Muhterem Okuyucularımız;
Allah-u Teâlâ’ya vasıl olmak ahkâm-ı ilâhi’nin icrasına, emir ve yasakların tatbikine bağlıdır.
İlâhî ahkâm esastır. Hüküm Hazret-i Allah’ındır, yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur.
Üstün sıfatlarla mükerrem olarak yarattığı insanların dünya saâdetine, âhiret selâmetine kavuşabilmeleri için; hayatlarını tanzim edecek hükümler, emir ve yasaklar koyma hakkı yalnız Hazret-i Allah'a âittir.
Bunun içindir ki, ilk insanı ilk peygamber kılmış, insanların irade ve terbiyesini peygamberleri vasıtası ile gönderdiği ilâhi hükümlerle bizzat üzerine almıştır.
Âyet-i kerime'lerinde:
“Yolun doğrusunu göstermek Allah'a âittir.” (Nahl: 9)
Binaenaleyh neyi emretmişse seve seve yapmak, neleri yasaklamışsa onlardan uzak durmak üzerimize farzdır.
Ahkâma uymayan her türlü çalışma, ibadet nakıstır. Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a, Resulullah’a sarılmak ve böylece ebedi saadete ermek. Önümüzde Hazret-i Kur’an var, Hazret-i Resulullah’ın Hadis-i şerif’i var, o bize yeter.
İnsan Hazret-i Allah'a iman ettikten ve iradesini O’na teslim ettikten sonra artık kendi reyi kalmaz. Fakat bunu yapabilmek için O'nu bilmek, O'nu tanımak lâzım.
İman nedir? Kendini inkâr ettiğin zaman, O’nu tasdik ettiğin zaman iman etmiş olursun. Gerçek iman da budur. Bunu böyle kabul edin. Hazret-i Allah'a iman edip kendini inkâr etmiş olan Allah-u Teâlâ'ya iman etmiş olur, özü budur. Vaktâki kendini inkâr ettiğin zaman, “Lâ!” dediğin zaman kendini de kâinatı da inkâr ettiği zaman, Var olan husule gelir.
İman-ı kâmil, içinde O olduğunu bildiğin, senin bir kabuktan ibaret olduğunu gördüğün zaman olur. Kâinatın içinde O var, her şey kabuktan ibaret, fakat insan bunu göremiyor.
Ahiret yurdu imanla kazanılır.
Cenâb-ı Hakk;
“İman edip Allah’tan korkanları ise kurtardık.” buyuruyor. (Neml: 53)
Binaenaleyh; ebedî bir hayat var. Ebediyât çok mühim. Mühim olan orası, burası hiçbir şey.
“Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler.” (Nahl: 107)
Dünyayı tercih etti gitti. Öyle bir zamandayız ki; ufacık bir dünyalık için nice imanlar kayıyor. Öyle bir devir ki; ufacık bir menfaat için nice kimseler cehennemi boyluyor. Şimdi gördünüz mü? İman ne kadar mühim imiş. Şimdi anladınız mı bu konuları niçin sık sık ele aldığımızı? Zira son nefeste aranan da imandır.
Değmez efendim, bir oda dolusu altının olsun bu dünya malından götüreceğin bir kefen, amel-i sâlihin varsa ebedî hayatın sermayesi, yoksa zaten iflas ettin. Mal mülk, dost ahbab kabre kadar ama amel-i sâlih ebedi.
Zavallı insan bir hayâlethane için ebediyâtını kaybediyor.
Hakk ile olan hayat; hayat-ı hakikidir. Halk ile olan hayat; hayat-ı hayâlidir.
Akıllı insan götüreceği için çalışır, akılsız insan bırakacağı için çalışır. Onun için dünya malının hesabı var, azabı var.
Allah’ımız, cümlemizin hidayetini artırsın, imanımızı kemâlleştirsin. Kâmil imanla aldığı kullarından etsin. Niçin geldiğimizi, nereye gideceğimizi, âkıbetimizi düşündürdüğü ve hazırladığı kullarından etsin.
•••
Bu ay içinde idrak edilecek olan “Kurban Bayramı”nızı tebrik eder, tüm İslâm âlemi’ne hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Allah’tan niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
“Dünya gerçekten muvakkat bir zaman içindir, günleri mahduttur, müddeti kısa, lezzeti geçicidir, itimada şayan değildir, bir aldanma ve oyalanma olup serveti ve samanı emanettir, gönül bağlamaya değmez, lâkin ebedi bir hayatın ekim tarlası olduğu için çok kıymetlidir çok muhteremdir. Dünyaya gönderiliş sebebini lâyık-ı veçhile takdir edenlerin gerçek hayatı ölümden sonra başlıyor. Bu ise hayat-ı hakikidir. Ey insan! Dünya senin için bir imtihan sahnesidir. İmtihanını burada verebilirsen orada sırat da yok, azap da yok, hiçbir sıkıntı yok. Eğer sen dünyayı bir imtihan sahnesi kabul edip Hakk ile olursan, işte bu noktada dünyanın kıymeti çok büyüktür. Yok eğer imtihan sahnesi olduğunu unutup da dünyaya dört elle sarılırsan, imtihanı kaybedersin. Bu da senin ahiretini kaybetmene ve ebedî felâkete düşmene sebep olur.”
Geçici, muvakkat bir hayat yaşıyoruz. İki günlük ömrümüz var. Oldu bitti derken öldü gitti olur. Hepsi o kadar. Hayat tatlı bir hayalât. Bu dünya geçici bir hayat, mühim olan ebediyât. Dayanmaya, güvenmeye değecek bir tarafı yok. Bugün üstte yarın alttasın, kalacak kimse yok. Bu gördüğün bir hayalâttır. Orası bir hakikattir. orası için bir hazırlığın var mı? O yolculuk için bir iştiyakın var mı? Nereye gidiyoruz?
Her şeyden evvel insanın kendisini kurtarması lâzım. Bunun için önce iman lâzım. Ve imandan kaymamak için nefisle mücadele etmek lâzım.
İmandan hemen sonra ahkâm-ı ilâhi’ye sımsıkı sarılmak lâzım.
İman nedir? Hazret-i Allah’a ve Resulullah’a ve Kelâmullah’a gönülden teslim olmaktır. Hazret-i Allah’ın ve Resul’ünün hükmünü sevmektir.
İmanın en büyük alâmeti Allah-u Teâlâ’nın emir ve hükmüne teslim olmak, Allah-u Teâlâ’nın hükmünü dünya ve nefsin arzularına tercih etmektir. Gönüldeki gerçek imanı açığa çıkaran en büyük ölçü, Allah’ın ve Peygamber’in hükmüne tereddütsüz boyun eğmektir. Bu mihenktir. Birçokları burada soyulmuştur. İsmi İslâm, görüntüsü takvâdır. Ancak nefsine hoş geleni dünya hayatını Allah-u Teâlâ’nın hükmüne tercih eder.
“Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler.” (Nahl: 107)
Dünyayı tercih etti gitti. Öyle bir zamandayız ki; ufacık bir dünyalık için nice imanlar kayıyor. Öyle bir devir ki; ufacık bir menfaat için nice kimseler cehennemi boyluyor. Şimdi gördünüz mü? İman ne kadar mühim imiş. Şimdi anladınız mı bu konuları niçin sık sık ele aldığımızı? Zira son nefeste aranan da imandır.
Allah’ımız, cümlemizin hidayetini artırsın, imanımızı kemâlleştirsin. Kâmil imanla aldığı kullarından etsin. Niçin geldiğimizi, nereye gideceğimizi, âkıbetimizi düşündürdüğü ve hazırladığı kullarından etsin.
İnsan Hazret-i Allah'a iman ettikten ve iradesini O’na teslim ettikten sonra artık kendi reyi kalmaz. Fakat bunu yapabilmek için O'nu bilmek, O'nu tanımak lâzım.
İman nedir? Kendini inkâr ettiğin zaman, O’nu tasdik ettiğin zaman iman etmiş olursun. Gerçek iman da budur. Bunu böyle kabul edin. Hazret-i Allah'a iman edip kendini inkâr etmiş olan Allah-u Teâlâ'ya iman etmiş olur, özü budur. Vaktâki kendini inkâr ettiğin zaman, “Lâ!” dediğin zaman kendini de kâinatı da inkâr ettiği zaman, Var olan husule gelir.
İman-ı kâmil, içinde O olduğunu bildiğin, senin bir kabuktan ibaret olduğunu gördüğün zaman olur. Kâinatın içinde O var, her şey kabuktan ibaret, fakat insan bunu göremiyor.
Ahiret yurdu imanla kazanılır.
Cenâb-ı Hakk;
“İman edip Allah’tan korkanları ise kurtardık.” buyuruyor. (Neml: 53)
Binaenaleyh; ebedî bir hayat var. Ebediyât çok mühim. Mühim olan orası, burası hiçbir şey.
Âyet-i kerime’de:
“Dünya hayatı aldatıcı geçimlikten başka bir şey değildir.” buyuruluyor. (Âl-i imran: 185)
Bütün hayatın zevki vallâhi bir anın azâbına değmez. Bütün hayatını saadetle geçir bir anın azabına değmez. Dünya işin olur biter, hepsi kalacak zaten. Ama biz gideceğiz.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir.” (Müslim: 2956)
Mümin dünyada ne kadar nimet içinde yaşarsa yaşasın, Allah-u Teâlâ'nın Cennet-i âlâ'da ona bahşedeceği nimetler yanında zindanda gibidir. Fakat bir kâfir ne kadar eziyet görürse görsün, cehennem azabının yanında dünya ona cennet gibidir.
Değmez efendim, bir oda dolusu altının olsun bu dünya malından götüreceğin bir kefen, amel-i sâlihin varsa ebedî hayatın sermayesi, yoksa zaten iflas ettin. Mal mülk, dost ahbab kabre kadar ama amel-i sâlih ebedi.
Zavallı insan bir hayâlethane için ebediyâtını kaybediyor.
Hakk ile olan hayat; hayat-ı hakikidir. Halk ile olan hayat; hayat-ı hayâlidir.
Akıllı insan götüreceği için çalışır, akılsız insan bırakacağı için çalışır. Onun için dünya malının hesabı var, azabı var.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
“Dünyanın helâli hesap, haramı ise azaptır.” buyurmuşlardır. (Beyhaki)
Onun için aldanmaya gelmez. Dünya malı değmez.
İslâm olarak yaşamak, günlük ihtiyacını temin ettikten sonra, huzur olduktan sonra dünya senin.
Ahiret işlerine dünya işlerinden daha fazla değer vermedikçe imanımızın ve ibadetimizin tadına varamayız.
İman kemâle ermezse, insan Allah-u Teâlâ'nın emirlerini akıl süzgecinden geçirmeye çalışır. Akıl süzgecinden süzünce de takılır kalır. Kâmil iman sahibi aklını emirlere uydurur, hiçbir zaman akıl süzgecinden geçirmez.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar saâdete erenlerdir.” (Haşr: 9)
Şu dünyanın geçici tatları, bitmez-tükenmez arzu ve zevkleri bizi perişan ediyor ve değersiz bir dünya için nice imanlar gidiyor.
İmandan kayan öyle kimseler var ki, üzülmemek, gözyaşı dökmemek elde değil.
Bunu ne yaptı? Dünya yaptı.
Nasıl yaptı?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünya mal ve şerefine karşı kişinin içinde beslediği hırsı; dinine, koyun sürüsüne saldıran iki kurttan daha zararlıdır.” (C. Sağir)
Dünyada, insanlar arasında şerefli olayım, itibarlı olayım diye benlik deryasına düşeceksin, böylece Allah katındaki, ahiretteki şerefini kaybedeceksin; dünyada malım olsun, çoluk-çocuğumun parası olsun diye cifeye daldıkça dalacaksın, böylece ahiretteki nimetlerden olacaksın! Şerefini, imanını kaybedeceksin.
Kurdun koyun sürüsüne daldığı gibi, şeytan da böyle böyle insanın imanına, şerefine dalar.
Nefsini yükseltmek isteyen imanını alçaltır. Nihayetinde imanını kaybeder.
Değer mi? Değmez! Hiç değmez!
Değmeyen bir dünya için çabalıyoruz. Allah’ım kimseye muhtaç etmesin. Fakat fazlası da bizim için zarar getirir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şöyle bir duası var: “Allah’ım ıyalime yetecek kadar rızık ver.”
Ne kadar güzel. İnsan ihtiyacını temin ettiği zaman, her şeyi yerine gelmiş oluyor, ötesi yük. Hesabı çok, azabı şiddetli. Değmez... Bu da bize ölçü.
Dünya malına tamah etmek; “Zengin olayım!” derdinde olmak; makam, mevki, şöhret peşinde koşmak; insanın hem dünyasını hem ahiretini mahvetmesine sebep olur. Çünkü hırs nefsânidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Eğer, siz ölümden sonra ne gibi tehlikelerle karşılaşacağınızı bilseydiniz, tam istekle yiyip içmez, huzur içinde eve girip oturmaz, bilâkis yollara düşüp göğsünüze vurarak ağlardınız.” (Camiu’s-Sağir)
Kimse bu durumun farkında değil.
“Çünkü insan çok zâlim ve çok câhildir.” (Ahzâb: 72)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan ihtiyacından fazlasını alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur.” (C. Sağir)
Sehl İbnu Sa’d -radıyallâhu anh-den rivayet edilen bir diğer Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyurmuşlardır:
“Eğer dünya Allah nazarında sivri sineğin kanadı kadar bir değer taşısaydı tek bir kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.” (Tirmizî)
Nefsin ve şeytanın hoş gösterdiği bu değersiz ve melun dünyayı tercih edenlerin, nasıl farkına bile varmadan dinden ve imandan kaydıklarını, imanlı bir kimse iken nasıl münafık olduklarını anlatan bir başka Hadis-i şerif’lerinde Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyururlar:
“Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda siyah bir leke hasıl olur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hasıl olur. Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı taş gibi bembeyazdır; dünyalar durdukça buna hiçbir fitne zarar vermez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp, ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevadan kendisine ne yutturulmuşsa onu (hak veya batıl) bilir.” (Müslim)
Dikkat ederseniz ortalığı bugün fitneler ve bu fitnelerle kalpleri kararmış münafıklar istilâ etmiştir. Bu gibileri etrafınızda da görebilirsiniz.
Nitekim böyle fert fert dinden çıkmalar olduğu gibi, zümre zümre dinden çıkmalar da oluyor. Hadis-i şerif’lerde bu dinden çıkmaların farkına varmadan, iz bırakmadan olduğuna işaret edilmesi tehlikenin büyüklüğünü gösteriyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Sizin aranızda öyle zümreler türeyecektir ki; siz onların namazlarının yanında kendi namazlarınızı, oruçlarının yanında kendi oruçlarınızı, iyi işleri yanında kendi iyi işlerinizi küçük göreceksiniz. (Yani onların yaptığı işler dıştan sizinkinden üstün gibi görünecektir.)
Onlar Kur’an da okuyacaklar. Fakat Kur’an(ın) feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir (yalnız dilde kalacaktır). Nitekim onlar, okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar. Okun sahibi (avı delip geçen) okun demirine bakar (kana benzer) bir şey göremez. Sonra ağaç kısmına bakar, bir şey göremez, yelesine bakar, orada da bir kan izi göremez. Daha sonra (Acaba ava dokunmadı mı?) şüphesiyle, kirişe gelen ve fok denilen çatal yerine bakar, orada da bir iz göremez.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1783)
Hadis-i şerif’ten anlaşılıyor ki, bu kadar ibadet ve taatlarına, Kur’an-ı kerim de okumalarına rağmen ok yaydan çıktığı gibi dinden çıkıyorlar. Neden dinden çıktıklarına dair hiçbir iz de yok gibi görünüyor? Fakat Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler incelendiği zaman göreceksiniz ki Allah-u Teâlâ onları dinden çıkarıp atmıştır. Artık zanlarının hükmü yoktur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gelecekle ilgili hadiseler hakkında bilgi verirken bir noktasında şöyle buyuruyorlar:
“Bir kimse hakkında ne kadar kahraman zâttır, ne kadar zarif kişidir, o ne kadar akıllı kimsedir diye övülür. Halbuki onun kalbinde hardal tanesi kadar iman yoktur.” (Müslim, İman)
Bu Hadis-i şerif’leri arzetmekteki gayemiz, siz bunları dıştan dinde kahraman gibi görürsünüz. Oysa ki bunlar imansız olarak yaşarlar, bütün iş ve icraatları gösterişten ibarettir.
“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münâfikûn: 4)
Allah-u Teâlâ’ya vasıl olmak ahkâm-ı ilâhi’nin icrasına, emir ve yasakların tatbikine bağlıdır.
İlâhî ahkâm esastır. Hüküm Hazret-i Allah’ındır, yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur.
Üstün sıfatlarla mükerrem olarak yarattığı insanların dünya saâdetine, âhiret selâmetine kavuşabilmeleri için; hayatlarını tanzim edecek hükümler, emir ve yasaklar koyma hakkı yalnız Hazret-i Allah'a âittir.
Bunun içindir ki, ilk insanı ilk peygamber kılmış, insanların irade ve terbiyesini peygamberleri vasıtası ile gönderdiği ilâhi hükümlerle bizzat üzerine almıştır.
Âyet-i kerime'lerinde:
“Yolun doğrusunu göstermek Allah'a âittir.” (Nahl: 9)
“Hüküm ancak Allah'ındır. O, yalnız kendisine kulluk etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.” (Yusuf: 40)
“Bu hükümler Allah'ın hududlarıdır. Kim Allah’ın hududlarını aşarsa, kendine yazık etmiş olur.” buyuruyor. (Talâk: 1)
Hazret-i Allah'ın bütün hükümlerinde, emir ve yasaklarında birer hikmet, insanlar için birer menfaat vardır. Bu hikmet ya bir zararı gidermek veya bir menfaat sağlamak içindir.
Binaenaleyh neyi emretmişse seve seve yapmak, neleri yasaklamışsa onlardan uzak durmak üzerimize farzdır.
Ahkâma uymayan her türlü çalışma, ibadet nakıstır. Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a, Resulullah’a sarılmak ve böylece ebedi saadete ermek. Önümüzde Hazret-i Kur’an var, Hazret-i Resulullah’ın Hadis-i şerif’i var, o bize yeter.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
“Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, o gerçekten büyük bir kurtuluşa ermiştir.” (Ahzâb: 71)
İşte kurtuluş kapısı! Size Allah-u Teâlâ rahmet ve merhamet ediyor, kurtuluş kapısını gösteriyor ve sizi dâvet ediyor. İlâhî lütuf rahmetine mi koşacaksınız, yoksa O'na karşı gelip cehennem azabına mı?
Herkes imtihandadır. Muhakkak ki yaptıklarınızı size bir bir soracak.
Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
“Eğer siz gerçekten müminlerseniz, Allah'a ve Peygamber'ine itaat ediniz.” (Enfâl: 1)
Çünkü Allah-u Teâlâ'ya ve Resul'üne tam bir teslimiyetle itaat etmek, imanın kemâli ve gereğidir.
Kurtuluşa ermek için Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnetini işle, yolunda bulun, izinden ayrılma.
Ahkâm-ı ilâhi’yi yaşayacağız, her şeyi ahkâmla ölçeceğiz. Hâlimiz, kâlimiz, fiilimiz ahkâma mutabık olacak.
Hâlid-i Bağdadi -kuddise sırruh-Hazretleri:
“Bizim yolumuz ilâhi ahkâma uyma yoludur.” buyuruyorlar.
Şeriat gemisini kuvvetlendirmeyen tarikat deryasında yol alamaz.
Sırat köprüsü dünyadadır. Kim ki ahkâmı inceden inceye süzüp hareket ederse, ona ahirette kolaylık vardır. Sırat köprüsü onun için geniş ve rahat olur, dolayısıyla geçmesi de kolay olur.
Sırat köprüsü herkesin âmeline göre incelir ve genişler.
Dünyada ahkâma dikkat etmeyen, incelemeyen, orada her halde çok ince hesaptan ve çok ince köprüden geçecek. Şüpheli şeylerden dahi geçmedikçe huzur bulamazsınız.
Hani “Sırat köprüsü kıldan incedir” denir. Ahkâm-ı ilâhiye’ye inceden inceye dikkat edersen, senin için ahirette sırat köprüsü yok. Veyahut çok genişler. Evet cehennemden geçeceksin ama kimisi şimşek hızıyla, kimisi göz kırpacak kadar az zamanda, kimisi de yıldırım hızıyla geçecek. Bunlar cehennemi de, sırat köprüsünü de görmezler. Ayağını basar ve öteki tarafa geçerler. Ama ahkâm-ı ilâhiye’ye dikkat etmeyen, şüphe eden, nefsine dalan ayağını basar ve kayar.
İnceden inceye takvâ üzerine yürüyen için artık sırat köprüsü ona göredir. Ama dikkat etmeyene hakikaten sırat köprüsü çok ince...
Yol çok güzel amma güzel yürümek lâzım. Bu güzel yürümek ne demek? Ahkâm mucibince, Hazret-i Kur’an’ın tarifi üzerinde yürümek. Hazret-i Kur’an’la, Sünnet-i seniyye rayları üzerine bir kere oturttun mu o raylar seni öyle götürür, mal-i maksuda ulaştırır. Ama o iki rayın üzerine oturmak lâzım. O hayatı yaşamak lâzım.
Kişi ahkâm harici bir işe meylettiği zaman kendisini uçurumdan aşağı attı demektir. Kurtulursa Allah-u Teâlâ’nın lütfu olmuştur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri, Kelâm-ı kadim’inde şöyle buyuruyor:
“Hepiniz topluca sımsıkı Allah’ın ipine sarılın!” (Âl-i imran: 103)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ben size iki şey bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi Allah'ın kitabı, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetidir.” (İmâm-ı Mâlik, Muvatta)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise bu iki ipe yapışanların tam olarak dalâletten korunacağını, aksi takdirde dalâlete düşmenin kaçınılmaz olacağını haber vermiştir. (İbn-i Mâce)
Hazret-i Allah’ın ahkâmına emir ve nehiylerine sarılmak, Resulullah Aleyhisselâm’ın yolu üzerinde yürümek Sünnet-i seniyye’sine sımsıkı sarılmak şarttır.
Hazret-i Allah’a ve Resulullah’a gönülden bağlı olmakla, ibadet ve taate devam etmekle mahviyet ve hiçlikten ayrılmamakla yol alınır. Kurtuluş yolu mahviyettir, ihlâstır, samimiyet, muhabbet, bağlılıktır. Nefsin derecelerini geçmektir.
Bir insan dünyayı mabut edindiği, nefis putuna taptığı zaman Hazret-i Allah’ın ahkâmını dinlemez. Hüküm nefsin olursa, ahkâm-ı ilâhi’nin hükmü kalmaz. Gayretimiz küçük azmimiz az olduğu için, nefisle mücadelede mağlup oluyoruz. O ise azmediyor, azmediyor, gayret ediyor, istediğini yaptırıyor.
Bir insan ibadet eder, Hazret-i Allah’ı çok zikreder, fakat ahkâm mucibince hareket etmez. O zaman gayr-i ihtiyari fâsık durumuna düşer. Düşüren ne? Hazret-i Allah’ın emrine nefsimizin karşı gelmesi. Görünüşte hiçbir şey yok. Herkes bizi gayet iyi müslüman olarak görür. Lâkin nefsimiz, Hazret-i Allah’ın emirlerine karşı geldiği için; karşı gelmekten ötürü, ibadet var, zikir var, fikir var ama isyanı Hakk biliyor. Halk ibadet ve taati görüyor, Hakk ise isyanımızı görüyor.
Hazret-i Mevlâna ne güzel buyurmuş:
“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”
Allah-u Teâlâ, mümin kullarına kendisinden korkmalarını ve doğru sözlü olmalarını emir buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Ahzâb: 70-71)
İmanların kaymaması için, imanımızı muhafaza için Cenâb-ı Hakk’ın emrine riâyet şarttır. Aksi takdirde büyük bir ateş dokunabilir.
İnsan çok şeyler yapmak ister. Elinde her türlü imkânı da vardır. Yapabilmeye de muktedirdir. Ama burada bir incelik var. O işi yapmak doğru mu? Murâd-ı ilâhi ne takdir ediyor. Hazret-i Allah ne murat ediyor. Onu gözlemek, onu gözetlemek lâzım. Neyi, nasıl yaparsan râzı olurlar. Nasıl bir yol izlersen hoşnut olurlar. İşte en büyük zorluk buradadır.
İnsan başıboş olmadığını bilirse, O’na sığınır, O’na dayanır, O’na yönelirse O ulu Padişah’ın huzurunda tirtir titrerse o zaman ona hayır kapıları açılır. Rızâ ve hoşnutluğa vasıl olur. Gaye, O ne murat ediyor. O neden râzı olur, onu yakalayabilmek. Yoksa, her şey O’nun. Kişinin kendisi de O’nun.
Hazret-i Allah ile olan durumu size şöyle tarif edelim:
Yeri gelir tonlarca suyu bahçeye dökersin dökmezsen mesul olursun.
Yeri gelir yarım bardak suyu dökersen mesul olursun. Bunu tefrik edebilmek lâzım. Bunu da O’nun verdiği nur ile yapabilirsin. O nur olmasa yapmam mümkün değil. O seni desteklemezse mümkün değil. Onun için “O’nun, O’ndan.”
•
Hiç olduğumuzu, hizmetçi olduğumuzu unutmamamız lâzım. “O’nundur bana ait değil, yetkim yok, bilgim yok, dahlim yok!” dememiz lâzım. Şayet insanı nefsi ile başbaşa bırakırsa, O tutmazsa, o zaman onlar çekilir, onların yanında olması için seni desteklemeleri için kendini görmemen lâzım. Yok olman lâzım, lâfla olmuyor.
Onun için iş yapmak marifet değil, O’nunla yapmak marifet. O’nunla yaparsan değeri var, O’nunla yapmazsan, iş olmuş oluyor. İş ama içi boş. Onun içinde bir ruh olacak, hayat verecek.
Bu ruh ise, O’nun muradı, O’nun takdiri, O’nun yürütmesi, O’nun rızâsı, O’nun hoşnutluğudur.
Bu imtihanlar bitmiyor, insanın son nefesine kadar devam ediyor. Bitti geçti değil. Yeni bir şey çıkartıyor. Yeni bir basamak, yeni bir merdiven. Yeni bir tecelliyat. Yeni bir imtihan. Yeni bir zorluk. Yeni bir kolaylık. O murat ediyor. Nasıl murat ederse öyle oluyor. Aciz bir mahlûk. Rüzgâr ne yönde eser, meltem mi, kasırga mı bilmiyor. Aciz bir mahlûk, bekliyor.
•
Hazret-i Allah dilediğini dağa sürer, dilerse düz yolda yürütür. Çıkarsan çık, çıkamazsan hiç olmazsa o yolda öl.
•
Dünya saadetine, ahiret selâmetine nâil olmak, Hazret-i Allah’a itimat ile kâimdir. Bu itimat şöyle olur. Bir insan Hazret-i Allah’ta mahvolursa, onda varlık kalmadığı için nefis de kalmaz. O kendisinin hükümsüz olduğunu bilir. Hazret-i Allah’ın her hükmüne, O’ndan gelen her şeye peşin olarak râzıdır.
Bütün kalbi ve kalıbı ile;
“Ben işimi Allah’a bırakıyorum.” demiştir. (Mümin: 44)
Gül de gelse diken de gelse, elbise de gelse kefen de gelse, onun için hoştur. Kurtulanlar işte böyle kurtulur.
“Rabb’lerine gönülden boyun eğenler...” işte bunlardır. (Hûd: 23)
“Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnud olmuşlardır. İşte bunlar Allah’tan yana olanlardır.” (Mücadele: 22)
“Niye geldi, niçin geldi?” derse, o oranın ehli değildir. Duymuştur bir şeyler, söylemiştir. Mühim olan o hâli yaşamaktır.
“Allah’ım hidayetimizi artır. İmanımızı kemâlleştir. Rahmetini gönlümüze yerleştir. Nûrunu kalbimize akıt. Hakk ile bâtılı bildir ve yaşamamızı nasip eyle.”
Buradaki esrar, herşeyi Hazret-i Allah’tan istemek, O’ndan beklemek ve dilemektir. İmanı ve hidayeti Cenâb-ı Hakk’tan bütün sâdık kullar dilemişlerdir.
“Ey Rabb’imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırıp döndürme. Bize kendi nezdinden bir rahmet ver. Şüphesiz ki bağışı en çok olan sensin.” (Âl-i imran: 8)
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Ey Rabb’imiz! Biz şüphesiz inandık, günahlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru!” (Âl-i imran: 16)
“Ey Rabb’imiz! Nûrumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen her şeye kâdirsin.” (Tahrim: 8)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu mübarek duâları ne kadar arza şayandır:
“Allah’ım! Kalbimde bir nûr kıl, gözümde bir nûr kıl, kulağımda bir nûr kıl, sağımda bir nûr, solumda bir nûr, üstümde bir nûr, altımda bir nûr, önümde bir nûr, arkamda bir nûr kıl. Beni nûr eyle!” (Buharî. Tecrîd-i sârih: 2146)
“Ey benim Rabb’im! Dünyada da ahirette de yegâne yar ve yardımcım sensin, iman ile göçmeyi lütfet!” diyorum. Her zaman bu duayı yapıyorum.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim'inde:
“Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” buyuruyor. (Âl-i imrân: 102)
Çok dikkat edin! Bu Âyet-i kerime karşısında âlimler değil, veliler değil, sâdıklar değil, peygamberler dahi korktu.
Yusuf Aleyhisselâm'ın şöyle bir niyazı var:
“Allah'ım! Müslüman olarak ruhumu al ve beni sâlihler zümresine kat.” (Yusuf: 101)
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-in de son sözü bu oldu.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde kendisine nasıl sığınacağımızı beyan buyuruyor:
“Ey Rabb'imiz! Ruhumuzu iyilerle beraber al!” (Âl-i imrân: 193)
İman bu kadar mühimdir. Fakat insan farkında değil.
Resulullah Aleyhisselâm’dan sonra kıyamet alâmetlerinden bazısı zuhur edince Ashab-ı kiram dahi nifaka düşmekten çekindi.
İbn-i Ebu Müleyke -rahimehullah- anlatıyor:
“Resulullah aleyhissalâtu vesselâm’ın ashabından olup da Bedir gazvesine katılanlardan otuz kadarına yetiştim. Hepsi de kendi hesabına nifaktan korkuyorlar ve dinlerinde fitneye düşmekten kendilerini emniyette hissetmiyorlardı.” (Buhârî)
Onlar ki böyle dikkat ediyordu. Hususiyetle bu zamanda bize ne düşer! Artık öyle bir devirdeyiz ki dünya İslâm’ın en önünde görünenleri yutuyor, imanlarını alıyor, nifaka sürüklüyor.
Hazret-i Enes -radiyallahu anh-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Üç haslet vardır. Bunlar kimde varsa imanın tadını duyar:
Allah ve Resûl’ünü, her şeyden ve herkesten daha çok sevmek,
Bir kulu sırf Allah rızası için sevmek,
Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasip ettikten sonra tekrar küfre düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.” (Buhârî)
İmandan sonra küfre, nifaka düşme tehlikesi olduğunu bu Hadis-i şerif’ten de anlayabilirsiniz.
Bu devirde bu tehlike bir afat halini almıştır. Kurtulmak adeta imkânsız hale gelmiştir.
Benim vazifem ihvanın kurtulması. En sevdiğim bir ihvanı, Allah-u Teâlâ’nın imanla aldığını hissedersem, gözyaşları ile şükrederim. “Niye gitti?” demem. “Elhamdülillah bir kişi daha kazandım!” derim. “Onu kazandım!” diyorum. İmanla gidene “Kazandım!” diyorum. Kalanın ne olacağını bilmiyorum.
Ne kadar sevdiğim olursa olsun kalsın demem. Niçin? Elhamdülillâh, Rabb’im bir kişiyi daha bağışladı ve lütfederse bana arkadaş olacak.
Kurtuluşun en güzel çaresi Hazret-i Allah ve Resul’ünü kalbe almak, zikrullah ile meşgul olmak, içteki düşmanları atmak ve muhabbet-i ilâhiye nail olmaktır. Râbıta-i mevt’ten gaye, nefsin tezkiyesi; râbıta-i şerif’ten murad, ruhun tâlim ve terbiyesidir.
Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.
Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.
Nefsin esaretinden kurtulamayan insan, yaşayan ölü gibidir. Dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini bilemez. İki günlük ömründe sermaye toplayamadan gider.
Nefsin meşru olmayan arzularına uymamak farzdır. Çünkü nefis daima kötülüğe meyillidir.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Rabb’imin merhameti olmadıkça, nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder.” (Yusuf: 53)
Nefis öyle bir mahlûktur ki, hem zâlimdir, hem kâfirdir, Allah-u Teâlâ’ya bile karşıdır. Gaye bu kâfiri müslüman etmektir.
Kişiler ilk önce kendilerini düzeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten men etmeye önce kendi nefislerinden başlamalı; başkalarından önce kendilerini düzeltmeye çalışmalıdırlar. En üstün cihad budur.
İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine “Cihad-ı ekber” denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın bir insana yapacağı en büyük düşmanlık onu öldürmesidir. Bu ise şehitliğine vesile olduğu için, onu en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde mânevî hayatı ölürse ebedî hayatı mahvolur.
Nefsin arzu ve heveslerine uymayanlar hakkında da Kur’an-ı kerim’de müjdeler vardır:
“Rabb’inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin ta kendisi olacaktır.” (Nâziât: 40-41)
Allah’tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın. (Onu şirkten sen mi koruyacaksın.)” buyuruyor. (Furkân: 43)
“Nefis putu” dediğimiz işte bu Âyet-i kerime’de beyan ediliyor. Bunun içindir ki ekserisi gizli şirk içindedirler.
“Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır.” (Ahzâb: 4)
Değer verdiği şey onun için kıymetli. Parayı çok seviyorsa, onun için para çok değerli, kadını seviyorsa onun için kadın değerli, çocuğu çok seviyorsa onun için çocuk çok değerli. Fakat bunlar aslında değersiz şeyler. Fakir; “Değere değer veren değerli olur, değersize değer veren değersiz olur.” demişizdir. Muhabbet Yaratan’a bağlanacak.
Allah’ım afiyet-i ebediyeyi ihsan buyursun.
Afiyet-i ebediye nedir? Nefsi öldürmek, ruha hayat vermektir.
Bir insan nefsi öldürmedikçe ruhen yükselemez. Dünya puttur, nefsin arzuları puttur, onlara tapmaktan kendisini alamaz. Dinin hakikatine, imanın kemâliyetine varamaz. Şu halde ölmeden evvel ölmek, yani nefsi öldürmek lâzım ki ruh dirilsin.
Kişi eğer haramlara dalıyorsa, sıfât-ı hayvaniyedir. Değil haramlardan, en küçük şüphelilerden sakınıyorsa o insandır. Özü budur.
Nefis vücuda hakimiyet kesbettiği zaman o hükmünü yürütmek ister, kişiyi tanımaz, tanımamak ister, “Benim!” diyor çünkü. Cenâb-ı Hakk’ın hükmüne karşı gelen bir mahlûk. Düşmanların en büyüğü.
Bir Hadis-i kudsî’de:
“Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir.” buyuruluyor.
Bundan ötürü zaten insanda hayvani sıfat doğuyor. Bu hayvani sıfatın arzularına bir insan meylettiği zaman o arzuları hangi hâl ve hareket üzerinde ise o hayvanın sıfatını almış oluyor.
Binaenaleyh insanın içinde hükmeden odur. Hayvani sıfatı hangi icraat üzerindeyse o icraat üzerinde yapmak ister. Tabi Hazret-i Allah’a, emirlerine uygun değildir. Fakat o dinlemez, “Benim dediğim olsun!” der ve hayvani sıfatı hangi sıfatta ise o sıfatla icraat yapar.
Bir kısım insanlar vardır ki, eti yenen hayvan sıfatındadırlar. Eti yenen hayvanların sıfatında olduğu zaman o müslümandır. Yani onların nefsi iman etmiştir fakat nefsini ıslâh edememiş, tekâmül edememişlerdir. Onun içindir ki sıfat-ı hayvaniyede kalmışlardır. İnsanların çoğu bu sıfattadır.
Bir kısım insanlar da vardır ki, eti yenmeyen hayvan sıfatındadırlar. Onların nefsi iman etmemiştir. Görünüşte çok iyi işlerde bulunurlar, fakat nefsi iman etmediği için niyeti bozuktur. Eti yenmeyen hayvanların sıfatında olanların nefsi kâfirdir.
“Onların çoğu Allah’a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar.” (Yusuf: 106)
Binaenaleyh nefis, en büyük belâdır. En büyük düşmandır.
Vücudu nefsin işgaliyetinden, ruhu esaretten kurtarmak için mücadele edip, nefsine muhalefet edenler mücadele nispetinde muvaffak olurlar. İşte onlar ebedî saadete erenlerdir.
Allah-u Teâlâ’ya samimi bir şekilde ubûdiyete, bilhassa gece ibadetine devam ederek kendisine yönelene ve zikrullaha devam edene nurunu bahşeder. Onu ahlâk-ı zemimeden kurtarır. Sonra da sıfatını değiştirir, insan sıfatına girer. Böylece tekâmül, tekarrüb etmiş olur. Nasipse insân-ı kâmil olur. Allah’ım Zât’ına çektiği kullardan etsin.
Güzel bir kâlple geldik. Kalbin o güzelliğini korumak için bu ahlâk-ı zemimelerden, hayvâni sıfatlardan sıyrılmak gerek.
Şifa bulmak için:
“Zikrullah kalplerin şifâsıdır.” (Münâvi)
Hadis-i şerif'i mucibince, Hazret-i Allah'ı çok zikretmemiz icap ediyor.
Zikrullah ile kalp, ruh, sır, hafa, ahfa odaları nefsin işgalinden kurtulur. En son nefs-i kül odası da kurtarılırsa, hakimiyet ruhun eline geçer, letaif ampülleri yanar, kişi bütün kötülüklerden nedamet eder, bir daha yapmadığı gibi düşünmekten de sıyrılır.
Artık o kişi ahlâk-ı zemimeden arınmış, hayvânî sıfatlardan kurtulmuş olur. Kemal yollarını bulur. Bütün âzâları ahkâm mucibince hareket etmeye başlar.
Allah-u Teâlâ müminlerin en önce kendi nefislerini düzeltmek için uğraşmalarının gerektiğine dâir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz.” (Mâide: 105)
Size düşen kendinizi düzeltmektir ve nefsinizi ıslah etme yükümlülüğünüzü yerine getirmektir. İsyanlara dalmaktan, ısrarla günah işlemekten korunun. Nefislerinizi ıslah yolundan ayrılmayın. Size hidayet erişince, sapıklığa düşenlerin sapıklıkları size zarar vermez. Onların zarar ve mesuliyetleri sırf kendilerine âit kalır.
“Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yaptıklarınızı size haber verecektir.” (Mâide: 105)
Bu ilâhî beyan doğru yolu bulanlara bir mükâfat sözü, sapıklığı tercih edenlere bir tehdittir.
Nefsini günahlardan temizleyip takvâ ile terbiye etmek suretiyle feyizlendiren kimseler gerçek kurtuluşa erenlerdir.
Ruhun bineği nefistir. Bu bineğe ahkâm-ı ilâhi dizginlerini takarsan rızâ mucibince hareket etmiş ve ettirmiş olursun. Eğer ahkâm mucibince hareket etmezsen başıboş bırakırsan o bir hayvandır, seni de arzusuna çeker, alır, götürür. Dünyaya dalarsın, Yaratan'ı unutursun. Allah-u Teâlâ'ya hasım kesilirsin ve nefsinle beraber cehennemi boylarsın.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz nefsinden Allah'a sığındı:
“Allah’ım! Gözümü açıp kapatıncaya kadar beni nefsime bırakma ve bana verdiğin iyi şeyleri benden geri alma.” (Bezzâr)
Burada Resulullah Aleyhisselâm nefsi en güzel bir biçimde bize tarif ediyor.
Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr: 18)
Müslümanın her akşam günlük muhasebe yapması gerekir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Hesaba çekilmezden evvel kendinizi hesaba çekiniz.” (Tirmizi)
“Akıllı kimse, kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır.” (Tirmizi)
Ahirette hesaba çekilmeden evvel, burada kendi muhasebesini yapanlar hesabını kolay verirler. Orada hesabı ağır ve şiddetli geçecek olanlar ise dünyada iken kendi muhasebelerini yapmayanlardır.
Allah’ımızın bize lütfettiği sayıya ve hesaba sığmayan sıhhat ve afiyet, mal ve servet gibi nimetlerine karşı şükrümüzü ne derece edâ edebiliyoruz? Kulluk vazifelerimizin acaba kaç binde birini yerine getirmeye muvaffak oluyoruz?
Nefisle inceden inceye hesap görmek, dünya kazançlarının muhasebesini yapmaktan çok daha mühimdir. Çünkü dünya ticareti dünyada kalacak, ahiret kazancı bizimle beraber gidecek.
İnsan, içinde bulunduğu vaktin ömrünün sonu olduğunu düşünecek ve ona göre hazırlanacak. Zaten belki de son vaktidir.
“Rızâ-i Bârî’ye uygun işler mi işledim, yoksa hoşlanmayacağı işler mi işledim?” diye kendisini kontrol edecek. Kârını, zararını ortaya koyacak. O gün vakitlerini güzel değerlendirdi ise şükredecek. Hazret-i Allah’tan devamını dileyecek. Beğenilmeyen işler işledi ise istiğfar edecek, bir daha yapmamanın azmi içinde bulunacak.
Çünkü sayılı nefeslerimiz bitmek üzere “İrcıîy...” dâvetinin ne zaman geleceği belli değil. Ölüm, insana her yakından daha yakındır. Çantamız elimizde hazır olsun. “Gel!” denince hemen geçiverelim. Geldik gitmek için.
Ömür en kıymetli sermayedir. Ömürden geçen her nefesin pahası biçilmez. Bu sermayeyi hiçe müncer etmemeli, saâdet-i ebediyeyi kazanmak için sarfetmelidir. “Bu kadar ömür sürdün hazırlanmadın da, şimdi mi hazırlanmaya kalktın?” demesinler bize.
“Andolsun güneşe ve aydınlığına!
Ardından gelmekte olan aya!
Güneşi ortaya çıkaran gündüze andolsun!
Onu örten geceye.
Gökyüzüne ve onu bina edene.
Yere ve onu döşeyene.” (Şems: 1-6)
Dikkat edilirse Allah-u Teâlâ arzettiğimiz Âyet-i kerime’lerinde göğe ve ondaki âlemlere; yere ve onu yuvarlayıp döşeyen Zât-ı akdes’ine yemin etmektedir. 7. ve 8. Âyet-i kerime’lerinde ise canlıların en seçkini olan insana ve insan nefsini mükemmeliklere ulaşmaya hazır biçimde ve muntazam bir şekilde yaratan Zât-ı akdes’ine yemin ediyor. Yaratan O, yaşatan O, donatan O...
“Her bir nefse ve onu düzenleyene andolsun ki!” (Şems: 7)
İnsanı en güzel şekil ve surette yaratmış, onu zâhirî ve bâtınî nimetlerle ve kuvvetlerle bezemiş, birçok kabiliyetler bahşetmiştir.
“Sonra da ona isyanını ve itaatını ilham edene andolsun ki!” (Şems: 8)
Allah-u Teâlâ bu ilhamı, yaratılışında ona koymuş, iyilik ve kötülüklerin kendisine ilham edildiğini bildirmiştir. Burada ilham alan nefse dikkat çekilmektedir. Yaratılışı tam ve düzgün bir hâle getirilmekle beraber, ayrıca kendisini helâk edecek kötülükleri işlemeye ve cennete götürecek iyilikleri yapmaya muktedir bir hâle getirilmiştir. Dizginleri kendi elindedir. İsterse kendisini saâdet yoluna yöneltir, isterse felâkete doğru sevkeder.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır:
“Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir.” (Muhammed: 17)
Kim ki bu büyük ikramı kendisindeki kabiliyetleri geliştirme yolunda, nefsini arıtıp temizlemede kullanırsa kurtuluşa erer.
Hakk’a yönelen bir insan, iradesini “Nefsini ıslah etme” yönünde kullanırsa;
“Ey iman edenler! Eğer Allah’a (Allah’ın dinine) yardım eder (sarılırsanız) Allah da sizi muvaffak eder ve ayaklarınızı sâbit kılar.” (Muhammed: 7)
Âyet-i kerime’si mucibince Allah-u Teâlâ’nın yardımına erer.
Nitekim Zeyd bin Erkam -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz duâlarının bir noktasında şöyle niyaz ederlerdi:
“Ey Allah’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu pâk eyle! Onu pâk edecek yegâne sen varsın. Onun velisi ve mevlâsı sensin.” (Müslim: 2722)
Vuslata erebilmek nefis ve şeytanla mücadeleye bağlı kılınmıştır. Nefsini günahlardan temizleyip takvâ ile terbiye etmek suretiyle feyizlendiren kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir.
Meselâ; bir toprakta maden var. İnceden inceye uğraşarak o madeni topraktan ayırmak lâzımdır. Toprağın çok, madenin az olduğu düşünülerek ayırma işi bırakılırsa, o çok kıymetli maden topraktan ayrılmaz.
İşte bunun gibi, Allah-u Teâlâ bir insana mânevî bir cevher koymuşsa, o cevheri meydana çıkarmak gerekir. Nefisle mücadeleden maksat da budur, yani nefsi tortularından süzmek, hülâsasını meydana çıkarmak ve insanî nefis hâline getirmektir.
Allah-u Teâlâ azmi nispetinde kulunu destekler, hidayetini artırır, sermayesini çoğaltır, önüne ışık tutar, yollarını açar. Onun için hiçbir engel bırakmaz.
“Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.” (Şems: 9)
Ebedî saâdet ve selâmete ermiştir. Umduğuna nâil, korktuğundan emin olmuştur. Allah-u Teâlâ onu Hakk yolunda yürümeye muvaffak kılmıştır.
Buradaki temizlenmekten maksat, ahlâk-ı zemime adı verilen; şehvet, gadap, kin, kibir, riyâ, haset, yalan gibi kötü huylardan temizlenmektir. Bunlar sıfât-ı hayvaniyenin alâmetidir. Bu alâmetlerden biri dahi helâk olmaya yeter.
Kalp temiz olursa kişiyi ibâdet ve taata sevkeder. Hasta insan, güzel yemeklerin lezzetini anlayamadığı gibi, mâsivâ batağına düşmüş bir kalp de ibâdet ve taatın lezzetini anlayamaz. Hasta olan kalbin temizlenmesi lâzımdır.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onları hidayete erdirecek ve hallerini düzeltecektir.” (Muhammed: 5)
Ebu Zerr-i Gıfâri radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“En iyi cihad, insanın kendi nefsânî arzularıyla Allah rızâsı için yaptığı cihaddır.” (Câmiu’s-sağîr: 1247)
Gerçekte insanın nefsini temizlemeye çalışması, nefsin arzularına karşı kendini tutma hususunda sabretmesi ve kendini buna zorlaması, sonunda faydası kendisine âit olan bir vazifedir. Allah-u Teâlâ hiç kimseyi zorla kötülüğe sevketmez. Eğer kötülükte ısrar ederse onu bu temizlikten mahrum eder.
“Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır.” (Şems: 10)
Kendisini hidayetten mahrum bırakarak büyük bir tehlikenin tam ortasına atmıştır. Mertebesini düşürmüş, yönünü karıştırmış, her türlü sapıklıklarla gönlünü bulandırmış, ilâhî rahmetten bütünüyle mahrum olmuş, ahiretini harap etmiş, daha dünyada iken cehennemlikler zümresine katılmış, böylece de en büyük zarar ve ziyanı haketmiştır.
Küfürde ısrar edenleri Allah-u Teâlâ takva ve tezkiyeden mahrum eder, onu nefsine bırakır, böylece göz göre göre küfür yollarında ömrünü tüketmiş olur.
Dünyayı düşünüp nefsin arzularına uyan, Hakk ve hakikatten uzaklaşıp şeytan ile arkadaş olan kimse aslâ mükerrem olamaz. Süfli arzular peşinde oldukları için suretâ insandır, icraatları hep hayvânîdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Cehennem nefsin istekleri ile, cennet de nefsin hoşlanmadıkları ile örtülüdür.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2035)
Bir insan çok dikkat edecek. Bir ömür içinde saadeti kazanmak var, kaybetmek var.
Bunun için en mühim bir şart var. İmandan sonra hemen cihat, cihat...
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın emrini aziz tut ki, Allah da seni aziz kılsın.”
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey müminler! Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin.” (Hacc: 78)
“Hakkıyla cihad edin!” demek, yalnız Allah-u Teâlâ’nın desteğiyle, azmiyle, korkusu ile O’nun rızâsını kazanmak için yürü! Sonrası Cenâb-ı Hakk’a kalmış. İsterse orayı mamur eder, isterse kül eder, O’na kalmış. Yani hakkıyla cihad edecek mi diye seni imtihan ediyor. Herkes imtihanda...
Âyet-i kerime’sindeki “Hakkıyla cihad edin!” ifadesinin altında o kadar gizlilik var ki bunu tam olarak açamıyorum. Allah namına, canını, malını her şeyini feda etmedikçe buna nail olamazsın. Yalnız Allah-u Teâlâ’nın desteği ile, azmiyle, korkusuyla O’nun rızâsını kazanmak için yürü. Nereye emrettiyse oraya yürü. Hakkıyla cihad buna derler. Sonrası Cenâb-ı Hakk’a kalmış. Dilerse orayı mamur eder, dilerse kül eder. Unutma ki seni imtihan ediyor. Bu cihadı hakkıyla yapacak mı? Rabb’ime sonsuz şükürler olsun, bana kalemi daha çektirmedi.
Cihatta mısın, rahmettesin. Allah’ım verdiği bu nimeti elimizden almasın. O Siyah Bayraklılar zümresine ilhak buyursun. Ahirette de öylece çıkarsın.
Diğer Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.” (Ankebut: 69)
Bu Âyet-i kerime’de çok incelik var.
Allah-u Teâlâ: “Sizin azim ve gayretiniz nispetinde yollarınızı açarım, hidayetinizi artırırım, imanınızı kemâlleştiririm.” buyuruyor.
Yolunu açmazsa göremezsin ki, hidayetini artırmazsa bilemezsin ki, imanını kemâlleştirmezse bulamazsın ki.
Bu Âyet-i kerime’nin öz mânâsı şudur:
Bir mahlûkun destekçisi Hazret-i Allah olursa, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olursa bundan daha üstün bir bahtiyarlık ne olabilir? Şüphesiz ki bu da, O’nun rızâsı için O’nun uğrunda çalışana verilir.
Halisane bir niyet ve ihlâs ile Hazret-i Allah’a sığınarak, Hazret-i Allah’a dayanarak, Hazret-i Allah’a güvenerek, azim ve gayretle çalışır, mücadele ve mücahede ederse o zaman Allah-u Teâlâ: “Yollarınızı açarım!” buyurur.
İşleri O hallediyor şimdi. Size destek olur. Bir insanı Allah-u Teâlâ desteklerse onun işi bitmiştir. Biz şöyle duâ ederiz:
“Allah’ım sana sığınırım, Allah’ım sana yönelirim, Allah’ım sana dayanırım. Ululuğun hakkı için rızândan, istikametinden, yolundan ayırma.”
Onlar, Hakk’a sığındıkları ve Hakk’a dayandıkları için Allah-u Teâlâ’nın desteği oldu. Sığınmak ayrı, dayanmak ayrı. Sığınmak; samimi olarak hulusi bir kalp ile Hazret-i Allah’a sığınır, iltica ederse destekler. Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına başvurulacak yegâne mabud O’dur. Dayanmak da ona güvenmek demektir. “Hasbiyallah ve ni’mel vekil” “Allah bana yeter, yeter” der.
Bir insan, Hazret-i Allah’a güvenip O’na itimat etmekle helâk olmaktan kurtulur.
Nitekim Abdullah bin Abbas -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu duâyı okuduğunu söylemiştir:
“Ey Allah’ım! Ancak sana teslim oldum, sana iman ettim, sana tevekkül ettim, sana yöneldim, ancak seninle düşmana karşı mücadele ettim.
Ey Allah’ım! Beni dalâlete düşürmenden senin izzetine sığınırım. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Ölmeyen, diri ancak sensin, cinler ve insanlar ölürler.” (Müslim: 2717)
Bu yolda çalışmak demek, bu yolun içine girmek demektir. Çünkü muhabbetle kaim.
Şöyle bakın; Allah yolunda Allah için çalışan, Allah için cihad eden başka hiçbir zümre görüyor musun? Demek ki Cenâb-ı Hakk sevmiş, seçmiş, koymuş. Şimdi buna; “Hizmet ediyorum!” değil de “Hizmet ettirene şükür” lâzım. Yâ Rabb’i! Sana sonsuz şükürler olsun, ulvî yolunda bizleri bulunduruyorsun, bu ihsan ettiğin nimetinin ziyadesini ihsan buyur, fakat elimizden alma! Evvelâ bu lâzım.
Sonra niyet-i hâlisâ lâzım. Niyet-i hâlisâ olursa samimiyet olur, doğruluk olur, o doğrulukla beraber itimatla yavaş yavaş mali maksuda ulaşır. Yeter ki kulda o ihlâsı, o niyeti, o azmi görsün. Hakk’tan geldik, Hakk’a gideceğiz. Binaenaleyh güzel geldik, güzel gidebilmek için güzel iş ve harekette bulunmamız lâzım.
“Yâ Rabb’i! Lâyık olmadığımız halde sevmişsin, seçmişsin yola koymuşsun bunun şükrünü bize bahşet, sana şükredelim. Bizi lütfunla destekle hizmet edelim.”
Onun için burada bulunmak, bu havanın içinde bulunmak bir nimettir. Elhamdülillâh. Aynı zamanda bir husus daha var.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki;
“Onlar, Allah’ın yeryüzündeki erleri, O’nun emrinin tatbikçileri ve O’nun hakkının yardımcılarıdır.”
Ne oldu şimdi, nimet içinde nimet. Fakat en büyük nimet, Hazret-i Allah’ın rızâsını ve hoşnutluğunu kazanmaktır. Bu ise en üstün nimettir. Onun için bu yolda çalıştırana şükretmek lâzımdır. Bulundurana şükretmek lâzım.
Allah yolunda çalışılıyorsa, çalıştırana çalıştırdığı için şükürler olsun. “Çalışıyorum!” diye iftihar etmek, böbürlenmek, başa kakmak, ücreti dünyada almaya benzer. Onun, Hazret-i Allah ile ahirette hiçbir ilgisi olmaz.
Allah-u Teâlâ niyetine, azmine bakar. Niyeti hâlis ise azmi yerinde ise lütfu ile destekler, dilediği kadar muhafaza eder.
Allah ehli ücret istemez. Onun ücreti Rabb’ül-âlemin’e aittir. Ve bu işi Hakk’a bırakır. Çünkü en güzel ücreti Hazret-i Allah verir. Bu şekilde, bu niyetle çalışırsa, O dilerse destekler. O’nun desteğiyle hareket edilir, dilediği kadar muhafaza buyurur.
Hidayete erdirildi ama insan niyetini bozarsa bu yolu semer olarak kullanmaya çalışırsa, veyahut başka türlü hareket ederse olduğu yerde bırakılır.
Allah yolunda nâ ehlinin yürümesi mümkün değil! Niyeti hâlis, ameli güzel, azmi çok olanı, Hazret-i Allah’a yöneleni desteklerler. Onun için çalışırken gaye Allah olsun. Rızâ olacak, halktan bir şey beklenmeyecek ki Hakk ona ihsan buyursun.
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri’miz “Fethü’r-Rabbânî” isimli eserinin “5. Meclis”inde şöyle buyuruyorlar:
“Yakınlık buradan başlar. Mülk burada, ün, saltanat bu ufukta. Beylik yine bu yolda. Köşkünü buraya kuranın, zerresi kocaman dağ olur...”
Oraya kuran Hakk’ta kuruyor. Ben hükümsüz ve değersiz olduğuma göre hüküm ve değer Hazret-i Allah’a aittir. O kalbe girenler Hazret-i Allah’ın köşküne kuranlar oluyor.
Allah-u Teâlâ kimi o münbit araziye ekerse, o fâni olduğu için ve onu Hakk ileriye sürdüğü için, köşkünü Hakk’ta kurmuş oluyor. O fânî olduğuna göre, onun gönlünde de bâki olan Allah-u Teâlâ var. O bir maskedir, bir perdedir, hükümsüzdür. O araziye köşkünü kuruyor amma, gerçek mânâda Hakk’ta kurmuş oluyor.
Ben bir zerreyim, köşkünü kuran O’nda kuruyor, halk ise beni görüyor. Mülk O’nun, hüküm O’nun. Hükümdar O, başka hükümdar yok. O var ediyor, O yok ediyor. Vücud O, mevcud O...
Feyiz ve bereket, lütuf ve ihsan hep burada tecelli ediyor. Onlar da o tecelliyâtın mirasçılarıdır. Resulullah Aleyhisselâm’ın mirasçıları yani.
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri diğer bir ifşaatlarında bu hususta şöyle buyuruyor:
“Bunun gibi onun ilmine, velâyetine ve sanatına varis olan talebeleri, canının ve gönlünün oğulları da aynı derece ve değerdedir.” (Fütuh’ul-Gayb, 33. Makale)
Yetişenlere, gönüle girenlere ne mutlu. Bu bir saadet-i ebediyedir. Yanında bulunmak marifet değil, gönlünün içine girmek marifettir. “Girdim!” demekle girilmiyor.
Bu Bayraklılar o gönüle nasıl girdi? Bir taraftan nuru muhafaza ediyorlar, bir taraftan nurlandırmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nefisle cihad ediyorlar, bir taraftan beşeriyet ile cihad ediyorlar. İlâhî hükümleri duyurmaya, beşeriyeti nurlandırmaya gayret ediyorlar. Aynı iman, aynı izan, aynı cihad... Onlar, onun yolunda yürür, onun yolunda olmaya gayret eder, rızâ-i İlâhi’yi ararlar, istikamet, ihlâs ve mahviyet üzeredirler. Tesanüd ile kardeşlik, uhuvvette birlik, ihlâs üzere mahviyeti yaşarlar. Teslimiyet ve sadâkat üzeredirler...
Evet birçok çalışan zümreler var, görünüşte herkes çalışıyor, amma kabuğunda. Kimisi koltuk için, kimisi cep için, kimisi mevki için çalışıyor. Rızâ çalışanlara kaldı.
Bunlar kabukta değil. Bunlar biiznillâh-i Teâlâ, Hazret-i Allah’ın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın yolu üzerinde bulunuyor.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
“Biliniz ki Resulullah aranızdadır.” (Hucurât: 7)
“Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda da O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?” (Âl-i imrân: 101)
O nur kıyamete kadar bâki kalacaktır.
Resulullah Aleyhisselâm'a itaat, Allah-u Teâlâ'ya itaat olduğu gibi, ona biat de Allah-u Teâlâ'ya biat demektir.
Sizi İslâm'a dâvet ediyorum ve sizi Hazret-i Allah'ın azabıyla korkutuyorum.
Bu öyle bir dâvet ki; Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a olan bir dâvettir. Din İslâm'dır. Hududullah Allah'ın hudududur. Bu hududu aşmayın, ahkâm-ı ilâhi dışına çıkmayın, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sinden ayrılmayın.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah’a tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah’ın hududunu koruyanlar var ya, işte bu müminleri müjdele!” buyuruyor. (Tevbe: 112)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kendisine inanan ve Resul’ünü tasdik eden kullarına; İslâm’ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:
“Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm’ın sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.” (Bakara: 208)
Allah-u Teâlâ’ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O’na itaat edin. İslâm’a bir başka şeyi karıştırmayın.
Hakk'a uymayıp, Hakk'ı kendi arzu ve heveslerine uydurmaya kalkışanlar hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
“Eğer hak onların heveslerine uysaydı, gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi.” (Müminun: 71)
Çünkü onların hevâ ve hevesleri bozuktur, farklı farklıdır, tutarsızdır.
Onlar nefislerinin arzularına meylettikleri için, Hakk'ı ve hakikatı duymak, üzerinde düşünmek istemezler.
“Hayır! Biz onlara zikirlerini (şan ve şereflerini) getirdik. Fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar.” (Müminun: 71)
Ona iltifat etmiyorlar, ondan feyiz alarak nefislerini ıslâh etmek istemiyorlar. O sayede nefislerinin şerrinden kurtulmak arzusunda bulunmuyorlar, arzu ve heveslerine uymaya devam edip durmak istiyorlar.
Biz size hakikati ibraz ediyoruz, sizi irşad ediyoruz. Eğer bu ilâhî hükümleri dinlemezseniz, yarın başınıza gelecek felâketleri siz düşünün.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belânın gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.” (Nûr: 63)
Onun emirlerine uymayan, yolundan gitmeyen, sünnetinden ayrılan kimseler; dünyada kendilerine büyük bir musibetin inmesinden ve ahirette de şiddetli bir azaba uğramalarından korksunlar.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın bunları çiğnemeyin. Kim Allah’ın sınırlarını çiğnerse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (Bakara: 229)
O halde Cenâb-ı Hakk’ın bu kadar ihsân-ı ilâhi’si karşısında ilâhi hükümlerine karşı gelmek, şeytana uyup peşinden gitmek, isyan etmek yakışır mı?
Kurtulmak için şu Âyet-i kerime’leri önüne sürüyorum. Bu ilâhî beyanlara dikkat et.
“Göklerin ve yerin Rabb’i, Arş’ın da Rabb’i olan Allah, onların vasıflandırdıkları noksan sıfatlardan münezzehtir.” (Zuhruf: 82)
Merhametlilerin en merhametlisi olan Cenâb-ı Hakk, korkunç günün azabından kullarını korumak ve kurtarmak için öğütlerde ve uyarılarda bulunmaktadır:
“İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı, fakat onlar hâlâ gaflet içindedirler.” (Enbiya: 1)
Gaflet; hatırlanması gereken şeyin insanın aklından çıkması, onu hatırlamaması demektir. Yapması gereken şeyi ihmal ederek yapmayan kimseye gafil denir.
Nefsin arzularına, şeytanın adımlarına uymuş, zevk ve safaya, oyun ve eğlenceye dalmış, gerçek hayatın bu dünya hayatı olduğunu zannetmiş, böylece ömrünü tüketiyor, gerçek hayatın ölümden sonra başlayacağını bilmiyor, ahiret tedarikinin çaresine bakmıyor.
Allah-u Teâlâ o gün için hazırlık yapılmasını emreder ve şöyle buyurur:
“Allah katından geri çevrilmesi mümkün olmayan bir gün gelmezden önce, Rabb’inizin davetine icabet edin. O gün hiçbiriniz sığınacak yer bulamaz, inkâr da edemezsiniz.” (Şûrâ: 47)
O günde Allah-u Teâlâ’nın himayesinden başka sığınılacak bir yer yoktur. Müstehak olanlardan hiç kimsenin azabı kaldırmaya gücü yetmeyecektir.
Muhammed Es’ad Erbili -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyururlar:
“Ana babalar çocuklarını çok severler. Hatta çocukları çirkin de olsa, sevdikleri için onlara hoş görünür. Cenâb-ı Hakk sevilirse her emri de hoş gelir ve sevilir.
“Biz herkesin dünyadaki amelini kendi boynuna doladık. İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.” (İsrâ: 13)
Yevm-i kıyamette herkesin defteri ameli boynundadır. Bir tarafında hasenât (sevaplar), diğer tarafında seyyiat (günahlar) yazılıdır.
“Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır.” (Tevbe: 111)
Uhrevî saâdet ve ebedî selâmetin, şeriat-ı garra-yı Ahmediyye ve tarikat-ı muallâ-yı Mustafaviyye’ye itina ile nefis ve mallara müteallik bilcümle ilâhi emir ve tekliflere kulak vererek mümkün olabileceği bu Âyet-i kerime’den anlaşıldığından Ahkâm-ı celile'sine ittiba etmeyi düşünmek lâzımdır.”
Allah-u Teâlâ cennetini kâfirlere haram kılmıştır. Allah-u Teâlâ kimi iman şerefi ile müşerref eder, onu O bilir; fakat Cennet-i âla’ya pis girmez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Cennete müminlerden başkası giremez.” (Müslim: 114)
Cenâb-ı Hakk bize pis, murdar olanların kim olduğunu şöyle haber veriyor:
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir.” (Tevbe: 28)
“Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.” (Tevbe: 95)
“Allah inanmayanların üzerine işte böyle murdarlık indirir.” (En’âm: 125)
“O, murdarlığı akıllarını kullanmayanlara verir.” (Yunus: 100)
Burada zâhiri manada şirk koşan müşrikler ve küfür içindeki kâfirlerin pis ve murdar oldukları beyan buyuruluyor.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Hayber savaşının vukû bulduğu gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ashâbından bir kaç kişi gelerek ‘Filân şehit, filân şehittir!..’ dediler. Nihayet bir kişinin yanına vararak ‘Bu da şehittir!’ dediler.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“Hayır! Ben onu aşırdığı bir hırka yahut yağmurluktan dolayı cehennemde gördüm.” buyurdu.
Sonra da:
“Ey Hattab oğlu! Git de ‘Cennete müminlerden başkası giremez.’ diye topluluğun içinde nidâ et!’ buyurdu.
Ben de çıktım ve:
‘Dikkat! Cennete müminlerden başkası giremez!’ diye nidâ ettim.” (Müslim: 114)
Ne idi cehenneme girme sebebi? Nefsine uyması. Bu mevzu bu kadar mühimdir.
Hadis-i kudsî’de:
“Kulum kendi nefsi ile cenneti kendine haram kıldı!” buyuruluyor. (Müslim)
Bu yüzden Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde:
“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imrân: 102)
Ölünceye kadar hâlet-i İslâm üzere sebat ediniz, başka bir hâlet üzerinde bulunmayınız!
Başka türlü can vermeyin deyince şöyle bir dururum. Hazret-i Allah, Resulullah Aleyhisselâm’a lütfetmiş ve bu hususta Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar ve seni dosdoğru bir yola eriştirir.” (Fetih: 2)
Bir de Ciharyâr-i Güzin Efendilerimiz olan; Hazret-i Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh-, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-, Hazret-i Osman -radiyallahu anh- ve Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Hazretleri’ne lütfetmiştir, diğer cennetle müjdelenen Sahâbe-i kiram’a, Aşere-i mübeşşere’ye lütfetmiş. Başka kimsenin elinde ruhsat yok. “Sakın İslâm olmaktan, müslüman olmaktan başka türlü, başka bir sıfatla can vermeyin.” deyince dururum. “Can vermeyin!” diyor.
Âyet-i kerime’de ise:
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir.” buyuruluyor. (Nisâ: 79)
Şu halde insan acizliğini idrak ederse, Sahib’ini güzel tanırsa, iyiliği O’ndan beklerse imanla göçmesine vesile olur. O dolduracak seni, sen boş olduğunu bil! Gani olan Allah’tan iste, aciz olduğunu idrak et! O zaman O, sana imanı da bahşeder, imanla göçmene vesile kılar. Amma sen O’nu tanı ki; O da seni tanısın. Allah’ım tanıttığı kullardan etsin. Onun için bu Âyet-i kerime okunurken dururum. Çünkü son geçit. Yâ saadet-i ebediye yâ felâket-i ebediye. Fakat insan bunu anlayamıyor, gidiyor.
Âyet-i kerime’de:
“Allah katında en üstün olanınız, Allah’tan en çok korkanınızdır.” buyuruluyor. (Hucurât: 13)
İş oraya gidiyor. Allah’ım Zât’ına kul, Habib’ine ümmet etsin, âkıbetimizi de hayırlı etsin. Hayat hayâlattır, mühim olan ebediyâttır. Fakat insanlar o kadar rahat bir uykuya dalmış ki, hepsi oldum havasında fakat Cenâb-ı Fahr-i Kâinat Efendimiz buyurdular ki:
“İnsanlar uykudadırlar, öldükten sonra uyanırlar.” (K. Hafâ)
Amma o uyanma çok mühim.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
“Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!” buyuruyorlar. (Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif çok incedir.
“Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol!”
Yani o hale bürün. Garip azmaz, taşmaz. Hakaret etmez. Garip insanın hiçbir şeyi olmaz. Malı olmaz, mülkü olmaz, varlığı olmaz.
Azma, taşma, ahkâmdan çıkma, kimseye hakaret etme, kimseye yan gözle bakma, kimseye eziyet etme, sıkıntı verme, kimseyi incitme, kimseyi üzme, garip ol, garip hali ile yaşa.
Garip insan ne yapar?
Boynunu büker, kim ne söyleyecek diye bakar. Kimseye hakaret edemez, hiç kimseye kötülük yapamaz.
Sende bir kuvvet kudret varsa, emânet-i ilâhiye olduğunu bil. Sakın zulme kullanma.
Zaten bu hâle inmedikçe de kişi derviş olamıyor.
Yunus Emre -kuddise sırruh-Hazretleri buyururlar ki:
“Dövene elsiz gerek,
Sövene dilsiz gerek,
Derviş gönülsüz gerek,
Sen derviş olamazsın.”
Yolcu olduğunu da unutma...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Ben, dünyada bir ağaç altında gölgelenen, sonra da bırakıp giden yolcu gibiyim.” buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Çantan elinde bulunsun. Ne zaman dâvet geleceği belli değil, amma gelecek. Ne kadar nefesin olduğunu, hangi nefesin son nefes olduğunu bilebiliyor musun? Her aldığın nefes seni kabre doğru çekiyor, ömrün tükeniyor. Hayat yolculuktur, sen yolcusun. Sakın çantayı bırakma, bıraktığın anda dâvet gelebilir, hazırlıklı bulun.
Yolcu olduğunu bil! Yarın tabuta konulup götürüleceksin. Kendini tabutta gör. Gidiyorsun ama nereye gidiyorsun? Orası için bir hazırlığın var mı? O son yolculuk için bir iştiyakın var mı? Nereye gidiyoruz?
Yolcu olduğunu bil, âlem-i dünyadan âlem-i berzah'a yolcusun. Yolcu bir insan artık; “Şu işi yapsaydım!” yahut “Şunu yapayım!” demez. Ya ne der? “Dünyaya tutunmaya gelmez, yolcuyum!” der. Çantasını alır, ebedî hayatın yolcusu olduğunu bilir. Yaptığı şeyleri kalbiyle yapmaz da eliyle yapar, diliyle yapar, kalben yapmaz. Yani onun muhabbetini kalbine koymaz. Mühim olan kalbin işgaliyetten kurtulması. Nefsin, şeytanın, şeytanlaşmış insanların iğvasından kalbi kurtarmak. Kalb-i selim hale gelirse Allah ona yeter.
•
Mürid hâl ile garip olacak, gariplik hâli takınacak.
Dervişlik işte budur. Bu sayede birçok fırtınalardan kurtulunur. Halk arasında garip hali yaşayacak.
Mürid mürşidlik isteyemez. Mürid “Yolcuyum!” diyecek. Fakat; “Âlem-i seyirden, ebedi âleme gidiyorum” demeyecek. Belki; “İstanbul’dan Ankara’ya gidiyorum, Düzce’de durdum!” diyecek. Hayat o kadar kısadır.
Mürid kendini kabre girmiş gibi görecek. Kabir halini yaşamış ve kabirden gelmiş olarak kendini görecek. Daha dünyada iken kapı eşiği olup kabre yatacak.
Dervişliğin (d)sine sahip olmayan adam, mürşidlik iddiasında bulunuyor. Dünyadan geçmedikçe hakikata giremez (d)si bu, (e)si... Dünyadan geçmedikçe erişemez. Şehveti terketmedikçe hakikatin kokusunu bulamaz. Bu devirde dervişliğin (d)si kalmadı.
“Kendini ehl-i kubur halinden say.”
Kabir ehlinin haliyle hallenmemiz tavsiye ediliyor.
Yarın oraya gireceksin. Bu gördüğün dünya bir hayâl, hayalâttır. Ahiret hakikattir. Dost zannettiklerin kabre kadar gelir. Sonra? Eğer Hazret-i Allah ile dostluk etmişsen O’nunlasın korkma! Amelin salih ise ebedi sermayen var, korkma! Ama o yoksa halin ne olacak?
Bugün üstte yarın alttasın. Hiç o altı düşündün mü? Yoo, aklına gelmedi. Kendini tabuta koy seni götürüyorlar. Ama nereye götürüyorlar. Bir düşün!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Bir ölü tabuta konulup taşınırken, iyi bir kişi ise: ‘Beni bir an evvel yerime ulaştırınız!’ der. Kötü bir kişi ise: ‘Eyvah! Beni nereye götürüyorsunuz?’ diye feryat eder.
Bu sesi insanlardan başka her mahlûk duyar. Eğer insan da bunu duymuş olsa, derhal bayılırdı.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 652)
Onun için önümüzde neler var, ne sualler var. Bunları inceden inceye düşünmemiz lâzım. Neredeyiz, nereye gidiyoruz, ne yapmamız lâzım? Nasıl sığınmamız lâzım? Nasıl kurtulmamız lâzım? Bize bu lâzım.
Biz kabri çok düşünürüz. Yabancılık çekmeyeyim diye. Kendimi, nefsimi kabre alıştırmaya çalışıyorum. O hâl ile hallenmek için. Şimdi yataktayım yarın kabirdeyim. Gitmeyecek fert yok. Orası öyle bir yer, orası öyle bir yer ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur olur.” (Tirmizi)
Düştüğün zaman kurtaracak Hazret-i Allah’tan başka kimse yok.
Bir mevzu anlatayım:
Bir kafile Hicaza gidiyor. O kafilenin içinde bir adam ölüyor. Orada büyük zâtlardan bir zât var. Kabir kazıyorlar, yılan çıkıyor. Kabir kazıyorlar yılan çıkıyor. Gelip bu zâta diyorlar ki; “Efendim böyle kabir kazıyoruz yılan çıkıyor ne yapalım?” O zât diyor ki; “Gömün! O yılanlar onun amelidir.”
İster misin yılanların içinde kalmayı? Eee o zaman kendine gel, iman sahibi ol!
İmanını, namusunu, şerefini koru! İmanlı ol, imanlı öl, o kadar. Bunlar niçin arz ediliyor. Kurtulmak için. Kendini bilmiyor ki kurtarsın. Âkıbetini bilmiyor, nereye gideceğini düşünmüyor.
Yine bir gün Vezirköprü’deyim. Karacaahmet mezarlığından mevzu açıldı. Hoş sohbet bir berber vardı. Dedi ki:
“Benim, oranın bekçisiyle arkadaşlığım var. Bir gün ona sordum.
– Ne zamandan beri buradasın?
– Kırk senedir.
– Peki bu kırk sene zarfında hiçbir şey gördün mü?
– Görmedim.
– Yahu, kırk sene burada bulunulur da bir şey görünmez mi?
– Gördüm!..
– Peki, gördüğünü bana anlatsana!
– Anlatayım.” dedi...
“Bir gün dediler ki bir cenaze var, ben de kabrini kazıp, kenara çekilip oturdum, cenazeyi bekliyorum. Dört tane beyaz atlı uçarak geldi.”
Şimdi gizli sırları da öğrenmiş oluyoruz.
“Kabrin başında bir şeyler yaptılar ve uçtular, gittiler. Ne yaptılar diye bir bakayım dedim. Baktım ki kabri genişletmişler, dayamışlar, döşemişler.”
“Başka zaman yine bir cenaze var dediler. Kabrini kazdım oturdum. Bu sefer dört tane siyah atlı geldi. Fakat onlar kabre girmediler, çuvallarla böyle bir şeyler silktiler, gittiler. Ne yapıyorlar diye baktım. Ne kadar akrep, yılan, çiyan varsa, kabri doldurmuşlar. Meğer bir vezirin akrabası ölmüş. İstanbul kalkmış geliyor. Fakat ben durumu biliyorum.” diyor.
“Şimdi cenazeyi getirdiler, koyacaklar ben de yanaştım, o mahlûkat üzerine bir hücum etti ki, o kadar korktum, kendimi böyle zor tuttum. Bir de baktım ki, kimse bunu görmüyormuş. Usulca oradan çekildim, uzaklaştım.”
Bir hadise daha var.
Celal’in dayısı anlatıyor.
“Bir arkadaşım vardı. Onun annesi öldü. Defnettiler. Tam defin esnasında bir çığlık çıktı. Arkadaşım diyor ki:
– Hoca, açalım!
– Açmayalım, açmayalım.
Bir, iki çığlık derken, üçüncü çığlıkta dayanamadı.
– Hoca: Açalım, bunda bir hikmet var. dedi.
Açtılar, o anda paramparça olmuş. Hoca soruyor, arkadaşıma;
– Ne yapardı?
– Elinden gelen her şeyi yapardı.
– Ha! Gördün mü? Gördün. Örtün şimdi.” diyor...
O zaman karısına gidiyor diyor ki;
– “Hanım, bugün böyle bir hadise oldu. Ben gördüm, kabir alemini de gördüm. Ben Elhamdülillah müslümanım ama yaşamıyordum, istersen müslüman olarak yaşa, istersen git.”
“Onun için bu ibretli hadise. Yaşayanların sonu budur.” dedi.
Bunun daha da ötesi var.
Ötesi nedir?
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Yanımızda onlar için ağır boyunduruklar ve cehennem var.” (Müzzemmil: 12)
“Biz o kâfirlerin boyunlarına demir boyunduruklar takarız. Onlar ancak yapmış olduklarının cezasını çekerler.” (Sebe: 33)
İnsanı sıkacak, üzecek, bunaltacak ne varsa hepsi orada vardır.
Ateş dalgaları, iğrenç kokular, yürekleri parçalayan acı çığlıklar, vahşi hayvanlar arasında; katran gömlekler içinde; demir topuzların, kırbaçların, halka ve zincirlerin tazyiki altında kıvranıp dururlar.
Vücutlarına ateşten çiviler batırılır, ateşten makaslarla dudakları kesilir. Ölmemelerine rağmen, zebaniler onları ateşten tabutlara koyarlar.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Bunlara benzer daha çeşit çeşit acılar da vardır.” (Sâd: 58)
Azapların her türlüsünü çekmek zorunda kalırlar.
Bu Hadis-i şerif’in üzerinde nefsimi çok durdutmaya çalışırım.
Ehl-i kubur haliyle yaşayan insan dünyadan zevk almaz. Dünyadaki zevki Hazret-i Allah ile ve Allah dostları ile beraber olduğu zamandır. Dikkat ederseniz Allah-u Teâlâ sevgili peygamberlerine dünyaya ait muhabbet bağlatmamıştır.
Muhabbet çok güzel bir bağdır. Hangi muhabbet? Gaye, menfaat, maksat olmayan bir muhabbet.
“Fakat siz dünya hayatını ahirete tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir.” (A’lâ: 16-17)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Dünyaya muhabbet büyük günahların en büyüğüdür.” (Deylemî)
Neden? Seni dünya mı yarattı, dünya mı donattı, dünya mı seni besliyor? Allah-u Teâlâ yoktan var etti, nimetlere gark etti, merzuk etti, hayat verdi, sıhhat verdi. Şimdi bu yaratıcıyı bir insan unutup da değersiz şeye taparsa değersiz olur. Değer verirse değer bulur. Herkes kendisine bu aynada iyi baksın. Yapacağı işi ona göre yapsın.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnsanın gönlünü çeken kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşler, salma ve güzel atlar, sağmal hayvanlar ve ekinler sevgisi insanlara hoş gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici birer menfaatıdır.
Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır.” (Âl-i imrân: 14)
Su geminin içine girerse batar. Altında olursa gemiyi yüzdürür. Dünya muhabbeti kalbe girdi mi batırır. Dünya geçici bir sahnedir. İmtihanını vereceksin ve seni çekecek, hepsi bu kadar. Onun için O’nunla olmak hayattır, O’nsuz olmak vefattır.
En büyük sevgi Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a, Resulullah’a ve sonra Vekil’inedir.
Hazret-i Allah’a edep gerekiyor. Resulullah’a edep gerekiyor. Hazret-i Kur’an’a edep gerekiyor. Kitabullah’a olan edep ahkâm-ı İlâhi’ye riayet etmektir. Resulullah Aleyhisselâm’a olan edep hem Sünnet-i seniyye’sine sarılmak ve yaşamak, hem de vekiline tazim etmektir. Mürşid-i kâmil’deki edep ise Allah-u Teâlâ’nın ona verdiği emanete riayet etmektir.
Onun için edep haline bürünürsek, yaşamak çok kolaylaşır. Edebi terk edersek işimiz iştir.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anh- anlatıyor:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- benim iki omuzumdan tuttu;
“Dünyada garip gibi yahut yolcu gibi ol!” buyurdu.” (Buhâri)
Hülasâ-i kelâm; azma, taşma, yolcu olduğunu bil. Çantan elinde olsun. Davetin ne zaman geleceği belli değil, an meselesi. Kabir hayatını yaşa. Çünkü bugün üstte, yarın alttasın. Burası misafirhane, burası bir otel. Senin evin orada. Fakat kabir hayatını yaşayabilmek için insan kendi nefsini ona göre yetiştirecek, daima kabirde olduğunu düşünecek. Bugün üstte, yarın evimdeyim. Acaba oradaki durumum ne olacak diye muhasebesini yapacak.
Nefsini de öldür, azdırma. Yarın kabirdesin, oradaki halin ne olacak? Şimdiden hesabını, kitabını yap.
“Size verilen her şey dünya hayatının bir geçimliği ve ziynetidir. Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” (Kasas: 60)
Ey nefis! Buralı değilsin, yolcu olduğunu unutma!
Ömür en kıymetli sermayedir. Ömür bitince sermaye toplamak için ikinci bir hayat yok. Şu halde bu kıymetli sermayenin değil dakikasını zerresini bile zayi etmemek lâzım. O alıncaya kadar sen yolunda bulun. Dünya da O’nun, ahiret de O’nun...
Bugün üstte, yarın alttayız. Ama mühim olan ebediyât. İman-ı kâmil ile göçtükten sonra, ebedî saadete erdikten sonra hayat başlar.
Nasıl ki insan, sinemadayken ışıklar yandığı zaman heyecandan utanırsa, ya hayalâthaneden hakikate geçtiği zaman durumu ne olur? Acaba ne yaptım, ömrümü nerelerde geçirdim, nereye gideceğim diye düşündüğü zaman artık hesabını nasıl yapması lâzım.
Ben dünyayı bir gün olarak biliyorum. Niçin?
Yarın yaşayacağını biliyor musun? Şu halde mühim olan bugün...
Ebedi hayat orada belli olacak. Hiç mi aklınız yok? Bir defacık düşünmediniz. Hazret-i Allah’ı bulmak için bir çare aramadınız. Dünya geçici bir hayat. Bugün var ama yarından emin olmayan bir hayat.
Ama bu inceden inceye bir hesap. Bu hesabın yapılması için Hazret-i Allah’ın emirlerine itaat, nehiylerinden ictinap etmek, daima Hazret-i Allah’a yönelik işlerle meşgul olmak lâzım. Bir taraftan da mütemadiyen el kârda, gönül yarda gerek.
El çalışacak dünya için, kalp çalışacak Allah için.
Dünya bir harap hanedir. Dünyayı harap gören bir insanın içi o nispette sağlam ve düzgündür. Dünyayı mamur gören ve muhabbet eden bir insanın içi ise haraptır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
“Allah'tan korkanlar için ahiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (A'râf: 169)
Bunu Cenâb-ı Hakk buyurduğu halde niçin dünyayı sevdik, kopmak istemedik? İmanımızın zaafından, Hazret-i Allah'a imanımızın noksanlığından.
Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
“Fakat siz dünya hayatını ahirete tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir.” (A’lâ: 16-17)
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- Hazretleri Â’lâ sûre-i şerif’inin 17. Âyet-i kerime’sini okuyarak şöyle buyurmuştur:
“Dünya hayatını ahiret hayatı üzerine tercih etmemizin sebebini bilir misiniz? Dünya hazır önümüzde duruyor. Yiyecekleri, içecekleri, kadınları, zevk ve güzellikleri ile hemen takdim edilip bize veriliyor. Ahiret ise önümüzde gözle görülür durumda hazır bulunmuyor. O bakımdan biz peşin olanı aldık, sonra verilecek olanı bırakıverdik.”
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ’ya kavuşmayı asla akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler.” (Nahl: 107)
“Kim dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, onlara orada yaptıklarının karşılığını tam olarak veririz. Onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar.” (Hûd: 15)
Kâfirler âhirete varınca dünya hayatının bir oyun ve eğlence olduğunu ancak anlayabilecekler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına râzı olarak, onunla tatmin olanlar ve âyetlerimizden habersiz bulunanlar var ya! İşte onların kazandıklarına karışılık varacakları yer ateştir!” (Yunus: 7-8)
“Onlar dünya hayatı ile şımardılar.
Oysa âhiretin yanında dünya hayatı sadece bir geçimlikten ibarettir.” (Ra’d: 26)
Kâfirler dünyada muvakkat bir zaman için bir servete, bir mevkiye nail olabilirler, yaşadıkları müddetçe bu imkânlardan istifade edebilirler. Fakat bu sadece geçici bir faydalanmadır. Süresi kısadır, sonu hüsranla biter.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar dünyada biraz geçinir, sonra bize dönerler. İnkârlarından dolayı onlara şiddetli azap tattırırız.” (Yunus: 70)
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanmadır. Ahiret yurdu ise Allah’tan korkanlar için elbette daha hayırlıdır.
Düşünmüyor musunuz?” (En’âm: 32)
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb’ı ile birlikte pazar yerinde dolaşırken bir oğlak ölüsüne rastladı. Kulağından tutarak:
–”Hanginiz bunu bir dirhem mukabilinde almak ister?” diye sordu.
Ashâb:
–”Bundan daha az paraya bile olsa almayız. O bizim ne işimize yarar ki?” dediler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-:
–”Parasız verilse ister misiniz?” buyurdu.
–”Vallahi, esasen bu diri olsa bile, kulaksız olduğundan dolayı kusurludur, ölü iken ne yapalım?” dediler.
Bunun üzerine buyurdular ki:
–”Vallahi, bu sizce nasıl kıymetsiz ve değersiz ise, Allah’a göre de dünya bundan daha değersizdir.” (Müslim)
Dünya lezzetlerinin mubahlarının suali, haramlarının ise cezası vardır.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Dünyanın helâli hesap, haramı ise azaptır.” buyurmuşlardır. (Beyhakî)
Onun için aldanmaya gelmez.
“Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır.” (Duhâ: 4)
Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçicidir.
Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar, dünyaya aşırı muhabbet bağlayanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah ahireti kazanmanızı ister.” (Enfâl: 67)
Bu dünya hayatı, çocukların, oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana çıkar.
Allah-u Teâlâ bu hususta Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süstür.” (Hadîd: 20)
Bu dünya hayatı, zaman öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlence gibidir.
“Aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olmak isteğinden ibarettir.” (Hadîd: 20)
Bu dünya hayatı, “Ben filânın oğluyum!.. Ben şundan üstünüm!..” gibi bir böbürlenme ve kibirlenmedir.
Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir aldanma sebebi olur. Ahireti kazanmak için sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye vesile olursa övülmüş bir yer, cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.
Dünyaya aldananlara, dünyanın kazandırdığı işte budur.
“Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitki gibidir.” (Hadîd: 20)
Yağmur sonrası biten bitkiler, nasıl ki ekincilerin hoşlarına gidiyorsa; kâfirler de dünya hayatının geçici güzelliklerinden o derece hoşlanırlar, gel-geç sevdalara oldukça düşkündürler.
“Ki, sonra kurur sapsarı olduğu görülür, sonra çer çöp olur.” (Hadîd: 20)
İşte dünya hayatı da böyledir. İnsan gençlik döneminde canlı olur, sonra orta yaşlılığa geçer, kuvvetten düşmeye başlar, daha sonra yaşlanır, hareketleri tamamen azalır, sararıp solar.
“İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli azap, müminler için ise, Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır.” (Hadîd: 20)
Dünya hayatına düşkünlüğün neticesi acı bir azaptır. Ahireti dünyaya tercih edenler ise büyük bir mağfirete kavuşacaklar, bunun da üstünde Allah-u Teâlâ’nın rızâsına ereceklerdir. Bu öyle bir hoşnutluk ki, değeri hiçbir şeyle ölçülemez.
“Dünya hayatı insanı oyalayan aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadîd: 20)
Dünya hayatının, dünyaya meyil ve gönül verenler nazarındaki sonucu işte bundan ibarettir.
Bu misal, dünya hayatının bir gün olup son bulacağına işaret etmekte, bunun için de meyilleri ve gönülleri ahiret hayatına doğru yöneltmektedir.
“Doğrusu onlar çabuk geçeni (dünyayı) seviyorlar da, önlerindeki o çetin günü (ahireti) bırakıyorlar.” (İnsan: 27)
İnsan dünyada yüz yıl da yaşasa, dünyanın bütün varlığı ahirete nispetle bir lokma bile değildir. Çünkü sonu olan şeyin, sonu olmayan şeye mukayesesi bile yapılamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Hayır, hayır! Siz çarçabuk geçen dünyayı seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz.” (Kıyâmet: 20-21)
O âlemdeki mükâfat ve mücâzâtı hiç düşünmüyorsunuz.
“Ve siz gaflet içinde oyalanmaktasınız!” (Necm: 61)
Allah-u Teâlâ kullarına öğüt vererek dünya hayatının gün gelip sona ereceğini, daha sonra ahiret hayatının başlayacağını, kendisine dönüleceğini, insanların hesaptan geçirileceklerini hatırlatmakta ve azabından sakındırmaktadır:
“Öyle bir günden korkun ki, o günde hepiniz Allah’a döndürülürsünüz. Sonra herkese kazandıkları noksansız verilir ve hiç kimse haksızlığa uğratılmaz.” (Bakara: 281)
Çünkü kendi kazançları ne ise onu almış olacaklar.
“Öyle bir günden korkun ki, o günde kimse kimseden yana bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez.” (Bakara: 123)
Allah-u Teâlâ’nın azabını onlardan hiç kimse uzaklaştıramaz ve ilâhi azaba karşı kimse onları kurtaramaz. Ne zorla kurtarılabilir ne de kolaylıkla.
“O gün kimseye şefaat fayda vermez, onlar hiç kimseden yardım da göremezler.” (Bakara: 123)
Aracılar yok olmuş, kişi yaptıkları ile başbaşa kalmış. Herkes kendisini kurtarmaya çalışıyor. O gün toplulukların birbirleriyle yardımlaşmaları, birbirlerini desteklemeleri de kaldırılmıştır.
“Ey insanlar! Rabb’inizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin zelzelesi cidden korkunç bir şeydir.
Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden vazgeçer, her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş sanırsın, halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Bununla beraber Allah’ın azabı çok şiddetlidir.” (Hacc: 1-2)
Bakıyorlar amma ne yaptıklarını bilmiyorlar. Açık açık gördükleri korkunç manzaralar karşısında gözleri hor ve hakir olmuş.
Allah-u Teâlâ’nın ikinci defa gadaba gelmesi halkı mahşere toplayacağı an olacak. Öyle bir an ki, ahiret güneşi bir mil kadar yaklaştırılmış, insanlar kan ter içinde hararetten kavrulurken, isyanlarına göre tere gömülmüşler. Kimi topuğuna, kimi diz kapağına, kimi de gırtlağına kadar batmış, bazılarını da ter tamamen kaplamış. Hiçbir taraftan imdat yok.
Mahşer yerinde herkesin Allah katındaki mevki ve derecesine göre uzun veya kısa süren bir bekleyiş olacak. Bu bekleyiş dayanılmaz bir hale gelince, mahkemenin başlaması için bir şefaatçi aramaya çalışacaklar, ulül-azm peygamberlere müracaat edecekler, sıra ile Âdem Aleyhisselâm’a, Nuh Aleyhisselâm’a, İbrahim Aleyhisselâm’a, Musa Aleyhisselâm’a, İsâ Aleyhisselâm’a başvuracaklar. Onlar ise “Azîz ve Celîl olan Rabb’imiz bugün çok celallidir. Öyle ki, ne şimdiye kadar böyle gazaplı görünmüş, ne de bundan sonra görülecektir.” diyerek her biri birer mazeret göstererek şefaat edemeyeceklerini beyan edecekler.
Sonunda da âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm’a gelerek haklarında şefaatçi olmasını isteyecekler.
O da Arşurahman’ın altına gelerek secdeye kapanacak, âhiret muâmelesinin başlaması için niyazda bulunacak. Allah-u Teâlâ ona lütfedecek, duâsını ve şefaatini kabul buyuracak ve hesap başlayacak.
Öyle korkunç anlar var.
Merhametlilerin en merhametlisi olan Hazret-i Allah hiçbir zaman kuluna azap etmez, cehennemine atmaz. Fakat bir kul; Hakk’ı bırakır, nefis putuna tapar, şeytana uyar, dünyaya dalarsa, o zaman kendi nefsine zulmettiği için şeytanı ile beraber cehenneme atılır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kâf Sûre-i şerif’inde çok ince sırlardan bahsetmiş, kabir ötesini tarif etmiş, azametini ikrar etmiş ve “Kadir-i mutlak” olduğunu ifade buyurmuştur:
“Andolsun ki insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini de biliriz.” (Kâf: 16)
İnsanla nefis karşı karşıya geldi.
Hazret-i Allah, ilâhi kudretinin eseri olarak insanı yarattığını beyan ediyor, “Nefsin size neler fısıldadığını biz biliyoruz!” diyor. Burada nefsi düşman olarak gösteriyor.
Zirâ Âyet-i kerime’de:
“Rabb’imin merhameti olmadıkça nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder.” buyuruluyor. (Yusuf: 53)
Bu emretme, fısıldama şeklinde oluyor. Kötüyü iyi, çirkini güzel, haramı helâl gösteriyor. Ahkâmı çiğnetiyor, olmayacak işi yaptırıyor. Hazret-i Allah ise her şeyi bildiğini, her şeye her şeyden yakın olduğunu mütebâki Âyet-i kerime’sinde haber veriyor:
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kâf: 16)
Hazret-i Allah böyle bir Allah’tır. Sana senden yakın ve seni en iyi bilen de O. Neden? O yarattığı için.
“Yaratan bilmez olur mu hiç!” (Mülk: 14)
Hazret-i Allah sana senden yakın, sırrına vâkıf.
“Sağında ve solunda oturan, amellerini yakalayıp tespit eden iki yazıcı melek vardır.” (Kâf: 17)
Biri; kişinin yaptığı iyilikleri, hasenâtı ve hayırları yazar. Diğeri; kötülükleri, seyyiâtı ve şerleri yazar.
“O bir söz atmaya dursun, mutlaka yanında onu gözetleyen, söylediği her sözü zapteden (bir melek) hazır bulunur.” (Kâf: 18)
Binaenaleyh onlar ağızlarınızdan çıkan her bir sözü zapt ederler, vazifeleri budur.
Vaktaki bir gün hesabı görülmek, cezası ya da mükâfatı verilmek üzere ölüm gelir.
“Ölüm sarhoşluğu bir gün gerçekten gelir. ‘İşte bu senin öteden beri korkup kaçtığın şeydir.’ denir.” (Kâf: 19)
Bu ölümün başlangıç merhalesidir. Bu noktada perde kalkar, hakikati berrak bir şekilde görmeye başlar. Kendisinin de nasıl bir gidişle gitmiş olduğunu öğrenir. Binaenaleyh kaçtığı hakikat önüne çıktı ve geriye dönüş imkânı da kalmadı.
Daha sonraki safhayı Allah-u Teâlâ, mütebâki Âyet-i kerime’de şöyle tarif buyuruyor:
“Sûra üfürülür. İşte bu geleceği vâdedilen gündür.” (Kâf: 20)
Birinci sûr ile kıyametin kopmasından “Hayy” ve “Kayyûm” olan Allah-u Teâlâ’nın tek kalmasından sonra; vakti gelince Allah-u Teâlâ İsrafil Aleyhisselâm’a tekrar sûra üfürmesini emir buyuracak ve bir anda evvelce ölenlerin tamamı yeniden dirilecek, kabirlerinden kalkacaklar ve hesaplarını vermek üzere ilâhi huzura sevk olunacaklardır. Her insan beraberinde bir sürücü bir de şahit bulunduğu halde mahşere getirilir.
“Herkes beraberinde bir sürücü bir de şâhit bulunduğu halde gelir.” (Kâf: 21)
Sürücü onu amelinin neticesine doğru sevk eder. Şahit de yaptıklarına şahitlik eder. İşte bu ikisi sizi götürür.
“Ona: ‘Andolsun ki sen bundan gâfildin, işte şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık, bugün artık gözün keskindir.’ denir.” (Kâf: 22)
Herkes bundan gâfildi.
Artık iş işten geçmiştir, aklı başına gelmiştir, nedamet çok faydası yok.
İman nasıl lâzım şimdi? İşte iman burada lâzım.
Gaye buna ölmeden evvel vâkıf olmak. Öldükten sonra buna herkes vâkıf olacak. Öldükten sonra perde kalkıyor, hakikati görüyorsun, ama şimdiden görebilmek ve kendini ona göre ayarlamak mümkün.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyât: 21)
O’nun içte olduğunu bilmek lâzım. Her söyleyeceğimiz sözden, yapacağımız hareketten haberdar olduğunu bilmemiz lâzım. Çünkü O içeride, sen dışarıdasın. Üstelik “Görmüyor musun?” buyuruyor. Orası çok mühim. Görenler; ölmeden evvel biliyor, iman etmiş. Görmeyenler; şüphe içindedirler.
Hakimler hakimi olan Allah-u Teâlâ’nın huzuruna çıkınca zâlimlerin, kâfir ve münafıkların ayaklarının bağı çözülür. Şahit ve sürücü melek:
“Beraberindeki arkadaşı: ‘İşte bu yanımdaki hazırdır.’ der.” (Kâf: 23)
Dediği zaman, o da cehennemi gördüğü zaman, pişmanlığın haddi hesabı yok.
“Allah şöyle buyurur: ‘Ey sürücü ve şahid! Haydi ikiniz atın cehenneme her inatçı nankör kâfiri!’” (Kâf: 24)
“Hayra, iyiliklere bütün hızıyla engel olan azgın zâlim şüpheciyi!” (Kâf: 25)
“O ki, Allah ile beraber başka bir ilâh edinmişti. Haydi, atın şiddetli azabın içine!” (Kâf: 26)
Nefis de dahil, varlığın da dahil... “Ben varım, ben biliyorum!” bu dahi dahil bunun içine... Madem ki O var, senin ne işin var. İşin incelik kısmı bu. Madem ki O var, senin ne işin var orada?..
İşte Allah’a karşı gelmenin cezası. Dünyada hayır için çalışmamış, nefsin arzu ve isteklerini yerine getirmiş, ilâhi ahkâmı dinlememiş, nefsin ve şeytanın oyunlarına gelmiş olan inkârcının cezası budur.
Bu emri aldıktan sonra:
“Yanındaki arkadaşı der ki: ‘Ey Rabb’imiz! Ben onu azdırmadım, fakat o kendisi derin bir sapıklık içindeydi!’” (Kâf: 27)
Şimdi burada çok ince bir sır var. Cenâb-ı Hakk’ın buyurduğu; “O arkadaşı!” dediği nefistir. Şimdi nefsi orada ayırdı. O ana kadar nefis ayrılmamıştı, insanla nefis orada ayrıldı.
Nefis her iyiliğe engel olmak isteyen, her kötülüğün kapısını açan arkadaştır. Kişinin bu dünyada da arkadaşıdır, kabirde de arkadaşıdır, mahşerde de arkadaşıdır, cennette ve cehennemde de arkadaşıdır.
Nefis, kendisini ve canını kurtarmak için hemen kabahati kişiye attı. Fakat Cenâb-ı Hakk her şeyi en iyi bildiği için ikisini beraber cehenneme attı. Kabirde de böyle. Saâdet ehliyse beraber yaşarlar, felâket ehliyse orada birbirleriyle itişirler. Burada bir işaret var. Eğer nefis ıslah edilirse, ruhla beraber o da cennet-i alâ’ya giriyor. Yok azarsa ruhla beraber o da cehenneme giriyor. Nefsin ne olduğu orada meydana çıkıyor.
Nefis mevzusunda bir nokta kapalı kaldı.
“Allah şöyle buyurur: ‘Benim huzurumda çekişmeyin! Size daha önce bunu bildirmiştim.’” (Kâf: 28)
Nefis huzur-u ilâhiye de kendisini kurtarmak için hemen çıkacak:
“Yâ Rabb’i ben bunu azdırmadım!” diyecek. Fakat oradaki nefsin şekli şöyledir.
Hangi sıfat-ı hayvaniyede ise nefis de o suretle çıkacak, kişi de o surettedir.
Sıfat-ı hayvaniyenin hangisini huy edinmişse, hangisi ile amel ediyorsa, o sıfat onda mevcuttur. O sıfatla ölecek, o sıfatla dirilecek.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Her kişi öldüğü hâl üzere dirilir.” (Müslim: 2878)
Perde kalkınca herkesin sıfatı belli olacak ve görülecek, icraatı ile beraber.
Diğer bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.”
Hangi hayvanî sıfatla ölmüş ise Allah-u Teâlâ hayattaki suretinin üzerine o hayvan suretini verecek ve onun kim olduğunu herkes tanıyacak.
İnsan olarak çıkacak yani, başka bir adam olarak çıkacak. Aynen o şekilde çıkacak. Yalnız hangi sıfat-ı hayvaniyede ise o suretle çıkacak.
Ancak Hazret-i Allah adil-i mutlaktır.
Herkes dünyada işlediği ameliyle, yaptığı icraatının karşılığını görecek. Asla kimseye zulmedilmez, kimseye haksızlık edilmez. Bilâkis affeder, merhamet eder. Kullarının amellerine göre hükmünü verir, adaletlidir.
“Benim huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara aslâ zulmetmem.” (Kâf: 29)
“O gün cehenneme: ‘Doldun mu?’ deriz. O da: ‘Daha yok mu?’ der.” (Kâf: 30)
Allah’ım! Bize hayırlı ömür ihsan buyur, rızâna mucip olsun.
Hayırlı umur ihsan buyur huzurla olsan.
Hayırlı ölüm ikram et, imanla olsun.
Burada rızâsında haşr-u cem ettiği gibi Allah’ımız bizi mahşerde de Cennet-i alâ’da da lütfuyla haşr-u cem edip aldığı kullardan eylesin.
Hayırlı ömür; rızâsı mucibince yaşattığı bir hayat, hâl ve ahvâldir. Ötesi boştur. Allah-u Teâlâ lütfederse bu hidayet nuru ile Allah yolunda bulunursa gide gide rızâsına mazhar olduğu zaman onu kulluğuna alır. Hıfz-ı himaye, tasarruf-u ilâhiye'sine aldığı zaman hayırlı ömür başlar.
Hayırlı ömür; bütün ömrünü Hazret-i Allah’ın yolunda geçirmek, O’nun yolunda yürümek demektir.
Hayırlı umur; yalnız O’nunla olmak demektir. O'nun lütuf desteği ile yürünen bir hayat. Huzur ile, saâdeti ile, rahmeti ile yürüttüğü zamandır. Bir kul kendisini O'na sevdirebilirse, o kulu O da severse hayırlı umur olur. Hazret-i Allah o kulu sever ve himayesine alır. Böylece O yürüttüğü için O’nun desteği ile yürür. O onu yönetir. Râzı olduğu şeyleri yaptırır. Râzı olmadığı şeyleri yaptırmaz. Kulunu sevdiği için, kurtarmak için. Onu O korur. O huzurla, huşuyla rahat giderken ibadetini taatini çoğaltır. Hazret-i Allah'a yaklaşma yolunu arar. Allah-u Teâlâ severse kalbin kilidini açar, yavaş yavaş O'na intikal eder. Böylece O'na muhabbetini artırır. Bu yaklaşma bu intikal ile sonra vakti gelince hayırlı ölümle karşılanır, ebedî saadetine nail olur. Selâmetine vesile olur. Hayırlı umur olanların ekserisi imanla gider.
Hayırlı ölüm; kendisine imanla çektiği zaman, Zât'ına çekip ebedî saâdete erdirdiği zamandır. Hayırlı ölüm, iman ile öteki dünyaya geçip gitmektir. Böylece hem cennetine, hem Cemâlullah'ına mazhar eder.