"İlâhi marifet"in, yani Allah'ı tanıma hususundaki ilâhi marifet'in marifetinin de aslı, O'nun hakkındaki ilâhi cevheri öğrenmek ve tanımaktır.
Hiç şüphesiz ki Allah Âdem'i yaratmayı murâd edince yeryüzünün sahip olduğu vech ve sûretleri tek bir yer ve mevzide topladı ki, ondan kendisine bir "Beyt" edinmesi hususundaki murâdı ortaya çıksın. O ise Kâbe'dir.
Sonra O, onun kubbesini kaldırıp yükseltti ve ilâhi rahmet suyu ile yoğurdu; sonra da ilâhi marifet nûrunu onun içindeki hamur gibi kıldı.
Daha sonra onu tam mânâsıyla bir hamur hâline getirdi ve kırk gün boyunca kendi hâline koyup bıraktı ki, ilâhi marifet'in nûruyla içindeki pislik ve kirler temizlenip arınsın; ilâhi rahmet suyuyla da ikisi birbirine karışıp kıvâma ersin...
Nihayet O, onun bâtınında mevcut olan şeyi sıyırıp aldı, ilâhi nûr ve kıymetten yana ne ki varsa hepsini onda zâhir olup gösterecek bir hâle ulaştırdı.
Daha sonra ise sûretlerin hazinelerini açtı ve (onun için) sûretlerin en güzelini seçti.
Onun mislini de kaldırıp yükseltti, onun sûretini dahi ondan verdi. Ondaki diğer sûretleri kaldırıp atarak, en güzel sûrete sahip olan Âdem'inkini ihsan etti.
Sonra kendi hayat nûrundan onun içine nefh edip üfledi, ilâhi nûru ile onu ihyâ edip diriltti. Nefh edip üflemesiyle birlikte de, ilâhi nûr ve hayat verici ruh olan ilâhi rûh onda harekete geçti.
Allah, Âdem'in içine koymuş olduğu ilâhi nûrun aslı olan ilâhi marifet'i onun içine akıtmadığı sürece Âdem'in cesedinin içinde hayat sürüp ilerlemez, nesilleri de tamamlanıp sonuna kadar gitmezdi.
O bir bakıma onun tıynet (yaratılış)ının hamurudur.
O ilâhi marifet nûruyla takvâ sahiplerinden de kılınınca, kalbinin içindeki marifet-i ilâhi sayesinde müjdelenenlerden, saâdete erdirilenlerden ve tâ ki ona kavuşuncaya dek yaklaştırılanlardan olur.
O ilâhi vuslata erişince artık O'nu tarif edebilecek seviyeye ulaşmış demektir. Ârif'e ise "târif" lâzım değildir.
İlâhi marifet'in nûrunu tanımak, ancak nûrun kendisini tanımakla mümkündür.
O en baştaki hâle vâsıl olup kavuşanlardan olunca artık tek bir yerde, En ulu hükümdarın ind-i ilâhi'sinde olur.
O ilâhi huzura tutunmuş ve yapışmıştır.
O'nun kalbinde iki ilâhi nûr bir araya gelmiştir, her iki nûr bir arada ışıldayıp gözleri kamaştırır.
Kalbi aşk-ı ilâhi ile yanıp tutuşur.
O, üzerindeki ilâhi nûrun hâkimiyetinden ve hükmünü yürütmesinden dolayı alabildiğine ışıltı saçar ve göz kamaştırır. Her ikisinin de parlaklık ve aydınlığının ışıltısı 'Arş'a kadar ulaşır.
O, Celîl olan Rabb'inin huzûr-ı ilâhi'sinde durur.
Onun kalbi, ilâhi basîret gözüne tâbi olur, tâ ki ilâhi nûr ve parıltının nihâyetinin de nihâyetine kadar ulaşsın...
İlâhi yakınlık nûrunu gözleriyle gören odur.
İlâhi Celâl'den doğan basîret (kalp gözü) ile bakar ve O'na karşı hicab (utanç) duyar.
O yakınlık Nûr'uyla mülâki olmuş ve onun şûleleriyle nurlanmıştır. O ise ilâhi marifet ve nefsini bilme nûrudur.
O Rabb'ini bilir, tanır.
O'nun iznini istediğinde, kendisine gösterilmiş olan herhangi bir şeyle ilgili olarak O'nunla açık açık konuşur, müşâhadede bulunur ve artık onu bilip öğrenmiş olur.
O'nun sözü "Lâ ilâhe İllallâh = Allah'tan başka ilâh yoktur." sözüdür.
Nüfûz edebilmek için rûha iltimas tanıdığında ve bir çıkış bulmak için yol aradığında o an yükselebilmesi için onu sıkıştırır.
Varlıklar ve kâinât kör karanlığın etrâfını kararttığı sıkışık ve dar bir konumdadırlar. Nitekim melekût sahalarında da ondan hâlî bir durumda bulunurlar.
O herhangi bir yol bulamazsa ızdırap duyar; bunun üzerine Rabb'i de ona nazar edip kendisine dilediği gibi nazar etmesini onaylar.
O, O'nun ilâhi heybetinin ihtişam ve hâkimiyeti karşısında çığlıklar atar; nefsi ondan çıkarılıp alındığında ise sakinleşip yatışır ve sonra tekrar yerinde karar kılar.
O'nun sözü ancak "El-hamdülillâh = Allah'a hamd olsun!" sözüdür.