Dünya büyük bir değişimin arifesinde. Yeni bir doğuma gebe. Fakat çok sancılı ve zor bir süreç bu.
Zor ve sancılı; zira yeni bir dünyanın kurucu adayı olan -başını Türkiye’nin çektiği- İslâm ülkelerinin vaad olunan küresel hakimiyete, kızıl elmaya, yeni bir medeniyet inkişafına hazırlığı yok denecek kadar az; buna mukabil diğer taraf, bugünkü sömürgeci, baskıcı, zalim, şeytani düzenin kurucuları hâlâ etkin ve epey güçlü. Hal böyle iken kolay bir doğumun gerçekleşmesini beklemek tabiatıyla pek mümkün değil.
Hazret-i Allah’tan niyazımız, bize bu zorlukları kolaylaştırmasıdır.
Daha önce dünyanın içinden geçtiği bu devreye, bu zorlu sürece işaret etmiş ve “Büyük değişime hazır mıyız?” diye sormuştuk. Bu sorunun cevabını irdelerken bir cihetten; beklenen -askeri, terör, siber, biyolojik, nükleer, kimyasal, dijital…- savaşlara hazırlık düzeyimizin gün geçtikçe arttığını; ancak ikinci cihetten, fikir ve gönüllerde devam eden “Üstün Medeniyet” mücadelesinin cereyan ettiği harp meydanında henüz yerimizi alamadığımızı, Batı Medeniyeti ile bu anlamda bir hesaplaşmaya başlayamadığımızı, iki yüz yıldır devam eden bir işgal altında olduğumuzu değerlendirmiştik.
“… bilim, felsefe, medeniyet, tarih algımız Batı işgali altında. Zihinlerimiz ve algılarımız bilim adı altında seküler bir bakış açısının ve temelinde büyük bir kibir, gizli bir faşizm barındıran “Üstün(!) Batı Medeniyeti” propagandasının altında uyuşturulmuş ve sömürgeleştirilmiş vaziyette. Batı bütün bilimsel verileri bu algılara ve zihniyete hizmet edecek şekilde yorumladığı, çarpıttığı, hatta işine gelmeyen bilimsel verileri, tarihi yok etmeye çalıştığı halde, oradan gelen her şeyi doğru kabul eden yapımız devam ediyor. Tarihi, felsefeyi, bilimi bu ithal zihniyetin işgali altında yapmaya çalışıyoruz. 150-200 yıldır Batı’nın dayatmaları ve kavramları ile düşünüyoruz. Teknoloji ve sosyal medya denilen platformlar Batı’nın nefsin arzularını putlaştıran anlayışını, sefahatini yayan mecralara dönüşmüş durumda. “Üstün Medeniyet” algısını tahterevallinin bu tarafına döndürebilmiş değiliz. Allah’tan Batı kendi kendini yok ediyor.” (Hakikat Dergisi, Şubat 2021, s. 44)
Bu acı gerçeği daha yalın bir şekilde vurgulamak gerekirse; Türkiye askeri-maddi bağımsızlığını kazanmış ancak manevi bağımsızlığını kaybetmiş; kültür ve medeniyet sahasında yenilgiyi kabul etmiş, sömürgeleştirilmiş, işgal edilmiş bir ülkedir.
Türkiye geçtiğimiz yüzyılın başında sömürgeci küresel güçler karşısında fiziki bağımsızlığını kazanan, kurtuluş savaşını veren ilk ve en büyük ülke olarak tarih kitaplarında haklı bir yer bulmuştur, ancak maalesef aynı Türkiye Tanzimat’la beraber başlayan “Batı Medeniyeti” işgalinin bütün vatan sathına yayılmasına engel olamamıştır.
Bu işgal sebebiyle siyasi-askeri bağımsızlığımızı da kaybetme tehlikesi atlattık, ta ki Batı’nın sınırsız, pervasız düşmanlıkları sebebiyle biraz kendimize geldik. Ve fakat kültür ve medeniyet sahasındaki işgalin boyutunu henüz anlamış değiliz ve kurtulmak için de ciddi bir gayretimiz yok.
Batı’nın hayat tarzını benimsemiş kesimlerde bu işgalin etkisinin daha fazla olduğunu söyleyebiliriz, ancak üzülerek söylememiz lâzım ki; toplumun hiçbir kesimi bu işgalden azade değildir.
Bugün toplumsal yapımızdaki bütün hastalıkların en büyük sebebi budur. Bu işgaldir. Zira bu işgal sebebiyle kuvvetli bir aidiyet duygusu veremediğimiz insanlarımız, gençlerimiz, bu vatanın çocukları türlü yerlere savrulmaktadır. Şöyle ki;
Bize olan düşmanlıkları, hakkımızdaki kötü niyetleri aşikâr hale gelmiş ABD başta Batılı devletlerin iç siyasetimize müdahale etmeye matuf planlarının, söz ve hareketlerinin küçümsenemeyecek bir toplumsal kesimde itiraz görmemesi; bazı siyasi oluşumların, partilerin Batılı ülkelerle bu anlamda işbirliği yapması; Batı’nın çıkarlarına hizmet etmekte bir beis görmeyen PKK, FETÖ gibi terör örgütlerinin bu kadar taraftar bulabilmesi ve sınırsız bir ihanet duygusuyla her fırsatta saldırmaları; üniversitelerimiz başta hemen bütün eğitim alt yapısının Batı’dan gelen her türlü bilgi, kavram ve anlayışı peşinen doğru kabul etmesi; üniversitelerimizde eğitim alan birçok seçkin öğrencimizin bilimsel altyapısını geliştirmek için değil de adeta bir ülkü gibi Batılı üniversitelerde kariyer yapma, Batı ülkelerinde çalışma-yaşama hayalleri kurması; Batı ülkelerinden gelen akademisyen, mühendis vs. kişilerin çalıştıkları üniversitelerde, kurumlarda bilginin zirvesine çıkmış bilge kişi muamelesi görmesi; doğudan, İslâm ülkelerinden gelen bilim adamlarının, düşünürlerin ise üniversitelerimizde ve devlet kurumlarında küçümseyici ve dışlayıcı bir muameleye maruz kaldığı için çareyi Batı ülkelerine gitmekte bulması; savunma sanayiinde kritik projelerde çalışan birçok mühendisimizin Batılı şirketlerden gelen ucunda cazip teklifler bulunan oltaya takılması; ve dahi bir zamanlar, Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezini haklı çıkarmak istercesine bu ülkenin muhafazakârlarının Avrupa Birliği’ne üye olmayı büyük bir hedef olarak benimsemesi, bu uğurda birçok tavizler verilmesi, “Mavi Vatan”ı ve Kıbrıs’ı kaybetmenin eşiğinden dönülmesi…
Böyle devam edip giden uzunca bir listenin kendi içinde başka başka sebepleri de olsa, en büyük sebeplerinden birisi, hatta birincisi bu işgaldir.
Eğitim sistemimiz, medyamız bu işgalin dayattığı algılarla onlarca yıldır üzerimizden bir silindir gibi geçtiği için işgal altında olduğumuzun bile farkında değiliz. Karşıtlıklarımızın, iç bütünlüğümüzü sağlayamamış olmamızın, bir mefkure etrafında topyekûn hareket edemeyişimizin en büyük sebebi de bu işgaldir.
Yüzlerce yıl muhteşem bir medeniyetin temsilciliğini yapmış bu milletin genetik kodlarına işleyen tarihi bilinçaltımız ve bu necip milletin içinde hâlâ necip bir zümrenin varlığı devam ediyor olmamış olsaydı, harp sahasında kazandığımız bağımsızlığımızı çoktan kaybetmiş, Batı’nın sözde medeniyetinin bir piyonu haline gelmiş olurduk. En son 15 Temmuz’da bu büyük tehlikenin son halkasını yaşadık, boynumuza yuları geçirmelerine ramak kalmıştı.
Eğitim sistemimiz derken sadece dini-milli değerlerimizin eğitiminin verilmesini kastetmiyoruz. Sosyal bilimlerde, tarihte, felsefede, fen bilimlerinde Batı’dan gelen her türlü tanım ve bilgiyi doğru kabul eden, onlar en iyisini yapmıştır mantığıyla inşa edilen bilim ve eğitim altyapımızın değiştirilmesi, büyük bir özgüvenle kendimize ait, kendi medeniyetimizin perspektifinden bakan bir anlayışın geri getirilmesi çok önemli.
Bir örnekle izah etmek gerekirse; meselâ tarihi çağları öğretirken, Avrupa’nın yaptığı tanımlamaları aynen kopya ediyoruz. Ortaçağ, Yeniçağ diyoruz. Böylece biz de tarihi Batı’nın Batı merkezli bakış açısı ile Batı Roma’nın ve Doğu Roma’nın yıkılışı üzerinden kategorize ediyoruz. Avrupa’nın Türk ve İslâm tarihini yok farzederek, hatta bilinçli bir şekilde yok etmeye çalışarak, medeniyet kendileri ile başlamış gibi, kendileri sanki tarih boyu dünyanın merkeziymiş gibi yapmış olduğu tanımlamaları olduğu gibi kabul edip kendimize de teşmil ediyoruz. Koskoca bir şanlı tarihi ve medeniyeti Batı’nın bu bencil, yalan, yanlış zihniyetinin arasına sıkıştırıp anlatmaya çalışıyoruz.
Batı kendini tanımlarken Roma endeksli tanımlayıp, karanlık çağdan çıktık aydınlandık diyor. Biz ise Batı karanlıklar içinde iken büyük bir aydınlık yaşayan medeniyetin çocukları olarak bütün bu şanlı tarihi görmezden gelip Batı’nın kendi tanımlamasını olduğu gibi alıp gençlerimize Ortaçağ, Yeniçağ, Aydınlanma, Rönesans gibi kavramların eşliğinde zerkediyoruz.
Belki basit gibi gelebilir ancak tanımlama basit olsa da mevzu hiç de basit değildir. Zira sırf bu tanımlamayı bile olduğu gibi doğru kabul ederek kopya etmemiz çocuklarımızın, gençlerimizin zihninde bu işgale zemin hazırlamaktadır.
Batı bilimi ben merkezci yorumlar ve Müslüman coğrafyayı, özellikle Türkleri yok saymaya çalışır. Matematik fizik kimya gibi fen bilimlerinde çarpıtma yapmak pek mümkün değildir fakat bu alanda da çarpıtma yapmaktan kendisini alamamıştır. Şöyle ki; onlara göre her türlü bilimsel keşfi ilk Batılı bilim adamları yapmıştır. Ve biz bu sahtekârlığı olduğu gibi kopyalayıp, yıllarca kendi insanımıza okullarımızda her türlü bilimsel keşfi ilk hangi Batılı bilim adamının yaptığını öğrettik.
Sosyal bilimlerde Batı’nın benmerkezci ve ateist zihniyetine dayanan çarpıtma daha çoktur. Hatta özellikle tarih biliminde birçok Batılı bilim insanı adeta psikolojik harp elemanı gibi çalışır ve özellikle Türk tarihi hakkındaki işine gelmeyen çağdaş kaynakları ya yok sayar, ya da fırsatını bulursa yok etmekten çekinmez. Meselâ bunların en büyük gayreti Osmanlı’nın kuruluş devrine ait gerçekleri çarpıtmalarıdır. Kimisi Osmanlı’yı barbar, ganimet peşinde koşan göçebe gibi göstermek ister, kimisi sultanlar aslında alevi idi der, mütemadiyen hususiyetle Türk tarihini özenle çarpıtmaya çalışırlar. Bu hususta hiç de bilimsel değildirler, bilim kisvesi altında bağnaz bir militan gibi hareket ederler.
Biz ise birkaç cengaver akademisyenimiz müstesna Batı’dan gelen her türlü bilgiyi sorgusuz sualsiz doğru kabul ederiz.
Batı Yunan felsefesini kendi sözde medeniyetinin üç sacayağından birisi olarak kabul etmiştir. Eski Yunan’ın çok tanrılı putperest inancına da hayranlık duyar. Putperest inancın etkilerini hayatın her alanında, filmlerinde, felsefelerinde görebilirsiniz, hatta bu etki hıristiyanlığa da “Teslis” olarak girmiştir.
Yunan felsefesinin önemli bir figürü olan Sokrat’ın tek tanrı inancını müdafaa ettiği için idam edildiğine dair kuvvetli deliller olmasına rağmen, Batı felsefesi 2.500 yıl önce yaşamış bir düşünür hakkında kendi zihniyetine göre hüküm tesis eder. 2.500 yıl önce yaşamış bir şahıs hakkında elbette kesin bir hüküm cümlesi kuramayız ancak en azından felsefecilerimiz yeni bir bakış açısı ile kendi medeniyet perspektifimizden bakan yorumlar yapabilir. Oysa İslâm ansiklopedisinde bile , Sokrat anlatılırken yönetime “Gençlerin kafasını bozan bir günahkâr, devletin tanıdığı tanrılar yerine kendi icat ettiği tanrılara inanan ve bu şekilde kendine ait yeni bir din ortaya çıkaran” birisi diye şikâyet edildiği belirtildiği halde “Politeist bir toplumda yaşadığı için Sokrat da çok tanrılı halk dinini benimsemişti” diye kesin bir yargı cümlesi bulunur ve Batı tezleri tekrar edilir.
Bilimi, tarihi, felsefeyi kendi değerlerimiz üzerinden kendimizi merkeze alarak yorumlamadığımız, özgüvenle kendi medeniyetimize vurgu yapan kavram ve yorumlar getirmediğimiz sürece bu işgal devam edecektir.
Avrupa ülkeleri ve Amerika kendisini Roma’nın devamı olarak göstermeye çalışırlar, oysa Roma topraklarını işgal edip yağmalayan ve Batı Roma’yı (ve dahi Doğu Roma’yı) yıkanlar bugünkü Avrupa dediğimiz ülkelerin atası olan barbar kavimleridir. (Germenler, Vizigotlar, Franklar, Vandallar...). Bu barbar kavimler 5. Yüzyılda Roma’yı yıktıktan sonra ve bu yıkımın da bir sonucu olarak Avrupa derebeylerini aratan kilisenin engizisyon imparatorluğu bütün kıtayı sardıktan sonra Avrupa yaklaşık 1.000 yıllık bir karanlık çağa gömüldü. (İslâm öncesi dönemde Avrupa’yı fetheden Hunların meşhur hükümdarı Attila Roma önlerine geldiğinde Papa’nın ricası üzerine şehre girmeden geri çekilmişti.)
Doğu Roma’yı (Bizans’ı) yıkan da bu barbarlardı. Şöyle ki; 4. Haçlı Seferi’ne katılan barbarlar kendi dindaşlarının elinde olan İstanbul’a yönelip saldırdılar ve 1204 yılında şehri ele geçirdiler. Bütün şehri yakıp yıktılar, adeta bir açık hava müzesi haline gelmiş olan İstanbul’da ne buldularsa tahrip ettiler. Papazları öldürüp, rahibelere tecavüz ettiler. Ayasofya’ya büyük hakaretler yaptılar, Ayasofya’daki patrik tahtına fahişe çıkartıp oynattılar. Bizans’ı yıkıp İstanbul’da bir Latin imparatorluğu kurdular. Bu devlet 60 yıl hüküm sürdü. Bizans bir daha belini doğrultamadı. Bizanslılar (Doğu Roma halkı) büyük bir medeniyetin temsilcisi olan Türkleri bir kurtarıcı olarak görüyordu. Papazlar “Kardinal külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederiz” diyordu.
Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra Osmanlı’nın kendisini aynı zamanda Roma’nın varisi olarak görmekte bir beis görmemesinin arkasında böyle bir tarihi altyapı ve Roma-Bizans halkını teba olarak kucaklaması vardı. Osmanlı Roma’yı yıkan barbarlara karşı daha muhteşem bir medeniyet getiren yeni Roma’ydı.
İstanbul yağması ve rezaleti barbar Batı’nın Kudüs’teki vahşetinden sonra ikinci defa büyük bir yüzkarası oldu.
“Avrupanın Karanlık Çağı”nda papalığın, kardinallerin ve kiliselerin kurduğu engizisyon imparatorluğu ise Avrupa’nın karanlığına karanlık katan ayrı bir yüzkarası idi.
Bu yüzden bütün bu rezaletlerden utanan bazı Avrupalı düşünürler Orta Çağ ismini verdikleri bu Avrupa’nın karanlık çağı hakkında bilgi edinmek için uğraşmayı saçma bir özenti, aptallıklarını hatırlatmaktan başka faydası olmayan bir uğraş olarak tanımlamıştır.
Barbar Batı bugünkü sözde medeniyetini ancak kendi karanlık çağının en büyük aktörü olan kilise ile savaşarak kurabildi. Onlarca yıl süren din savaşları yaşandı. Avrupa’nın içinde, Fransa’da, Fransız Devrimi’nde soykırım denilebilecek boyutta vahşetler, katliamlar cereyan etti. Batı bu savaşına Rönesans ve Aydınlanma gibi isimler verdi. Kiliseye nefretinden ötürü seküler, ateist, pozitivist bir çizgiye kaydı.
Barbar Batı’nın bütün dünyaya medeniyet diye pazarladıkları değişim kapitalizmi ve komünizmi doğuran bir ucube haline geldi. Batı’nın aydınlanma dediği şey adeta çıldırmacasına beyninde türlü fikirler ve düşüncelerin çarpıştığı bir insanın sonu delilikle biten macerası gibidir.
Şeytan medeniyetini batıda kurduktan sonra ruhunu iblise satan bir tabaka askeri-kültürel sömürge düzeni ve para-faiz sistemi ile uzunca bir süre dünyanın iliğini sömürdükten sonra bugün yeni ve daha zalim bir kölelik düzenine atlamaya karar verdi. Deli gömleğini giydirdiği Batı’ya hükmeden bu şeytani akıl bugün Batı’ya yeni ve daha kötü bir ucube doğurtmaya çalışıyor. Ancak bu seferki ölü bir doğum olacak.
Biz ise Batı’nın kendi içinde yaşadığı bu çarpık mücadeleyi, kültürel değişimi, fikirsel çarpışmaları olduğu gibi Batı’nın kendi tanımlamaları ile alıyoruz ve gençlerimize Rönesans, aydınlanma diye okutuyoruz. Üstüne üstlük bunu “henüz onlar gibi aydınlanamadık (!)” hayıflanması ile anlatıyoruz.
Böylece kendi ellerimizle gençlerimizin gönlünden, zihninden bir silindir gibi geçen, ezip yok eden bir eğitim icra etmiş oluyoruz.
Oysa Batı’nın barbar kavimleri büyük bir karanlık çağa gömüldüğünde doğuda hiç de öyle karanlık bir çağ yoktu. Tarihin gördüğü en büyük medeniyet olan İslâm Medeniyeti bütün eski dünyaya, Endülüs’e yayıldı. Bayrağı devralan Türkler ikinci bir defa bu medeniyeti şahlandırdılar, Osmanlı Medeniyeti etkisi bakımından neredeyse bütün dünyaya yayıldı, adeta ikinci bir Asr-ı Saadet devri yaşandı. Avrupa birçok şeyi, bilimi, özgür düşünceyi, hatta temizliği, yıkanmayı Müslümanlardan öğrendi.
Batı karanlıklar içinde boğulurken Muhammed Aleyhisselam’ın nurunu takip eden Arapların ve onların arkasından gelen Türklerin elinde İslâm Medeniyeti bütün dünyayı parıl parıl aydınlattı. Papa ve kardinaller hasetlerinden kuduruyorlarken Avrupa’nın barbarlarını Haçlı seferlerine ikna etmek için onlara doğunun zenginliklerini vaat ediyorlardı. Bu barbarlar geçtikleri her yeri İstanbul dahil yağmaladılar, bizzat kendi kitaplarında itiraf ettikleri üzere aç kaldıkları zaman insan eti yediler.
Bu Haçlı barbarlarına Selçuklular Anadolu’yu, Osmanlılar Balkanları mezar etti. Bu yüzden Türklere karşı büyük bir kin beslediler. Bu kinlerini halen içlerinde yaşatıyorlar.
Roma’yı yıkan barbarlar Roma yıkıldıktan 5 yüzyıl sonra kendilerine Roma ismi vermeye başladılar. Barbar Batı hiç hak etmediği halde kendisine bir kök tanımlamak için kendisini Roma’nın devamı olarak göstermek ister ve tarihini de Roma’ya endeksler.
Biz ise onlarca yıldır gençlerimize Türkiye sanki nevzuhur bir ülkeymiş gibi köklerini inkâr eden, Osmanlı, Selçuklu yokmuş gibi hareket eden bir eğitim verdik. Böyle bir tedrisattan geçen bir kişinin, Batı karşısında, büyük bir kibir ve yalanla kendisini 2.000-3.000 yıllık Roma’ya dayandıran bu barbarlar karşısında ezik hissetmemesi mümkün müdür? Bu kişiye bir de “Üstün medeniyet, çağdaş medeniyet, Batı Medeniyeti’dir” fikrini aşılarsanız bu eğitimden geçmiş bir kişiden ne kadar bir “Aidiyet hissi”, bir medeniyet inkişafı bekleyebilirsiniz?
Denilebilir ki Türkiye kendisine hedef olarak çağdaş uygarlığın üstüne çıkmayı koymuştur. Bu ise özünde şu demektir: Çağdaş uygarlık Batı uygarlığıdır, biz önce onların seviyesine çıkacağız, sonra onları da geçeceğiz. Bu cümlede bağımsızlıkçı düşüncenin bir tezahürü var ancak pratikte medeniyetler savaşında yenilgiyi kabul etmektir. Bizim kendimize ait ve daha muhteşem bir medeniyetimiz yok demektir.
Binanaleyh şu hakikati itiraf etmek zorundayız ki; Türkiye maalesef askeri alandaki zaferini ve bağımsızlık mücadelesini kültür ve medeniyet alanında gösterememiştir. Türkiye bir cihetten sömürgeci güçlere karşı büyük bir zaferle bağımsızlığını kazanan ilk ülke iken, diğer bir cihetten Batı Medeniyeti karşısında bağımsızlığını kaybetmiş bir ülke olmuştur.
Bizim ülke olarak, millet olarak yaşadığımız bütün çelişkilerin, çekişmelerin, bölünmelerin en büyük sebebi bu ikilemdir. Bu hakikati devlet olarak, millet olarak itiraf etmediğimiz ve buna göre yeniden kendimizi, fikir dünyamızı, eğitim sistemimizi tanımlamadığımız müddetçe bu ikilem ayaklarımıza pranga vurmaya devam edecektir. Ve belki de yeni medeniyet inkişafını Türkler yapamayacaktır.
Dikkat ederseniz geçtiğimiz yüzyılın başında yedi düvelin kötü niyeti ve orduları ile üzerimize geldiği için ortaya çıkan bağmsızlıkçı düşünce bu düşmanlık unutulduktan sonra zihinleri sömürgeleşmiş bir zümrenin ülke yönetimine hakim olması ile son buldu. Bugün yine barbar Batı kötü niyeti ve orduları ile üzerimize geliyor. Eğer bu zihniyet devrimini gerçekleştiremezsek, bu düşmanlıklar unutulduktan sonra dejavu misali tekrar zihinleri sömürgeleştirilmiş nesillerin yönettiği bir ülkeye dönmemiz işten bile değildir.
Binaenaleyh objektif bir bakış açısıyla; yüz yıl önce bu milletin yok olmasını engelleyen askeri zaferlerin temsilcisi olan şahsiyetlerin aynı zamanda kaybedilen medeniyetler arası savaşın, manevi mağlubiyetin de temsilcisi olduğunu kabul etmeden; içimizdeki ikilemlerden ve sonucu zihnen sömürgeleştirilmiş bir millet, bir ülke olmaya varan çırpınışlardan kurtulamayız.
Geçtiğimiz ay vefat eden Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu bir konuşmasında şöyle demişti:
“… ben 25 yıl kaldım yurtdışında ve üniversite ortamında bulundum. Ve Türkiye’ye döndüğüm zaman şunun farkına vardım; Türkiye’de eğitilmiş insanın eğitimden olumsuz olarak etkilendiği bir ahlâki durum var olarak gördüm. Ve kaldığım Amerika’da … Amerikan eğitiminden geçmiş kişinin -akademisyenlerden bahsediyorum daha ziyade, iş hayatı ile ilgili değil bu- ahlâklı olma ihtimali çok yüksek. Yani bu integrity kavramı var. ... Özü sözü bir olma meselesi çok önemli ... Bunu kaybetmemek çok önemli ve eğitim bunun altını çiziyor küçüklükten itibaren. Türkiye’de eğitimin değerlerle ilgisi yok. ...Türkiye’nin zenginliği tasavvufta.” (Teke Tek Bilim, 29 Eylül 2019)
Batı kendini tanımlarken Roma diyor, Yunan felsefesi diyor ve yanına bir de Hıristiyan ahlâkı ekliyor. Kilise ile yüzyıllar boyunca yapmış olduğu savaşlara ve çok yüksek bir seküler-ateist anlayışa sahip olmasına rağmen, nesillerini bu kök ve ahlâkla yetiştirmeye çalışıyor.
Biz ise Osmanlı’yı öğretmemek için nesillerimizi köksüz yetiştirdik, İslâm’ı öğretmemek için de ahlâk eğitimi vermedik.
Bir aidiyet, bir ahlâk veremediğimiz nesillerden ne bekliyoruz? Sonra da terör yardakçılığı, yalan, rüşvet, adam kayırma, devlet malına göz dikme, ihanet, liyakatsizlik her şey, her kesimde haddinden fazla zuhur ediyor.
Bırakın bir medeniyet inkişafını Türkiye ayakta duruyor diye şükretmemiz lâzım. Aileden, kültürel genlerimizden, üstü örtülemeyen şanlı tarihimizden gelen değerleri alabilenlerle bu ülke ayakta duruyor. Bu değerleri alamayanlar ise ülkenin ayaklarına mütemadiyen pranga vuruyor.
Artık her ailenin korkusu ve sorunu haline gelen, çocuklarımızın, gençlerimizin türlü fikir ve akımların tesirinde kaldığı, tehlikelerin üzerimize bir çığ gibi yuvarlandığı şu dijital çağda bir an evvel bu gidişe dur diyebilmek için köklü bir dönüşüme ihtiyacımız var.
Resulullah Aleyhisselam “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurdu. İnsanların özünü değiştirdi. Özü, ahlâkı güzelleşen insanlar büyük bir medeniyetin kurucusu oldular. Türk-İslâm medeniyetleri de bu çizgiyi tasavvuf vasıtası ile devam ettirdi. Tasavvuf terbiyesi sayesinde özü, ahlâkı güzelleşen Türkler aynı güzellikteki İslâm Medeniyeti’ni en güzel bir şekilde temsil ettiler, bütün dünyaya yaydılar.
Batı Medeniyeti ise sözde bir medeniyettir. Özü barbar geçmişine dayandığı için, özde bir değişim inşa edemediği için kendi içinde büyük katliamlar yaşayarak durulduktan sonra, bu sefer dünyaya yönelmiş ve katliamlarını ve zulmünü bütün dünya halklarına yaymıştır. Soykırımlar yapmaktan, insanların maddi manevi her türlü varlıklarını sömürüp ellerinden almaktan çekinmemiştir.
Bizim Barbar Batı’dan bu anlamda alacağımız hiçbir şey yoktur. Bize lâzım olan şey kendi özümüzde ve tarihimizdedir.
Devlet yöneticileri Barbar Batı’dan gelen tehditlerin ve gidişatın pek iyi olmadığının farkında. Aileyi korumaya çalışıyor, gençlerimizi korumak için yapılması gerekenlere kafa yoruyor, din ve ahlâk eğitimini artırmanın yollarını bulmaya çalışıyor.
Ancak yukarıda izah ettiğimiz üzere üniversitelerimizde, akademisyenlerimiz nezdinde, bürokratlarımızın zihninde bir zihniyet değişimi yaşanmadığı ve el birliği ile, büyük bir özgüvenle bir medeniyet inkişafına atılmadığımız müddetçe bu çabalar boşa gidecektir. Zira kovanın altı delik iken siz yukarıdan ne kadar su koyarsanız koyun, kova dolmayacaktır.
Türk Milleti yeniden tarih sahnesine çıkarken, Allah için, vatan için vuruşurken; atalarımızdan miras kalan ve genlerimize işleyen cihanşümul devlet arzu ve anlayışı yeniden korlanıyor, bizi heyecanlandırıyor.
Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve desteği ile Barbar Batı’nın Haçlı seferlerini yeniden durduracağız inşaallah.
Ancak unutmamak lâzımdır ki; Osmanlı büyük bir medeniyet olma yolunda ortaya çıktığında halkı ile yöneticileri ile bir mefkure etrafında bir ve bütündü.
Bu birliği, gerekli dönüşümü sağlayamadan -Barbar Haçlıları durdurmuş olsak da- Osmanlı gibi büyük bir medeniyetin temsilcisi olmamız zordur.
Müslümanlar ve bütün mazlumlar bizi sadece Haçlıları durduran silahşörler olarak görmüyorlar, bizden Barbar Batı Medeniyeti’nin karşısında parıl parıl parlayan bir medeniyeti yeniden inşa etmemizi bekliyorlar, ümitle bize bakıyorlar.
İnşaallah Allah-u Teâlâ bu ümitleri boşa çıkartmaz ve gerçek anlamda tam bağımsız, dünya milletlerine öncülük eden büyük medeniyetin temsilcileri bizler oluruz.