İşte bu yaratılış ve neş’et var olmazsa, onu fark ve ayırt edebilmek, lüzumunu hissedebilmek de mümkün olmaz; vücud (varlık) da olmaz, emniyet de olmaz, aslı itibariyle o şakîlerin yaratılışında olur.
Ayrıca bu yaratılışa göre var olmazsa, takip edilebilen ve edilemeyen yönleriyle onun lüzumunu fark etmek de imkân dahilinde olmaz, bu sıfatların zuhur edip ortaya çıkışını tâkip etmek muattal kalır. O artık özü ve gözü sayesinde değil, gâlip olan zâhire göre hükmeder; onun nefsi için lâzım olan da, kendisine has kılınan bu terkîbin hükmüne göredir.
Diğer bir has terkip de yine sûreti itibariyle bu terkibe benzer, hiçbir yönde mevcut bulunamaz. Nefsi için lâzım olan diğer şeyler de bu öz ve göz hakkında lüzumlu olanların dışında kalır.
İşte bu, seni bambaşka bir yaratılışın içine girme lütfuna eriştirir. Sûretin itibariyle, bu yeterliliklere göre şürû ettiklerinle ilgili olarak ibret ve tecrübe elde edersin.
Biz sûretleri ve misallerini benzersiz bir şekilde, edebe ve Şer’e aykırı olmayacak bir biçimde anlattık.
Mânevi edep ehli olanlar Hakk’ın meclisine girip onunla buluşunca, kişi O’na karşı utangaçlığından sıyrılıp O’nu müşâhede edemez hale gelebilir. Her kim O’nu müşâhede edemezse, o artık hayaller vâsıtasıyla aklındaki düşünceler denizinin içinde dilini kıpırdatmakla meşgul olur. Bu artık öyle bir hayret ve şaşkınlık içindedir ki, sonsuza dek doğru yolu bulamaz. O, hakikatine verilmediği halde talep edilen şeyi talep eder durur.
Ben sana bunun mevcudiyetini gösterince, ümit ederim ki sende talep edilmesini umduğum şey hâsıl olmuştur. Ancak şuursuz ve anlayışsız olan bir kimse elinde olan şeyi yitirip kaybeder. Câhillerin şaşkınlığından Allah’a sığınırım!
Saadet ehli olan kimse fikri ve talebi konusunda ağır ve sakin davranır; öne geçiş konusunda onun eşi ve benzeri bulunmaz, herhangi bir menzil ona karargâh olmaz. Mânevi her belirtiyi mutlaka teneffüs eder. O şöyle der:
“Ömür geçip gitsin de, tek benim talebim şaşkınlığa düşmeden, kusur işlemeden neticesine ersin!”
Düşünce ehlinin en saadete ehil olanı işte budur.
Bunun içindir ki Haber’de şöyle gelmiştir:
“Ümmetimin âlimleri benî İsrâil’in peygamberleri gibidir.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 64)
Allah-u Teâlâ bizim hakkımızda:
“Tâ ki böylece insanlar üzerine şâhidler olasınız.” buyurmuştur. (Bakara: 143)
Resûl Aleyhisselâm hakkında ise şöyle buyurmuştur:
“Her ümmetten bir şâhid göndereceğimiz gün, seni de onların üzerine şâhid olarak getiririz.” (Nahl: 89)
Biz ve peygamberler, bize tâbi olanlara şâhidlik edebiliriz.
İlâhi himmetle tasarruf edebilmek ise ancak küllî Muhammedî verâseti tek başına elinde bulunduran Vâris’in işidir. Bil ki temkin ehli, tahkîk ehli ve hakikat ehli, kemâlat ehli, hikmet sahibi olan o kişi öyle bir kimsedir ki, her halde ve her vaktinde hiçbir engel ve karışıklık olmaksızın hareket eder.
İşte bu, bizzat Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in hâlâtıdır.
O’nun yakınlığı hiç şüphesiz:
“İki yay kadar, yahut ondan daha da yakın”dır. (Necm: 9)
O aydınlatıp açığa çıkardığında ve huzurunda bulununlara anlattığında ancak Allah’a şirk koşanlar onu tasdik etmezdi, tâ ki böylece onu ortaya çıkarıp da göstermeyecek bir iz; ondan gayrısına muhâlefetle onun kendisine gösterileceği kişi için ise ayrı bir iz meydana gelsin!..
İşte o da göz kamaştırıcı bir şekilde ortaya çıkar; lâkin ondaki hallerin iz ve tesiri Allah yolunda yürüyenlerin hiçbirinden uzak kalmaz.
Zira âlemlerde kimi şeyler kimi şeylerle karmaşık haldedir. Lâkin onu terakkî ettirerek bu makamın, yani zâhirde mutâd kanunu üzere cârî olan “İlâhi Hikmet Makamı”nın içine kadar yükseltmiş; alışılmışın dışındaki şeylerini de O’nun sırrı (kalbi)ne ulaşılabilsin diye sarf etmiştir ki, böylece onun alışılmışın dışında olan şeyleri, sohbetine erişenlerin alışkın olduğu bir şeye dönüşsün.
“Rabb’im! İlmimi arttır.” (Tâ-hâ: 114)
Sözü hiçbir nefis için son bulmaz. İşte işi gücü vaktini nefsiyle mücâdele etmekle geçiren kimselere karşın, hükümranlığın yegâne sahibinin onun zâtını kendisine çekmesi de hiçbir şekilde son bulmaz. Zamanın getirdiği herhangi bir şey ona gâlip geldiği vakit, [O] kendisine duyduğu şiddetli aşktan dolayı onu derhâl uyarır ve hemen kendi muhafâzası altına alır. O, kaldırıp ıslah hâli üzere tutmak istediği anda O’na muhtaçtır.
Oysa şeyhlerin çoğu zikrettiğimiz muhâfaza hakkında sınırı aştıklarında, onlara [bu lütuf] ancak mânevi terbiye sayesinde getirilir.
Zâhidler ise külliyyen zühdün içindedir; zira vakit daha uzundur, [onlar] O’nun huzurunu kazanma konusunda da kusurludur.