben; "Mücâdeleden çekinenlere erlik adı hata ve ölümden korkan kimselere ata binmek ve kılınç kuşanmak nâsezâdır!" diyen bir mektup yollamıştı.
Osmanlı askeri, Suşehrine kadar gelindiğinde Safevilerin araziyi tahrip etmelerinden ve geriye çekilmelerinden dolayı Yeniçeriler geri dönmek istedi.
Günlerdir ilerledikleri hâlde karşılarında kimseyi göremeyen yeniçeriler, nihâyet bu durumdan iyice sıkıldılar ve bâzı tahrikçilerin de sözlerine kapılarak pâdişâha karşı cephe alıp, durumlarından şikâyet etmeye ve ileri geri konuşmaya başladılar.
Bu sebeple Hemdem Paşa'yı Yavuz'a gönderdiler. Yavuz bu teklif karşısında Hemdem Paşa'yı idam ettirerek bu türlü hareketleri bastırdı. Yeniçeriler çadırına ok atma cüretini gösterince sabah atına binip askerlere;
"Biz ki, henüz kasd etdiğimüz yere varmadık. Düşmân ile de karşılaşmadık. Dönmek ihtimâli yokdur!.. Hattâ bunu düşünmek dahî fâsid hayâldür!.. Teessüf olunur ki, Şâh'ın mâiyyeti kendü efendilerü yoluna cân virdiklerü hâlde, biz şerîat-ı Ahmediyye'ye muhâlif hareket iden bunları yola getürmek içün bu serhâdlere kadar gelmişken, bir kısım gayretsüzler mesâ'imizi akîm bırakmak içün geri çevürmek isterler. Biz kat'â yolumuzdan dönmezüz! Ulü'l-emr'e itâat edenler ile, kasd etdiğimiz yere değin giderüz!.. Kalbleri za'îf olanlar, ehl-ü ıyâllerinü düşünenler ve yol zahmetinü bahâne idenler, kendüleri bilürler; dönerler ise Dîn-i mübîn yolundan dönerler! Eğer bahâne düşmânın görünmediği ise, düşmân dahâ ilerdedür! Er iseniz benümle gelin ve illâ ben tek başıma da giderüm!.."
Bu büyük kumandan büyük bir cesaret, azim, gayret ve cihad aşkıyla konuşuyor.
Askere;
"Henüz hedefe varılmamıştır, cihad için yapılan bu seferden asla dönülemez. Benim için gelen, kılıç kuşanan geri dönsün! Allah ve Resulullah için gelen arkamdan gelsin. Ben öyle bir sevdaya gönül verdim ki dönmem, tek başıma da olsa giderim." diyerek meydan okudu, asker padişahın bu azim ve cesareti karşısında kendine gelmişti.
Nihayet Van gölü yakınında Çaldıran'a gelindi. Şah İsmail'in ordusu da burada bekliyordu. Yapılan savaşta Şah İsmail'in oğlu yenildi ve dağıldı. Kemah ve Dülkadir Beyliği alındı. Yavuz'un niyeti Şah İsmail'i takip ederek Türkistan Türkleri ile bağlantı kurmaktı. Ancak askerin direnmesi nedeniyle bu gerçekleşmedi.
Memlük Sultanı Kansu Gavri ise Şah İsmail ile anlaşma sağlamaya çalışmıştı. Hâlbuki Yavuz, ondan İran'a yardım etmeyeceğine dair söz almıştı. Bunun üzerine Memlüklerin üzerine yürüdü.
İki ordu Halep yakınlarında Mercidabık'ta karşılaştılar. Memlük Kölemen ordusu yenildi. Halep, Suriye, Lübnan, Ürdün, Osmanlılar'ın eline geçmiş oldu. (1516)
Suriye işi halledildikten sonra, Yavuz Mısır'a yöneldi. Sina çölünü ise Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla yağan yağmurla birlikte geçerek Ridaniye'ye geldi. Yoksa o çölü geçmenin mümkünâtı yoktur. Yavuz'dan 300 yıl sonra Napolyon bile bu çölü geçememiş, Fransız askerleri sususluktan çıldırarak birbirlerini vurmuşlardır. Gündüz sıcaktan ateş gibi, gece ise soğuktan buz gibi idi. Osmanlı tarihinde ilk ve tek padişah olarak Yavuz bu kadar güneye inmiştir.
Kansu Gavri'nin yerine geçen Memlük sultanı Tomanbay ise çok güçlü bir ordu hazırlamış ve Ridaniye'yi tahkim etmişti. Yavuz bunu öğrenince dağı dolaşarak kölemen ordusunu arkadan kuşattı ve mağlubiyet kaçınılmaz oldu.
Mısır Osmanlılar'a geçti. Mekke ve Medine Osmanlılar'a bağlandı. Halife Mütevekkil Alallâh'tan halifeliği devraldı. İlk Cuma günü Melik Müeyyed Camii'nde okunan hutbede hâtip kendisinden "Hâkimü'l-Haremeyni'ş-Şerîfeyn = İki şerefli beldenin (Mekke ve Medine'nin) Hâkimi" diye bahsedince derhal müdahale edip "Hâdimü'l-Haremeyni'ş-Şerifeyn = İki şerefli beldenin hizmetçisi" diye ağlayan gözlerle cevap vermişti. Sonra halıyı kaldırıp toprağa secde etmiş, sarığına süpürge biçiminde sorguç takdırarak Mekke ve Medine'nin süpürgecisi, hizmetçisi olduğunu ilân etmiştir.
Bir hamlede imparatorluğun topraklarını iki mislinden fazla genişleten Yavuz Selim Han İstanbul'a doğru yola çıktığında; "Gönül isterdi ki Afrika'nın kuzeyinden Endülüs'e çıkayım. Balkanlar üzerinden İstanbul'a döneyim." diyerek cihad aşkını ve fetih arzusunu dile getirmiştir.
Yüz binlerce İstanbul'lu en samimi duyguları ile 2 yıldır cihatta olan padişahı bu büyük cihangiri karşılamak için günlerdir hazırlık yapıyorlardı. Bunu duyan Yavuz Selim Han son derece sıkılmış, bir gün sonra merasimle şehre girmesi gerekirken; gece vakti yanında bir kaç kişiyle kayığa binmiş, gizlice Topkapı Sarayı'na çıkmıştır. Ertesi gün Hükümdar'ın sarayda olduğu öğrenilince hiçbir merasim yapılamadı.
Allah için olanlar ile gösteriş için olanlara güzel bir numune.
Görüyorsunuz ki hem içerde cihad yapıyorlar, nefis ile şeytanla. Hem de dışarda cihad ediyorlar; küffârla, münâfıkla.
İşte bu cihan padişahı bir şiiirinde;
"Padişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş,
Bir veliye bende olmak cümleden âlâ imiş." buyurarak, Evliyâullah Hazerâtı'na olan saygı ve sevgisini ifade ediyorlardı.
Cihan hükümdârı, Arap ve Acem sultânı Yavuz Sultan Selim Han, Arabistan ve Mısır taraflarındaki seferlerini tamamlayıp İslâm birliğini kurduktan sonra, küffâr beldelerini de İslâm topraklarına katmaya azmetmişti.
Bir defâsında Dîvân günü, vezîriâzam Pîrî Paşa içeri girip de huzûr-u sa'âdetine yüz sürünce, ona bu azîm ve kararını açıkça bildirerek;
"Kâfiristan'da memleketler ve muazzam şehirler, muhkem âlî kaleler, deryâlarda nihayetsiz mâmur gönül çeken iller olup, onda küffâr tasarruf edermiş! Lâyık mıdır ki taht kurup memleketler zapt eyleye? Gayret-i İslâm yok mudur? Onların tedârikini görmek aklımda yer etdi!" dedi.
Bu sözleri işiten uyanık ve müdrik Paşa, hünkârdan sefer için lâzım olan gemileri yaptırmak için izin istedi, o da; "Hemen emr eyledim, yapdır!" diyerek kendisine izin verdi. Durumu haber alan küffâr devletleri korkularından ne yapacaklarını şaşırarak; "Sultan Selim Arab ve Acem diyarını feth eyledi. Şimdiden sonra seferleri bizim memleketimizedir. Onunla mukâbele ve mukâteleye (savaşmaya) iktidârımız yokdur, bâri kul olalım!" deyip, on sekiz kâfir kral hazînelerinden üçer yıllık haraç getirerek, hepsi birden pâdişâha boyun eğdi. (Hezarfen Hüseyin Efendi, "Telhîsü'l-Beyân fî Kavânîn-i Âl-i 'Osmân", s. 158)
Yavuz Sultan Selim Han dedesi Fâtih zamânında İslâm beldesi hâline getirilen Bosna'da, bâzı sinsi papazların gizliden gizliye kiliseler açıp, yolların kenarına haçlar diktiklerini ve olup biteni başka devletlere bildirdiklerini haber almış; bu gibi fetbazlıklara meydan vermemek için, ihanet ve nankörlüğe kalkışanların hakkından gelinmesini emreden şu kanunu çıkarmıştı:
"Bâzı yerlerde eski kâfir zamanından beri kilise olmayan yerlerde kilise ihdâs olunmuş ve evvelki defterde dahî kilise yazılmayan yerlerde yeni kiliseler inşâ olunmuş. Onun gibi yeni ihdâs olunan kiliseler yıktırılıp ve içinde oturup, câsusluk edip küffâr diyarına haber eden keferenin ve papazların muhkem haklarından geline ve siyâsetler oluna! Ve yollarda haçlar konulmuş, yıktırılıp bundan sonra etdirmeyeler ve edenlere siyâset oluna! Ve hangi kâdının kâdîlığında olup da men-ü def' etmezse azline sebeb ola!.." (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, "Tapu Tahrîr Defteri", nr.: 157)
Yavuz Selim, sadeliği çok sever, lüks ve israfa şiddetle karşı çıkardı. Onun için pek sade giyinirdi. Bunun sebebini soranlara:
"Süslü ve şa'şaalı giyinmek külfetten başka bir şey değildir. Niçin boş yere bu külfete katlanalım?" derdi.
Bir elbiseyi eskiyene kadar giyerdi. Bütün devlet erkânı da böyle davranmak mecburiyetinde kalırdı. Bir defasında Venedik elçisinin İstanbul'a gelip huzuruna çıkacağı haberi geldi. Bunun üzerine vezirler, üzerlerindeki hayli eskimiş elbiseleri değiştirme ihtiyacı hissederek sadrazam aracılığıyla durumu Yavuz'a tedirginlikle de olsa bildirdiler. Yavuz hiç kızmadı ve: "Münasiptir!.." dedi.
Elçinin geleceği gün bütün vezirler, yeni esvaplarıyla padişahın huzuruna vardılar. Ancak gördüklerine inanamayarak dehşetli bir hayrete düştüler. Zira Yavuz'un üzerinde yine o eski elbiseleri vardı. Tahtında oturmuş, keskin kılıcını çekip tahtın basamağına koymuştu. Karşı pencereden vuran gün ışığı altında parıltısı gözleri kamaştırıyordu. Bu durum karşısında bütün vezirler, üzerlerindeki görkemli elbiselerden utanıp şaşkın bir vaziyette kaldılar.
Görüşme bitip elçi dışarı çıktıktan sonra Yavuz, sadrazama bakarak:
– "Paşa! Var elçiye sor, bizi nasıl bulmuşlar?" dedi.
Sadrazam, Padişah'ın emrini yerine getirip döndü ve elçinin intibâını nakletti:
– "Sultanım! Venedik elçisi: 'O kılıcın parıltısı gözümü öyle aldı ki, kendilerini göremedim bile...' demektedir."
Yavuz, tebessüm etti ve sadrazama şehâdet parmağı ile kılıcı göstererek:
– "İşte kılıcımızın ağzı kestikçe, kâfirin gözü ondan aslâ ayrılamaz ve bizi görmez! Amma Allah esirgesin, bir gün kesmez olur ve parlamazsa, o zaman küffâr, bizi hem hor görür, hem de tepeden bakar!..." dedi.
Yavuz Sultan Selim'in, zerafet, nezaket, kibarlığı ile tanınan Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemali Efendi, Sultan Selim'e yeri ve zamanı geldiğinde sert ve haşin olabiliyordu.
Bir gün padişahı bir kararından dolayı tenkid eder. Bütün tahammülüne rağmen sabrı taşan hükümdar hiddetlenerek şöyle bağırır.
"Hoca, Hoca! Sen saltanat işlerine de karışmaya başladın!"
Aldığı cevap takdire şayandır:
"Evet padişahım! Eğer ahiret işlerinizi muhafazaya memur olmasak dünya meselerinize karışmazdık."
8 yıl içinde baş döndürücü icraatlar yapan Yavuz Selim Han, her ihtimale karşı devlet hazinesini dolu tutmak isterdi. 50 yaşında olduğu halde, yeni bir seferin hazırlıkları içinde iken vefat etti.
Son anlarında yanında bulunan nedimi Hasan Can "Sultanım! Cenâb-ı Hakk'a teveccüh edip Allah'la olacak zamandır." dediğinde "Bizi bunca zamandır kiminle bilirdin?" diye cevap vermiştir.
Onlar için şöyle duâ buyurmuşlardı:
"Onlara böyle gönülden duâ ediyorum. Allah'ım mekânlarını cennet et. Kat kat mertebelerini arttır. Cenâb-ı Hakk onlara sehavet vermiş. Allah'ım kat kat ihsan buyursun dünyada ve ahirette..."
İslâm'ın doğuşundan şu içinde bulunduğumuz zamana kadar birçok müslüman milletler, Allah'ın dinine yardımcı olmuşlardır. Kıyamete kadar da İslâm ümmetinden bir topluluk bu Din-i mübin'i ayakta tutmaya devam edecektir.
Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler!
İçinizden kim dininden dönerse, Allah onun yerine ileride öyle bir millet getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı başları dik ve güçlüdürler. Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.
İşte bu, Allah'ın öyle bir lütfu ihsanıdır ki, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, her şeyi bilendir." (Mâide: 54)
Bu müjde-i ilâhi devam ediyor ve edecek.
Bunca Peygamberân-ı izâm Hazerâtı nasıl mücadele etmişler? Bu Zevât-ı kiram nasıl savaşmış? Koca Padişah sarayda oturmuyor, rahatını istirahatini düşünmüyor, iki sene cihaddan cihada koşuyor.
Bu zâtların bütün iş ve icraatları rızâ-i Bâri'ye göredir. Ahkâm-ı ilâhî'ye göre hareket etmiş ve hareket ettirmişlerdir. Dini ve vatanı için canını ve malını feda etmişlerdir. Gaye rızâ-i Bâri'ye nâil olmak...
Kimisi Kelimetullah'ın yükselmesi için seve seve canını ve malını Allah uğrunda feda etti, şehâdet şerbetini içti, ebedî saâdete erdi.
Hiç şüphesiz ki Allah yolunda canı ile, malı ile mücadele edene Allah-u Teâlâ'nın şu Âyet-i kerime'sinde büyük müjdeler var:
"Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendilerinin olma karşılığında satın almıştır." (Tevbe: 111)
Ancak bu müjde cihad edenlere mahsustur. Bu mükâfâtlar da onlara âittir.
Âyet-i kerime'de:
"Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!" buyuruluyor. (Tevbe: 73)
İşte bize de düşen vazife, kâfirlerle münâfıklarla gücümüzün yettiği kadar cihad etmek mecburiyetindeyiz.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ın ve ona tabi olan bahtiyar müminlerin Allah yolunda yaptıkları cihad sebebiyle ne kadar büyük, ulvî ve ebedî mükâfatlara nâil olduklarını Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
"Fakat o peygamber ve onun maiyetinde bulunan müminler, mallarıyla canlarıyla cihad ettiler." (Tevbe: 88)
Allah-u Teâlâ'nın cihad emr-i şerif'ine muhalefet etmediler. Çünkü kendilerinden daha üstün olan peygamberleri de cihad etti.
"İşte bütün hayırlar onlarındır, saâdete erişenler de onlardır." (Tevbe: 88)
Onlar sadece geçici zevklerle yetinmeyip, ebedi olan isteklerine de ulaşan kişilerdir.
Müminlerin canları ve mallarıyla cihada atılmalarına karşılık olarak Allah-u Teâlâ'nın ihsan ve ikram edeceği mükâfat elbette ki büyüktür:
"Allah onlar için altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır.
İşte bu en büyük kurtuluştur." (Tevbe: 89)
Allah yolunda bilfiil cihad edenler, güzel niyetleri sebebiyle mükâfata erecekleri gibi, bu mühim vazifeyi severek yaptıkları için ayrıca mükâfata müstehak bulunmuşlardır. Cehennemden kurtulmuş, cenneti ve oradaki nimetleri elde etmişlerdir.
Nitekim Allah-u Teâlâ buyuruyor ki:
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölülerden sanmayın, onlar diridirler. Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar. Allah'ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katılmayan kimselere de, hiçbir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler." (Âl-i imrân: 169-170)
Onlar yer içerler, kendilerine tahsis edilen makamda yaşarlar. Dünya hayatının daha fevkinde bir hayat yaşarlar.
Çünkü Allah-u Teâlâ onlara: "Ölü demeyin." buyuruyor. Tasavvur buyurun ki onlara nasıl hayat bahşetmiştir. Ne güzel ihsanlarda bulunmuştur.
İşte böyle âmirler bütün devleti Allah-u Teâlâ'nın emr-i şerif'i dairesinde idare ederler. Onları dünya saâdetine erdirmek, ahiret selâmetine çıkarmak isterler. Hazret-i Allah'ın rızâsını kazanmak için gayret ederler. Ve halka kolaylık gösterirler.
Huzur ve saâdetle yaşatmak için, icabederse uykularını da terk ederler. Çünkü iyi âmirin bütün iş ve icraatları rızâ-i Bâri'ye uygundur. Ahkâm-ı ilâhî'ye göre hareket eder ve ettirir. Dini ve vatanı için canını feda eder.
Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri de öylece Allah yolunda cihad etmişlerdi.
Öyle cihad aşkıyla doluydu ki;
"İtimat edin dünyada kalmak için tek bir arzum bu cihad içindir. Beni tek tutan bu cihaddır." buyurmuş, "Büyük dedem de kâfirlerle savaşmayı çok severdi" beyanı ile cihad aşkını ilân etmişlerdi.
Bu Zât-ı âli'nin cihadı çok büyüktü. İman, küfür arasında bir berzâh, hak ile bâtıl arasına bir perde, hakikat ile dalâletin karışmaması için bir set idi. O âhir zamanda türeyen din ve vatan bölücüleriyle harp ettiği için din bugün dimdik ayaktadır. Otuz yıldır bu din ve vatan bölücüleriyle cihad etmişlerdi.
Evet bu Zevât-ı kiram'ın cihadı büyüktü ama onların arkasında devlet vardı, orduları vardı. Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri ise tek kişi idi ve bir kişi dünyaya meydan okuyordu. Bir kişi milyonlarla cihad ediyor, Allah ve Resulullah için hak ve hakikati haykırıyor; din-i mübin ve vatanın müdafasını canı pahasına kimseden korkmadan, çekinmeden gerçekleştiriyordu. Buna hepimiz şâhidiz.
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretlerimiz "Mesnevî" isimli eserinde Hatemü'l-evliyâ'nın hiçbir kimseden çekinmeden, korkmadan ahkâm-ı ilâhi'yi açıklayacağını, bunu yaparken ölümü dahi göze alıp tüm hakikatleri beyan edeceğini, yalnız ve yalnız Hazret-i Allah'ı düşünüp, O'nun emir ve hükümlerini ne pahasına olursa olsun âleme duyuracağını beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
"Ne mutlu o Türk'e! Yani kâmil insana ki, çekinmeden, korkmadan konuşmasına devam eder ve atını ateşle dolu hendekten sıçratıverir. Yani ölümü göze alarak çok tehlikeli bir iş olan hakikatleri söylemeyi başarır.
O, heyecanla, ilâhi aşkla atını öyle hızlı sürer, öyle şahlandırır ki, onu ötelere, göklerin üstüne çıkarmayı düşünür!
O yalnız Allah'ı düşünür. Ne kimseyi görür, ne kimsenin hasedine bakar. Her şeyden gözünü yummuştur. Ateş gibi kuruyu da yakmıştır, yaşı da..." (Mesnevî Tercümesi, 3613-3615 beytler, trc.: Şefik Can, sh: 286)
Hakk'a sığınır, Hakk'a dayanır ve Hakk ile hüküm verir. Hiç kimseden çekinmez, hasedinden, fesadından, tuzağından korkmaz. Hakikatleri söyler, yayar, neşreder. O Hazret-i Allah ile yürür. O'nunla hareket eder.
Gerçekten de bu zâtın işâret ettiği gibi; hem dalâlet ehlini ilâhî hükümlere iman etmeye, küfür ve nifaktan tevbe etmeye teşvik eder; hem de münâfıkların asılsız ve mesnedsiz iddiâlarını, kuru lâftan öteye geçmeyen fâsid kelâmlarını kökünden çürütür ve imhâ eder.
Çünkü onu O göndermiş, O'nun desteği ile hareket ettiği için artık onun gözü hiçbir şeyi görmez. Hakikatleri söylerken Allah ve Resul'ünün hoşnutluğunu ve rızâsını gözetir, yalnız onlar için hareket eder; bu hakikatleri halkın beğenip beğenmemesi onun umurunda bile değildir. Çünkü onun işi Hakk iledir, halk ile değil!..
"Allah ve Resul'ü uğrunda, bir değil bin canım olsa Allah için fedâ olsun!" diyen Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu sözü laf gibi geliyor ama o bunu içinde yaşıyordu. Yaşıyor öyle çıkıyor ve icraata döküyordu.
Vasiyetlerinde; "Bu yol cihad yoludur." buyurmuşlardı.
Zât-ı âlileri bu ilmi, bu cihadı şöyle tarif ediyorlar:
"Bu ilim bugün indi. Eğer bu devir olmasaydı, bu ilim inmezdi. Böyle bir devire mukabil Allah-u Teâlâ adaletini ayakta tutmak için bu ilmi bugün indirdi. Bu devir böyle gidiyor ve hamdolsun bu mücadele devam ediyor."
Ömrünü Allah-u Teâlâ'ya adamıştı. Hayatı boyunca İslâm ahkâmını hakkıyla korumaya çalıştı. Dalâlet fırkalarının ve âhir zaman ulemâsının saptırıcı telkinlerini Ümmet-i Muhammed'den uzaklaştırmak için mücadele ve mücahede etti. Onun tek hedefi Kur'an-ı kerim'i ve Sünnet-i seniyye'yi tahriften korumak, müminlerin imanını kurtarmaktı. Bütün ömrünü bu yolda ve bu uğurda harcadı.
1950 yılından beri insanları irşad ile tenvir eden bu zâtı herkes tanırdı. Hiçbir zaman şahsi menfaat, şöhret ve nam peşinde olmadı. Her suale hak ve hakikat ölçüsünde cevap verdiği gibi, yoldan sapanları ikaz etmekten de çekinmedi. Bu sebeple sevenleri kadar sevmeyenleri de oldu, düşmanlık yapanlar, iftira atanlar da oldu.
"Allah yolunda cihad ederler. Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." (Mâide: 54)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere Allah yolunda, din ve vatan bölücülerine karşı cihad etti.
"İtimad edin, dünyada kalmak için tek bir arzum Allah yolunda bu cihad içindir. Beni tek tutan cihaddır. Gitmeye çok meyyalim, bu cihad olmasa yaşamanın âlemi ne!.."
O Allah için çalıştı, Allah yolunun hizmetkârı idi. Gayesi, maksadı, menfaati yoktu. Fîsebilillâh hayatı mücadele ile geçti. Allah ve Resul'ünü sevdirmeye, Allah ve Resul'ünde birleştirmeye, Nûr-i Muhammedî'nin yayılmasına, kalplere Hazret-i Allah'ı ve Resulullah'ı yerleştirmeye çalıştı. Hazret-i Allah ve Resul'ünü örnek aldı. Ömrü ibadetle, taatle ve cihadla geçti.
Hazret-i Allah'a giden nurlu yolu tarif etti, mahviyet ve istikamet üzereydi, bunu öğretti. Ölçüsü Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye idi...
Vasiyetlerinde "Hazret-i Allah'ın hükümlerinden ve Resulullah'ın Sünnet-i seniyye'sinden ayrılmayın!" buyurmuşlardı.
Ömrü mücadele ile, türlü ibtilâlarla geçti.
Hep sabır, şükür ve tevekkül halindeydi. Takdir-i ilâhi'ye boyun eğmiş, Hakk'ın hükmüne râm olmuşlardı.
Şöyle buyurmuştu:
"Benim gayet rahat ve müsterih bir halim var. Rahatım, memnunum. O'ndan geldiği için gayet memnunum. En küçük bir şikâyetim, sıkıntım yok. Hep Hakk'tan. Çünkü Güzel'den geliyor. O'ndan gelen her şey güzel. Buna şükür. Ne demek bu? Hep şükür, hep şükür, hep şükür. İbtilâdayız, imtihandayız, hep şükür, hep şükür, hep şükür. Sonsuz şükür."
Bu ibtilâlar peygamberlerden mirastır, Sünnet-i seniyye'dir.
O Hazret-i Allah'a öyle bağlıydı ki son günlerinde hastanede iken bir sabah söylediği şu sözler son nasihat ve vasiyetleriydi:
"Din emanettir, dinine hıyanet eden, imanını kaybetmiş olur. Bunu duyurun. İster uyar, ister uymaz."
O:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Âyet-i kerime'sini düstur edindi, bütün hayatında tatbik etti.
Bu cihadı şöyle tarif etmişlerdi:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in tarif buyurduğu bu bayraklıların cihadı "Cihad-ı ekber"dir.
Bir Hacc vardır, bir de Hacc-ı ekber vardır. Biri diğerinden yedi veya yedi yüz derece üstün olduğu gibi, bu cihad-ı ekber de çok büyük faziletleri hâizdir.
Şöyle ki;
Savaşa giden bir kimse birkaç düşmanla karşılaşır. Fakat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in tarif buyurduğu bu bayraklılar, bu mücahidler Türkiye'de olduğu gibi, ecnebî devletlerde de fitnelerle mücadele ediyorlar.
Bilindiği gibi bir önderin başkanlığı altında cihad yapmanın dinimizce çok mühim bir yeri vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Ey müminler! Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin." (Hacc: 78)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Ashâb-ı kiram Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e:
"Azîz ve Celîl olan Allah'ın yolunda cihad etmeye muadil ne olabilir?" diye sordular.
"Sizin ona gücünüz yetmez!" buyurdu. Bu sözü kendisine iki veya üç defa tekrarladılar. Hepsinde: "Sizin ona gücünüz yetmez!" buyurdular.
Üçüncüde buyurdu ki:
"Allah yolunda cihad eden kimsenin misali; oruç tutan, namaz kılan, Allah'ın âyetlerine itaatkâr olan bir kişi gibidir. Ki, Allah-u Teâlâ'nın yolundaki mücahid dönünceye kadar ne oruçtan gevşer, ne de namazdan." (Müslim: 1878)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"İnsanlar arasında peygamberlik makamına en yakın kimse, ilim ve cihad ehli olan kimselerdir. İlim ehli olanlar, insanları peygamberlerin getirdiği hükümlere yöneltirler. Cihad ehli olanlar ise, peygamberlerin getirdiği hükümleri kılıçları ile korumak için cihad ederler." (Ebu Nuaym)
İşte bu bayraklılar yaptıkları bu cihad-ı ekberle, hakikat ile dalâletin arasına berzah koymaktadırlar.
Bu berzah o kadar mühimdir ki, Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!" (Mürselât: 4)
Buyurarak bunların üzerine yemin etmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"(Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara andolsun ki!" (Mürselât: 3)
Hakikat Cenâb-ı Hakk'ı tarif eder, ulvi hakikatleri beyan eder.
Hakikat erleri hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmezler. Vazifelerini bihakkın yürütmek isterler. Hakikati tebliğ eder, duyurmaya çalışırlar.
Hakikattan murad; halkı Hakk'a götürürler ve her şeyden temizlerler.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." (A'raf: 181)
Bu vazifedarlar hakikati duyurmak için dünyanın bir çok yerlerine seferler düzenlerler. Bu cihadçılar nur-i ilâhîyi ulaştırmaya çalışırlar, insanları irşad için uğraşırlar. Hakikati yaydıkça yayarlar.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de "Şifâu'l-Alîl" adlı eserinde şöyle buyuruyorlar:
"O'nun, velilerden sırf kendi hizmetinde bulunmaları için kendilerini seçip temizlediği, Allah-u Teâlâ'ya dâvet eden, yarın mahşerde velilerin saflarının öncülüğü ile kendisini senâya da ehil kılacağı bir 'Bayraklılar ashâbı' vardır ki; onlar peygamberlerin yolu üzere kendilerini seçtiği 'Hassü'l-Has'; yâni 'Seçkinlerin de seçkini'dir." (5b yaprağı)
Çünkü ha Ashâb-ı kiram'ın yaptığı cihad ha ihvanın yaptığı cihad. Hiç ayırmıyorlar, bir tutuyorlar. Bugün için en büyük devlet. Ve mümkünse bir gün dahi olsa çıkın. Sizi "Siyah Bayraklılar" zümresine kaydetsinler.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"İşin başı İslâm'dır. Onu ayakta tutan namazdır, zirvesi Allah yolunda cihaddır." (Tirmizî)
Cihadı bırakmayın, bu bir fırsattır, nimettir. Elde fırsat, dilde ruhsat varken ebedi hayatın sermayesi için çalışalım.
Dikkat ederseniz imandan sonra hemen cihad. Çünkü imanla cennete giriyorsun amma cihadla mertebe kazanıyorsun. Cihadsız mertebe yok. Allah-u Teâlâ'ya gönülden bağlanmış, Allah ve Resul'üne yönelmiş en evvelâ nefisle cihad başlatmış, sonra da bu cihada koyulmuş.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cihad üzerinde çok durdu.
"Cenâb-ı Allah'ın rahmetini celp için en etkili amel Allah yolunda cihaddır ki, efdâliyette ona bir şey yaklaşamaz." buyurdular. (Camius-sağir)
Nitekim; "Cihada ne denk olabilir?" diye sorduklarında:
"Namaz, oruç... bunların hepsine denktir." buyurdu.
Niçin?
Allah için dinini, vatanını korumak için canını veriyorsun. Kime veriyorsun? Canan'a veriyorsun. Onun için cihad çok mühim.
Hadis-i şerif'te:
"Bir şey daha var ki, Allah onun sebebiyle kulun cennetteki makamını yüz derece yükseltir. Bu dereceler arasındaki uzaklık gök ile yer arasındaki mesafe gibidir." buyuruluyor. (Müslim: 1886)
Bu Bayraklılar bir taraftan nuru muhafaza ediyorlar, bir taraftan nurlandırmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nefisle cihad ediyorlar, bir taraftan beşeriyet ile cihad ediyorlar. İlâhi hükümleri duyurmaya, beşeriyeti nurlandırmaya gayret ediyorlar...
Onlar onun yolunda yürür, onun yolunda olmaya gayret eder, rızâ-i ilâhiyi ararlar. İstikamet, ihlâs ve mahviyet üzeredirler. Teslimiyet ve sadâkat içinde, kardeşlik, uhuvvet çizgisinde yürürler."
"Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri çok kesin ve açık beyan ederek:
"Mehdi'den evvel adâlet-i ilâhîyi ayakta tutacak başka kimse olmayacak ." buyuruyor.
Hâtem-i veli'nin Türkiye'de gelmesinin ve vazifelendirilmesinin sebebi; bölücüler, türemeler hep burada türedi.
Büyük fitne burada koptuğu için Allah-u Teâlâ bu ilmi Türkiye'ye indirdi. Sonra Hicaz tarafında çok büyük fitne kopacak, Allah-u Teâlâ o zaman da Mehdi Hazretleri'ni gönderecek. Bugün buraya gönderdi, o gün oraya gönderecek. Yerine göre, zamana göre tayin ediyor.
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş. Yoksa bu bölücüler İslâm dini'nin hiçbir esasını bırakmayacaklardı. Hak ile bâtıl tamamen birbirine karışmıştı ve bâtıl galebe etmişti. Niçin galebe etti? Onları müslüman zanneden çoğunluk onlara kaydı. İslâm'ı bölüm bölüm böldüler ve parsellediler, dinde şirket kurdular. Her biri kendi ismiyle bir din kurdu, dini dünyaya âlet ederek halkı alabildiğine yoldular ve soydular. Hem imandan ettiler, hem de maddelerini aldılar. "Sen çalış bana ver!" Sahte şeyhler gibi.
Fakat Allah-u Teâlâ'nın izniyle "Bu küfürdür, bunlar kâfirdir." deyince küfürleri meydanda kaldı. Nur galip geldi, küfrün üzerini ezdi geçti.
Bu sapıtıcı imamların ve türemelerinin örümcek ağı gibi örmek istedikleri tuzakları bu cihadla bertaraf edildi.
Musa Aleyhisselâm'ın asasının sihirbazların sihirlerini yuttuğu gibi, hakikat da ortaya çıkınca sahtelerin hepsini de yuttu gitti. Ancak donan dondu, imanını kurtaramadı.
Bu nurun girdiği yerde zulümât çökmeye, yok olmaya mahkûmdur.
Allah-u Teâlâ dilerse nurunu yayacak, bu nur bu zulümâtı delecek, bunlara bu sahayı bırakmayacak. Buna emin olun.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ilk cihadı bayraklıların başlatacağını, hemen ardından da Hazret-i Mehdi'nin geleceğini Hadis-i şerif'lerinde beyan buyurmuşlardır:
"Sonra Doğu tarafından Siyah Bayraklılar çıkarak hiçbir kavmin yapmadığı bir şekilde savaş yaparlar.
Ve ardından Allah'ın halifesi Mehdi gelir."(İbn-i Mâce - Hâkim)
Bakınız Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu "Bayraklılar"la Hazret-i Mehdi'yi birbirine nasıl bitiştirdi?
Onun kalemle yaptığı cihadı da Hazret-i Mehdi kılıçla yapacak."
Bu hususta Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri;
"Bu izi takip edecek, bizim adımlarımızı tek tek kontrol edecek, yazılarımızı, yürüdüğümüz şekilleri, söylediğimiz sözleri tek tek inceleyecek." buyurmuşlardı.
"Hâtem'likle ıslahat başladı. Birinci ıslahat nurla, Hatem'likle olacak. Mehdi Hazretleri kılıçla ıslahat yapacağı gibi, İsa Aleyhisselâm da müslümanlarla hıristiyanlar arasında hakemlik yapacak ve Deccal'i öldürecek.
Bu üç vazife merdiven gibidir.
Bu nur çığır açıyor, karanlıkları deliyor. Bu çığır Mehdi Hazretleri'nin zamanına kadar gidecek. Nur da yayılacak, türemeler de türeyecek. Bunlar daima birbirine karşı olacaklar.
Mehdi Hazretleri zuhur ettiği zaman, ona en çok buğz eden ve karşı gelen, imansız imamlarla türemeleri olacak. İmanları yok çünkü. İmamları var imanları yok.
İşte Mehdi Hazretleri o zamanki fukaha ile, o zamanki imansız imamlarla çarpışacak.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İşte bu yol Allah'ın hidayet yoludur. Allah kullarından dilediğini bu yola eriştirir (kime dilerse ona nasip eder)." (En'âm: 88)
Öyle bir devirdeyiz ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bugünü tarif buyuruyorlar:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, İslâm'ın yalnız ismi, Kur'an'ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mâmur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir." (Beyhaki)
Bugünkü durum bu. Sahâbe-i kiram Efendilerimiz, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den sonra İslâm'ı nasıl yaymış? Her yere, dört bir yana gitmişler.
Bugün İslâm'ı kim yayacak? Bayraklılar yayacak. Bu müjdeye bunlar nail oluyorlar."
Görüyorsunuz Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri nasıl cihad etmiş, nasıl çalışmış? Bu durumda bize ne düşer? Yolunda, izinde yürümek, cihad etmek. Onun emaneti de vasiyeti de budur. Bir ihvan ne yaparsa az.
Şöyle buyurmuşlardı:
"Ben bugün varım, yarın yokum. Ben sizi Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a yöneltiyorum. Ebedi hayata sevk ediyorum, dünyaya bağlatmıyorum. Çünkü bizim gayemiz, menfaatimiz olmaz. Niçin gönderildik ise o vazife ile meşgulüz. Yoksa hiç, yok olmuş, çok olmuş o yolda değiliz. Bunu kitapta şöyle tarif ederiz:
"Çok koyun koymuş, yok koyun koymuş, çobana ne! Çoban çobandır."
Onun için bu merdiven üçtür, üçü birdir. Bir tanesi gidiyor, iki tanesi gelecek. İkincisi olan Hazret-i Mehdi'nin yedi sene ömrü var. Ondan sonra Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek. Onun için ileride neler neler var.
Hazret-i Allah, Hazret-i Mehdi'ye o kadar ruhsat verecek ki, tâ Amerika'ya kadar gidecek. Sonra Cenâb-ı Hakk ondan ruhsatı alacak, Deccâl'e verecek. Deccâl de birçok iş yapacak. Arkasından bu sefer İsa Aleyhisselâm'ı gönderecek. İsa Aleyhisselâm da yahudileri temizlemek ile vazifeli olacak.
Bu meyanda Ye'cüc Me'cüc sahneye çıkacak. Çinliler dünyaya sel gibi akacak. Selin önünde durulur mu? Bir müddet ifsattan sonra İsa Aleyhisselâm'ın, Hazret-i Mehdi'nin ve yanındakilerin duâsı ile bir gecede helâk olacaklar. Harple değil, duâ ile. Bugünler artık uzak değil, çok yakınlaştı.
Bizden sonra kime sorarsınız? Size her şeyi bırakıyoruz. Kitaplarımızda her şeyi bulacaksınız, zamanı gelince anlayacaksınız.
Bu kitaplar, müslümanlar sıkıştığı zaman çok iş görecek, yegâne tutunulacak yer olacak. İşte bizden sonra insanlar hakikati öğrenmek için bu kitaplara sarılacak.
Ben, "Yâ Rabb'i! Beni bu kitapların talebesi eyle!" diyorum.
Niçin? Benim değil, O'nun. Ben de muhtacım. Bu ilim O'ndan.
Hüsâmeddîn el-Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerhu Hutbetü'l-Beyân" isimli mecmuadaki risalesinde şöyle buyuruyor:
"Dünya hâlinden âhiret hâline intikâl sofrası, kıyametin kopuşu ve vaad edilen âhir zamandaki Mehdî'nin önündeki set onunla açılır." ("Mecmû'a-i Şerhu Hutbeti'l-Beyân li'l-Hüsâm el-Bitlisî", Konya Bölge Yazma Eserler Ktp. Akseki, no: 164, vr. 268)
Bu meyanda ortalık çok bozulacak, daha da karışacak. Çok büyük sıkıntılar olacak. Harp sıkıntıları, geçim sıkıntıları, telâşlar başgösterecek. Din kalktıktan sonra fesadçılar yürüdü yürüdü, ifsad son haddini buldu; küfür, isyan, dinden çıkma moda oldu. Öyle bir gündeyiz ki; artık doğana sevinmemeli, imanla göçene üzülmemeli!..
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Belâ ve fitneden başka dünyanın hiçbir şeyi kalmadı!" buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce: 4035)
Hiç şüphe yok ki önümüzde çok büyük hâdiseler, çok büyük sıkıntılar olsa gerek. Bu otuz sene zarfında Allah'u-âlem öyle hâdiseler olacak ki; öyle şiddetli harpler, öyle büyük felâketler, öyle büyük zelzeleler olacak ki; bunlar tasavvurun hâricinde olacak! Dünya dümdüz olacak!
Dünya milletleri harbe hazır durumdalar, savaş ha patladı ha patlayacak. Yalnız emr-i ilâhi'yi bekliyor. Savaşların çıkması ilâhi hükme bakar. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın izni olmadıkça bir yaprak dahî düşmez.
Nitekim Âyet-i kerime'sinde:
"O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez." buyuruyor. (En'âm: 59)
Bunlar hep O'nun takdîri ile oluyor. Kişi istese de, istemese de mukadderât ne ise o olacak. Dünya bidâyete dönüyor; yani dünya o nispette bitecek ve insanlar yeryüzünden silinip gidecek. Bunları size hatırlatıyorum; şimdiden Hazret-i Allah ve Resûl'üne yönelmeye ve sığınmaya bakın, bu felâketler geldiği zaman şaşırmayın!.."
"Kimlerle mücadele ediliyor?
Deccal'den daha beter olan sapıtıcı imamlarla, gökkubbe altında bulunan insanların en şerlileri olan âhir zaman ulemâsı ile.
Bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman ulemâsı olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler, İslâm'ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller bu kitleleri görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kurdukları dini ayakta tutabilmek için İslâm dini'nin haram kıldığı hükümleri helâl saydılar. Dinlerini bu şekilde ayakta tutmaya çalıştılar ve kitleler halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular. İşte Deccal bunu yapamaz."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin müslümanları ikaz ve irşad makamında yayınlanan ilk risalesi 1985 yılında yayınlanmıştı.
Bu ikaz ve irşadına; gerek 1993 yılında yayın hayatına başlayan Hakikat Aylık İslâm Dergisi'nde muhtelif vesilelerle yayınlanan makaleleri ile gerek kitaplar neşrederek devam ettiler.
Din-i İslâm'ı aslından çıkarmak isteyenlere ise hiç müsamahası yoktu. Müslümanlar arasında senlik-benlik davası güdenleri, dinde ve vatanda bölücülük yapanları önce ikaz etti, sonra ifşa etti, haklarında kitaplar yazdı, Hakikat Dergisi'nde defaatle makaleler neşretti. "Küfrü Hoş Gören Narcıların İçyüzü", "Sahte Halife, Sahte Kahraman Cemalettin Kaplan ve Oğlu'nun İçyüzü", "Süleymancıların İçyüzü", "Refah Dinine Mensup Mahmut Efendi'nin Mollalarına Cevaptır", "Ahir Zaman Âlimlerinin İçyüzü" ve buna mümasil eserleri yayınlandı.
Bu mücadeleye "İman kurtarma cihadı" derlerdi.
"Sapıtıcı imansız imamlarla, sahte şeyhlerle, sahte Mehdi, sahte İsa, sahte Debbe'tül-arz'larla, bu sahtekâr ve münâfıklarla mücadele edebilmem için Allah-u Teâlâ bu ilmi bugün indirdi. Bu iman hırsızları bir taraftan milleti imandan ettiler, diğer taraftan dini ve vatanımızı böldüler, paramparça ettiler. Bir nam, menfaat, liderlik, önderlik gayesi uğruna, gerek dinimizi gerek vatanımızı bu duruma düşürdüler.
Bu imansız imamların yaptığını, bu kâfirlerin gerek dinimize gerekse vatanımıza verdikleri büyük tahribatı, büyük darbeleri; değil bir din ve vatan düşmanı, değil bir papaz, Deccal bile yapamaz." buyurmuşlardı.
"Bizim yolumuzun diğer yollardan ayrılış noktası şu Âyet-i kerime'dir:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Bu Âyet-i kerime bir berzahtır. Kim para topluyorsa doğru yolda olmadığını bu Âyet-i kerime beyan eder."
"Allah yolunda para, menfaat girdiği takdirde o yol Allah yolu olamaz."
"Bunların cihadı İslâm dini'ni tahrip ve tahrif etmektir. Bunlar cep cihadcısıdır. Cihadı ceplere açmışlardır."
"Kendi dalâlet yollarını Hakk yolu imiş gibi gösteriyorlar ve sonra da menfaat, mevki ve nam için İslâm dinini alet ediyorlar. Halkı soymak için cep cihadcılığı yapıyorlar."
"Halkı nasıl soyacağını, cebini nasıl dolduracağını düşünürler. Çünkü onların İslâm dini ile ilgileri asla yoktur."
"Herkes cebi ile canını düşünüyor.
Allah-u Teâlâ onlar hakkında Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir." (Bakara: 86)
Biz, cebimizle canımızı düşünenlerden değiliz. Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin emrine uyarız.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Bu emr-i ilâhîye uymak için, dinimizi paramparça yapan, vatanımızı büyük tehlikeye düşüren bu bölücülerle cihad etmekle emrolunmuşum.
Binaenaleyh bu emr-i ilâhî'nin yerine gelmesi için, dinimizi ve vatanımızı parçalayan bu bölücülerle mücâdele etmem lâzım.
Ben bunlarla kalemle mücâdele etmeye vazifeliyim. Benim için can ve mal, böyle bir şey düşünülmez."
Kimseden bir şey istemezler, kimseden bir şey beklemezler, verdikleri bir şeyi de asla geri almazlardı. Kimseye el açmadılar, İslâm'ı dünyalık için âlet etmediler.
Kendi geçimini el emeği ile kendi geliri ile temin ederlerdi. Henüz 16 yaşında iken başladıkları ayakkabı imalatı ve ticaretini daha da büyütme imkânı varken, kendisini ilim ve irşada adadı, atölyesini tasfiye etti, küçük bir dükkânda seneler boyu tek başına çalıştı. O kadar seveni, o kadar misafiri olduğu halde aslâ hiçbir zaman onlara yük olmadı. Kendi kitaplarının, hediye ettiği kitapların dahi parasını vakfa satış fiyatından öderlerdi.
Fetö'nün ihanetleri, vahşetleri ortaya çıkmadan seneler önce Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu bölücülerle mücadele edilmesi gerektiğini, bunların müslüman olmadıklarını, dinde ve vatanda bölücü olduklarını ilân etmiş, eserler neşretmişti.
Hainlerin içyüzü bugün zâhir oldu herkes gördü ama o zaman bu Zât-ı âli'ye inanıp kulak verselerdi bu kadar büyük zararlara hem devlet hem millet uğramayacaktı.
Bu bölücülerin ellerinde her türlü imkânlar vardı. Devlette her şeye muktedir idiler. Buna rağmen hiç çekinmeden Hakkı hakikati haykırdı. Tezgâhlara, kumpaslara, ihânetlere uğrasa da yolundan dönmedi ve Allah için tek başına cihad etti.
Ömrü saadetleri bu sahtelerle, cemaat adı altında din ve vatan bölücülüğü yapan sapık fırkalarla, "Tasavvuf ehliyim" diye ortaya çıkan sahte şeyhlerle, "İslâm âlimiyim" diye ortaya çıkan saptırıcı âhir zaman âlimleri ile mücadeleyle geçti.
"İnceden inceye dikkat ederseniz, biz Hazret-i Allah'a sığınarak bu uğurda canımızı malımızı ortaya koymuşuzdur. Tek başına bütün dünyadaki bölücülere harp ilân etmişizdir. "Elinizden ne geliyorsa onu yapın!" diyoruz. "Ölünceye kadar savaşacağım sizinle!" diyoruz.
Gayemiz fitneyi bastırmaktır. Dinimizi ve vatanımızı bölecek olanlarla mücadele etmeye mecburum, vazifeliyim. Benim için can ile malın hiç hükmü yoktur. Bütün bu mücadeleyi Hazret-i Allah'ın hükmü yerine gelsin için yapıyorum. Huzur-u ilâhiye çıktığım zaman "Ey kulum! Müslümanları kendine çekip fitne çıkaran bölücülere karşı ne yaptın?"sualine karşı "Allah'ım! Takatim kadar gayret ettim." diyebilmem için yapıyorum.
Kimseden bir şey beklemediğimi ve kimseden de çekinmediğimi her zaman arzetmişimdir. Bütün kitaplar satılsa bir lirası cebimize girmez. Hatta dağıtın biz karşılayacağız diyoruz. Niçin? Benim Hazret-i Allah ve Resul'üne ihtiyacım var, sizin ihtiyacınız yok mu kardeşler! Bunu kendinize vazife edinin. Üç kitap da mı dağıtamazsınız? O üç kitaptan birisi ile bir kişiye hidayet isabet ederse, sizin için o kadar büyük mükafaat vardır ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Senin vasıtanla Allah-u Teâlâ'nın bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için dünyadan ve içindekilere sahip olmaktan daha hayırlıdır." (Buhârî)
Hiç şüphe yok ki hidayet verecek ancak Hazret-i Allah'tır. Amma senin vasıtanla hidayet verirse, sen bu mükâfata nail olacaksın.
Onun için bu kitaplara lütfen sarılın. Dağıtılmasına, yayılmasına gayret edin.
Bununla hem insanları irşad etmiş, ikaz etmiş, tenvir etmiş olacaksınız. Bölücülük ateşini söndürmüş, Ümmet-i Muhammed'i Hazret-i Allah ve Resul'ünde toplamış olacaksınız."
Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri ömrünü din-i İslâm'ın müdâfası ve ihyasına, vatanın muhafazası ve selâmetine adamıştı. Onun gayesi Hazret-i Allah ve Hazret-i Resulullah idi. "İman ve Vatan" idi. Nûr-i Muhammedi'nin yayılması, müslümanların Allah ve Resul'ünde birleşmesi idi.
"Bizim iki gayemiz var; iman ve vatan." buyurmuş;
"İmansız vatan, vatansız iman muhafaza edilmez." beyanını kurucusu olduğu Hakikat Dergisi'nin logosuna konulmasını bizzat emir buyurmuşlardı.
"Küfür tek millettir. Onlara fırsat vermeyelim. Nitekim bunların hedefi imanı kaldırmak, vatanımızı yağmalamaktır. Bu küfür ehline ve küfür ehline tâzim edenlere itimat etmeyelim. Zira imansız vatan, vatansız iman müdafaa edilmez. Biri giderse diğeri de gider." ("Hâinlerin İçyüzü", s. 13)
Binaenaleyh dinde ve vatanda bölücülük yapanlarla mücadele etmişler, haklarında eserler neşrederek müslümanları uyandırmaya çalışmışlardı.
"Dış düşmanın cephesi var, iç düşmanın cephesi yok.", "Bunlar dış düşmandan daha tehlikeli." buyurarak bu din ve vatan düşmanları ile mücâdele ettiler. İnsanların ebedî hayatının kurtulması için, imanları kurtarmak için; ifsatlarını, çıkarttıkları fitne ateşini söndürmeye çalıştılar.
"Bizim bütün gayemiz iman kurtarmaktır.
Vatanımı, bayrağımı çok ama çok seviyorum. Dinime ve vatanıma düşmanlık edenlerin de karşısındayım. Hem dinimizi, hem de vatanımızı muhafaza ve müdafaa için bu cihadı yapıyoruz. Devletin ittifaktan, devletsizliğin nifaktan olduğunu belirtiyoruz. Zira devletsiz olunca dinini yaşayamıyorsun.
Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffârın idaresinin altına girersek durum ne olur? Allah'ımız muhafaza buyursun." buyurmuşlardı.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri FETÖ'nün ihaneti zâhir olmadan 30 sene önce bunların içyüzünü, vatan haini olduğunu, Amerikan ajanı olduğunu gerek dergilerimizde (ilk makale Mart 1994 tarihli Hakikat Dergisi'nde "Fetullah Gülen Narcılık Dini'ni İlân Etti!" başlığı ile yayınlanmıştır.), gerekse haklarında eser neşrederek ("Küfrü Hoş Gören Narcıların İçyüzü", Birinci Baskı: 1999) halka duyurmaya çalışmışlardı.
Bu mücadelesi sebebiyle bu bölücü grupların hepsi kendisine büyük bir düşmanlık beslediler. Karalamaya, iftira atmaya çalıştılar, mahkemeye verenler oldu. FETÖ kendisine muhalif herkese kumpas kurduğu gibi, bu Zât-ı âli'ye de kumpas kurmaya çalıştı. 2009 yılında Taraf gazetesinde başlatılan kampanyaya ismini de katmak istediler. Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Hâin Tezgâh" isimli eserleri bu iftira kampanyası sebebiyle yayınlandı. Bu iftiraları bu hâin güruhun sonunun başlangıcı oldu.
Bu durumu "Hâin Tezgâh" isimli eserlerinde şöyle izah etmişlerdi:
"İşte bu bölücüler bizi susturmak isterler.
Biz rahatı ve istirahati, süsü ve lüksü terkettik. Hayatımızı İslâm dini'nin selâmetine adadık. Bu bölücüler gibi para toplamadık, banka kurmadık. İslâm dininin hükümlerini arkamıza atmadık. Adam toplamak, taraftar kazanmak için İslâm dininin hükümlerini değiştirmeye kalkışmadık. Allah'ıma sığınırım. Bilâkis Hazret-i Allah'ın Âyet-i kerime'lerini hatırlattık. Fakat dinlemediler. ...
Oysa bu zâlimlerin, bu bölücülerin hepsi bunları yaptılar. Taraftar toplamayı İslâm dininden üstün tuttular. Paraya taptılar. Topladıkları paraları koyacak yer bulamayınca banka kurdular. Kendi kurdukları dinlerini İslâm dininin yerine koymaya çalıştılar. ...
Bizim bu mücadelemiz birçok sahtenin menfaatine, kurmuş olduğu dine zarar verdi. Her türlü iftirayı, ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalıştılar. Bizi halkın nazarından düşürmeye çalıştılar. Eserlerimizin okunmasını engellemek için her yolu denediler." ("Hâin Tezgâh", s. 90-91)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu gibi din bölücülerinin içyüzünü yazarken "Bunlar iç düşmandır. İç düşman dış düşmanın yapamadığı zararı yapar." diye senelerce ikaz ve irşad etti.
15 Temmuz darbe girişimi hem FETÖ'nün ve buna mümasil diğer bölücülerin ne kadar büyük bir düşman olduklarını, hem de iç düşmanın dış düşmanın yapamadığı zararı nasıl yaptığını milletimize ayan beyan göstermiş oldu.
Öyle cihad etmişlerdir ki bu hususta şöyle buyurmuşlardı:
"Bütün devletteki insanlara duyurmaya çalıştım. Hiç kimseden korkmadım, hiç kimseden bir şey beklemedim. Bunu sırf Hazret-i Allah'ın huzurunda cevap verebilmek, küfre düşenleri kurtarmak, düşmek üzere olanları tutmak için yaptım. Yoksa hiçbir gayemiz yoktur. Hiç kimseye buğzumuz yoktur.
Benim hiç kimseye kinim yok amma, dinime ve vatanıma el uzatana da hiç müsamaham yok."
Olacak hadiseleri ve yaşanacak savaşları haber verirler, Allah-u Teâlâ'nın muzafferiyet vermesi için duâ ettikleri gibi hazırlık yapılmasını da tavsiye ederlerdi.
"Allah'ım! Ümmet-i Muhammed'i affet! Vatanımızı muhafaza et! Ordumuzu muzaffer et!" diye niyaz ederlerdi.
Bu vatanın, bu devletin kıymetini, değerini duyurma gayretinde oldular ve bu geminin batmayacağını müjdelediler:
"Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak. Bunun sebebi Resulullah Aleyhisselâm'ı iki defa Türk kıyafetiyle gördüm. Anladım ki Allah-u Teâlâ'nın Türkiye'ye bir nazarı, bir lütfu var. Onun hürmetine Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak. Her ne kadar batırmak istedilerse de bu gemiyi batırmayacak, gene yüzdürecek. Cenâb-ı Hakk bu vatanı koruyacak, muhafaza edecek. ...
Binaenaleyh bizim duâmız hep başkaları için, Ümmet-i Muhammed'in iman ve selâmeti için."
"Yâ Rabb'i! Halilullah Mekke için duâ etti,
Yâ Rabb'i! Resulullah Medine için duâ etti,
Yâ Rabb'i! Fakir bu devlet için duâ ediyor, bu devlete zevâl verme!"
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır
"Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bu âciz, fakir, pür-taksiri bu zamanda şu üç husus için gönderse gerek:
Birincisi; bölücülerle mücadele.
Dinimizi ve vatanımızı paramparça yapmak isteyen bölücü gruplar birer imam tayin etmişler ve müslümanları kendilerine çekip çevirmeye çalışıyorlar. Bu konuda birçok kitap yazıldı. (Bkz. www.hakikat.com.tr)
İkincisi; âhir zaman ulemâsının iç yüzünü ortaya sermek.
Bir taraftan isyan ve zulüm karanlıklarında icraatlarını yürüten bu gibi putlaştırılmış yol kesicilerle amansız bir mücadele ederken, diğer taraftan da âhir zaman ulemâsının iç yüzlerini ortaya koyup verdikleri yanlış fetvâlardan çelişkiye düşen müslümanlara en kısa yoldan, az ve kesin sözlerle hakikati duyurup ihtilafları bertaraf etmeye çalışıyoruz. Organ nakli ve vasiyetine verilen fetvâ da bunlardan biri idi. Asla caiz olmadığını Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle ispat ettik.
Üçüncüsü; Vahdet-i vücud mevzusundaki ihtilâfları ve çekişmeleri ortadan bertaraf etmek.
Vahdet-i vücud hakkındaki asırlardır bilinmeyerek yapılan münakaşalara çözüm getirmişizdir.
Muhyiddin İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Her şey O'dur." buyurdu. İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri ise "Her şey O'ndandır." buyurdu.
Aralarında çelişki gibi görünen bu mesele, müslümanları bugüne kadar meşgul etmiştir.
Allah-u Teâlâ bu fakire bu meseleye gönülleri mutmain eden bir çözüm bahşetmiştir.
Her iki söz de doğru. Fakir her ikisinin beyanlarını bir cümlede birleştiriyoruz ve diyoruz ki: "Her şeyi Hazret-i Allah var etti, her şey O'nun varlığı ile kâimdir."
Binaenaleyh; "Hem O'dur, hem O'ndandır."
Hayat-ı saadetleri; Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a; "İlâhî Görüş Birliği"ne dâvetle geçti.
"Biz "İLÂHÎ GÖRÜŞ BİRLİĞİ'NE DÂVET" ederiz. Gelenlerin gönüllerine Hazret-i Allah ve Resul'ünün -sallallahu aleyhi ve sellem- muhabbetini ve emirlerini koymaya, her türlü bölücülükten arındırmakla yalnız Hazret-i Allah ve Resul'ünde -sallallahu aleyhi ve sellem- birleştirmeye, aralarında gerçek bir kardeşliğin tesisine gayret ederiz."
"Asıl gayemiz, Nûr-i Muhammedî'nin yayılması, müslüman kardeşlerimizin Allah ve Resul'ünde birleşmesidir.
Gerçekten Allah ve Resul'ünde birleşelim ki, iç ve dış düşmanlara karşı mücadele edelim."
Kurmuş oldukları vakıf hakkındaki vasiyetleri şöyledir:
"'Hakikat Vakfı' bu vakfın ismidir. Sakın ha, bunu yolumuza atfederek bölücülüğe sapmayın, Sakın sizde bir isimle bir bölücü daha türemesin.
Gayemiz 'İSLÂM'dır, isim değil.
Muradımız 'Hazret-i Allah ve Resul'ü'dür, bölücülerden herhangi biri değil." ("İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet", s. 132)
"Grubunuzun adı nedir?" diye soranlara ise şu cevabı vermişlerdir:
"Elhamdülillâhî Rabb'il-âlemin. Dinimiz İslâm, kitabımız Hazret-i Kur'an, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'dır." ("İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet", s. 130)
Gaye ve hedefleri; Allah ve Resul'ünü sevdirmek, müslümanları Allah ve Resul'ünde birleştirmek, Nûr-i Muhammedî'nin yayılması, kalpleri Hakk'tan gayrı her şeyden kurtarmak ve arındırmaya çalışmaktı. Bu uğurda hiç kimseden bir şey istemedi, canıyla malıyla cihad etti.
"Bizim gayemiz rızadır, ümmet-i Muhammed'i kurtarmak, nuru yaymaktır. Başka hiçbir gayemiz yoktur."
Edep ve düsturunu takip ederek, cihad ederek; gerek nefsimizle, gerek din ve vatan bölücüleri ile.
Onun için evvelâ nefsimizin tezkiyesi, ruhun tâlim ve terbiyesine gayret edeceğiz. Bu da en evvelâ sabah dersini yapmakla başlar. Dersini yapmayan ihvan şoförsüz arabaya benzer. Hazret-i Allah'ın zikrine, fikrine çok devam edin. Kalp zikrullahtan hâli olunca şeytan oraya iner ve vesvese verir. Allah diyelim ki kalbimizi şeytanın istilasından kurtarmış olalım. Zikrullah nefsin kalkanını delsin, ruhun terakkisine vesile olsun.
Binaenaleyh önce nefisle cihad, ondan sonra din ve vatan bölücüleriyle cihad lâzım.
Rivayete göre Ashâb-ı kiram'dan Ebu Sâlebetü'l-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Âyet-i kerime'sinin tefsirini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
"Yâ Ebu Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak!
Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır."
Ashâb-ı kiram: "Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani 'Sizden' kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)" diye sorduklarında buyurdu ki:
"Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar." (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
"Ashâb-ı kiram'ın yüksekliğini tarif etmek mümkün değildir, amma bugünkü ihvanın derecesi de sizin bileceğiniz bir şey değildir. Bu da cihadla kâimdir.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı zamanında güçlük vardı amma, destek aldıkları iki de güç vardı. Kur'an-ı kerim âyetleri an be an iniyordu, her an vahiyle mülâkî idiler. Her an için tecelliyât-ı ilâhîyeye mazhar oluyorlardı. Diğer taraftan Resulullah Aleyhisselâm'ın nuru karşılarında idi. İçleri dışları nurlanıyordu. Onun sohbeti ile müşerref oluyorlardı. İlâhî hükümleri kaynağından öğreniyorlardı. O nur, onlara yetiyordu. Büyük bir mânevî destek vardı. Onlar gördüler, göre göre iman ettiler. Bakıyorlardı, göre göre yol alıyorlardı.
Şimdi ise aradan 1400 sene gibi uzun bir zaman geçmiş bulunuyor. O nurdan uzaklaşılmış, ortalık tamamen kararmış, kapkara olmuş. Böyle olduğu halde, sonda gelenlerin bağlılıkları Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı gibi olduğundan ötürü ona yaklaşmış ve bitişmiş durumda oldukları için, onların yakınlığı bunlara geçti. Dereceleri çok yüksek.
Onlar o hayatı yaşadıkları gibi, bunlar da o karartı içinde imanla yürüyorlar, aynı hayatı yaşıyorlar ve diğer müslümanlara yaşatmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nuru muhafaza ediyorlar, bir taraftan nurlandırmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nefisle cihad ediyorlar, bir taraftan beşeriyet ile cihad ediyorlar. İlâhî hükümleri duyurmaya, beşeriyeti nurlandırmaya gayret ediyorlar. Aynı iman, aynı izan, aynı cihad... İş değişti şimdi.
Gerçek ihvanın bu zamanda kıymeti bu kadar artmış oluyor.
Evet, birçok çalışan zümreler var, görünüşte herkes çalışıyor, amma kabuğunda. Kimisi koltuk için, kimisi cep için, kimisi mevki için çalışıyor. Rızâ, çalışanlara kaldı.
Bunlar kabukta değil. Bunlar Biiznillâh-i Teâlâ, Hazret-i Allah'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın yolu üzerinde bulunuyor."
Elli derece nasıl değerli oldu? Onun hürmetine değerli. Değer, ondan geliyor. O zaman biz ne yapıyoruz, nasıl hareket ediyoruz?
"Burası Hakk kapısı, bu zaman âhir zaman olduğu için, mücadele çok çetin olduğu için, Allah-u Teâlâ bu Siyah Bayraklılar'ı da dininin koruması için halkettiği için efdaliyet buradan geliyor.
Bu cihadın nimetini, kıymetini bilin. Ama aslını ahirette öğreneceksiniz. Bile bile, göre göre çalışalım. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri dinini korumak, ayakta tutmak için bu Siyah Bayraklılar'ı ortaya koymuş, bugün değil, ezelden verdiği karar bugün tahakkuk etmiş oluyor.
İşte bu esrar-ı ilâhi o zamandan geliyor. O zaman lütfedilmiş, o zaman ihsan edilmiş, o kaynaktan geliyor.
Cenâb-ı Hakk bugün böyle tecellî etmiş. Bu nur sayesinde bu cihadlar yapılıyor, onun içindir ki bu cihada cihad-ı ekber deniliyor."
"Ashâbla ihvanın birleştiği yer cihad.
Bizim bu bölücülerle cihadımız, sanmayın ki küçük bir çarpışmadır. Bütün bölücülerle karşı karşıya gelmiş durumdayız. Nasipdar olan tenvir oluyor, nasibini alıyor. Nasibi olmayan görmüyor.
Bu devir müslümanların paramparça olduğu, bölücülerin her yeri işgal ettiği, saptırıcı imamların, ahir zaman âlimlerinin insanları Hakk yoldan uzaklaştırdığı ve imansızlık girdabına düşürdüğü bir devirdir. Dünya kurulduğundan beri böyle bir devir gelmiş değildir." buyurmuşlardı.
İçte düşman, dışta düşman. Bu Zât-ı muhterem bu olacakları Hazret-i Allah'ın bildirmesi ve duyurması ile bildi ve bizlere de duyurmaya çalıştı. Ümmet-i Muhammed'in selâmeti, vatanın muhafazası için gayret etti. Din ve vatan bölücülerini ifşa etti, onlarla mücadele etti, eserler neşretti. Bugün dedikleri bir bir çıkıyor ve çıkacak.
"Allah'ıma yemin ederim ki; kimseye garazım yok. Ben herkese kardeş gözüyle bakarım amma kimsenin de küfrüne rızâ gösteremem. Büyük mücadele, mücahede yapılıyor. Milyonlara karşı çıkmış, tek tek tek küfür damgası vuruyoruz. Bugün insana bir kişi, bir düşman yetiyor. Bizim karşımızda milyonlar var, ben Allah rızâsı için bu yola çıktım, yapacağımı ölünceye kadar da yapacağım.
Hatta niyazım var; Allah'ım lütfundan ayaklarımı rızânda sabit kıl. Lütfunla destekle, alıncaya kadar değil, aldıktan sonra da mücadeleme devam ettir. Neyle? Kitaplarla. Bu nuru O veriyor ve böyle bu nur gidecek. Onun için benim ölümümle iş bitmiyor!
Bu nur kıyamete kadar bâkidir. Ben gidiyorum ama bu nur gitmiyor.
Onun için Allah-u Teâlâ'ya şükretmek lâzım, bu nimeti elimizden almasın. Niyet-i halisa ile, azimle gelelim ki bizi kulluğuna, ümmetliğine ve cihada kabul etsin.
İnsan gerçek manada, niyet-i hâlisa ile temiz bir kalple Hazret-i Allah'a yönelmiş olursa, gayesi rızâ-i Bari'yi tahsil, nurun yayılması, küfrün kalkması olduğu zaman Bayraklılara nail ve dahil olur.
Arzumuz, bütün ihvanın Hazret-i Allah'ın kulu, Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ümmeti ve yolumuzun büyüklerinin evlâdı olarak yetişmelerine çalışmaktır. Başka hiçbir şeye bağlanmıyor, O'nun gayrısına bağlananları bir hayalet olarak kabul ediyoruz. En güzel şey ne? En parlak makam, en yüksek rütbe Efendilerimiz'in yürüdükleri yolda yürümek ve Fenâfillah'a ermektir."
"Ben gidiyorum, hiçbir fert kalacak değil, Fakat size nur bırakıyorum. Bu kitaplar bana ait değil. Kim bu kitaplara tutunursa, bilsin ki Hazret-i Allah ve Resul'ünün ipine tutunmuştur. Bu kitaplara sarılırsanız, sizi dalâlete kaymaktan, fitne ve bölücülüğe düşmekten kurtarır.
Daha evvel arzettiğimiz gibi, Mürşid-i kâmil kendisinin bir resimden ibaret olduğunu çok iyi bilir. Bildiği için Allah-u Teâlâ onda tasarruf eder. Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah'tır. Mahlukun hiç hükmü yoktur. Bunu her fırsatta söylemişizdir.
Fakat bu âcizi bu fâkiri böyle bir zamanda gönderdiğine siz de şükredin. Ne kadar açık konuşuyorum."
İhvanına bu kadar düşkün, şefkâtli, merhametli olan, Hazret-i Allah'a kul, Habib'ine ümmet olmamız için çalışan, âhirete imanla gidebilmemiz için çırpınan, cihad yolunu açan Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz'e ne kadar teşekkür etsek Hazret-i Allah'a ne kadar şükretsek azdır.
Şu kadar var ki Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri;
"Şükrünü çalışma ile artıracak. Çalışma ile artırırsa, çalıştıkça şükrünü artırmış olur." buyuruyorlar.
Onlar bizim için bu derece yıpranırken, bizim için bu derece niyazda iken, bizim için bu büyük cihadı bırakmışlarken biz nerdeyiz, ne yapıyoruz, neyle meşgulüz? O gidince dünya câzip, tatlı, âhiret uzak mı oldu? Onun hürmetine ikram olunan bu derecelere ermek için, niçin gayretli, uhuvvetli, sadâkatli, vefâlı olamıyoruz?
Muhakkak bir gün kavuştuğumuzda mübarek cemâline, yüzüne nasıl bakacağız?
Seçkin ihvan onun boyası ile boyanmıştır, onun ahlâkı ile ahlâklanmıştır. Durumları böyle olduğu gibi, inşaallah ahirette de beraber olacaklardır.
Şu kadar var ki sâdık ihvan; ihlâs, istikamet, mahviyyet ve cihad üzere olan ihvandır.
"Bin tane can, bin tane canan verse, bin canımdan da, bin cananımdan da vazgeçerim." diyen bu Zât-ı âli; ümmet-i Muhammed'e yol göstermeye, etrafını nurlandırmaya, din ve vatan bölücüleriyle mücadelesine devam ediyor.