Muhterem Okuyucularımız;
En güzel dost, seni yoktan var eden, nimetlerle donatan en güzel şekilde terbiye edip sonra suret veren, namütenahi rızıklarla merzuk eden ve bütün kâinatı sana musahhar kılan, bu kadar lütuf ve ihsan içinde bulunduran Hazret-i Allah’tır. O senin en yakînin ve en güzel refikindir.
Bir insan dünyada Hakk ile olursa; kabirde de Hakk iledir, mahşerde de Hakk iledir, Cennet-i âlâ'da da Hakk iledir. Sen dünyada kiminle isen, o da seninledir.
Dikkat ederseniz insanın dostu var, düşmanı var. Dost, kabre kadar gelir, kabirden sonra gelen var mı? Öyle bir dost lâzım ki kabirden sonra da olsun. Bize kabir ve kabirden sonrası lâzım.
Yegâne dost Hazret-i Allah, Resulullah, melekler ve sâlih kullardır. Fakat insan, bunları bilmiyor; dost arıyor ve düşman kazanıyor.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“O gün ne mallar fayda verir ne de oğullar.
Meğer ki Allah’a tamamen sâlim ve temiz bir kalp ile gelenler ola.” (Şuarâ: 88-89)
Öyle bir gün gelecek ki mal-mülk, evlâd-ü ıyal, dost-ahbab, hiçbir şey fayda vermeyecek.
Hakiki dost ise, bizi yoktan var eden, nimetlere gark eden Hazret-i Allah ve Sebeb-i Mevcûdat olan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-dir.
Daha sonra Hazret-i Allah’ın yaklaştırdıkları bize yakındır, ki annemiz ve babamız.
Sonra bize iyilik düşünen kimseler... Kardeş, akraba diyemiyoruz da bize iyilik düşünen kimseler diyebiliyoruz. Bunlar bizi Hakk’a yönelten Hakk’a yaklaştırmaya çalışan kimselerdir.
Yoksa en yakınımız dahi olsa, bizi Hakk’tan koparmaya, perde olmaya çalışıyorsa, gerçekten düşmanımız olur. Nefsimizin dostu, fakat ruhumuzun düşmanıdır. Çünkü o Hakk’a yakın değil.
Biz her şeyi bildiğimizi zannederiz. Hiçbir şey bilmediğimizi hâlâ bilmeyiz. Bildiğimiz zaten zandan ibaret. Hazret-i Allah bize hakikati bildirirse, bildirdiği kadarını biliriz. O ise hakiki bilgi olur. Şu halde cehaletimizi öğrenmek tahsilini yapmamız gerekiyor.
Biz hep varlık tahsil ediyoruz. Bu ise bize gurur veriyor. Bizim var olduğumuzu bize gösteriyor. Hakk’a asıl perde, en kalın perde bu olmuş oluyor.
Gerçekten hiçbir şey bilmediğimizi, değersiz ve aciz bir mahlûk olduğumuzu anlarsak, o zaman Sahib-i hakiki husule gelir. O’nu gördüğünüzde, her şeyin O’nun ve O’ndan olduğunu öğrenmiş olacağız.
Allah’ımız bizi boş, faydasız, lüzumsuz işlerle uğraşarak ömür tüketmekten muhafaza buyursun. Bütün gayret ve himmetimizi saâdet-i ebediyeyi elde etme yolunda harcamayı nasip eylesin.
Birisi Hakk ile beraberse daima Hakk’ı ve gideceği yeri düşünür. Birisi halk ile beraberse ondan kaç seni götürür.
Kişi her an kendini kontrol etmeli. O anda kiminle baş başayım, kiminle konuşuyorum, kiminle düşünüyorum? Tek kelime ile kiminleyim?
Rahman ile dolan bir insandan Rahmanî mevzular, İlâhî ilhamlar doğar. Hazret-i Allah’ın lütfu tecellî eder.
Nefsânî arzular ve düşünceler üzerinde duruyorsa, nefis onda tulû ediyor, icraatını da yapıyor demektir.
Boş ve lüzumsuz mevzularla meşgulse şeytanın evvelden ektiği tohumlar filiz vermiştir.
Bu üç nokta göz önünde bulundurulmalı, kişi kendini daima kontrol etmeli.
•••
Bu ay idrak edilecek olan “Miraç” ve “Berat” kandillerinizi tebrik eder, tüm İslâm âlemi’ne hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Allah’tan niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
“Eğer dostun Hazret-i Allah olursa bütün dünya düşmanın olsa ona zarar vermez. O’nunla dostluk kurmaya çalış. Diğerleri dost da olsa seni kabre kadar getirir, “Ne halin varsa gör!” der. Ama sen Hazret-i Allah ile misin, kabirde de olsan dünyada da olsan berabersin, telâş etme... Dost zannettiğin seni kabre kadar götürür. Sonra... Eğer Hazret-i Allah ile dostluk etmişsen O’nunlasın, korkma! Amelin sâlih ise ebedi sermayen var korkma! Ama o yoksa halin ne olacak! Hakk ile olursan her yer cennet, Hakk’sız olursan her yer cehennem.
O’nun yolunda olalım, O’nun yolunda ölelim. O’nun yolunda ölen ebedi hayat bulur. Bir kimse Hakk ile beraberse daima Hakk’ı ve gideceği yeri düşünür. Bir kimse halk ile beraberse ondan kaç, seni götürür. Bu aynada kişi kendine baksın. Nerede olduğunu görsün. Her şey muhabbet ile kaim. Sevgi bir sermayedir, alış veriş onunla kaimdir. Bu da, sözde değil, özde olacak. Sûreta değil, samimi olacak.”
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“O gün ne mallar fayda verir ne de oğullar.
Meğer ki Allah’a tamamen sâlim ve temiz bir kalp ile gelenler ola.” (Şuarâ: 88-89)
Öyle bir gün gelecek ki mal-mülk, evlâd-ü ıyal, dost-ahbab, hiçbir şey fayda vermeyecek.
O sevdiklerimizin bir tanesinden fayda gelmeyecek. Halbuki dikkat buyurursanız, kalbimizde onlardan gayrısı da yok. “Onlardan size fayda gelmeyecek” buyrulduğuna göre, bizim faydalıyı tercih etmemiz lâzım. Zarardan çıkıp, hemen kâra geçmeliyiz. O da Hakk’a teslimiyet ve bütün emirlerine peşinen râzı olmaktır.
Kalbimiz salimleşir, aklımız sakinleşirse o zaman gerçekten hakiki dostu ararız.
Hakiki dost ise, bizi yoktan var eden, nimetlere gark eden Hazret-i Allah ve Sebeb-i Mevcûdat olan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-dir.
Daha sonra Hazret-i Allah’ın yaklaştırdıkları bize yakındır, ki annemiz ve babamız.
Sonra bize iyilik düşünen kimseler... Kardeş, akraba diyemiyoruz da bize iyilik düşünen kimseler diyebiliyoruz. Bunlar bizi Hakk’a yönelten Hakk’a yaklaştırmaya çalışan kimselerdir.
Yoksa en yakınımız dahi olsa, bizi Hakk’tan koparmaya, perde olmaya çalışıyorsa, gerçekten düşmanımız olur. Nefsimizin dostu, fakat ruhumuzun düşmanıdır. Çünkü o Hakk’a yakın değil.
Tasarruf altında bulunan kimselerde kurbiyet husule gelir. Bu kurbiyetten ötürü onlar yaklaştırılmışlardır. Bu yakınlık ise onları Fenâfişşeyh’e, Fenâfirrasul’e ve Allah’ımız lütfettiyse Fenâfillah’a da ulaştırır. Fenâfişşeyh’te insan varlığını, Fenâfirrasul’de yokluğunu yok eder. Ancak Fenâfillah’ta gerçekten hiç olduğumuzu anlayabiliriz. Muhakkak fenâ olmamız gerekiyor.
Bizde bu varlık putları varken, hiçbir zaman Hakk’a tekarrüb edemeyiz. Hazret-i Allah lütfu ile tecelli edip bu perdeleri bizden giderirse, O’nun lütuf tecellisi nispetinde hakikati anlarız.
Biz her şeyi bildiğimizi zannederiz. Hiçbir şey bilmediğimizi hâlâ bilmeyiz. Bildiğimiz zaten zandan ibaret. Hazret-i Allah bize hakikati bildirirse, bildirdiği kadarını biliriz. O ise hakiki bilgi olur. Şu halde cehaletimizi öğrenmek tahsilini yapmamız gerekiyor.
Biz hep varlık tahsil ediyoruz. Bu ise bize gurur veriyor. Bizim var olduğumuzu bize gösteriyor. Hakk’a asıl perde, en kalın perde bu olmuş oluyor.
Gerçekten hiçbir şey bilmediğimizi, değersiz ve aciz bir mahlûk olduğumuzu anlarsak, o zaman Sahib-i hakiki husule gelir. O’nu gördüğünüzde, her şeyin O’nun ve O’ndan olduğunu öğrenmiş olacağız.
Allah’ımız bizi boş, faydasız, lüzumsuz işlerle uğraşarak ömür tüketmekten muhafaza buyursun. Bütün gayret ve himmetimizi saâdet-i ebediyeyi elde etme yolunda harcamayı nasip eylesin.
Allah-u Teâlâ insanların yaratılış sebebini açık olarak bildirmiş ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Ben cinleri ve insanları, ancak (beni bilsinler) bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyat: 56)
Allah-u Teâlâ’yı bilmeyen, O’na gerçek mânâda ibadet edemez. Her şeyden evvel Allah-u Teâlâ’yı bilmek, Allah-u Teâlâ’yı bilmek için de kişinin nefsini bilmesi gerekir.
Bu ihsan ve ikramlar karşısında nankörlük eden kimse açıkça kendisini helâk etmiş olur.
Lütfettiği vücut binasında düşmanların yer alması ile, yani Hakk’tan gayrı şeylerin muhabbetini kalbine koyması ile hak ve hakikatten sapmış olur.
Çünkü Hazret-i Allah Âyet-i kerime’de:
“Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır.” buyuruyor. (Ahzâb: 4)
Ki birisini muhabbet-i Mevlâ’ya, diğerini muhabbet-i mâsivâya hasretsin.
Nazargâh-ı ilâhi olan kalbi Allah-u Teâlâ kendisi için halketmiştir. Binaenaleyh o kalpte Allah-u Teâlâ’nın muhabbeti mevcutsa, daha doğrusu Allah-u Teâlâ mevcutsa, mâsivâ o kalbe giremez.
Hakk ile olmayan, o binayı nefis ve şeytana tahsis etmiştir, Hakk’ın ihsan ve ikrâm ettiği latîfeleri ifsad etmiştir. Bir düşman bir eve girdiği zaman evi tahrip ettiği gibi, bu iki düşman da kalbi ve bütün vücudu ifsad ederler. Kişi artık görünüşte insan, fakat icraatıyla hep hayvan, hatta hayvandan da elli derece daha aşağı. Zira o hayvan amma, Yaratan’ını biliyor ve tesbihini yapıyor.
Bu Âyet-i kerime’yi biraz daha açalım:
Cenâb-ı Hakk;
“Biz size iki kalp vermedik, bir kalp verdik.” buyuruyor.
Birisini dünyaya, diğerini Hazret-i Allah’a has kılmak için iki tane kalp vermedik, bir tane kalp verdik.
Eğer kalp Hazret-i Allah ile olursa altının içine girsen sana bir şey olmaz. Niçin? İçinde O var. Ya o kalp boşsa küçücük bir menfaat girse işgal eder ve o işgaliyet ile gider insan. Nedamet çok, faydası hiç yok.
Hazret-i Allah dururken başkasına tapılıyor. Din olarak başka din kabul ediliyor. İman yok, akıl yok.
Eğer o kalbin içinde Hazret-i Allah varsa Mevlâ varsa, masiva sakıt olur. Masiva girerse Mevlâ sakıt olur.
Binaenaleyh insan hayatta yaşarken Hazret-i Mevlâ ile miyim, nefsim ile miyim? Buna güzel bakacak. Eğer içinde Hakk’ı bulursa şükredecek, bulamazsa istiğfar edecek. Fakat halka meyil etmeyecek. Zaman âhir zaman! Çok korkunç. Kaymak an işi. Onun için tutunmak için çareler lâzım. Bu öyle bir tutunma ki ebedi hayatın kurtuluşu.
Allah-u Teâlâ insanları yarattı ve imtihan sahnesi olan bu dünyaya denemek için gönderdi.
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime’nin tefsiri mahiyetinde Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Sizi imtihana çekmek için ki, hanginizin akılca en güzel, Allah’ın haram kıldığı şeylerden sakınmada en müttaki, O’nun taatine koşmakta en hızlı olacak.” (Suyûtî)
İnsan bir imtihan gayesi ile dünyada bulunmaktadır. Allah-u Teâlâ insanı başıboş bırakıvermek için değil, bir takım emanet ve yükümlülüklerle sorumlu tutup kendisine vazifeler yükleterek imtihana çekmek için yaratmıştır.
Dünya insan için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu imtihan süresidir. Bu imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. Neticesi ise burada değil ahirettedir. Bütün imtihanlardan aldığı neticeler değerlendirilecek, başarılı veya başarısız olduğu ilân edilecektir. Dünya deneme ve mükellefiyet yeridir, ahiret ise ceza ve mükâfat yeridir; orası imtihanın sonucudur.
Halbuki ezelî ilminde kimin ne yapacağını biliyordu. Daha cenin halindeyken kişinin takdirini dürmüştü. Fakat kulun kendisi de görsün diye dünya sahnesine göndermiştir. Bu imtihandaki hikmet, kullarının hallerini kendilerine bildirmek ve hiç kimsenin bir mazeret ileri sürmesine salâhiyeti kalmamak içindir.
“Amelin en güzel” olması; liveçhillâh, yalnızca Allah için olması, doğru olması, rızâ-i ilâhîye uygun olması demektir.
Hayat, her kemâlin ve lezzetin esası olması itibariyle insanlar hakkında nimet olduğu gibi; ölüm de dünyadan âhirete intikal vasıtası olduğu için, insanlar için hayat gibi bir nimettir.
Ölümü daima gözönünde bulunduran bir kimse, hazırlığını ona göre yapar. Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerine hakkıyla riâyet ederek ubudiyet vazifelerini yerine getirmeye çalışır. Yapacağı amellerin en güzelini yapmaya gayret eder. Çünkü kişinin her an fotoğrafı çekiliyor, her sözü ve her kelimesi zaptediliyor.
•
Birisi Hakk ile beraberse daima Hakk’ı ve gideceği yeri düşünür. Birisi halk ile beraberse ondan kaç seni götürür.
Kişi her an kendini kontrol etmeli. O anda kiminle baş başayım, kiminle konuşuyorum, kiminle düşünüyorum? Tek kelime ile kiminleyim?
Rahman ile dolan bir insandan Rahmanî mevzular, İlâhî ilhamlar doğar. Hazret-i Allah’ın lütfu tecellî eder.
Nefsânî arzular ve düşünceler üzerinde duruyorsa, nefis onda tulû ediyor, icraatını da yapıyor demektir.
Boş ve lüzumsuz mevzularla meşgulse şeytanın evvelden ektiği tohumlar filiz vermiştir.
Bu üç nokta göz önünde bulundurulmalı, kişi kendini daima kontrol etmeli.
Daha önce şöyle demiştik ki; Hazret-i Allah, Kitabullah, Nurullah. Bunların üçünü kalbinde ara, başka yerde arama. Siz dışarıda arıyorsunuz, halbuki bunların üçüde dışarıda değil, içeride. Hazret-i Allah içeride olacak, Kitabullah içeride olacak, Nurullah da içeride olacak. O senin içine dökecek... Bütün kâinat O’nu dışarıda arıyor. Hayır! Ben içi tarif ediyorum dışı değil. Dikkat ederseniz hep Hazret-i Allah ve Resulullah, başkasını bilmiyorum ki...
Çünkü Cenâb-ı Hakk; “İçinizde…” buyuruyor. (Zâriyât: 21)
Diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kâff: 16)
Buyurduğu halde niçin göklerde arıyoruz?
Ne kadar acayip değil mi? Onun için şimdi bize ne lâzım? Tefekkür... Bizi yoktan O var etti, azaları yerli yerine koydu, bir biçim şekil verdi, meydana koydu. Halbuki biz ondan evvel bir damla kerih su idik. O bir damla kerih suyun hikmeti; “Kulum! Aslını bil! Yaratıcıyı gör!” O kadar ince mana. Aslın budur, ama seni bu hale koyan benim. Beni görürsen, beni bulursan, bana varırsın, ulaşırsın. Ama beni görmezsen, beni bulmazsan yolunu şaşırırsın. Halbuki nereye varacak o insan?
Çünkü;
“Biz Allah içiniz ve biz O’na döneceğiz.” (Bakara: 156)
Allah’tan gelip başkasına ulaştığı zaman yolunu şaşırır.
Bu bir teslimiyettir ve Hakk’a boyun eğmektir.
Bu Âyet-i kerime’nin bâtınî mânâsı: “Onlar Allah ile olanlar ve Allah-u Teâlâ’ya dönenlerdir.”
İşte bunlar Allah için olan ve Hazret-i Allah'a dönenlerdir. Allah-u Teâlâ’yı tercih edenler bunlardır.
Bu iltifat-ı ilâhîye mazhar olanlar bunlardır.
Gerçekten bunlar Allah-u Teâlâ'nın kullarıdır, bunlar Allah-u Teâlâ'ya teslim olmuşlardır, iradelerini Hakk'ın iradesine bırakmışlardır. Onlarda arzu yaşamaz. Onlar için mühim olan ‘Hükm-ü ilâhî’dir. Çıkacak hükm-ü ilâhîye bakarlar. Onlar Hakk'ın kudret elindedir. Nereye koyarsa orada bulunurlar. Onlar için hayat-vefat değişmez. Dünyada olmakla kabirde olmak arasında hiç fark yoktur. Gerçek kahraman işte onlardır, burası “Kulluk makamı”dır.
Şimdi hepimiz bu hakikat aynasında kendimize bakalım; Hazret-i Allah için miyiz, şeytan için miyiz, nefis için miyiz, dünya için miyiz?
İyilikler hep O’ndan gelir. Eğer sana bir sermaye koyduysa, o sermaye bir lütuftur, bir feyizdir, bir berekettir, bir ilhamdır. Onunla çalışırsın.
O’nun çalıştırdığı kulla, nefsin çalıştırdığı, şeytanın çalıştırdığı kul nasıl ayrılır? Burası çok derin. Herkes çalışıyor. Hazret-i Allah’ın çalıştırdığı kul her şeyin Hakk’tan olduğunu bilir, hiçbir şeyi kendine mâl etmez. Çünkü onun aslı bir damla kerih sudur. Onu yoktan var eden, nimetlere gark eden, bu hale koyan, nimetler içinde yaşatan, yüzdüren O. Madem ki hep O, o bir damla kerih suda bir şey aramak caiz midir? Doğru mudur?
Onun için neydi gaye? O’nu bilmek, O’ndan bilmek. Fakat O’nu bilmek için O’na yakın olmak lâzım. O’na yakın olunca O bize daha yakın olur. Vaktaki varlığı atarsak altından O çıkar.
“Şu çıkar gayeyi gönülden taht-ı celil eyle.”
İnsan varlıktan soyunursa, gönülde var olanları atarsa, Var’ı bulduğu zaman meğer O imiş. İyilik de O’ndan, ihsan da O’ndan, ikram da O’ndan, hepsi O’ndan. Şimdi bunun en büyük fazileti O’nunla olmak.
Fakir bu noktada der ki: “O’nunla olmak hayattır, O’nsuz yaşamak vefattır.”
O’nunla olmak hayattır. Yani hakiki hayat O’nunla kaimdir. Fakat O’ndan gafilsin. Yaşıyorsun, ama nefsinle yaşıyorsun, canlı cenaze olarak yaşıyorsun. Niçin? Ruh öldüğü için. Fakat nefsi öldürebilirsen, ruhun hayat bulursa hayat-ı ebediye köprüsü odur. Nefsini öldürebilirsen, ruhuna hayat verirsen ebedî hayata ulaşmak için köprü budur. Fakat ruh ölürse, nefis de hayat bulursa; eee sen öleli çok olmuş. Yaşayan yalnızca canlı cenazesin. Yarın kabre girer, ama zaten ruh çoktan ölmüş. Allah’ım bizi bunlardan etmesin.
Tarikat-ı aliye bunun için lâzımdır. Niçin lâzım? Nefsi tezkiye, ruhu talim terbiye etmek için. Nefsi işgal eder, insanı meşgul eder. Fakat Hazret-i Allah’a niyet-i halisa ile azim ile yapılan zikir ile nefisle mücadele edilir. Lâfzatullah’taki letaif nuru zikir ede ede onu oradan çıkarır. Ve nefis o letafete tahammül edemez çıkar, ama başka odaya kaçar. Kalpten ruha, ruhtan sırra, sırdan hafâya, hafâdan ahfâya, nefs-i kül’e gelir. O odalara nefis mütemadiyen kaçtıkça; bir insan daima zikir ile fikir ile meşgul olduğu zaman, bir gün olur da odaların hepsinden çıkarır. Hepsinden çıkardığı zaman en son tutunacak yeri secde mahallidir. Oradan hükmünü yürütür. Bütün vücuda oradan hükmetmek ister.
Şimdi bir insan samimiyetle, azimle murad ettiği zaman Hazret-i Allah’a sığındığı zaman Hazret-i Allah’ın yardımı ile zikriyle fikriyle onu oradan da çıkarır. Bu sefer ruh vücudu işgal eder. Ondan sonra murakabeye başlar insan ve mânevi yolculuklara terakkiyat başlar. Tarikat-ı âliye bunun için lâzım, bunsuz da bu içteki düşman yenilmez, bu odalar boşalmaz, bu odalar nurlanmaz. Bunun için evvelâ içimize hakim olmamız nefsi, şeytanı odadan kovmamız, vücudumuzu kurtarmamız, nurlandırmamız lâzım. Ondan sonra ibadet, helâl lokma. İbadet ve taat ile tekarrübiyet.
Şimdi nereye tekarrubiyet? Hazret-i Allah’a tekarrubiyet. O’na doğru yaklaşırken insan bu sefer nasıl ki, içindeki kötü ahlâk-ı zemimeyi Allah-u Teâlâ’nın yardımıyla atmaya muvaffak olduğu gibi bu seferde kendi varlığını atmaya muvaffak olur. En büyük perde o. Var’a varmaya mani olan kişinin kendi varlığıdır. Kişi kendi varlığını da attığı zaman, bir bakar ki meğer hep O imiş. Fakir bu noktada daha birinci kitapta şöyle demişizdir:
“Bu yola koca bir adam olarak girdim. Zerre bir hakir olduğumu bildim.”
Daha evvel kendimi koca bir insan olarak görüyordum. Sonra Hazret-i Allah’ın izni ile içindeki düşmanları ata ata, sonra kendi varlığını ata ata, meğer aslın bir damla kerih su imiş, hep O imiş. Ama bunu daha evvelden niye anlayamadık? Bu terbiyeyi yapamadığımız için. Şimdi Tarikat-ı âliye’nin niçin lüzumlu olduğunu anlayabildik mi? İzale etmek, boşaltmak, orayı nurla doldurmak. Sonra o nur sayesinde yavaş yavaş insan kendi varlığını da ifna ederse, Var’ı bulur.
En çok sevdiğim şey yok olmak. Yok olunca O oluyor, O olunca her şey oluyor. Çünkü O’ndan başka Var yok.
En çok sevdiğim şey hiç olmak. Hiç olunca O var, O’nda her şey var.
Fakir şöyle der: Para varsa kasada kesede, mal varsa dükkânda, hanım varsa evde, çocuğun varsa şefkat nazarıyla; ama nazargâh-ı ilâhi olan kalpte yalnız Allah ve Resulullah olacak, fakat bunlar kalbe girmeyecek. Eğer kalbe girerse kalbi ifsad eder ve muhabbet-i Mevlâ o kalpte bulunmaz. Orada geçerli bir para var.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Meğer ki Allah’a tamamen sâlim ve temiz bir kalp ile gelenler ola.” (Şuârâ: 89)
Kalb-i selim sana fayda verecek.
Kalb-i selim; temizlenmiş bir kalp, ahlâk-ı zemimeden, şirkten, şüpheden, nifaktan temizlenmiş. Böyle bir kalp sahipleri dünyada iken kurtulmuş olanlardır.
Hazret-i Allah’a yönelik bir kalp, temizlenen bir kalp, O’nun hükmüne yürüyen bir kalp kurtarıcıdır. Fakat sizin bağlantılarınız tutucudur, helâk edicidir. Allah’a yönelmiş salim bir kalp fayda verecek.
İşte biz, bu kalb-i selim nasıl elde edilir, bunu tarife çalışıyoruz. Temizlenmiş, Allah-u Teâlâ'ya yönelmiş bir kalp ile, ahlâk-ı zemimenin giderilip, güzel ahlâkın gelmesi ile Allah-u Teâlâ'ya samimi bir şekilde ubudiyete devam etmekle oluyor.
Bilhassa gece ibadetlerine devam ederek kendisine yönelene bu nuru bahşeder ve onu ahlâk-ı zemimeden kurtarır. Sonra da onun sıfatını değiştirir. Kişi böylece insan sıfatına girmiş olur. İnsan sıfatından sonra nasipse insân-ı kâmil sınıfına nail olur. Böylece tekâmül, tekarrüb etmiş olur. Allah'ım, Zât'ına çektiği kullarından etsin.
İnsanın bu noktaya gelmesi için manen yetişmesi lâzım. Böyle bir kalb-i selim sahipleri dünyada iken kurtulmuş olanlardır. Ama bunlar çok az.
Ahiret parası budur, kalb-i selimdir. Ötekiler artık geçmiştir. Diğer paralar halkın yanında geçiyordu, Hakk'ın yanında geçen para budur. Bunu Cenâb-ı Hakk bize bildiriyor.
Allah'ım himayesine aldığı, rahmetinin içine koyduğu, muhafaza ettiği kullardan etsin.
Kalbimizi sâlimleştirirsek, Hazret-i Allah ve Resul'ünün muhabbetini kalbimize koyarsak, yaptığımız bütün iş ve icraat ahkâma uygun olursa, o zaman Hakk'ın kulu oluruz, aksi halde halkın kulu oluruz.
Halkın kulu olmak demek, nefis ve şeytanın kulu olmak demektir ki Allah'ım bizi onlardan yapmasın.
Çünkü onu yaratan, yaşatan O. Yediren, içiren O. Giydiren, gezdiren O. Ee biz niye başkasına tapıyoruz!
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsi’de buyurur ki:
“Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor.” (Taberânî)
Bu başkasından murad; şeytandır, nefistir...
İnsana en büyük düşmanlığı yapacak olan nefis ve şeytandır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Ey Âdemoğulları! Ben, size: ‘Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır. Ve bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.’ diye emretmedim mi?” (Yâsin: 60-61)
Kendisini şeytana teslim eden kişi, ona ibadet ediyor demektir.
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
“Şeytan insanoğlunun kalbinin üzerinde tünemiş vaziyette bekler. Allah-u Teâlâ'yı zikredince çekilir, gaflet edince vesvese verir.” (Buhârî)
Allah-u Teâlâ zikrullaha devam eden kimseden şeytanı nasıl uzaklaştırırsa, zikrullahtan gâfil olan kimseye de şeytanı arkadaş yapar:
“Kim Rahman olan Allah'ın zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık o onun ayrılmaz bir arkadaşıdır.” (Zuhruf: 36)
Kalbin ıslahı çok mühimdir, çünkü bütün azalar onun emrindedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İyi bilin ki insanda bir et parçası vardır, o iyi olursa bütün cesed iyi olur. O bozulursa bütün cesed ifsad olur. O et parçası kalptir.” (Buhârî)
Kötülüklerden ve günahlardan uzaklaşan bir kalp saadete erip felâh bulduğu, Allah katında makbul olduğu gibi; mâsiyetlere daldığı zaman, şehvet ve lezzetlere dalıp hayvani sıfatlarla örtüldüğü zaman, o nispette Allah’tan uzaklaşır.
Bir Hadis-i şerif’te de şöyle buyuruluyor:
“Kalp bir hükümdardır ve kalbin askerleri vardır. Eğer hükümdar bozulursa askerler de bozulur, iyi olursa askerler de iyi olur.” (Câmiu’s-sağîr)
Kalp nurlandığı zaman nûru bütün uzuvlara dağılır, uzuvlardan sadır olan kötülüklerin kaynağı ise yine kalptir.
Allah-u Teâlâ kalbin temizlenmesinin ve cilâlanmasının ancak zikrullahla mümkün olacağını haber vermektedir:
“Takvâya erenler, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah’ı zikrederler, bir de bakarsın ki, onlar gerçeği görüp bilmişlerdir bile!” (A’râf: 201)
Hadis-i şerif’te ise:
“Zikrullah kalplerin şifasıdır.” buyuruluyor. (Münâvi)
Mühim olan mânevi hastalıklardır:
“Onların kalplerinde hastalık vardır.” (Bakara: 10)
Âyet-i kerime’si ile işaret buyurulan bu korkunç hastalıklar eğer tedavi edilmezse ebedî hayatı öldürdüğü için çok tehlikelidir.
Kin, kibir, ucb, şehvet, gadap, hased, rîya, tamah, hırs... gibi kötü sıfatlar kalp hastalıklarıdır, kâmil bir mümin olabilmek için kalpten bu sıfatları bir bir izâle etmek gerekiyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır.” buyuruyor. (Şems: 9-10)
Samimi bir kalp ile Hazret-i Allah’a gönül vermek çok önemlidir. İnsan kalb-i selim ile Hazret-i Allah’a yöneldiği zaman, “Burada bizden birisi var” derler ve onu himayeye alırlar. Onu aldıkları gibi yakınlarını da alırlar.
Yani o gün hiçbir fayda vermeyecek. Peki size fayda verecek şeyleri haber vereyim mi?
“Salim ve temiz bir kalp.”
Şimdi dikkat edin, bugün üstte geziyoruz, yarın altta “Eyvah!”
Ev kaldı, çoluk çocuk kaldı. Hiç faydası yok. Ama sen zamanında burası için çalışsaydın, şimdi “Eyvah!” demezdin.
Ebu Derdâ Hazretleri’ne soruyorlar: “Biz niçin ölümü istemiyoruz?”
“Dünyasını imar eden, ahiretini harap eden hiç ölümü ister mi?” diye cevap veriyorlar.
Niye orayı imar etmiş? Dünya müteahhiti olmuş. Ama ahiret için, ahiretini imar edenler için şu Âyet-i kerime var:
“Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır.” (Duhâ: 4)
Dünya itimat edin bir zindana benzer; mihneti, meşakkati var. Ahiret ise terhis. Zindandan çıkmış, ebedî saadete ermiş. Artık korku yok, telâş yok, teşviş yok. Kimin için? Kazananlar için. İnsan kalb-i selim ile Hazret-i Allah’ın lütfunu, rızâsını ve hoşnutluğunu kazanırsa, onu ebedî saadette yaşatır.
Ulvî hayatta yaşayanların karınları açtır, gözleri yaşlıdır, boyunları büküktür, ama cennet hayatında yaşarlar kimse bilmez.
Suflî hayatı yaşayanlar “Yiyeyim, içeyim, giyeyim”; çukura düşünce de “Eyvah!” derler. Ama geçti, geçti be kardeş geçti. Sen bunun için mi gönderilmiştin?
Allah’ım âkıbetimizi hayırlı etsin. Nerede olduğumuzu bilelim, bütün ikramın ve ihsanın hepsinin Hazret-i Allah’tan olduğunu görelim ve bilelim. Bilelim ki O’na öylece şükredelim, O’nu öylece zikredelim.
İman odur ki; her ne ki ibtilâya çekerse çeksin, o boynunu Hakk’a uzatmıştır, o boyun orada kalır. Bir daha da çekmez. O bilir ki imtihandadır.
Bu imtihana hazırlanmamız için bir şart, daha doğrusu bir sır vardır; İhlâs-ı kâlbiyye ve samimi bir muhabbet.
Hep söylüyorum. Hayat tatlı bir hayalâttır; bugün üstte yarın alttayız, geldik gitmek için. Ahiret için attığımız bir adım bizim için kârdır. Ama dünya için ne kadar adım atarsan at gölgenin peşinden koşmaya benzer. Hiç gölge yakalanır mı?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Dünyaya muhabbet büyük günahların en büyüğüdür.” (Deylemî)
Neden? Seni dünya mı yarattı, dünya mı donattı, dünya mı seni besliyor? Allah-u Teâlâ yoktan var etti, nimetlere gark etti, merzuk etti, hayat verdi, sıhhat verdi. Şimdi bu yaratıcıyı bir insan unutup da değersiz şeye taparsa değersiz olur. Değer verirse değer bulur. Herkes kendisine bu aynada iyi baksın. Yapacağı işi ona göre yapsın.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Kişinin malı da kendisi de Allah’a aittir.”
Şu halde O’na kavuşmak için O’na yönelmeli, O’na dönmeli, O’na ibadet etmeliyiz. Fakat gölgenin peşinden koşarsak kime kavuşacağız?
Dünyayı geniş tutan, ahiretini küçük tutar; ahiretini geniş tutan, dünyayı küçültür. Dünya bir kuyudur, ona düşenler mahşerde çıkacaklar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Dünya ahiretin tarlasıdır.” buyururlar. (Münâvî)
Ekim lâzım. Bu ekimi Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur.” (Necm: 39)
Onun için dünyada el kârda amma gönül hep yârda olacak. O’nunla olmak hayattır, O’nsuz olmak vefattır.
Şu halde dünyaya geldik, dünyada halkın beğendiği gibi iş yapacağız. Geceleri de Hakk’ın beğendiği gibi yapacağız. Yani geceleri mümkün olduğunca Hakk ile meşgul olacağız. Gündüzleri halkın işini görmek için halka hizmet vereceğiz.
Herkes uyurken biz kalkacağız. Rabb’imize ibadet edeceğiz. Sonra gözyaşı ile taatimize devam edeceğiz. Boynumuz bükük, karnımız aç olacak. Tokluk bizi her felâkete sevkediyor, nefsi azdırıyor. Alışkanlık iradeyi emdiği için nefsin kötü alışkanlıklarına gem vuramıyoruz. O alışkanlığı hep yapmak isteriz, böylece kişi baka baka helâk olur.
Boynumuz bükük, karnımız aç olmakla, nefsimize tâd-ı hakikiden başka tat vermemekle, aczimizi daha rahat anlayabiliriz. O zaman insan, mahviyete doğru daha güzel iniş yapabilir.
En güzel dost, seni yoktan var eden, nimetlerle donatan en güzel şekilde terbiye edip sonra suret veren, namütenahi rızıklarla merzuk eden ve bütün kâinatı sana musahhar kılan, bu kadar lütuf ve ihsan içinde bulunduran Hazret-i Allah’tır. O senin en yakînin ve en güzel refikindir.
“Allah sana kâfidir.” (Enfâl: 62)
En kıymetli ânım Hazret-i Allah ile olduğum andır. Çünkü benim dostum O’dur. Dost dediğin düşman olabilir, dost zannettiğin belki sana düşmandır. Amma O’nun dostluğu sonsuzdur, O hep dosttur. Şu halde ben dostumla olayım, düşmanımla olmayayım. Halkla konuştuğum zaman birçok lüzumlu ve lüzumsuz kelimeler geçiyor, amma O’nunla olduğum zaman hiç kötü geçmiyor, ânım hep dolu geçiyor. İbadet etmesem bile huzuru yeter.
Allah-u Teâlâ lütfu ile ihsan buyurursa, dost olarak O’nu seçmişim, O’nu dost bilmişim, O’nunla olmaya gayret ediyorum. O’nunla olduğum zaman hayattır, O’nsuz olduğum zaman ruhi bir vefattır.
Gaye O’nunla olmak. O’nunla olmak hayattır. O’nsuz yaşamak vefattır. Sen sen ol O’nunla ol! Başkasıyla olma.
Yegâne dost, Hazret-i Allah.
Gerek dünyada gerekse ahirette O’na dost olabilmekten daha üstün bir mertebe yoktur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Gerçek bir dost olarak da Allah size yeter, hakiki bir yardımcı olarak da Allah size yeter.” (Nisâ: 45)
Cenâb-ı Hakk dost olarak “Ben size yeterim” buyuruyorken insanın başka dost araması ne kadar abestir. Gerçek dost O’dur, hakiki yardımcı O’dur. O’nun dostluğuna, desteğine nail olmak en büyük lütuftur.
“Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter.” (Enfâl: 64)
Allah-u Teâlâ'dan daha yakın bir dost olamaz, Vallâhi olmaz! O'nu bulan dostu neyler? Dost olarak O yeter!
“Şüphesiz ki benim dostum, Kitap'ı indiren Allah'tır. Sâlihlerin işlerini O görür.” (A'râf: 196)
Allah muhabbeti öyle bir muhabettir!
Allah-u Teâlâ ona bin tane can verse, bin tane de cânan verse, o Allah-u Teâlâ'yı tercih eder, bin canından da bin cânânından da vazgeçer. Görülmeyen Allah'a bu yapılmaz. Has odanın sırları buna derler işte!
Bir insan dünyada Hakk ile olursa; kabirde de Hakk iledir, mahşerde de Hakk iledir, Cennet-i âlâ'da da Hakk iledir. Sen dünyada kiminle isen, o da seninledir.
Dikkat ederseniz insanın dostu var, düşmanı var. Dost, kabre kadar gelir, kabirden sonra gelen var mı? Öyle bir dost lâzım ki kabirden sonra da olsun. Bize kabir ve kabirden sonrası lâzım. İnsan şöyle düşünecek:
Bu arkadaşlar beni kabre kadar götürecek, beni eğer dostuma bırakırlarsa ebedî saadete erdirirler. Fakat ben, onlara kapılırsam dostumdan mahrum kalırım.
Bütün dünya dostum olsa beni kabre kadar götürür. “Ne halin varsa gör der!” ama malın, seni götürenler geri döner, amelinle baş başa kalırsın.
İnsan, kabre girmeden Hazret-i Allah'ı dost edinirse, kabre girdiği zaman; “Beni dostuma bırakın!” der ve “Ben dostuma gidiyorum!” der.
Demek istiyoruz ki; dostun seni mezara kadar götürür ama öyle bir dostla ol ki, ebedi hayatta beraber olursun.
Yegâne dost Hazret-i Allah, Resulullah, melekler ve sâlih kullardır. Fakat insan, bunları bilmiyor; dost arıyor ve düşman kazanıyor.
En samimi dost zannettiğin bakarsın bir söz söyler, bir yanlış harekette bulunur, seni kırar. İnsan bazı yakınlarından kırıldığı zaman çok ince kırılıyor. Düşman düşmandır, kırılmazsın. Niçin? "O icraatını yapacak!" dersin kırılmazsın.
Allah-u Teâlâ'dan daha yakın bir dost olamaz, Vallâhi olmaz! O'nu bulan dostu neyler? Dost olarak O yeter! Benim dostum O’dur, yâr olarak O’nu seçmişim.
Allah-u Teâlâ lütfu ile ihsan buyurursa, dost olarak O’nu seçmişim, O’nu dost bilmişim, O’nunla olmaya gayret ediyorum. O’nunla olduğum zaman hayattır, O’nsuz olduğum zaman ruhî bir vefattır. Kendi dostuyla dostluk, Dost'a ulaşmaya; düşmanlarıyla görüşmek, O'nun rızâsından ayrılmaya vesile olur.
Eğer dostun Hazret-i Allah olursa, bütün dünya düşman olsa ona zarar vermez. O'nunla dostluk kurmaya çalış. Sen Hazret-i Allah ile misin, kabirde de olsan, dünyada da olsan berabersin, telâş etme!..
“Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” (Bakara: 107)
O'nunla ol, O'nunla yaşa. Dünyada iken O'nunla yaşa ki, O dilerse seni ikinci cennetine de alır. Ne kadar güzeldir o gönül cenneti. O'nunla mısın, gönül cennetindesin elhamdülillâh. Mal, mülk, evlât sevgisi... Hayır! O sana yeter. Çünkü en sevdiğin yarın düşman kesilebilir amma O hep dost...
“O hakiki dosttur, övülmeye lâyık olandır.” (Şûrâ: 28)
Bir kul için mümkün olabilen en üstün rütbe, en büyük kazanç O’nu tanımak, yalnız O’nu sevmek, buyruklarına seve seve itaat etmektir. Dostluğu kazanılmaya ve sevilmeye en lâyık olan mutlak varlık O’dur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Asıl dost Allah’tır.” (Şûrâ: 9)
“Allah iman edenlerin dostudur.” (Bakara: 257)
“Allah müminlerin dostudur.” (Âl-i imran: 68)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde müminlerin kimlerle dost olması gerektiğini beyan buyurmaktadır:
“Sizin dostunuz ancak Allah’tır. O’nun Peygamber’idir. Ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek namaz kılan, zekât veren müminlerdir.” (Mâide: 55)
Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’ın insanları bir olan Allah’a inanmaya ve yalnız O’na ibadete dâvet etmesine, sapıklık ve şaşkınlıkta ısrar eden müşrik kavminin tepkisi çok sert oldu.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Kavminin İbrahim’e cevabı sadece: ‘Onu öldürün, ya da ateşte yakın!’ demelerinden ibaret oldu.” (Ankebût: 24)
Onlar İbrahim Aleyhisselâm’ın delillerinden hiçbirine cevap veremeyince, kaba kuvvetle galip gelme yoluna başvurdular. Bazıları öldürülmesini, bazıları da diri diri yakılmasını teklif ediyorlar; kendilerini ateşten kurtarmak isteyen peygamberlerini ateşte yakmak istiyorlardı.
Nihayet uzun bir istişare ve müzakereden sonra İbrahim Halilullah’ı ateşte yakmaya karar verdiler ve onu hapsettiler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Dediler ki:
Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın.” (Sâffât: 97)
Ateşe atacakları yerde kalın bir duvar yaptılar ve odun toplamaya başladılar.
Halk dağlardan günlerce odun taşıdılar. Hazırladıkları yer odun ile dolup dağ gibi büyük bir yığınak hâline geldi, daha sonra da Nemrut’un emriyle ateşlediler. Odunların tutuşması birkaç gün sürdü. Alevler dalgalar halinde göklere doğru direkleniyordu. Böyle bir ateşin benzeri yakılmamıştı, manzarası korkunçtu. Harareti o dereceye varmıştı ki, o civardaki kuşlar bile oradan geçemez olmuştu. Geçecek olsalar, yanıp kavruluyorlardı. İbrahim Aleyhisselâm’ı değil içine atabilmek, yanına yaklaşabilmek bile imkânsızdı.
Nihayet bir mancınık kurdular, İbrahim Aleyhisselâm’ı hapsettikleri yerden çıkararak ellerini ayaklarını sımsıkı bağladılar, mancınığın kafesine koydular. O ise tevekkül ve yakînin en yüksek mertebesinde olduğu için gönlüne zerre kadar korku gelmedi.
O zamanda dünyanın en büyük hükümdarlarından olan Nemrut ve erkânı, memleketin eşrâfı, avam halk; İbrahim Aleyhsselâm’a verilecek cezayı görmek için toplanmış bulunuyorlardı. Kalplerinde tutuşan kin ateşi ise bu ateşten kat kat fazlaydı.
Allah-u Teâlâ’nın Halil’ini ateşe doğru fırlattıklarında Cebrâil Aleyhisselâm gelerek: “Ey İbrahim bir ihtiyacın var mı?” diye sordu. “Hayır!..” diye cevap verdi. “Allah’tan bir dileğin varsa söyle bildireyim!..” dediğinde:
“O’nun benim hâlimi bilmesi bana yeter!” buyurdu.
Çünkü o Hakk ile beraberdi, kalbi Rabb’ine karşı iman ve güvenle dolu idi.
Her zamanki mütevekkil haliyle:
“Allah bana kâfi, O ne güzel Vekil’dir.” virdine devam ediyordu. Ne iman, ne teslimiyet!..
Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himâyesinde tasarruf-u ilâhîsinde olduğu için, ateş sadece elini kolunu bağladıkları ipleri yaktı, onun dışında hiçbir zarar vermedi.
Çünkü o anda ateşe Allah-u Teâlâ’nın şu ilâhî emri gelmişti:
“Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selâmet ol!” (Enbiyâ: 69)
Ateş hakkında ilâhî irade tecellî etti, yakıcı tesirini kaybedip zarar veremez hâle geldi. Ateşe “Yakıcı ol!” emrini veren Zât-ı Kibriyâ, şimdi de ona: “Serin ve selâmet ol!” emrini vermişti.
Böylece:
“Allah onu ateşten kurtardı.” (Ankebût: 24)
Binbir müşkülâtla yaktıkları o ateş yığınının bulunduğu cehennemi andıran yer, bir anda gül-gülistan kesildi, çiçekler açtı. Ateş, İbrahim Aleyhisselâm’ı yakmadı. Akarsuların gül bahçelerinin ortasına selâmetle iniverdi. Allah-u Teâlâ nârı nur eyledi.
Bütün melekler bu hadiseyi hayranlıkla seyrettiler.
Müşriklerin tuzaklarını defedecek bir gücü bulunmayan ve tek başına olan bir zâtın üzerine o esnada kudret eli müdahale etti.
“Böylece ona bir tuzak kurmak istediler, fakat biz onları daha çok hüsrana uğrattık.” (Enbiyâ: 70)
Allah-u Teâlâ düzenlerini başlarına geçirdi. Bütün çalışmaları semeresiz kaldı, emekleri boşa gitti, tuzakları kendi aleyhlerine neticelendi. Dünyada rezil ve rüsvay oldukları gibi, ahirette de şiddetli azaba müstehak oldular.
Bu mübarek peygamber, Nemrut’un ateşine göğüs germek ve kimseden istimdat etmemekle bu büyük imtihanı kazanmış oldu. Bize bunun binde biri gelse, bir ipe tutunmak ve kurtulmak için bin çare ararız. Kılımız yansa: “Yandık!” deriz. O ise çılgın alevlerin içine düşerken bile Sahib’inden bir an olsun gâfil olmadı.
Âyet-i kerime’de:
“Şüphesiz ki bunda iman eden bir kavim için ibretler vardır.” buyuruluyor. (Ankebût: 24)
Buradan da anlaşılıyor ki; her devirde ve her asırda Hakk daima bâtıl üzerine galebe çalmaktadır.
İbrahim Aleyhisselâm, muhabbet-i ilahîye nâil olmuş pek muhterem ve mübeccel bir peygamber olduğundan, kadrini yüceltmek için kendisine “Halilullah” denilmiştir. Onun ünvanlarından birisi de “Halilürrahman”dır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de:
“Allah İbrahim’i dost edinmişti.” buyuruluyor. (Nisâ: 125)
Allah-u Teâlâ onu seçmiş, kendisine çekmiş, bir takım gizli sırlardan haberdar etmiştir.
Enbiyâ zincirinin büyük simâlarından olan İbrahim Aleyhisselâm; kendisinden sonra gelen peygamberler silsilesinin ser-halkası, “Ulü’l-azm” adı verilen beş peygamberden birisidir.
Nuh Aleyhisselâm'dan sonra Allah-u Teâlâ'nın dinini bütün dünyaya yaymak üzere görevlendirilen ikinci büyük peygamberdir. Allah-u Teâlâ onu: “Peygamberlerin babası” kıldı, peygamberlik ağacı ondan dal budak saldı.
Tevhid dininin en kadim tebliğ edicilerinden bir peygamber-i âlîşân olarak Kur’an-ı kerim'de vasıfları pek çok bahsedilmiştir. Altmış sekiz yerde ismi geçmektedir.
“Bizden selâm olsun İbrahim'e!” (Sâffât: 109)
Yakup Aleyhisselâm evlât ihâneti ve evlât acısı ile imtihan edildi. Yıllarca yavrusunun hasretiyle yandı, acısını içinde sakladı, kimseye derdim şudur demedi. Şikâyetini sadece Sâhib-i hakiki olan Allah-u Teâlâ'ya arzetti, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmedi.
“Artık bana güzelce sabır gerekir.” (Yusuf: 18)
Buyurarak, tahammül ve ümit numunesi oldu.
Allah-u Teâlâ'ya itimadı ve tevekkülü emsalsizdi. Yalnız O'na güvenmiş, yalnız O'ndan yardım dilemişti. Bunu herkese tavsiye ediyordu:
“Ben ancak O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de O'na tevekkül etsinler.” (Yusuf: 67)
Rüya tabiri ilmine ermişti, kaderin sır ilmi de kendisine verilmişti.
Âyet-i kerime'de:
“Şüphesiz ki o ilim sahibiydi, çünkü ona biz öğretmiştik, fakat insanların çoğu bilmezler.” buyuruluyor. (Yusuf: 68)
Allâmü'l-ğuyûb olan Allah dilediği kuluna tâlimsiz ilim öğretir, fakat insanların çoğu bunun böyle olduğunu bilmezler.
Dokuz kardeş çaresizlik içinde yola çıkıp utanarak sıkılarak babalarının yanına geldiler. Yakup Aleyhisselâm aralarında Bünyâmin’i göremeyince hemen nerede olduğunu sordu. Onlar da kardeşlerinin yukarıdaki sözünü söylediler, durumu olduğu gibi anlattılar. Ezcümle: “Hırsızlık yaptığı için Mısır veziri onu alıkoydu.” dediler.
Dertli babanın küllenmiş olan üzüntüsü tazelendi. Daha önce kendisine karşı yalan söylediklerinden dolayı, bu seferki doğru sözlerine inanmak istemedi.
Buyurdu ki:
“Hayır! Sizi nefisleriniz aldatıp, böyle büyük bir işe sürüklemiş.” (Yusuf: 83)
Aksi hâlde kral, hırsızlığı sebebiyle hırsızın rehin alınacağını nereden bilsin?
“Artık bana sükunet ve ümit içinde sabır gerekir.” (Yusuf: 83)
Yardımı Allah’tan bekleyerek sabretmekten başka hiçbir çare, hiçbir çıkış yolu bulamıyorum.
Yusuf’la Bünyâmin’i ve Mısır’da kalan diğer oğlunu Allah-u Teâlâ’nın kendisine iâde edeceğinden emin bir hâlde sözlerine devam etti:
“Umulur ki Allah hepsini bir arada bana kavuşturur.” (Yusuf: 83)
Onların hepsini görmek suretiyle gözümü aydın kılacağını umuyorum.
“Her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan ancak O’dur.” (Yusuf: 83)
Beni bir hikmet gereği imtihan etmiştir.
Daha sonra onlardan yüz çevirdi. Sanki Yusuf’u çağırır gibi bir iştiyakla:
“Ey Yusuf’un üstüne titreyen üzüntüm!” (Yusuf: 84)
Diye inledi ve ağlamaya başladı. Üzüntüsü bir kor olmuş, yüreğini dağlıyordu. Günlerce aylarca gözyaşı döktü. Nihayet gözleri görmez oldu.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Üzüntüsünden gözlerine ak düştü, artık acısını içinde saklıyordu.” (Yusuf: 84)
Onun bu içli hâlini görüp de sırrına eremeyen oğulları ve başkaları:
“Vallahi sen Yusuf’u ana ana kederinden hastalanıp eriyeceksin, yahut öleceksin!” diyorlardı. (Yusuf: 85)
O ise böyle söyleyenlere şöyle cevap veriyordu:
“Ben üzüntümü ve tasamı yalnız Allah’a açarım.” (Yusuf: 86)
Derdimi size açmıyorum ki beni teselliye kalkışıyorsunuz! Ben derdimi ancak Rabb’ime açıyorum. O’na duâ ederek, O’na sığınarak yalvarıyorum.
“Allah’tan, sizin bilmediklerinizi bilirim.” (Yusuf: 86)
Umarım ki O bana rahmet eder, ümidimi boşa çıkarmaz.
Bu sözler Mevlâ ile dostluk kurmuş bir gönülden gelmektedir. Hâlini yalnız O’na arzediyor, yalnız O’na boyun büküyor, yalnız O’ndan yardım diliyor.
Her ne kadar zaman zaman üzüntüsünü dile getirmişse de Allah-u Teâlâ’ya olan güveni ve itimadı hiçbir zaman sarsılmamış, sabrı da elden bırakmamıştır.
“Sizin bilmediklerinizi bilirim.” sözünde birçok hakikatler mevcuttur. Yusuf’unun sağ olduğunu gün gibi hissediyordu, iki oğlunun hayatta oldukları zaten belliydi.
Nitekim bir gün oğullarına şöyle söyledi:
“Ey oğullarım! Gidin, Yusuf’u ve kardeşini arayın.” (Yusuf: 87)
Geldiğiniz yere gidin, onlarla ilgili bilgi edinmeye çalışın.
“Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!” (Yusuf: 87)
O’nun rahmet ve merhametinden ümit kesmek bir müslüman için aslâ doğru değildir.
“Çünkü kâfirlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yusuf: 87)
Çünkü kâfirler Allah’ın nimetleri içinde olduğunu bilmez. Bilmediği için de O’nun rahmetinden yana ümitsizlik içinde olur.
Babalarının bu araştırma ve arattırma emri üzerine oğullar üçüncü olarak tekrar Mısır’ın yolunu tuttular.
Yakup Aleyhisselâm heyecan içinde günlerini geçiriyor, onların dönmelerini bekliyordu.
Âyet-i kerime’de:
“Kafile ayrılınca...” (Yusuf: 94)
Buyurulduğu üzere kervan Mısır’dan ayrılıp Kenan’a doğru yönelir yönelmez, gizli bir hisle Yusuf Aleyhisselâm’la buluşmanın yakın olduğunu hissetmeye başladı. Yüzü gülmeyen gözleri görmeyen yaşlı ve hüzünlü babanın yüzü gülümsüyor, Mısır’a doğru yönelerek havayı kokluyor, derin derin nefes alıyor ve şöyle diyordu:
“İnanın ki ben Yusuf’un kokusunu duyuyorum!” (Yusuf: 94)
Bunun hakikat olduğuna kesin olarak inandığı için hiç tereddüt etmeden herkese söylüyordu.
Âyet-i kerime’de koku, rüzgâr mânâsına gelen “Riyh” kelimesi ile ifade edilmiştir. Buradan anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ o güzel kokuyu sekiz günlük yoldan, rüzgâr hızından daha hızlı bir süratle Yakup Aleyhisselâm’ın vicdanına ulaştırdı. Şüphesiz ki bu da ilâhî kudretin bir tezahürü, bir cilve-i Rabbânî’dir.
Yakup Aleyhisselâm, etrafındakilerin buna inanmayacaklarını bildiği için de:
“Eğer beni bunak yerine koymazsanız sözlerime inanacaksınız!” demişti. (Yusuf: 94)
Fakat Yusuf kokusu burunlarında tütmeyen âile efradı, Hakk katında onun gibi mevkiye sahip olmadıkları için; diyeceklerini dediler, ne babalarına ne de Allah-u Teâlâ’nın sevgili bir peygamberine söylenmemesi gereken bir sözle karşılık verdiler:
“Vallâhi sen halâ eski şaşkınlığın içindesin!” (Yusuf: 95)
Çünkü onlar Yusuf’un vefat ettiğini sanıyorlar, kendilerinde o hâlât olmadığı için o kokuyu hissedemiyorlardı.
Yakup Aleyhisselâm onlara sükunetle cevap verdi. Hiç kimse onun gerçek değerini farkedemiyordu.
Fakat çok geçmeden şaşkınlığın kimde olduğu ortaya çıktı.
Gömleği taşıyan oğul nihayet çıkageldi ve mukaddes emaneti babasına takdim etti. Yakup Aleyhisselâm gömleği eline aldı, yüzüne gözüne sürdü, izn-i ilâhî ile gözlerindeki zâfiyet bir anda gidiverdi ve nemli gözler görmeye başladı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Müjdeci gelip de gömleği Yakub’un gözüne sürünce, gözleri hemen açıldı.” (Yusuf: 96)
Daha sonra etrafındakilere yönelip Allah-u Teâlâ’nın ikram ve ihsanı ile kendilerinin bilmedikleri şeyleri bildiğini hatırlattı.
“Dedi ki: ‘Ben sizin bilmediklerinizi, Allah tarafından bilirim!’ dememiş miydim?” (Yusuf: 96)
Yusuf’un hayatta olduğunu ve rüyânın gerçekleşmesi için Allah’ın onu bana tekrar vereceğini size söylememiş miydim?
Daha önce de bu hakikatleri hatırlatmasına rağmen, kimse bir şey anlamıyordu.
Yakup Aleyhisselâm’ın Hazret-i Allah’a karşı teslimiyeti güneş gibi parlıyor. Firâr-ı ilâllah’ın en son noktası. Üzüntüsünü yalnız Hazret-i Allah’a açıyor, ne beklerse yalnız O’ndan bekliyor.
Allah-u Teâlâ onu Kur’an-ı kerim'inde anarken, babası İshak Aleyhisselâm ile ve büyük babası İbrahim Aleyhisselâm ile beraber anmış, faziletini beşeriyete duyurmuştur.
Bir Âyet-i kerime'sinde:
“Resul'üm! Güçlü ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakup'u da an!” buyuruyor. (Sâd: 45)
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in son hastalığında ruhunu teslim ederken şöyle duâ ettiklerini Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz haber vermişlerdir:
“Ey Allah’ım! Beni bağışla, bana acı, en yüce dosta kavuştur.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1665)
Onun arkadaşı O idi ve ahirete intikal ederken de son kelâmı bu oldu.
Hayatı boyunca Allah-u Teâlâ ile arkadaşlık yaptı ve en çok sevdiği arkadaşına kavuştu. Onu kendisiyle hemhâl eyledi, O’nun muhabbetiyle O’na gitti.
Görünmeyen bilinmeyen bir kişiyle arkadaşlık olmaz. Göreceksin, bileceksin, tanıyacaksın ki sana arkadaşlık yapsın. O sana duyuracak, O sana duyurmadıkça duyamazsın.
O’nunla arkadaşlık ne demek? O içeride olup onu idare eder, sen O’nu göremezsin!
Allah-u Teâlâ’dan daha yakın bir dost olamaz, Vallâhi olmaz! O’nu bulan dostu neyler? Dost olarak O yeter! Benim dostum O’dur, yâr olarak O’nu seçmişim. Çünkü biz bazen O’nunla arkadaş gibi konuşuruz, kimse bilmez.
En mühim sır: O doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ ile arkadaş olur.
O’na döndüğün zaman yüzün O’na doğru olmalıdır. Artık O’ndan başka bir şey görmeyeceksin. Bütün yaratıklar O’nun yaratığıdır. O’na ibadet edeceksin, O’na muhabbet edeceksin, O’nun emrine tâbi olacaksın, O’nun rızâsı mucibince hareket edeceksin. Yüzünü O’na çevirmişsin, başka bir şey görmüyorsun ve görmek de istemiyorsun.
Allah muhabbeti öyle bir muhabettir!
Allah-u Teâlâ ona bin tane can verse, bin tane de cânân verse, o Allah-u Teâlâ’yı tercih eder, bin canından da bin cânânından da vazgeçer. Görülmeyen Allah’a bu yapılmaz. Has odanın sırları buna derler işte!
Sen Hazret-i Allah ile olursan arkadaşın da O, refikin de O, saadetin de O, selâmetin de O... Dünya saadeti de Hazret-i Allah ile olmak, ahiret selâmeti de Hazret-i Allah ile olmaktır. Dünyada da O’nunla, ahirette de O’nunla...
Bizim için gitmekle kalmak arasında hiç fark yoktur. Niçin? O’nunla mısın? Dünyada da, kabirde de, mahşerde de, cennette de O’nunlasın. İşte bu sebeple onun yaşamasıyla ölümü arasında hiçbir fark yoktur. Dünyada da O’nunla, ahirette de O’nunla... Hazret-i Allah ile olana ölüm yok...
Hüküm Sahib’ime âittir. Sahib’im beni yürütüyor, gösteriyor, bildiriyor. Hep O yapıyor, beni gösteriyor. Ne mutlu size ki bu zamana çattınız. O’nun taht-ı tasarrufunda, idaresindesiniz. Niçin?
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri: “Onun iradesi kendi elinde değildir.” buyurmuyor mu? (“Mektûbât”; 260. Mektûb)
Onu O kullanıyor. Dolayısıyla siz de o kullanma içinde bulunuyorsunuz. Bu ne büyük bir lütuf. Bugün olmuş bu, başka zaman yok.
“Sâlihlerin işlerini O görür.” (A’râf: 196)
Bu Âyet-i kerime en kâmil şekliyle onda tecelli etmiştir.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu duâsının ince noktası da şudur ki:
Hazret-i Allah’a nasıl içten duâ ediyor! Bana acırsan beni kurtarırsın, Zat’ına has bir kul yaparsın. Fakat bana acımazsan, kendi halime bırakırsan, nefsim de azar beni helâk eder.
Burada şu çıkıyor. Allah-u Teâlâ’nın büyüklüğünü tanımak, yalnız ve yalnız O’nun af edici olduğunu bilmek. Yalnız O’nun merhamet etmesiyle kurtuluşun mümkün olacağını ve bu sayede kendisine ulaşmanın mümkün olacağını beyan buyuruyor.
Ağızlada söylesek faydalıdır. Bir istimdattır, bir niyazdır, bir yalvarma, bir sığınmadır.
Sabahları bu duâ ile meşgul olun.
Çünkü en çok Hazret-i Allah’ı o bilir ve Hazret-i Allah’a yakın olanlar Hazret-i Allah’ı bilir.
En çok bilen en çok korkar. Onun için o şekilde duâ edin.
Ahirete irtihal ederken de son duâsı bu oldu.
Binaenaleyh o kadar cazip bir duâ ki, Cenâb-ı Hakk’a sığınma hususunda, yalnız Hakk’la karşı karşıya. “Allah’ım beni mağfiret et, bana acı, beni kurtar.”
Ashâb-ı Kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nın arasında öyle vecd ve aşk sahibi kimseler bulunuyordu ki, Rasulullah Aleyhisselâm’dan bir an olsun uzakta kalmaya hiç mi hiç tahammül edemiyor, âdetâ kendilerinden geçiyorlardı. Sevban -radiyallahu anh- da bunlardan birisi idi. Bir defasında vücudu cılızlaşmış, rengi solmuş ve üzgün bir halde huzura geldi.
Resulullah Aleyhisselâm: “Yâ Sevban! Seni üzgün görüyorum, rengin neden değişmiş?” diye sorduğunda şöyle cevap verdi:
“Yâ Resulellah! Vücudumda ağrır ve acır bir hastalık yoktur. Fakat seni ben kendimden ve çocuklarımdan daha çok seviyorum. Seni göremediğim zaman özlüyorum, hasretine dayanamıyorum. Evimden kalkıp huzurunuza geliyorum, yüzünüze bakıyorum, teskin oluyorum. Sonra da ahireti düşünüyorum, orada da seni göremeyeceğimden korkuyorum. Çünkü siz orada peygamberlerle birlikte olacaksınız. Ben cennete girdirilsem bile, orada seninle benim yerim ayrı olacak. Eğer cennete giremezsem seni ebedî olarak hiç göremeyeceğim!”
Resulullah Aleyhisselâm’ın bu sözlere cevap vermesine fırsat kalmadan önce Cebrâil Aleyhisselâm gelmiş ve onun şahsında bütün müminlere tesellî bahşeden şu ilâhî müjdeyi getirmiştir:
“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse; işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar!” (Nisâ: 69)
Bunlar peygamberler, onların faziletli ve yakın arkadaşları olan sıddıklar, Allah yolunda şehid olanlar ve diğer salih kullardır.
Bunların arkadaşlığı da sohbeti de ne güzeldir.
Allah-u Teâlâ o mümini Cennet-i Âlâ’da şerefli evinde oturtur, sevdiği ve seçtiği mümtaz peygamberlerine, rütbece onlardan sonra gelen sıddıklara, şehitlere ve sâlih kullarına komşu yapar. Kim bunlardan daha iyi arkadaş olabilir? Burada az arkadaş, orada çok arkadaş!
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile Zât-ı Akdes’ine ve Resulullah Aleyhisselâm’a itaat edilmesini emretmekte ve bu itaatin hidayet vesilesi olduğunu, büyük ikram ve ihsanlara sebep olacağını beyan buyurmaktadır.
Nitekim bir Âyet-i Kerime’sinde de şöyle buyurur:
“İman edip de sâlih amel işleyenleri, andolsun ki sâlihlerin arasına sokarız.” (Ankebût: 9)
Allah-u Teâlâ’nın sevdiği seçtiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle cennet-i âlâ’da oturmak mı daha hayırlıdır; yoksa nefsini ilâh edinenlerle beraber cehennemde olmak mı daha hayırlıdır?
Sevgi kalben ve devamlı olacak. İnsanın hayatı, vefatı bu sevgiyi değiştirmez ise hayatta da vefatta da beraberdirler. Mühim olan bunu yakalayabilmek. İş kalbendir.
O muhabbet, o sevgi çok güzel bir bağdır ulaşmaya, kaynaşmaya vesiledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e tâbi olmak, yolunda bulunmak, onu malından da hatta canından da fazla sevmek; hem Allah sevgisinin delili ve tezahürü, hem de Allah tarafından sevilmenin sebebidir. İnsanı Allah sevgisine mazhar eder.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
“Resul’üm! Onlara söyle: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i imran: 31)
Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ'nın ümmet-i Muhammed'e Resulullah Aleyhisselâm'a gönülden teslim olmaları ve bağlılık göstermeleri için emir ve fermanı bulunmaktadır.
Bu ilâhi fermana uyarak teslimiyet ve bağlılık gösterenler, bu suretle Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın hoşnutluğunu elde etmiş olurlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Beni seven cennette benimle beraber olur.” (Tirmizî)
Görülüyor ki samimi sevgi, dünyada olduğu gibi ahirette de beraber olma sebebidir.
“Kıyamet ne zaman kopacak?” diye soran bir zâta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “O gün için ne hazırladın?” diye sordular. O da: “Farz namazlarından, oruçlardan, sadakalardan başka fazla bir ibadetim yoktur. Fakat Allah’ı ve Resul’ünü çok seviyorum!” dedi. Bunun üzerine ona şu müjdeyi verdiler:
“Sen sevdiklerinle berabersin!” (Tirmizî)
Hadis-i Şerif’i rivayet eden Enes -radiyallahu anh- der ki:
“Müslümanların İslâm’la müşerref olmalarından sonra, bu habere sevendikleri kadar hiçbir şeye sevindiklerini görmedim.”
Enes -radiyallahu anh-’in bir başka beyanları da şöyledir:
“Ben Resulullah Aleyhisselâm’ı seviyorum. Ebu Bekir ve Ömer’i seviyorum. Onların amelleri gibi amel etmemiş olmakla birlikte, Allah’tan beni onlarla birlikte haşretmesini ümit ediyorum.”
Ahlâk-ı zemime ile meşgul olanlara, nefis ve şeytana uyanlara gelince; onlar dünyada o kötü arkadaşla beraber oldukları gibi, kabirde de, mahşerde de, cehennemde de onunla arkadaştırlar.
Bu bağ dünyada iken temin edilir ve oraya intikal eder. Böylece orada da onlarla olunur. İyiler iyilerle beraber cennette, kötüler ise kötülerle beraber cehennemdedirler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Ben her mümine kendisinden daha evlâyım.” (Müslim)
Bunun sebebi, Sebeb-i mevcudat oluşudur. İnsanın mânevi hayat bulmasına yegane sebep onun rahmeten lil-âlemin olmasıdır. O Hazret-i Allah’a ulaştırmak için tek bir rehberdir. Eğer o lütuflar olmasaydı dalâlette ve karanlıkta kalınırdı. Senin nefsin cehenneme atılsaydı bundan daha büyük zulüm mü olurdu? Onun için gerçekten de kendi nefsinden evlâdır. Yalnız bilen için...
“Hiçbir kimse ben kendisine babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevgili oluncaya kadar kâmil mümin olamaz.” (Buharî)
Herkes Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i sevdiğini iddiâ edebilir. Gerçekte ise peygamber sevgisi kesin olarak itaat etme ve hiçbir surette muhalefet etmemekle gerçekleşir.
“Şu üç haslet kimde bulunursa imanın tadını tatmıştır: Allah’ı ve O’nun Peygamber’ini herkesten ve her şeyden fazla sevmek. Sevdiğini ancak Allah için sevmek. İman ettikten sonra, ateşe atılmaktan nefret eder gibi küfre dönmekten nefret etmek.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 16)
İnsanlar önce hak din üzerinde idiler. Sonradan ihtilâf ve tefrikaya düşerek doğru yoldan saptılar. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onlara azabı ile korkutan ve rahmetini müjdeleyen peygamberler gönderdi. İlk peygamber Âdem Aleyhisselâm’dır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise yaratılış itibarı ile ilk, peygamber olarak da son peygamberdir.
Bu arada birçok peygamberler gelip geçmiştir. Kur’an-ı Kerim’de isimleri geçen ve kıssaları az veya çok anlatılan peygamberler olduğu gibi, isimleri anılmayan ve kıssaları anlatılmayan peygamberler de vardır.
Kimisi bir kabileye gönderilmiştir, kimisi bir ümmete, kimisi bir nesle gönderilmiştir. Kimisi de bütün asırlar boyunca ümmetlerinin peygamberi olmuştur.
Onlar en yüksek ahlâka ve vasıflara sahip mümtaz ve müstesnâ insanlardır. Her biri birer numune-i imtisaldir. Hepsi de Hakka’l-yakîn mertebesindedirler.
Ahiret yurdunu düşünüp bunun dışında her türlü dünyevî ve nefsanî düşüncelerden sıyrıldıkları gibi, zihinlerini ve gönüllerini bütünüyle ahiret hayatlarını hatırlatmaya çevirmişlerdir.
Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ mertebelerini yüceltmiş, onlara hiç kimsenin ulaşamayacağı makamlar vermiştir.
İnsanların en hayırlıları ve en seçkinleridirler. Allah-u Teâlâ onları yol gösterici ve öğüt verici olmaları için bizzat kendisi terbiye etmiş, din ve dünya işlerinde önder kılmıştır. Onlar beşeriyetin ilk mürebbileri, ilk terbiyecileridirler.
Kur’an-ı Kerim’de ibretli kıssaları, güzel halleri anlatılmış, yürüdükleri yoldan ve izden gitmemizin, onları numune almamızın gerektiği beyan edilmiştir:
“O peygamberler Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların gittiği doğru yolu tutup onlara uy, o yoldan yürü.” (En’âm: 90)
Onların hepsinin tuttukları Tevhid, doğruluk, dine bağlılık, fazilet yolunu tut, o yolu takip et.
Allah-u Teâlâ Âyet-i Kerime’sinde derece bakımından peygamberlerden sonra sıddıkları, daha sonra da şehitleri anmaktadır.
Şehidin ve şehitliğin Allah katında ne kadar büyük fazileti olduğu mâlumdur. Bu kadar faziletli olmasına rağmen, sıddıkları öne almasında çok ince sırlar vardır.
Allah-u Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki, O onları kendisi için yaratmıştır. Onların bütün iş ve icraatları Liveçhillâh’tır, yani yalnız Allah içindir.
Şehit Allah için canını verir, onların gönülleri ise bir ömür boyu Allah-u Teâlâ iledir.
Onlar Allah-u Teâlâ’ya en çok yaklaştırılmış olanlardır. Bu gibi kullar, dünyada iken Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesindedirler, ahirette ise hıfz-u hususiyetindedirler.
Nitekim bir Âyet-i Kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Bunlara: “Allah ile olan sıddıklar” denir.
Sıddıklar Üç Kısımdır:
Sıddık-ı Ekber. Bu makam Hazret-i Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Efendimiz’e âittir. “Sıdk”ı getiren Resulullah Aleyhisselâm, o sıdkı tasdik eden Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- olmuştur.
Allah-u Teâlâ’nın has kulları olan mukarreb sıddıklar.
Sözünde sâdık kalan sıddıklar.
Sıddıkların vasfı:
Allah-u Teâlâ onu bütün yarattıkları ile kendisi arasında muhayyer bıraksa, o Allah-u Teâlâ’yı tercih eder. İkincisi; bir canı değil, bin canı olsa, canlarını O’na kavuşmak için, O’nun yolunda fedâ etmek ister.
Bu ancak onlara mahsustur, başkalarına şâmil değildir ve bu sırrın hakikatini de onlardan başka bilen olmaz.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Sıddıkiyet mertebesi velilik mertebesinden üstündür. Bu makamın üstünde yalnız nübüvvet vardır. Peygambere vahiy yolu ile gelen ilim, Sıddîk’a ilham yolu ile gelir.” (Mektûbât}
“Sıdk”ı tasdik; Resulullah Aleyhisselâm’a iman edenlerin hepsine şâmil olmakla beraber, hususiyetle Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-a âittir. Nitekim Miraç hadisesinden hemen sonra müşrikler: “Duydun mu? Arkadaşın neler söylüyor? Buna da inanacak mısın?” dediler. Hiç tereddüt etmeden: “Bunu o haber vermişse doğrudur.” cevabını vermişti.
Yanından hiç ayrılmadı. Ona gönülden bağlanarak “Bağlılık numunesi” oldu. Onun bir yanılmasının, kendi doğru ve hâlis amelinden daha değerli olduğunu bilerek: “Keşke Muhammed Aleyhisselâm’ın biryanılması olsaydım.” buyurmuştu.
Dünyada iken Allah-u Teâlâ’ya tam bir teslimiyetle bağlanan, ahidlerinde duran, akitlerini samimiyetle yerine getiren sıddıklara ahirette büyük müjdeler vardır.
Rıdvanın zevkine tamamen ermiş bulunurlar. Haklarında tecellî eden böyle bir lütuf ve ihsandan dolayı fevkalâde mahzun olarak kalben müsterih, lisanen de arz-ı şükranda bulunurlar.
Allah-u Teâlâ’nın bu has kulları her zaman için mevcuttur. Kimisi canını bu uğurda fedâ ederek ebedî saâdete nâil olmuş; kimisi de ebedî saâdetin şerefine nâil olmak için canını ve malını hiçe saymış, Rızâ-i Bârî için gayret sarfetmektedir.
Farz-ı muhal ki iki arkadaş var. Birisi gayet sâdık bir dost, hiçbir zaman arkadaşlığından inhiraf etmiyor. Böyle arkadaşlara: “Ne kadar sâdık!” denir. Bir arkadaş böyle olursa, ya bir kul mahlûk olduğu halde Hâlik’ına sadâkatini ibraz ederse durumu ne olur? Allah-u Teâlâ: “Bu benim sâdık kulumdur.” der, onun her işini halleder.
Allah-u Teâlâ bu kullarını dünyada nur direği olarak yaratmıştır. Onlar kaybolduğu zaman kıyamet kopar.
Nasıl ki cinler Allah-u Teâlâ’nın onlara verdiği izin ile her kılığa ve kıyafete girebiliyorlarsa; gerek has kulları olan sıddıklar, gerekse şehitlerin önde gelenleri, Allah-u Teâlâ’nın izniyle istedikleri surete girebilmektedirler.
Onların ahiretteki hâl ve şanları her türlü takdirin fevkinde güzeldir. Uğur ve bereketleri gerçekten de gıpta edilecek bir durumdur. Nâil olacakları nimetlerden dünyada iken haber verebilmek mümkün değildir.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İşte onlar Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlardır. Naîm cennetindedirler.” (Vâkıa: 11-12)
O pek büyük ve yüksek cennetlerde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, maddî ve mânevî hikmetlerle devamlı huzur ve lezzet içindedirler. Bunların arkadaşlığı da sohbeti de ne güzeldir.
Kimin ki kalbinde Hazret-i Allah olursa; dünyada da O’nunla olur, kabirde de O’nunla olur, mahşerde de O’nunla olur, cennette de O’nunla olur. O kişi mekâna muhtaç değildir, onun için mekân hükümsüzdür.
Peygamberlerden ve sâdıklardan sonra şehitler gelmektedir. Sıddîklar Allah-u Teâlâ’yı ve Resul Aleyhisselâm’ı tasdiklerinde sâdık kalmada en ileri gidenlerdir. Şehitler ise Allah yolunda can veren mücahidlerdir. Birisi bir anda canını vermiş, diğeri ise bir ömür boyu gönlünü vermiştir.
Mükâfat ancak nur ile beraber olduğu zaman tamam olur. Onlar nurlar içinde haşrolunacaklardır. Onların payı bugünden takdir edilmiştir.
“Şehit”, cennetlik olduğuna şâhitlik edilen kişi demektir. Allah yolunda öldürülen müminlerin ruhunu Allah-u Teâlâ’ya yükseltmek için bir çok melekler hazır olur ve onun Allah yolunda öldürüldüğüne şâhitlikte bulunurlar.
Bir kâfirin bir müslümana vereceği en büyük cezâ, işkence yaparak veya idam ederek onu öldürmesidir. Ve fakat Allah-u Teâlâ onu iman şerefi ile müşerref etmiş ise, şehâdet rütbesine ulaşmasına ve ebedî saâdete ermesine vesile olur.
Şehitlik Allah-u Teâlâ’nın mümin kullarına bahşettiği en yüksek mertebelerden birisidir. Kur’an-ı Kerim’de on beş yerde şehitler övülmekte, Allah yolunda hayatlarını cömertçe fedâ etmekten çekinmeyen muhterem şehitlerin yüksek mertebeleri, ilâhî lütuflara mazhar kılındıkları, ruhânî bir haz içinde ebedî bir hayat ile berhayat oldukları haber verilmektedir.
Nitekim bir Âyet-i Kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilâkis onlar diridirler, Rabb’leri katında rızıklanmaktadırlar.” (Âl-i imrân: 169)
Bu ilâhî hitap her ne kadar Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ise de, kıyamete kadar gelecek bütün müslümanlara da şâmildir.
Onların diğer ölüler gibi olmadıkları apaçık bir gerçektir. Kendilerine tahsis edilen yüksek makamlarda merzuk olmaktadırlar. Allah-u Teâlâ’nın onlara nasıl bir hayat bahşettiğini tasavvur etmek imkânsızdır.
Şehitlik mertebesi ayrıca şefaat makamına da vesile olur.
Şehitlik büyük bir nimettir. Bir insanın müslüman olarak yaşayıp şehit olarak vefat etmesi pek büyük bir saâdettir.
Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i Kerime’de ise şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a ve peygamberlere iman edenler, işte onlar Rabb’leri katında sıddîklar ve şehitlerdir.
Onların mükâfatları ve nurları vardır.” (Hadîd: 19)
Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a gönülden iman eden kimseler, Allah katında “Sıddıklar” ve “Şehitler” derecesindedirler.
Şehitler; cephede şehit olanlar, hükmen şehit olan ahiret şehitleri ve aşk şehitleri olmak üzere üçtür.
Aşk ile ölenler de şehittir.
Aşk şehitleri gönlünü Allah’a vermiştir:
Birisi bir anda canını vermiş, diğeri ise bir ömür boyu gönlünü vermiştir.
Mükâfat ancak nur ile beraber olduğu zaman tamam olur. Onlar nurlar içinde haşrolunacaklardır. Onların payı bugünden takdir edilmiştir.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz bir şiirinde buyururlar ki:
“Ne mümkün bunca âteşle şehîd-i ışk’ı gasl etmek,
Cesed âteş kefen âteş hem âb-ı hoş-güvâr âteş.”
Şehit canını vermiş, Pirân-ı izam gönlünü vermiş. Pirân-ı izam’ın gönlü Allah’tadır.
Sâlih müminler dünyada ulvî bir hayat yaşadıkları gibi, ahirette de Allah-u Teâlâ’nın lütfuna, ihsanına mazhar olmaya en lâyık olan kimselerdir.
Bu durum, sâlihler zümresinin Hakk’tan yüz çevirmediklerini, hakikatlere tam bir teslimiyetle teslim olduklarını göstermektedir.
Kendilerine okunan âyetleri dinledikçe, gönülleri o imanın verdiği huzur ve sükunla doldukça iç duygularını şöyle dile getirirler:
“Rabb’imizin bizi sâlihler zümresi arasına katmasını umarken, neden Allah’a ve bize gelen hakikate inanmayalım?” (Mâide: 84)
İnanmaları, tasdik etmeleri, Hakk’ı ve hakikati kabul etmeleri sebebiyle de bu gibi kimseler en büyük mükâfâtlara kavuşacaklardır.
Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman edip sâlih ameller işleyenlere bir Vaad-i Sübhânî’dir.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz der ki:
“Ben Resulullah’ın:‘Hiçbir peygamber dünya ile ahiretten birini seçme yetkisi kendisine verilmedikçe vefat etmez.’dediğini çok işitirdim.
Vefatına sebep olan hastalığında boğazı kısılıp sesi değişince;
‘Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar.’ (Nisâ: 69)
Âyetini okuduğunu işittim. Artık anladım ki o da bu iki dilek arasında muhayyer bırakılıyor.” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 1662)
O da bunlarla beraber olmayı tercih etti.
Allah-u Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki; onlar peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle beraber olup, görüşür konuşurlar.
Allah-u Teâlâ itaatkârların faziletini beyan ettiği gibi mütebâki Âyet-i Kerime’de onlara olan ihsan ve ikramlarını da açıklamaktadır:
“İşte (itaatkârlara yapılan) bu ihsan Allah’tandır.” (Nisâ: 70)
Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a itaat edenler Allah katında derece ve şerefli bir makam kazanırlar.
Bu Âyet-i Kerime Allah-u Teâlâ’nın kullarına yaptıklarının, ikram ve ihsanlarının, bahşettiği muvaffakiyetlerin sırf kendi lütfundan olduğuna işaret etmektedir.
“Her şeyi bilici olarak Allah yeter.” (Nisâ: 70)
Kullarının içinden faziletli olanları en iyi bilen O’dur.
Onların muradı O’dur. O’ndan gayrısından da O’na sığınırlar. Bir kayanın içinde bile olsa, O’nunla oldukları zaman duyacakları zevki; bütün dünya saray olup onların olsa, O’nsuz onda duyamazlar. Halbuki herkes dünyaya akıyor, herkes yaşama sevdâsında...
Hazret-i Mevlânâ’nın oğlu Bahaeddîn Sultan Veled -kuddise sırruh- vefatından önce şu beyiti okumuştur:
“Bu gece mutluluğa erdiğim ve kendi benliğimden kurtulduğum gecedir.”
Yani; “Ben bu akşam varlığımdan sıyrılacağım!” buyuruyor. Çünkü en büyük kesafeti yapan vücuttur. Ruhum bugün vücuttan ayrılacak ve hürriyete kavuşacak demek istiyor. Şu beden ruhun elbisesidir, bir elbiseden farksızdır. İnsan gece yatarken elbisesini çıkarır ve uyur. Hiç elbiseyi düşünür mü? İşte bu da bundan farksızdır.
Bir kız yabancı bir erkeğe âşık olur, annesini babasını bırakır, aslını neslini bilmediği halde onun yanına gider.
Hazret-i Allah’a âşık olan ise Hazret-i Allah’a kaçar. Bayezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Veliler Allah-u Teâlâ’nın gelinleridir.”
Buradaki veliden murad, O’nun sevip çektikleri mânâsınadır. O gelinler ona kaçar. O’na kaçan gelin, dünyanın çalısından, arâyiş-i kâzibesinden kurtulmuştur.
Dünyadan ve dünyanın her şeyinden, malından, çoluk-çocuğundan, âilesinden, vesaireden, hiçbir diken kalmazsa onun gelinidir. O’nun gelini olan hiçbir dikene takılmayan, O’na varan, O’na varmak isteyen ve dünyayı hiç görendir. Lâf işi değildir.
Dünyadan geçen neyi ister? O’nu ister...
O sevdiğini bulmuş, sevdiğine kavuşmuş.
Hazret-i Allah bütün nimetlerini has kulları için yaratmıştır. Onlar ise bu nimetlere hiç iltifat etmezler.
Meselâ; bir gelinle bir güvey düşünün. Üzerlerine para, şeker gibi şeyler serpildiği halde dönüp bakmazlar. Çünkü maksutları onlar değil. Onları çocuk olanlar kapışır. Onlar da toplamaya kalksalar ne kadar acaip olur değil mi?
Hakk ehli de böyledir. Üzerlerine serpilen şu sayısız dünya nimetlerine dönüp de bakmazlar. Ne kadar serpilirse serpilsin, gönülleri onlara akmaz. Çünkü gayeleri Serpen’dir, serpilen değil. Onlara serpilen nimetlerden başkaları istifade eder.
Bir misâl verelim:
İpekli bir çarşafı diken üzerine atsan çektiğin zaman parçalanır. Bir insan da dünyaya muhabbet ederse onun gönlü ruhu alınırken parçalanır.
Fakat bir insan Hakk’tan gayrısından ayrılırsa, kesilirse, dünyaya karşı muhabbeti olmazsa sâlih kullardan olur. Allah-u Teâlâ yaratıyor, yaşatıyor. Ama yaratılanlar Allah değil. Yaratılanlar kalpten çıkarılırsa, kalpte Yaratan olursa ve Yaratan kulunu kendisine çekerse o kul O’nun gelini olmuş olur. İşte Hazret-i Allah’ın has kulları bunlar olmuş oluyor. Yani Hazret-i Allah’ın gelinleri nedir? Ne dünyaya, ne çoluk-çocuğa, ne mala, hiçbir şeye gönül vermemiş. Cennet-i alâ’da da yaşama arzusu kalmamış. Beni Allah-u Teâlâ yarattı, ben O’na varacağım deyince Hazret-i Allah’ın gelini oluyor ve yaptığı işleri de Allah için yapar. O ahiret sermayesi için çalışır. Rabb'im çalıştırdığı kullarından etsin.
Hazret-i Allah’a aşık olan Hazret-i Allah’ın gelinidir, Allah’a kaçar. Artık Allah’a kaçan bir kimsenin Allah’tan gayrı muhabbete takıldığı bir yer olmaz. Hakk'tan geldik Hakk'a döneceğiz. Bize Allah gerek.
O'nunla ol, O'nunla yaşa. Dünyada iken O'nunla yaşa ki, O dilerse seni ikinci cennetine de alır. Ne kadar güzeldir o gönül cenneti. O'nunla mısın, gönül cennetindesin Elhamdülillâh. Mal, mülk, evlât sevgisi... Hayır! O sana yeter. Çünkü en sevdiğin yarın düşman kesilebilir amma O hep dost...
•
Harun Reşid bir bayram günü sarayda câriyelerini topluyor. Hazinelerini açtırıyor, onlara beğendikleri mücevhere parmaklarını koymalarını ve kendisini beklemelerini, “Al!” demeden almamalarını söylüyor. Biraz sonra gelip; “Alın!” diye emredince herkes arzu ettiği mücevheri alıyor.
İçlerinden bir hanım mücevherâta hiç iltifat etmiyor. “Sen parmağını niye koymadın?” diye soruyor. O da, o anda parmağını Harun Reşid’in omuzuna koyuyor. “Ben seni tercih ettim!” diyor. Dünyaya iltifat etmeyip kendisine muhabbet ettiğini gören Harun Reşid onu alıyor, hazinelere hazinedâr yapıyor.
Kişinin isteği yalnız Hakk olursa dünya ve ahirette sultan olur, aksi halde nefsine köle olur.
Birisi yaratılanları seçmiş, birisi Yaratan’ı seçmiş. Mevzunun özü budur.
Yalnız ve yalnız Hazret-i Allah ile olmak isteriz, halk ile değil. Halktan hiçbir şey beklemiyorum, hiçbir hürmet ve iltifat da beklemiyorum... Yalnız halk beni oyalamasın, ben işime bakayım. Bana Hazret-i Allah yeter, Allah-u Teâlâ herkese bir şey vermiştir, payına bir nasip düşürmüştür. Bizim payımıza da O düşmüş, Elhamdülillâh. Herkesin payına bir şey düşmüş, benim payıma O düşmüş, O ne güzel Mevlâ’dır.
Cenâb-ı Hakk, her veliye her şey vermiştir. Bize ise Zât’ından başkasını vermemiştir. Bize hiçbir şey vermemiş amma kendisini lütfetmiş. Kendisini lütfettiği için veliler oraya göz dikmiş. Nefse hiçbir değer vermemiş ki; nefis hiçbir paye bulmasın. Onun için bizim gösterecek malımız yok, Hakk’tan gayrı göstereceğimiz hiçbir şeyimiz yok. Hep O’nun varlığı, O’nun tecelliyatı... İşi gören O’dur.
Hazret-i Allah’a samimi bir şekilde dayanma alâmetini size şöyle arz edelim:
Bir işin var. O işin olmasını can-u gönülden arzu ediyorsun. Bütün azminle o işin üzerindesin. Fakat Hazret-i Allah o işi oldurmadı. Böyle bir durumda, olmasına sevindiğin kadar o işi oldurmadığına sevineceksin. Aynel yakîn o hazzı duyman lâzım. Hatta olmadığına memnun olmalısın. “Sahib’im öyle değil de böyle istemiş, O’nun dilediğine ben râzıyım.” demelisin.
Âyet-i kerime’sinde buyuruyor ki:
“De ki: Allah, bizim için ne yazmış ne takdir etmiş ise ancak bize o ulaşır. O bizim sahibimizdir. Müminler yalnız Allah’a güvenip bağlansınlar.” (Tevbe: 51)
Senin için ne ki takdir etmişse, bil ki o hayırlıdır.
İnsanın sefâlı ânı vardır, cefâlı-ibtilâlı ânı vardır. Çok kazanır, az kazanır. Hasta olur, âfiyette olur. O anda senin için hangisini murad etmişse, onun hayırlı olduğunu bilmek lâzımdır.
Diyeceksiniz ki cefâ ile sefâ bir midir?O murad ettiği için ikiside iyidir.
Meselâ; Eyyub Aleyhisselâm’a ibtilâ verdi, o hep O’na sığındı. Afiyet verdi, bereket verdi, sığınması yine hiç eksilmedi. İbtilâ verirken de memnun, nimet verirken de memnun. Çünkü her ikisinin de O’ndan geldiğini biliyor.
Bu hâl de yine O’ndan gelir. Râziye makamına erdirdiği kimsede tecelli eder ve o kimse:
“Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnud olmuşlardır.” (Beyyine: 8)
Âyet-i kerime’sindeki lütfa mazhar olmuştur.
Bir iş Hazret-i Allah’a havale edildikten sonra müdahale edilirse; “Yâ Rabb’i! Bu işi sen beceremedin, ben daha iyisini yaparım!” demek mânâsına gelir. Hatta daha da ağır bir küstahlıktır. Öz akıl sahipleri için çok utanılacak bir hâldir.
İşini havale ederken imanını tartıp ölçüsüne vuracak, sonra havale edecek. Hazret-i Allah vekil kılınınca da, o işi artık bir daha hayalinden geçirmeyecek. Ama bal, ama zehir...
Hiçbir işine müdahale etmeyen kulun hakkı yoktur. “Allah’ım! Ben bu işi sana havale ettim, hakkımda hayırlı olanı ancak sen bilirsin, nasıl münasip görürsen ona râzıyım. Benim arzum senin arzun.” diyecek ve aradan çekilecek.
“Bunu böyle yap!” demekle emir vermiş oluyorsun. O her şeyin zamanını ezelde takdir etmiştir. Senin o arzu ve isteklerin ezeldeki o takdiri bozmaya çalışmaktır. Farz edelim ki; arzuların kabul edildi. O zaman acele ederek ezelî takdirde sıralanmış hadiseleri önceden istediğin için, ömrünün kısalmasına vesile olacaksın. Bekleyebilseydin zamanı gelince o iş zaten olacaktı.
Hazret-i Allah hangi saat yaparsa, o en güzel zamandır. O hep güzel yapar. Nefsin güzel gördüğü de güzeldir, görmediği de güzeldir. İtimat eden gözler bunu aynel-yakîn görür.
Ehl-i hakikat her şeyin Allah’tan geldiğine o kadar inanmıştır ki, başına ne gelecekse, gelsin gelmesin, peşin olarak râzı olmuştur. Hiçbir şikayeti olmaz.
“Ben işimi Allah’a bırakıyorum.” sırrına mazhar olmuştur. (Mümin: 44)
Hazret-i Allah’a itimat eden her felâketten kurtulur. Hayat boyunca hiçbir darlığa düşmez.
Âyet-i kerime’de:
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah onun her işinde bir kolaylık verir.” buyruluyor. (Talâk: 4)
Dünya saadeti ve ahiret selâmetini arzu eden kimse ortak ve yardımcıdan müstağni olan Allah-u Teâlâ Hazretleri’ne yönelip, sebeplerini halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü Alâ’dan istemelidir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde İbrahim Aleyhisselâm’ın şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
“Doğrusu ben Rabb’ime hicret ediyorum. Çünkü O, çok güçlü ve hikmet sahibidir.” (Ankebût: 26)
İbrahim Aleyhisselâm bu beyanı ile; her şeyden arınıp tam bir hulûs ve teslimiyetle Allah-u Teâlâ’ya yöneldiğini, hedefini belirleyenin, kendisine yol gösterenin Allah-u Teâlâ olduğunu, Rabb’inin uğrunda vatanını terk edeceğini, O nereye götürürse oraya gideceğini belirtmiş, nihayet yurdunu ve kavmini küfürleri sebebiyle Allah için terketmenin mükâfatını görmüştür.
Şimdi bu Âyet-i kerime’nin; bâtıni, ledûni manalarını arz edelim:
Dünya bir imtihan sahnesidir, ya ebedî saadet, ya ebedî felâket. Dünya ve içindekiler Hazret-i Allah’a kulluk yapmaya, yolunda yürümeye mani olmamalıdır. İnsan her zaman Hazret-i Allah’a yönelik olmalı, emir ve nehiylerini seve seve yapmalıdır. Nefis var, şeytan var amma insan Hazret-i Allah’a kulluk yapmalı, Hazret-i Allah’a sığınmalı, Hazret-i Allah’a dayanmalı ve güvenmelidir. Dünya ve içindekileri kalbine sokmamalıdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnsanın gönlünü çeken kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşler, salma ve güzel atlar, sağmal hayvanlar ve ekinler sevgisi insanlara hoş gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici birer menfaatıdır.
Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır.” (Âl-i imrân: 14)
Bunlar sizi meşgul etmesin. İmtihandasın unutma!..
O’nun katındakiler güzeldir. O’nun rızâ ve hoşnutluğunu kazanırsan ebedî saadet ve selâmetini lütfeder. Kendine bir sor? Gönlünün sultanı kim? Nazargâh-ı ilâhi olan kalbini; suretlerle, muhabbet ettiğin şeylerle mi doldurdun? Muhabbetullah’tan gayrı her türlü muhabbet Hakk’a ulaşmak için birer engeldir, çengeldir. Hazret-i Allah’a ulaşmaya mânidir.
Âyet-i kerime’de:
“Herkesin yöneldiği bir yönü (kıblesi) vardır.” buyuruluyor. (Bakara: 148)
Kâbe-i muazzama müslümanların kıblesidir. Gerçekten iman edenler kalplerini oraya çevirmiştir.
Âyet-i kerime’de her ne kadar Kâbe-i muazzama görünüyorsa da, kişinin Allah-u Teâlâ’nın hükmüne uyup uymadığına bakılır. Resulullah Aleyhisselâm’ı gönlüne alan, onu gönlünde bulan kurtulmuştur. Kalbinde Hazret-i Allah olursa, dünyada da O’nunlasın, kabirde de O’nunlasın, mahşerde de O’nunlasın, cennette de O’nunlasın.
Mevzuyu biraz daha açalım.
Ömer bin Hattab -radiyallahu anh-den rivayetle Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Ameller niyetlere göredir. Herkesin niyet ettiği şey vardır. Bu nedenle kimin hicreti Allah’a ve Resul’üne ise O’nun hicreti Allah ve Resul’üne olur.
Kimin hicreti elde edeceği bir dünyaya ve evleneceği bir kadına olursa, onun hicreti hicret ettiği şey için olur.” (Buhârî, 50)
Bu Hadis-i şerif çok mühim. Kimin niyeti Allah ve Resul’üne hicret etmek ise o Rahman’ın yolundadır. Kimin niyeti dünya, kadın ise o şeytanın yolundadır. İman buradan kayıyor; para, mülk, kadın. Üç yerden imanı değiştiriyor.
“Kıbleleri hanımları olacak.”
Hadis-i şerif’inde beyan buyurulduğu üzere kıbleye yöneliyor, fakat onun kalbi Hakk’tan gayrı şeylerle, mâsivâ ile dolmuş. Hanımı var, serveti var, malı var. Kalıbı namazda, gönlü başka yerlerde. Bu gibi kimseler Hakk’ı nasıl bilebilir, nasıl görebilir?
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Tâğut’a tapmaktan kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. O halde kullarımı müjdele!” (Zümer: 17)
Tâğut’tan kaçınmaktan maksat, Tâğut’u reddetmek ve inkâr etmek demektir. Allah-u Teâlâ’ya yönelmek ise iman etmek demektir.
Her milletin Tâğut’u; Hazret-i Allah ve Resul’ünün emrinden başka neye ve kime uyuyorlarsa odur. Allah yolundan başka hangi yolu takip ediyorlarsa, tâğut odur.
Tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir, açığı da, gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır. Hülâsa olarak, Allah’tan mâdâ ilâh edindiğin her şey, kalbinde putlaştırdığın ne ki varsa tâğuttur, cehenneme götürür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Allah, hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır.” (Ahzâb: 4)
O’nun bulunduğu kalpte nefis ve mâsiva yaşamaz, O’nun bulunmadığı bir kalpte her şey bulunur amma O bulunmaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Dünyaya muhabbet, büyük günahların en büyüğüdür.” (Deylemî)
Su geminin içine girerse batar. Altında olursa gemiyi yüzdürür. Dünya muhabbeti kalbe girdi mi batırır.
Herkes, “İnandık!” diyor; kimi menfaati için, kimi dünya için, kimi nefsi için, kimi imamı, önderi için, hükm-ü ilâhiyi arkaya atıyor, dinden çıkıyor; oluyor münafık...
Burada bir Hadis-i kudsî meydana çıkar:
“Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor.” (Taberânî)
Burada Cenâb-ı Hakk kuluna hitap ediyor:
“Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor.”
Dikkat edin Cenâb-ı Hakk gadaba gelmiş. “Önemli bir hadisem var!” Yani; “intikam alacağım!” buyuruyor.
Allah’ım bizi onlardan etmesin.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!” (Tirmizî)
Kabir hayatını yaşa. Çünkü bugün üstte, yarın alttasın. Burası misafirhane, burası bir otel. Senin evin orada. Fakat kabir hayatını yaşayabilmek için insan kendi nefsini ona göre yetiştirecek, daima kabirde olduğunu düşünecek. Dünyada ehl-i kubur haliyle yaşarsan orada ona ölüm yok. Niçin? Dünyada kendini orası için hazırlamış.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.” buyuruyor. (Tirmizî)
Bugün üstte, yarın evimdeyim. Acaba oradaki durumum ne olacak diye muhasebesini yapacak. Nefsini de öldür, azdırma. Yarın kabirdesin, oradaki halin ne olacak? Şimdiden hesabını, kitabını yap!
Bir insan, Hazret-i Allah’a çok samimi olacak. Hazret-i Allah’tan çok korkacak. Hazret-i Allah’ı çok sevecek. Boynun bükük, gözün yaşlı, gönlün Hakk’ta olacak. Amma çoluk çocuğa bağladığın zaman o bağ çözülüyor.
Nefis en büyük düşman.
Hâdis-i şerif’te:
“En şiddetli düşmanın, iki yanın arasındaki nefsindir.” buyuruluyor. (Beyhakî)
Onunla mücadele etmek gerek, o kâfirdir. Onu müslüman etmek zor amma yavaş yavaş dereceleri aşmak gerek.
“Mümin-i kâmil olanlar, Allah katında bazı meleklerden de efdaldir.” (İbn-i Mâce)
Nasıl oluyor? Nefsin sayesinde. Nefisle mücadele sayesinde insan melekleri de geçebilir.
İnsanda nefis var, şeytan var, dünya var, arzular var, bunların hepsi imanı tehdit ediyor. Allah’ım muhafaza buyursun! En büyük mücadele nefisle, onunla terakkiyat mümkün oluyor.
“Ben Rabb’ime hicret ediyorum.” Âyet-i kerime’sindeki ledunî manaya gelince;
Hicret; küfür diyarından, İslâm diyarına olur. İnsan her şeyini bırakıp başka bir memlekete hicret ediyor da her türlü varlığından sıyrılıp Hazret-i Allah’a gitmek, O’na kavuşmak isterse, O da onu çekerse esas hicret bu oluyor.
Ahlâk-ı zemimeden, ahlâk-ı hamideye hicret; sıfat-ı hayvaniyeden, sıfat-ı insaniyeye hicret. İnsân-ı kâmile hicret. Varlıktan yokluğa, yokluktan hiçliğe, hiçlikten fenâya, Fenâfillah’a hicret...
Varlığını atacaksın ki Var’ı bulasın.
Varlığını ifna et ki, Var’a kavuşasın. Varlığından zerre kadar kalırsa Var’a manidir, perdedir. Hiç olduğuna, üzerindeki varlığın Sahib’ine ait olduğuna kendisi inanırsa ve inandırmaya çalışırsa mahviyet üzeredir. Her varlık Hakk’a perdedir. Gerçekten hem Hakk’a ulaşmaya hem de görmeye manidir.
Bana soyadımı sorsalar, “Hiç!” derim; Var olan O’dur, varlık ile Var bulunmaz, varlığı ifnâ etmedikçe Var husule gelmez. Bizim yolumuzda unvan yok. Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım.
Biz “El fakr-u fahri”nin soyundan geliyoruz. Bizim iftiharımız bu. “Fakirliğimizle övünürüz.” Onun soyundan gelmek başka, onun varisi olmak başka. Bu verasetten gelir, soydan gelmez. Soy ile övünülür fakat “El fakr-u fahri”nin övülmesi olmaz. Çünkü; “Fakirliğimle övünürüm”, hiçliğimle, hükümsüzlüğümle. Cenâb-ı Hakk bunu lütfetmiş, Hakk’tan gayrısını bırakmamış. Bu gizli bir ilimdir. Tabakalar vardır, bunda tabaka olmaz; yani perdeler vardır, bunun perdesi olmaz. Amma bunu sizin anlamanız da mümkün değil. İlâhi lütfun o perdelerini kaldırması ile mümkün olur. Tabi onlar dışarıda oldukları için unvan arıyorlar. Bize unvan Hakk’tan gelsin, halktan değil! En büyük unvanımız, “Hiç!” Var olan yalnız O’dur. Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım. Bizim unvanımız bu...
Rabb’im bizi böyle perdelemiş, bize en çok sevdirilen şey, hükümsüz ve değersiz oluşumdur. Hüküm O’nun olduğuna göre benim ismimim, cismimim ne lüzumu var. Benim cismim, resimden ibarettir. Resmin de hükmü olmadığına göre halkın karşısına O çıkıyor şimdi.
Vücut denilen kafesten kurtulacaksın ki hiçliğe ulaşacak ve Hazret-i Allah’a varacaksın. Kalıp, vücut bir kafestir. Ruh ulvidir, sufli cesede kapanmıştır. Hazret-i Allah ruhu kendisine çektiği zaman dünyanın; aile, çocuk, vücut hiçbir hükmü kalmaz.
Yılanın derisinden soyunduğu gibi varlıktan soyunmak gerekiyor. Eğer sen soyunursan, Hazret-i Allah seni giyindirir. Takvâ elbisesi giydirir, edeb-hayâ elbisesi, ilim-irfan elbisesi giydirir. Artık sen, O’nun elbisesini taşırsın. Dünyada da o elbise ile, mahşerde de o elbise ile gezersin.
Madem ki bununla bu kadar saâdet elde ediliyor. Öyleyse bir an evvel varlık-benlik elbisesinden soyunmamız gerekiyor.
Bir insanın gerçekten yaratılışı bir damla kerih sudur. O suya, o pisliğe inmesi lâzımdır. Bütün vücudun ifna olup, yok ve hiç olduğu zaman, Allah-u Teâlâ dilerse O’nun göstermesi ile azâmet-i ilâhiyi görür. Azâmet-i ilâhi’yi görünce kendisinin bir zerre hakir olduğunu görür ve bilir. Vahdet-i vücud bundan sonra başlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Rabb’imi Rabb’imle bildim.” buyurmuşlardır.
Yaratılışı olan bir damla meniye indiği zaman, âyân-ı sâbitesini gördüğü zaman, Allah-u Teâlâ’nın tecellisi husule geldiği zaman bir de bakar ki yalnız O var. Vücud da O, mevcud da O...
Hazret-i Allah ile olmaya, Allah’tan gayrısını dünya bile olsa zerre kadar görmemeye “Firâr-ı ilâllah” denir. Hazret-i Allah’a doğru koşmak. Hazret-i Allah’a kaçmak, Hazret-i Allah’ı tercih etmek demektir. Allah-u Teâlâ ile olmak demektir. Başına gelen her şeyde Hazret-i Allah’a sığınıp, kimseye istinad edilmeyecek.
Bütün dünya bir elbise olsa, onu da ziynetiyle, her şeyiyle sana verip giydirmek isteseler, ondan aslandan kaçar gibi kaçıp Allah-u Teâlâ’ya sığınırsan “Firâr-ı ilâllah”tasın. Gönlün bir zerre dahi olsa orada kalırsa orada değilsin. İşin özü budur.
Bu ölçü, Yaratan ile yaratılanların bir mihengidir, kişinin derecesi burada belli olur. Bu husus lâf işi değildir, buraya hiçbir düşünce de giremez, hiçbir kimse de giremez. Hükümsüz olan şeyin ismi olmaz ki hükmü olsun.
Şimdi biraz daha izah edelim:
Dünya ve içindekiler cazibelidir, kişiyi cezbeder. Fakat Allah-u Teâlâ’nın nuru, lütfu daha caziptir. O cezbe ile çekerse ötekiler hükümsüz kalır.
Yumurta çok kıymetlidir amma civciv çıkıncaya kadar. Civciv çıkınca geriye kabuk kalır. İşte, O cezbe ile çektiği zaman dünya ve içindekiler bir kabuk gibi kalır.
Civciv yumurtadan çıktığı zaman nasıl ki yumurtanın hükmü kalmıyor ise, Allah-u Teâlâ kişinin ruhunu kendisine çektiği zaman da dünyanın, ailesinin, çocuğunun, vücudunun dahi o anda hiçbir hükmü kalmaz.
Kalıp, vücud bir kafestir. Ruh ulvî olup sufli olan ceset içine kapanmıştır. İşte firâr-ı ilâllah’dan gaye Hazret-i Allah ile olup O’na yönelmek, Hazret-i Allah’a kaçmaktır. Burada dünya, hanım, çocuk, kalıp, vücut, gaye değildir. Hiçbir şey görülmez. Görür gibi görünür amma gönül onlarda değil, O’ndadır. Artık onun Hakk ile irtibatı vardır; cesedi ile dahi olmaz, olmak da istemez. Ancak nefis ruhun bineği olduğu için, insan cesedini taşımak mecburiyetindedir. Taşımak için de rahata, istirahata, yemeye, içmeye ihtiyacı vardır. Yoksa ruh onlara da muhtaç değildir, nefis muhtaçtır. Şimdi burada nefis ile ruh ayrılmış oldu. Ruh bunların hiçbirisine muhtaç değildir, nefis muhtaçtır.
İşte nefis ile ruh, muhabbet-i ilâllah ile firâr-ı ilâllah ile ayrılmış olur.
Ledunî yolun içyüzü budur. Yani Hakk ile hallenmek demektir. Gönlün bir zerre dahi olsa orada kalırsa orada değilsin. İşin özü budur. Yaratan ile yaratılanların mihengidir.