Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hem peygamberler silsilesini hitâma erdiren son peygamber, hem de bütün peygamberleri tasdik eden ilâhî bir mühürdür.
O Allah-u Teâlâ’nın nurudur, âlemlerin gurur ve sürûrudur.
Cemâl nurundan en evvela onun nurunu yarattı. Daha sonra onun nurundan âlemleri halketti, bütün mükevvenatı da onun nuru ile donattı. Nereye bakarsan hep o nur.
Âyet-i kerime’de:
“Allah’tan size bir nur gelmiştir.” buyuruluyor. (Mâide: 15)
Bu öyle bir nur ki, bu nur Allah-u Teâlâ’nın nurudur. Âlemler onun nurundan yaratıldı. O, kâinatın çekirdeği ve mayasıdır, hakikatın özüdür.
Âlemdeki her zerrede hayat var, o hayat da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i ile kâimdir.
Allah-u Teâlâ sevdiği, seçtiği peygamber kullarına ayrı bir lütufla tecelli etmiştir. O lütuf, Muhammed Aleyhisselâm’ın nuru idi. Geldikleri zaman o nur ile geldiler. Tâ Âdem Aleyhisselâm’dan beri o nur onların üzerinde döndü durdu. Her birinin alnında parlıyordu. Nihayet Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize kadar geldi. Zaten onun nuru idi. Nur Nur’a kavuştu.
•
Âlemlere rahmet olarak geldiği milâdi altıncı asırda, dünyanın üzerini kara bulutlar kaplamıştı. İnsanlık âlemi; zulüm, istibdat, cehalet ve sefalet içinde inliyordu.
Şirk ve putperestlik almış yürümüştü. Dinsiz milletler; taştan ve ağaçtan, altın ve gümüşten veya diğer maddelerden yaptıkları heykellere tapıyorlardı. Mekke, putperestliğin merkezi haline gelmişti. Kâbe’nin içinde üçyüzaltmış kadar put vardı.
Hıristiyanlık dini bozulmuş, tek Allah’a inandıklarını söyleyen hıristiyanlar; tanrının bir de oğlu olduğunu, üçüncü tanrının da Ruhül-kuds olduğunu iddia ediyorlardı. Yahudiler ise Allah’a insanî sıfatlar yakıştırıyorlar, icabında insan kılığına girdiğini, Üzeyir adında bir oğlu olduğunu söylüyorlardı. Ayrıca ateşe tapan Mecusiler, yıldızlara tapan Sâbiiler de vardı. Kısacası tek Allah’a inanmanın dışında, ne kadar çok inanç ve ibadet şekli varsa, hepsi o çağın insanlarında mevcuttu.
Sosyal durum ise yürekler acısı idi. Arabistan halkı çok çeşitli kabilelere ayrılmış bulunuyordu. Kabileler arasında kan dâvâları yüzünden iç harplerin ardı arkası kesilmek bilmezdi. Birbirleri ile uğraşmaktan başka işleri yoktu.
Nesilleri tüketen kan dâvâları itiyat halinde idi. Savaşlarda, baskınlarda esir edilen insanların diri diri yakıldığı olurdu. İnsanları işkence ile öldürmekten zevk alınırdı.
Kim daha güçlüyse başkasının hakkına tecavüz eder, malına ve mülküne konardı.
Evliliğin sınırı yoktu, bir kişi on veya daha fazla nikâh yapabilirdi. Üvey anne ile evlenmekten çekinmezlerdi. Bunun yanında boşanma ise çok yaygındı. Fahişeliğin her çeşidi almış yürümüştü.
Çıplaklık ayıp değildi. Ulu orta çıplak dolaşırlar, açıkta çıplak yıkanırlar, kadın-erkek Kâbe’yi çıplak tavaf ederlerdi.
Kız çocuklarını diri diri gömecek kadar vahşet gösteren ve bundan acı bile duymayan âileler vardı...