Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Başyazı - İslâm'ın Özü Doğruluk Ve Dürüstlüktür - Ömer Öngüt
İslâm'ın Özü Doğruluk Ve Dürüstlüktür
Başyazı
İsmail Yavuz
1 Kasım 2020

 

“İşte Bundan Ötürü Sen Onları (Tevhide, Birliğe) Dâvet Et ve Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Ol.”
(Şûrâ: 15)

“Ey İman Edenler! Allah’tan Korkun ve Doğru Söz Söyleyin ki, Allah İşlerinizi Düzeltsin ve Günahlarınızı Bağışlasın.”
(Ahzâb: 70-71)

“Allah’tan (O’nun Azabından) Kurtuluşun Ancak Allah’a Sığınmakla Olacağını Anlamışlardı.”
(Tevbe: 118)

“Doğruluk İyiliğe Götürür, İyilik de Cennete Götürür.”
(Hadis-i Şerif)

“Mümin; Sözü Özüne, İçi Dışına Uygun Kişidir. Onlar Kendi Aleyhlerinde Bile Olsa Doğruluktan Ayrılmazlar.”
(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)

İSLÂM’IN ÖZÜ DOĞRULUK
ve DÜRÜSTLÜKTÜR.

 

“Her hususta doğruluk İslâm dinini özetleyen en mühim özelliktir. İnsanın dünyadaki yaşayışı nereye namzet olduğunu gösteriyor. Ahiret namzetleri de şunlardır ki; onlar iman etmiştirler ve amel-i sâlih işlerler. Halim, selim, doğru, dürüst insanlardır. Takvâ sahibidirler. İnsan Hakk yolunda ne kadar dikkatle, ihlâsla çalışırsa Allah-u Teâlâ ona o kadar yol verir. Bu yol Hazret-i Allah ve Resulullah'a ait bir yoldur. Yeter ki ihlâs ile yürüyelim. İlim, amel, ihlâs, mahviyet olmadıkça terakkiyat mümkün değildir. Siz Allah'tan ihlâs, kalbi selim isteyin. Bu yolda kapalı olarak yürümeye çalışın, size bu yeter.”

(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)

 

Doğru Olmak:

Allah-u Teâlâ inanan kullarına doğruluk, ihlâs ve istikâmet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz kılmış, dinini gönderdiği gibi tatbik edilmesini emir buyurmuştur.

İslâm’ı yaşamak, Allah-u Teâlâ’nın bütün emirlerini tatbik etmek, nehiylerinden sakınmak, hakiki İslâm olmanın alâmetidir.

Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten uzak olması demektir.

Bu da zâhiri manada dilde, fiilde, kalde her alanda her iş ve icraatta, söz ve harekette dosdoğru olmaktır.

Bâtıni manada ise kalpte, ruhta, haldedir. Mânevi olarak Hazret-i Allah’ta samimi olabilmek, içerde O’nunla muhasebe yapıp dosdoğru yürümektir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)

Bu Âyet-i kerime mucibince hareket edenlerin gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.

Bu emr-i ilâhîye uymamız gerektiği halde müslümanlar dinlemediler, yasaklarından kaçınmadılar, ilâhî hudutları çiğnediler, böylece de yoldan çıktılar.

İman etmenin en mühim şartlarından birisi de teslimiyettir. Bir müslüman Allah-u Teâlâ’nın emir ve yasaklarına uymak zorundadır.

Şeriat gemisini kuvvetlendirmeyen, tarikat deryasında yol alamaz.

Şu halde bütün hareketlerimiz Hazret-i Allah’ın rızâsına uygun olursa o bizim hidayetimizi artırır, yollarımızı açar, imanımızı kemâlleştirir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:

“Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür.” (Buharî)

İyi olan iyilikle meşgul olacak. Kötü olan kötülükle meşgul olacak. Herkesin hâli ahiretteki âkıbetine göre ayarlanmıştır. Binaenaleyh herkes icraatını yapacak ki, mükâfat ve mücâzâtını görecek.

Doğruluk imandadır, ameldedir, sözdedir. Hepsi İslâm’ın emridir. Tutunma yeri, kurtuluş ipi orası. O’nun emri, O’nun hükmü olacak, başka hiçbir şey olmayacak.

Ashâb-ı kiram’dan bir zât:

“Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın.” diye sorduğunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!” buyurdular. (Müslim)

Buradan da anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ'ya kalben iman edip dil ile de ikrar ve ilân eyledikten sonra, her hususta doğruluk, İslâm dinini özetleyen en mühim özelliktir.

Bir insan nasıl ki tertemiz bir müslüman olarak dünyaya geliyorsa, öyle yaşamalı, o güzelliğini muhafaza etmeli ve öylece ölmelidir.

Halkı kandırmakla, iki yüzlü olmakla, gösteriş yapmakla doğruluk olmaz. Hazret-i Allah bu hareketimden râzı olur mu diye tartıp ona göre Hakk’ın, hakikatin, doğrunun yanında olmak lâzımdır.

“Şüphesiz doğru söylemek insanı hayra, hayr ise cennete götürür. İnsan doğru söylemeye devam ettikçe Allah katında ‘sıddîk’ olur. Aynı şekilde yalan insanı fıska, fısk ise cehenneme götürür. İnsan yalan söylemeye devam ettikçe Allah katında ‘yalancı’ yazılır.” (Beyhâki)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Allah sizin kalıbınıza ve suretinize değil, kalplerinize bakar.” (Müslim)

En üstün meziyet İslâm’da emrolunduğu gibi hayat sürmek, “Müslümanım” demek en büyük şereftir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“İşte bundan ötürü sen onları (tevhide, birliğe) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Şûrâ: 15)

Bu ilâhi emir imanda da böyledir. İslâm’da da böyledir. Bütün ibadetlerde; namazda, abdestte, gusülde de böyledir, zekâtta da böyledir. Baştan başa hayatın her noktasında bu böyledir. O’nun emri olduğu için. İslâmiyet’in nezâfeti O’nun hükmü altındaki doğrulukla kâimdir.

İnsan güzel ahlâklı, güzel huylu olmalıdır. Her hâl ve harekette kendisini kontrol altında bulundurmalıdır.

Şu halde hayatımız boyunca Hazret-i Allah’ın rızâsı mucibince, râzı olacağı şekilde çalışmalarımızı düzenlemeliyiz.

Allah-u Teâlâ bizi hudutlarla çevirmiştir.

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Allah’a tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah’ın hududunu koruyanlar var ya, işte bu müminleri müjdele!” (Tevbe: 112)

O’nun hududunu aşmamak lâzım. Dosdoğru olmak lâzım. O’nun yolunda, rızâsında yürümek lâzım. Şayet dosdoğru olmazsa, O’nun hududunu aşarsa, nefsine uyarsa, şeytanın adımlarına uyarsa Cenâb-ı Hakk onlar hakkında;

“Bu hükümler Allah’ın hudududur. Kim Allah’ın hududunu aşarsa, kendisine yazık etmiş olur.” buyuruyor. (Talâk: 1)

Hudut; daire-i saadet, merkez-i selâmettir. Hududun dışına çıktın mı helâke vesile olur. Onun için insan, huduttan çıkmaması için nefsini katmaması lâzım. Nefis girdiği anda huduttan aşağı çıkar, gider. Tutulanlar neden tutuldu? İhlâsından, samimiyetinden, muhabbetinden, bağlılığından ötürü tutuldu. Hakk’ta samimi olanlar, Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesinde bulundukları için onlar kaymıyor. Onlar Hakk’ı bilir, kendisini bilmez. Hakk’ı görür kendisini görmez.

Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“‘Rabb’imiz Allah’tır.‘ deyip, sonra da doğru yolda sebat edenlerin üzerine melekler iner ve derler ki:

(Ölümden) korkmayın, (dünyada bıraktıklarınızdan dolayı da) tasalanmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin!” (Fussilet: 30)

Âyet-i kerime’sini okudu ve şöyle buyurdu:

“İnsanlar, bunu hep söylediler. Ancak, sonradan ekserisi küfre düştü, kim bu söz üzere ölürse, o kimse istikameti doğru olanlardandır.” (Tirmizî)

Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:

“Yazıklar olsun o adama ki, derviş hırkası giyer de sözü ve fiili birbirine muhâlif olur.” (Münâvî)

“Yazıklar olsun o şahsa ki, lisan ile Cenâb-ı Allah’ı çok zikreder, fiile gelince şeriatın emrinin aksini irtikab ile Allah’a âsî olur.” (Münâvî)

Resulullah Aleyhisselâm görerek konuşuyor.

Bir insan ibadet eder, Hazret-i Allah’ı çok zikreder, fakat ahkâm mucibince hareket etmez. O zaman gayr-i ihtiyari fâsık durumuna düşer. Düşüren ne? Hazret-i Allah’ın emrine nefsimizin karşı gelmesi. Görünüşte hiçbir şey yok. Herkes bizi gayet iyi müslüman olarak görür. Lâkin nefsimiz, Hazret-i Allah’ın emirlerine karşı geldiği için; karşı gelmekten ötürü, ibadet var, zikir var, fikir var amma isyanı Hakk biliyor. Halk ibadet ve taati görüyor, Hakk ise isyanımızı görüyor.

Hazret-i Mevlâna -kuddise sırruh- Hazretleri ne güzel buyurmuş:

“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”

Allah-u Teâlâ, mümin kullarına kendisinden korkmalarını ve doğru sözlü olmalarını emir buyurmaktadır:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Ahzâb: 70-71)

İmanların kaymaması için, imanımızı muhafaza için Cenâb-ı Hakk’ın emrine riâyet şarttır. Aksi takdirde büyük bir ateş dokunabilir.

Hazret-i Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimiz:

“Doğruluk emanettir, yalancılık hıyanettir.” buyurmuşlardır.

Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz de;

“Dinin aslı emanete riayet, ahde vefadır.” buyuruyorlar.

Doğruluk ve emanet üzerinde bu derece hassasiyetle durmuşlardır. Çünkü bu din emanettir, emanet üzere kurulmuştur.

Şu Hadis-i şerif de çok mühimdir:

“Sana şüphe veren şeyi bırak. Şüphelendirmeyene bak. Şüphesiz doğruluk kalbin yatıştığı şeydir. Yalan ise kalbin kuşku duyduğu şeydir.” (Buhârî)

İyi düşünceli insanlar hayat boyunca hep iyilik peşinde, bozuk fikirli insanlar da hep kötülük peşinde koşarlar. Birisi hayırda çalışır, hayrını artırır, sermayesini çoğaltır, iyilikle ömrünü geçirir. Diğeri şerde çalışır, kötülüğünü artırır, kötülükle ömrünü tüketir.

Nihayet yol kesilir, köprüden öteye geçerler. Herkes kazandığı ile huzura çıkar. Birisi Cenâb-ı Hakk’ın lütuf izniyle cennete girer, diğeri Cenâb-ı Hakk’ın emriyle cehenneme girer. İşte hayat bundan ibarettir.

Hadis-i şerif:

“Her kul, ne gibi amel üzere ölürse, o amel üzere dirilir.” (Müslim)

 

Maddi ve Mânevi Doğruluk:

Doğruluk hem dışa hem de içe olmak üzere ikidir. Dışa olan zâhiridir, beşeridir, ahlâkidir, insanidir.

İçe olan doğruluk Hakk’a dönüktur, kalbidir, ruha aittir ve bâtınidir.

 

Maddi doğruluk;

Dilde, kalde, fiilde, zahiren doğru olmaktır.

Kalde; iyilik ve güzellik üzere, hak ve hakikati söylemektir. Dünya ve ahiret işlerine yardım edici sözler söyleyip insanlara doğru ve güzel numune olmaktır.

Fiilde; her işimizde her sözümüzde her hareketimizde güzel iş ve icraatlarla, ahlâk-ı hamide ile doğruluk ve düzgünlük üzere olmak, daima beşeriyete faydalı olmak, herkesin menfaatine dokunan hayırlı işler yapmak, iyiliğin çoğalması, kötülüğün azalması için çalışmaktır.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Siz beşeriyet için meydana çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i imran: 110)

Hakiki müslüman elinden, dilinden emin olunan kimsedir. Bu ise doğrulukla kâimdir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Gerçek müslüman şol bir kimsedir ki, müslümanlar onun dilinden ve elinden emîn olsun.” (Buhârî)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“En hayırlı müslüman kimdir?” suâline;

“Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” buyurdular. (Nesâî, Dârimî)

Bu zâhiri doğruluktur. Yalan söylemez, sözünden dönmez, emanete hıyanetlik etmez.

Gıybet etmez, dedikodu yapmaz, ara bozmaz, laf götürüp getirmez. Birlik ve uhuvvet için çalışır, kötülüğü iyilikle savar.

Her işte kul hakkına riayet eder, Allah’tan korkar, daima doğruluk, dürüstlüğü kendine şiar edinmiştir.

İnsan her şartta bu hükümlere uygun hareket ederse dünyasını, ahiretini mamur eder. Mühim olan kendi aleyhine bile olsa doğdoğru olmasıdır. Gerek içinde kalbinin salimliği ile gerek dışında beşeri münasebetler ile dürüst olmak esastır.

İnsanın yaptığı her fiilin mutlaka İslâm hukukunda bir yeri ve hükmü vardır. Bu hükümlerin bir kısmını Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'de yer alan nasslar açıklar, bir kısmını ise Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'deki onlarla ilgili işaretleri belirler.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Ben size iki şey bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi Allah’ın kitabı, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnetidir.” (İmâm-ı Mâlik, Muvatta)

Hazret-i Allah’ın kelâmına ve Resulullah Aleyhisselâm’ın beyanına riayet şarttır. Şeriat-ı mutahhara esastır.

Bir kul rızâ-i ilâhi’yi kazanmak için Allah-u Teâlâ’nın bütün emir ve yasaklarına riayet etmeli ve Hazret-i Allah’a kendini sevdirmelidir.

Bu da ahkâm-ı ilâhi’dir. Mühim olan da bu ilâhi ahkâm-ı yaşamak ve tatbik etmektir.

 

Mânevi doğruluk;

Kalbin içerde istikamet üzere dosdoğru olmasıdır. Hazret-i Allah’ın kendisine kendinden yakın olduğunu ve her şeyi görüp gözettiğini, her haline vâkıf olduğunu bilmesi ve ona göre hareket etmesidir.

Yalnız O’nu görür, O’nu bilir. Artık o kalp diridir. Tevhid tohumu tutmuş, neşvünema bulmuştur.

Hadis-i şerif’te:

“Kulun kalbi istikamet üzere olmadan imanı istikamet üzere olmaz. Dili istikamet üzere olmadan da kalbi istikamet üzere olmaz. Şerrinden komşusu emin olmayan kişi cennete giremez.” buyuruluyor. (Ahmed bin Hanbel)

Birisi size “Şu işi yap!” diye emir verse, birisi de emir verdikten sonra bizzat o işin başına dursa, hangisi daha müessir olur?Diyeceksiniz ki bizzat yanımızda duran elbette daha müessirdir. Çünkü görüyor diye daha dikkatli oluruz. Beş dakika sonra yaparım veya yarın yapsam da olur demeyiz.

Hazret-i Allah bize bizden yakındır. Bütün hallerimize vâkıf, hazır ve nazırdır.

Âyet-i kerime’sinde:

“Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir.” buyuruyor. (Hadid: 4)

Evet Âyet-i kerime böyledir amma o noktada olmadığımızdan ötürü uzaklık husule geliyor. Bu hale nail olabilmemiz için çok çalışmamız, çok törpülenmemiz, nefsimizi tezkiye, ruhumuzu tâlim ve terbiye etmemiz lâzım.

Hazret-i Allah’ta doğruluk, Hazret-i Allah’ta samimiyet şarttır. Bu hâli doğruluktur içten gelir, hiç söylemese dahi onun hâli numunedir. İnsan ona bakar kendini düzeltir, çünkü o hâl ona Hazret-i Allah’ın lütfudur. Karşıdakini iyiye, güzele sevk eder. Hazret-i Allah’ı hatırlatır.

İnsan içindeki doğruluğu ve samimiyeti kaybederse ondan her şey beklenir. Cılk yumurta gibidir. İçinde doğru olmayanda her zaman bir engel, çengel vardır. Kalbi dönmüştür. İçteki doğruluk ancak kendini hakir görmekle bütün iyiliklerin O’ndan olduğunu bilmekle mümkündür.

İnsanı dünya ve içindekiler çekiyor ve münafıklığa sokuyor. Halbuki muhabbet Mevlâ’ya bağlanacak. Yalnız O sevilecek, yalnız O’na yönelinecek.

Mânevi doğrulukda önemli olan kalbinde Hazret-i Allah’a karşı O’nunla ne kadar samimisin, O’nunla muhasebeye girdiğinde ne haldesin. Gerçekten içini dökebiliyormusun, boynunu O’nun hükmünün altına serebiliyor musun? Yoksa O’na karşı bile bile mazeret mi ortaya koyuyorsun?

Nefisten kaymamak için nefisle muhasebede Hazret-i Allah’ın huzurunda boynunu eğdiğin, boynunu büktüğün zamanki samimiyet, doğruluk esas olandır.

Meselâ birine bir şey konuşuyorsun ama içindeki duygu farklı. Doğruluk mu bu? Bu doğruluk değil. İçinin dışının bir olması şart, hem halka karşı hem Hakk’a karşı.

“Lisân ile kalp bir olmadıkça hiçbir kul mümin-i kâmil olamaz.” (Münâvî)

Her türlü mânevî faaliyetin merkezi kalp olduğu içindir ki, Allah-u Teâlâ insanları kalplerinde hayır ve şerden ne varsa ona göre sorumlu tutar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

“O gün ki, ne mal fayda verir ne de oğullar... Meğer ki Allah'a tamamen sâlim ve temiz bir kalp ile gelenler ola.” (Şuara: 88-89)

Kalbin ıslahı çok mühimdir, çünkü bütün azalar onun emrindedir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kalbi şerif’lerine işaret ederek; “Takvâ buradadır.” buyurmuştur. (Müslim)

Kalb-i selimin hâsıl olabilmesi için, kişinin sözünde ve işinde ihlâs sahibi olması gerekir. Hazret-i Allah’ın hoşnutluğu, nefsine daima muhalefet, güzel ahlâk ve takvâ ile kazanılır. Kalp temiz olursa, o ağızdan iyi ve hikmetli söz çıkar.

“Minnet ile hizmet, mihnet ile hizmet” mevzusu çok incedir. İkisi de hak yolda gözüküyor, ikisi de hizmet ediyor. Ama biri Hakk’ın yolunda biri şeytanın yolunda. Ama zâhiren bakıldığında ikisi de hizmet ediyor.

“Hizmeti minnet bilenler Rahman'ın yolundadır, mihnetle hizmet edenler şeytanın yolundadır. Birisi Hakk'a hizmet ediyor, diğeri şeytana hizmet ediyor. Görünüşte ikisi de Hakk yolunda.

Hizmeti minnet bilenler Allah-u Teâlâ'nın Rızâ-i Bârî'sini kazanır, mihnetle hizmet edenler gadabını kazanır.

Birisi: "Yolunda hizmet ettiren Sahib'ime şükürler olsun." diye şükrünü ortaya koyuyor, diğeri ise: "Hizmet ediyorum." demekle eneliğini ortaya koyuyor. Yaptıklarını nefsine mâlediyor, karşılığını da behemehal bekliyor.

Hakk yolunda hizmet edenler; bütün lütuf, ihsan ve ikramların Hazret-i Allah'a âit olduğunu, kendisinin ise hükümsüz ve değersiz bir mahlûkçuk olduğunu hem görüyor hem biliyor.

Birisi Hakk yolunda hiçliği ile hizmet ve ibadet ediyor. Diğeri nefis yolunda efendilik taslıyor. İbadeti de bu nevidendir.”

Öbürü niye şeytanın yolunda?

Çünkü diyor ki; “Ben hizmet ediyorum, ben yapıyorum, ben biliyorum!”

İster istemez Hazret-i Allah’ta samimiyetini, doğruluğunu kaybediyor, direk hemen sola kayıyor.

Aslında kötü yaptığını bilmiyor ama nefis hep iyiyi kendi yaptım diyor. “Ben yaptım!” diyor. O yüzden gerçek doğruluk gerçek samimiyet içeride Hazret-i Allah’a karşı olacak. Bu da ancak her zaman O’na sığınmakla, her zaman O’na dayanmakla, O’ndan yardım dilemekle, acizliğini itiraf etmekle, fakirliği ile iftihar etmekle, ancak bununla mümkün.

Hadis-i şerif’te:

“Fakirliğimle övünürüm.” buyuruluyor. (K. Hafâ)

Onun için hep elinden, dilinden, vücudundan iyilik südur etse hep O’ndan, hep O’na sığınacak. Allah’ım sendendir. İyilikte de O’na sığınacak, kötülükte de O’na sığınacak. O’nu bilecek O’ndan bilecek. O zaman Hazret-i Allah’ta samimi olur. Yoksa bak herkes hizmet ediyor. Biri şeytan yoluna kayıyor neden? O perde; nefis ve ruhu ayıramadı. Nefisten gelen şeyi “Ben yapıyorum!” dedi. Nefsin sefasını ruhun sefası zannetti.

 

Hadis-i Şerif’teki; “Emanetin Kalplerden Silinmesi” Nasıl Olur?

Emanetin nasıl kaybolacağını da yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bize haber veriyorlar:

Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı arasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mahrem-i esrârı olarak bilinen Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana iki hadise haber verdi. Bunlardan birini gözümle gördüm, öbürünü görmeyi de gözlüyorum.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana emanetin nasıl indiğini şöyle haber verdi:

‘Emanet (yani din duyguları, adalet ve emniyet umdeleri) birtakım yiğitlerin kalplerinin derinliklerine indi. Sonra onlar Kur’an’dan bilgiler öğrendiler, daha sonra Peygamber’in sünnetinden öğrendiler.

(Yani hainliğin zıddı olan emanet veya;

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok cahildir.” (Ahzâb: 72)

Âyet-i kerime’sinde işaret edilen iman, tevhid ve diğer emirler o insanın kalbine yerleşti. Sonra Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye’den buyruk ve yasakları öğrenip yerli yerince yaptılar.)’

Sonra Resulullah Aleyhiselâm bu emanetin yok olacağını şöyle haber verdi:

‘Bir kişi azıcık uyur. O uyurken kalbinden emanet hissi çekilip alınır da; emanetin eseri (izi ve yeri), rengi uçuk bir nokta halinde yanık yeri gibi kalır. Sonra o yine uyur, bu defa emanetin izi (geri kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri ve yeri de balta sallayan bir işçinin avucundaki bere kabarcığı gibi kalır.

Şu halde (o mübarek) emanet, senin ayağına düşürdüğün bir kıvılcımın düştüğü yeri şişirtip, senin onu bir kabarcık halinde görmen gibidir. Halbuki bu kabarcıkta (vücudun hayatî açısından) bir önemi yoktur. Bu eser, siyahlıktan daha kötüdür.

Kalplerden emanet böyle silindikten sonra insanlar alış-verişe devam ederler, fakat içlerinde emaneti doğruca yerine getirecek kişi zor bulunur. ‘Filân oğullarından emin bir kişi varmış, ne akıllı, ne tedbirli, ne zarif, ne kahraman adamdır, Allah’tan çekinir.’ derler. HALBUKİ ONUN KALBİNDE ZERRE KADAR İMAN YOKTUR.’

Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:

Ben o güzel günleri görüp geçirdim. Kiminle olursa olsun düşünmeden alış-veriş ederdim.

O müslümansa dini, başka dinden ise âmiri, valisi onu bana hâinlik etmekten menederdi.

Bugün emanet ve emniyet kalmadığından, falandan başkasıyla alış-veriş etmiyorum.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 2039)

Bu Hadis-i şerif’in özünü arz edelim:

Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri emanetin; yani din duygularının, adalet ve emniyet umdelerinin Allah-u Teâlâ tarafından insan gönüllerine nasıl ilham olunup sonra birer birer nasıl silinip gittiğini en beliğ bir üslûp ile Resulullah Aleyhisselâm’ın nübüvvet lisanından nakletmiştir.

Bir kelime ile İslâm nurunun nasıl doğduğunu, nasıl söndüğünü bildirmiştir.

İslâm nuru doğduğu ve yaşadığı müddetçe, ziyasını saçtığı yerlerde bütün fertler arasında umumi bir emniyet ve itimat teessüs edeceği; o nur-i mübin’in sönmesiyle de bütün gönülleri umumi bir emniyetsizlik ve zulmet kaplayacağı tasvir olunmuştur.

İmanın hakikatleri, İslâm’ın hükümleri, nezafeti, letafeti ile adalet, emniyet, doğruluk gibi ahlâki faziletlerin hepsi birer emanettir.

Bu Hadis-i şerif’e çok dikkat etmek, işaret edilen ince mânâlardan ibret almak lâzımdır.

“Halbuki onun kalbinde zerre kadar iman yoktur.” buyuruluyor.

Neden yoktur?

Çünkü emanet hissi, hassasiyeti, emanete riayet duygusu alındı.

İnsan uyuyacak, uyurken imanı çekilecek, imanı çekilince orada bir kabartı kalacak. Amma balta yemiş el şişer, orada taş yoktur, şişkinlik vardır. Başka zaman gene uyur, şişkinlik de gider, siyah nokta kalır. Başka zaman gene uyur, o siyah nokta da gider.

Artık dümdüz olur; bitti, iman gitti; gece uyurken iman gidiyor, Cenâb-ı Hakk onun kalbinden imanı alıyor. Tabi bu da hatalardan ötürü oluyor. Yani sen hiç farkına bile varmadan iman gidiyor. Sonra sen işi bozuyorsun. Zaten iman alındığından ötürü bozuyorsun.

Onun için hata yaparsan senin imanını çeker, sonra sen işi bozarsın. Zaten iman alınışından ötürü bozarsın. Bugün de iman çok az. Görünüşte fevkâlade müslüman, fakat zerre kadar iman yok.

Emanet kalpte, kalbin derinliklerindedir. Kalbe emanet edilmiştir.

İnsan hata yapar, günahta ısrarcı olur, kabahatlerde sınır tanımaz, isyan, şirk ve küfürde kalırsa iman gider. İman gidince insanın kalbi döner ve işi bozmaya başlar.

İmansız olarak yaşar, bütün iş ve icraatları gösterişten ibarettir. Diğer taraftan dinin yıkılmasına sebep olacak iş ve icraatlar yapar. Bu icraatlarını dindenmiş gibi göstermek ister.

İnsan, Hazret-i Allah’a yönelik olsaydı, tevbe istiğfar kapılarından girseydi, belki emanet duygularını kaybetmeyebilirdi.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Zâni, zinâ ederken mümin olarak zinâ etmez. Hırsız, çalarken mümin olarak çalmaz. Şarabı içerken dahi sarhoş, mümin olarak içmez.” (Müslim: 57)

Nefsinin şehvetine uyarak başkasının hukukuna gizlice el uzatmak, kendisinin hakkı bulunmayan bir malı Allah-u Teâlâ görmüyormuş gibi çalmaya kalkışmak, elbette Allah-u Teâlâ’nın izzetine bir tecavüz ve gizliden gizliye bir harptir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Bir kul zina ettiği zaman, iman nuru kalbinden çıkar, bir gölge gibi başının üstünde durur. Ancak tam bir tevbe ettiği zaman dönüp kalbine girer.” (Camiu’s-sâğir)

İnsan hatasında ısrarcı olup günahında da tevbe-i nasuh ile tevbe etmeyince emanet kalpten çıkmaya başlar. Dıştan çok akıllı, zarif, kibar dersin ama iman çekilmiş, kalpte zerre kadar iman kalmamıştır.

Nasıl ki uykuda iken ruh alınıyorsa ve bir daha geri verilmiyorsa, insanın ölümü gerçekleşiyorsa, uykuda alınan bu emanet duygularıyla da imansızlık, yani mânevi ölüm gerçekleşmiş olur. Artık o kalp mühürlenmiştir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“– Haberiniz olsun ki, ileride (Karanlık gece kıtaları gibi) birtakım fitneler zuhur edecektir.”

“– Yâ Resulellah! O fitnelerden kaçıp, kurtuluş çaresi nedir?”denildi.

“– Allah-u Teâlâ’nın kitabı Kur’an’dır. Onda sizden öncekilerin ve sizden sonrakilerin haberleri vardır. Aranızdaki meseleleri halleden hükümlerle doludur. O, hak ile bâtılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür, şaka ve boş şey değildir. Onu cebbarlıkla, zorbalıkla terkeden kimsenin Allah boynunu kırar. Hidayeti ondan başkasında arayan kimseyi dalâlete düşürür. O, Allah’ın en sağlam ve kopmaz ipidir. O, hikmetli bir zikir, Allah’a giden dosdoğru bir yoldur. O, nefsin kötü arzularını uyarır. Sapık ve maksatlı kişiler onu bozamaz. Onu okuyan diller zorluk çekmez. Alimler ona doyamaz. Fazla tekrardan dolayı okunuşundaki haz kaybolmaz. Akılları hayrette bırakan incelik ve meziyetleri bitmez tükenmez. O, öyle hikmetle dolu bir kitaptır ki, cinlerden bir zümre onu dinledikleri zaman:

‘Gerçekten biz, hayranlık veren çok hoş bir Kur’an dinledik. O, Hakk’a ve doğru yola götürüyor. Bundan dolayı biz de ona inandık, iman ettik.’ demişlerdir. (Cin: 1-2)

Ona dayanarak konuşan kişi doğru söylemiştir. Onunla amel eden er-geç mükâfatlandırılır. Onunla hükmeden, hükmünde adalet eder. İnsanları ona davet eden, doğruya ve doğru yola dâvet etmiş olur.” (Tirmizi)

Hududullah’a ve Sünnet-i Resulullah’a uymayıp nefis ve şeytanın yoluna girilirse emanete hıyanet olur.

İnsan terakki edip yükselebilmesi ancak nefse muhalefet etmesiyle kaimdir. Ruhun esareti, nefsin hürriyetidir. Nefis esir alınmadıkça ruh hürriyete kavuşmaz. Nefsin istek ve arzularını öldürmedikçe ruhu diriltmek mümkün değildir. Nefsin işgali altındaki ruh ya hastadır ya da ölü mesabesindedir. Yani canlı cenazedir.

Nefsini yükseltmek isteyen, imanını alçaltır. Nihayetinde de imanını kaybeder. İman, küfrü kabul etmez.

Allah’ım iyiler zümresine ilhak eylesin, bizi bize bırakmasın, lütuf ve rızâsından ayırmasın.

Çünkü bizi bize bırakırsa nefis hakim olur, o tahakküm eder, işler ona göre yürür. O ise rızâya mucip değildir. Onun için insanın hakikaten düşmanı vardır. Nefis, şeytan, şeytanlaşmış insan. Onun için Allah’ımızın dostluğu hepsinden yüksektir. Bir insan hakikaten Allah-u Teâlâ’ya kalben bağlanırsa ona O yeter.

Asıl soru şu!

Emanetin kalplerden silinmemesi için ne yapmak lâzım?

Allah-u Teâlâ hıfz-u himâyesine tasarruf-u ilâhîyesine aldığı kimseleri hayırlı yollara sevkeder. Bunun sırrı şudur ki, onlar kendi kendilerine itimatları olmadığı için Mevlâ’ya sığınıp ihlâsla yönelmişler ve hâl ile; "Allah’ım beni bana bırakma!" diye iltica etmişlerdir. Bu sığınmalarında samimi oldukça Hazret-i Allah onları muhafaza eder. Muhafazada oldukları müddetçe de selâmettedirler, saâdettedirler, hayattadırlar. Buradaki hayattan murad, ruhun hayatta oluşudur. Nefsin esaretinden kurtulup, ruh ile icraat yapıldığından ötürü hayattadırlar. Nefsin esaretinden kurtulamayan insan, yaşayan ölü mesabesindedir. Niçin geldiklerini nereye gideceklerini bilemezler. İki günlük hayatlarında sermaye toplayamadan giderler. Ne büyük fecaat!.. Hakikatten kaçtıkları için Cenâb-ı Allah onları bununla cezalandırıyor.

Emanetin Hazret-i Allah’tan olduğunu bilmesi, hep O’na sığınması lâzım ve her an kayma korkusu ile sığınması lâzım. İnsanda iyi işler südur ediyor ama sanki kayacakmış gibi Cenâb-ı Hakk’a sığınmak lâzım. O’nun olduğunu bilmesi için. “Benden” dediği zaman, “Ben yapıyorum” dediği zaman, iyiliklerin O’ndan olduğunu unutursa iyi yapıyorum zannetse de o emanet ondan çekiliyor, kalpten siliniyor ve alınıyor.

 

Hazret-i Allah’ta Samimiyet:

Bir insan; Hazret-i Allah’ta çok samimi olacak, Hazret-i Allah’tan çok korkacak, Hazret-i Allah’ı çok sevecek.

Bunlar başlı başına mevzulardır ve bunlar icraatla belli olur.

Şöyle izâh edelim:

Bir insan evvelâ Hazret-i Allah’ta samimi olmalı.

Hazret-i Allah’ın emirlerini, kendi arzusunun üstünde tutmadıkça, “Hazret-i Allah, bana ne emredecek?” diye seve seve bakmadıkça samimi değildir.

“Aman bir şey mi isteyecek?”, “Bir yere mi gönderecek?” böyle değil efendim. “Beni yokuşa mı sürecek?”, hayır! Ateşe bile sürüklese seni “Benim sahibimin beni benden fazla sevdiğini iyi biliyorum, benim sahibim bana ateş gösterir ama onun arkası nur.” diyecek. Ne ki emretmişse seve seve yapacak...

İsterse ateş olsun, ateşe vuracak, ötesini düşünmeyecek.

İşte Hazret-i Allah’ta samimiyet böyle olur.

Sen, O’nun emrini kendi arzundan üstün tutarsan, O da seni tutar, O seninle samimi olur. Niçin? O, seni sever ve seninle meşgul olur. İbtilâ da böyledir zaten. Sevdiği için ibtilâ veriyor, ötekisine hiç vermiyor. Seviyor, seninle konuşmak istiyor, seninle görüşmek istiyor, seninle hasbihâl ediyor. Hazret-i Allah’ın ilgilendiği kul böyledir.

Hazret-i Allah, kul samimi olduğu için samimi olmak istiyor. Bakın kulu nereye çıkardı Hazret-i Allah.

Onun için insan, Hazret-i Allah’ta samimi olmalı. Öyle samimi olmalı ki, Hazret-i Allah’ı ve Resulullah Aleyhisselâm’ı kendisinden fazla sevmeli.

Bir defasında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimizin elinden tutmuştu.

“Yâ Resulellah! Sen bana canımdan başka her şeyden daha sevgilisin.” deyince buyurdular ki:

“Hayır! Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben sana canından daha sevgili olmadıkça imanın kemâle ermez.”

Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:

“Öyle ise, şu anda yâ Resulellah! Sen canımdan da sevgilisin.” diyerek bağlılığını ifade etti.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Yâ Ömer! Şimdi imanın kemâle erdi.” buyurdular. (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 2069)

Kendisinden fazla sevdiği zaman o sevgi ona her şeyi yaptırır. Her şeyi yaptırır deyince, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Vallâhi Allah, sevdiği kulunu cehenneme atmaz.” (Münâvi)

Ne kadar mühim, gizli bir şeye yemin ediyor. Şu halde nasıl sevilmek lâzım? O zaman Hakk’ta samimi olmak lâzım. Hakk sevdi mi, “Bu kul benimdir!” der, onu hıfz-u himayesine alır. Bu hıfz-u himaye nasıl olur? Tavuk, civcivini kaptırmamak için köpeğe karşı geliyor. Bu hareket Allah-u Teâlâ’nın ona bahşettiği merhametinden ileri geliyor. Ona merhamet vermiş, o da yavrusu için canını feda ediyor. Cenâb-ı Hakk bir kulu severse, onu nasıl korur? Artık düşünün!

Bir kul, Hazret-i Allah’a kendisini sevdirirse, Hazret-i Allah onu himaye eder ve kurtarır. İşte kurtulanlar böyle kurtuldu. Yani sevgi ile kurtuldu. Fakat o sevginin dışında çok çalışırlar amma âkıbetlerini O bilir.

Cenâb-ı Hakk Hadis-i kudsî’sinde şöyle buyuruyor:

“Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)

Niçin, çok sevdiği için, üzerine titrediği için...

Şu halde mühim olan sevgi ve bu sevgiyi temin etmek için vasıtalar lâzım. Bunlar iman, ihlâs, sabır, Hakk’a dayanmaktır.

Hazret-i Allah’a nasıl yaklaşmamız, nasıl güvenmemiz, nasıl teslim olmamız, nasıl dayanmamız gerektiğini anlamış olduk.

Siz iyi, güzel hayırlı ameller işlemeye gayret edin. İyi ameller işlemek için de Hazret-i Allah’a münâcât edin. Bunun için en güzel bir çare var.

Enes -radiyallahu anh- buyurur ki;

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı çok yapardı:

“Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl!” (Tirmizî: 2141)

Abdullah bin Amr bin el-Âs -radiyallahu anhümâ-, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şöyle duâ ettiğini haber vermişlerdir:

“Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Kalplerimizi senin taatına çevir!” (Buhârî)

Bunlar kurtuluş çareleri. Çünkü Cenâb-ı Hakk seni ayarlayacak ki sen gideceksin. Sen kendi ayarında gidemezsin. Herkesin bir ayarı olduğu gibi, “Yâ Rabb’i beni sen ayarla!” diyorsun. Rabb’im beni sen ayarla!.. O ayarladığı zaman nereye gidersin? O’ndan O’na ulaşırsın. Yani O’nun ile O’na... “Bir elçi gönderdi, kendisiyle kendisine!” budur. Gönderiyor ama O gönderiyor. O’na ulaştırıyor, işte o kadar. Ah bu ne güzel şeydir. O hıfz-u himayeye alır, O korur. Tasarruf-u ilâhiyeye alır, O yürütür. O zaman yürümek kolay. Çünkü muhafaza ediyor. Ve bu muhafaza her an içindir.

Çünkü Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz:

“Ey Allah’ım! Bana hidayetimi ilham et. Beni nefsimin şerrinden koru.” buyurdular. (Tirmizi)

Her an bir sığınma, her an bir münâcât. Çünkü nefis araya girmesin, girer. Allah’ım şerrinden korusun. Hazret-i Allah, her şeye kâdirdir, merhametlilerin en merhametlisidir. Günahı siler, sevap yazar. Karayı siler, nur yapar. Yeter ki sen senliğini bil, O’na sığın ve münâcât et! Ama münâcât etmesini bil!

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- buyurur ki;

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in duâlarından birisi de şu idi:

“Allah’ım! Kalbimde bir nur kıl, gözümde bir nur kıl, kulağımda bir nur kıl, sağımda bir nur, solumda bir nur, üstümde bir nur, altımda bir nur, önümde bir nur, arkamda bir nur kıl. Beni nur eyle!” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2146)

Sağdan, soldan, üstten, önden, arkadan gelecek şeylerden beni koru, nur et beni! Gelecek bu havalardan beni muhafaza eyle. Çünkü O nur ile koruduğu zaman o nuru şeytan delemez.

Allah-u Teâlâ sevdiği kulunun önüne, sağına nur halkeder. O nur aslında dünyada husule gelir. Dünyadan ahirete intikal eder. Gaye nur olabilmek.

Allah’ım cümlemizi nur etsin. Nur ederse kabirde toprak çürütmez. Ahirete nur olarak çıkarır, cehennem de yakmaz.

Kişi ihlâs ve samimiyetini ibraz edemezse, Hazret-i Allah’ın lütuf ve ihsanlarına hiçbir zaman nâil ve dahil olamaz. Çünkü Hazret-i Allah bizim suretimize değil de niyetimize bakıyor. Niyetimiz hâlis olursa yapacağımız hayırlı işleri kolaylaştırır. Yapıldıkça da Mevlâ bizden râzı olur.

 

İhlâs:

Bir müslüman ibadet ve amellerini yalnızca Allah’a has kılarak yapmalıdır.

“Şüphesiz ki biz, Kitap’ı sana hak olarak indirdik. Öyle ise sen de dini Allah’a has kılarak ihlâs ile kulluk et.” (Zümer: 2)

Allah-u Teâlâ’ya içten gelen bir bağlılıkla yönelmeli, hâlis, saf, katışıksız bir niyet sahibi olmalıdır.

Allah-u Teâlâ kendine yönelenler hakkında Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Rabb’inin adını zikret ve her şeyi bırakıp yalnız O’na yönel.” (Müzzemmil: 8)

“Hepiniz O’na yönelin ve O’ndan korkun, namazı kılın, müşriklerden olmayın.” (Rûm: 31)

“İbrahim gerçekten Allah’a boyun eğen ve O’na yönelen bir ümmet idi. Müşriklerden değildi.” (Nahl: 120)

Mevlâ’ya ihlâsla yönelmişlerin boynu büküktür, sesi kısıktır, hâli yavaştır. Gayrıya tecavüz etmez. Hiç kimsenin ayıbını görmez, kendi kusurları ile meşguldür. Onları buradan tanırsınız.

Dâvud Aleyhisselâm hakkında da şöyle buyurulmuştur:

“O ne güzel kul idi, daima Allah’a yönelirdi.” (Sâd: 30)

Allah-u Teâlâ kalıba değil, kalbe bakar.

İhlâs ile yapılan az bir ibadet kâfidir. İhlâssız yapılan ibadet ne kadar çok olursa olsun bir kıymeti yoktur.

Şeyh Es’ad Erbili -kuddise sırruh-Hazretlerimiz bir şiirinde buyururlar ki:

“Oldunsa vâkıf aczine, ednâ amel bir dağ olur,

Çürüklerin hep sağ olur, zehrin kamu bal yağ olur.

Dağlar yemişli bağ olur, cümle cihan bostan sana.”

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:

“İbadetini riyâ ve dünyevî maksat ve hesaplardan hâlis et! O halde az bir amel senin için kâfidir.” (Camiu’s-sağir)

İhlâs her işin temelidir. İhlâs kaybolduğu zaman her şey kaybolur. Kalpte maraz oluşur. Böylece kişi tasarruf-u ilâhiden çıkar, kayar gider. Allah’ım cümlemizi muhafaza buyursun.

İhlâs ve samimiyetle Hazret-i Allah’a yakın olmak o kadar mühimdir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

“İhsan, Allah’a sanki O’nu görüyormuş gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsanda O seni görüyor.” (Müslim)

Amel ve ibadetleri ihlâsla yapmak farz olduğu gibi, ihlâsı terketmek de haramdır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

“Kim Rabb'ine kavuşmayı arzu ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabb'ine kullukta hiç ortak koşmasın.” buyuruyor. (Kehf: 110)

Amel ve ibadetlerde ihlâs üzere bulunmak, her işte yalnız Allah rızasını gözetmek, niyetlere O'nun rızasından başka şeyleri karıştırmamak şarttır.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

“Dini Allah'a has kılarak ihlâs ile kulluk et. Dikkat edin, hâlis din Allah'ındır.” (Zümer: 2-3)

Dünyada ihlâsla çok ibadet eden ahirette az nedamet eder.

“Allah, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir.” (Yusuf: 40)

Sadece ihlâs sahipleri ilâhi muhafaza altındadır. Şeytanın onlar üzerinde bir nüfuzu yoktur. Allah-u Teâlâ, kıyamet gününe kadar mühlet verdiği zaman şeytan şöyle mukabele etti:

“Rabb’im! Beni azdırdığın için, andolsun ki ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım.

Ancak içlerinden ihlâsa erdirilmiş kulların hariç.” (Hicr: 39-40)

Allah-u Teâlâ onun bu sözünü doğrulayarak şöyle buyurdu:

“Benim hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan azgınlar bunun dışındadır.” (Hicr: 42)

Aşağıdaki Hadis-i şerif’ler de ihlâsın ehemmiyetini ve ihlâs sahibi olmayanları bekleyen korkunç tehlikeyi haber veriyor.

Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:

“İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesna. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler.” (Keşf-ül Hafâ)

Bu Hadis-i şerif’e bakılırsa durum cidden çok korkunç. Bu korkunçluğu, arzedeceğimiz ikinci Hadis-i şerif bize daha güzel belirtecek.

Bu helâk olanlar kimlerdir? Sayıları ne kadardır?

Bu hususta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“(Kıyamet günü) Allah Tebareke ve Teâlâ, ‘Ey Âdem!’ buyuracak. O da icabet ederek ‘Buyur yâ Rabb’i! Buyruğunu bekliyorum. Bahtiyarlık ve her hayır senin emir ve fermanında tecelli eder.’ diyecek.

Allah-u Teâlâ ‘Cehenneme gidecekleri seç.’ buyuracak. Âdem Peygamber ‘Cehenneme gönderileceklerin sayıları ne kadardır?’ diye soracak.

Allah-u Teâlâ ‘Binde biri cennete, dokuz yüz doksan dokuzu cehenneme!’ diye cevap verecek.

Cenâb-ı Hakk Âdem peygambere böyle buyurduğu sırada, bunu duyan çocuklar ihtiyarlayacak, her hamile kadın çocuğunu düşürecek.

Ve o anda mahşer halkını sarhoş sanırsın, halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Bununla beraber Allah’ın azabı çok şiddetlidir.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1373)

Bu öyle bir duyuruş ki; bir taraftan Âdem Aleyhisselâm’a duyuruyor, bir taraftan halka duyuruyor, bir taraftan da kıyamet kopuyor. Bu öyle bir andır.

 

İhlâs Kaybolduğu Zaman Her Şey Kaybolur:

Binaenaleyh kurtuluş ancak ihlâs ile mümkündür. “İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedir.” İhlâs kaybolduğu zaman her şey kaybolur. Hastalıklar zuhur eder. Zâhirî hastalıklar nihayetinde vücud elbisesine gelir. Hatta bazı hastalıklardan ölen kimse şehid hükmündedir. Halbuki kalpteki maraz ve hastalık kişinin ebedî hayatına malolur.

İhlâsın muhafazası için en mühim bir nokta da helâl lokmadır.

Haramla ibadet olmaz, haramla duâ olmaz, haramla ihlâs olmaz. Hiçbir şey olmaz. Ee bugün helâl yiyen kaç kişi var? Allah’ımız bizi korusun ve bize acısın.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Kendisinden sonra ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, yetmiş ikisinin delâlette olacağını, ancak bir tanesinin kurtulacağını” beyan buyurmuştur. (Ebu Dâvud)

İslâm caddesinde yürüyen fırkanın yolcuları da üçe ayrılır. Caddenin en solunda “Şeriat ehli” ortada “Tarikat ehli” ve en sağında da “Hakikat ehli” yürürler. Bu yolcular “Zâhir, Bâtın, Ledün” diye de adlandırılırlar.

İnananlar bu üç noktada yürümekle beraber, imân-ı kâmil ve ihlâs ancak hakikate geçince tecelli eder.

Şu halde bir mümin şeriata sarıldıktan sonra sağa doğru kaymaya çalışmalıdır. Tarikatı aşmalı hakikata ulaşmalıdır. Şeriat noktasında kalmışsa, her an dalâlete sapmasından korkulur.

Şeriat caddesinde yürüyebilmek için kâlen, hâlen, fiilen ahkâm ve Sünnet-i seniyye’ye tâbi olmak şarttır.

Kim ki tâbi değilse, yavaş yavaş yoldan sapar ve yetmiş iki fırkanın sokaklarından birisinde yürümeye başlar. Artık onun attığı her adım, kendisini Rabb’inden uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz.

Bu noktada Hakk Celle ve Alâ Hazretleri şöyle buyuruyorlar:

“Hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra, peygambere muhalefet edip inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü yolda bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme sokarız. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!” (Nisâ: 115)

O’ndan çıkacak ilâhi hükmü peşinen kabul edenler, her emrine âmâde olup, samimi ve ihlâsla yönelip boyun bükenler hakkında Allah-u Teâlâ iltifatta bulunmaktadır:

“İşte Rabb’lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır.” (Bakara: 157)

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“Dünya için ibâdet eden kimse ahiret rahatlığından ve cennetten mahrum olur.” (Münâvî)

Meğer ki ilâhi affa nâil bulunsun.

 

İstikamet:

Şeriat-ı mutahhara’nın iktizası ile, istikamet üzere amel etmek demektir.

İstikamet;

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)

Âyet-i kerime’sinin tecelliyatına mazhar olmaktır.

Bu Âyet-i kerime mucibince emr-i ilâhi doğrultusunda istikamette yürümek şarttır.

Tutulma yeri burasıdır. Hududu aşmayacaksın. Hudut; daire-i saadet, merkez-i selâmettir. Nefis girerse huduttan çıkar.

“Kitab’a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz ıslah edenlerin mükâfatlarını zâyi etmeyiz.” (A’râf: 170)

Onlar kitaba sımsıkı sarılırlar, mucibiyle amel ederler. Onların mükâfatını vermek Allah-u Teâlâ’nın üzerinedir.

Her işte iki rehber olacak: Kelâmullah ve Hadis-i şerif. Bu iki noktadan ayrılmadıkça biz istikametteyiz.

Ahkâm haricinde yapılan en küçük bir iş bizi dalâlete götürür.

Yol çok güzel amma güzel yürümek lâzım. Bu güzel yürümek ne demek? Ahkâm mucibince, Hazret-i Kur’an’ın tarifi üzerinde yürümek. Hazret-i Kur’an’la, Sünnet-i seniyye rayları üzerine bir kere oturttun mu o raylar seni öyle götürür, mal-i maksuda ulaştırır. Ama o iki rayın üzerine oturmak lâzım. O hayatı yaşamak lâzım.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, İbn-i Ömer -radiyallahu anh-e şöyle emretmişti:

“Ey İbn-i Ömer!

Dinine sahip ol. Dinine sahip ol! Bil ki o, (seni ayakta tutan) bedenin, damarlarında akan kanındır. Dinini kimden aldığına iyi dikkat et. İstikameti doğru olanlardan al, eğrilerden alma!” (Kütüb-i Sitte cilt: 1 s: 500)

Bu yol Hazret-i Allah’a ve Resulullah’a aittir. Mahlûka ait değildir. Bunu görün, yola devam edin, ilâhi emirlere dikkat edin, ahkâm mucibince yaşamak için. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hadis-i şerif’lerine riayet edin, ona uymak için. Bu şekilde hareket ederseniz muhabbetinizle ulaşmaya vesile olur.

Her şeyden evvel muhabbet, muhabbet, muhabbet. Yolun sermayesi muhabbet. Ama muhabbet olması için istikamet ve mahviyet şart.

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- bir gün Resulullah Aleyhisselâm’a:

“Son zamanlarda senin hızla yaşlandığını görüyorum, bunun sebebi nedir?” diye sorduğu zaman:

“Hûd sûresi ve benzeri sûreler beni ihtiyarlattı.” buyurmuşlardır. (Tirmizî)

Onun için:

“Şüpheli şeylerden kaçınanlar, dinini ve namusunu korumuş olurlar.” (Buhârî. Tecrîd-i sârîh: 48)

Hazret-i Kur’an’ı ve Sünnet-i seniye’yi yaşamak lâzımdır. Şeriat-ı Ahmediyye üzerinde Sünnet-i Resulullah’a tabi olmak, bidatlerden sakınmak şarttır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında, Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:

“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur’an’dı.” buyurmuşlardır. (Müslim)

Yani Kur’an-ı kerim’deki bütün hükümlerin tatbiki onun yaşayışında görülmektedir. Bu bakımdan o Hazret-i Kur’an’dır.

Hakikat, Hazret-i Allah’ın kelâmı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in beyanıdır. Bak kelâmına, uy izine, kurtul!

Hikmetin başı Allah korkusudur. Her şeyden evvel Allah-u Teâlâ’dan korkması, emrettiği şekilde hareket etmesi gerekir.

Bir taraftan tüm emirlerine riâyet etmedikçe, her nehyettiği şeyden kaçınmadıkça, insan hiçbir zaman hakikat ehli olamaz.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Biz kitapta açıkça belirttikten sonra indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet ediciler lânet eder.” (Bakara: 159)

Hakikati ikrar ve itiraf etmeyen, veya yapılmasına engel olan, yahut da değiştirip karıştırmak gibi yollarla gizleyen, kim olursa olsun bu lânete müstehak olmuştur.

Diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir mârifet, bir nûr verir.” (Enfâl: 29)

Dikkat ederseniz marifetullah hep takvâ ile beraber geçiyor, yani takvâsız mârifetullah ehli olmak imkânsızdır.

İnsan her sahada, her dalda, her an bu Âyet-i kerime ile yürümek mecburiyetindedir. O an için hangi sahada, hangi dalda ne ile meşgul isen geçerli olan Âyet-i kerime’dir. Âyet-i kerime mucibince mi hareket edeceksin? Yoksa zannın ile ve menfaatin için mi hareket edeceksin? Cenâb-ı Hakk kişiyi burada imtihana çeker. Bu noktada taviz yok, imtihan vardır.

Bir insanın bu Âyet-i kerime karşısında, ben iyiyim demesi çok acayiptir. Meğer O’nun lütfuna, rahmet ve merhametine kalmış.

Ne kadar büyük bir tehlike karşısındayız! Onun için bu tehlikenin karşısında kişinin varlığını ortaya koyması, putlanması demektir.

“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkân: 43)

Âyet-i kerimesi’nin kapsamına tutulur.

Emrolunmuş, hükmedilmiş. Hükümle yaşamak zorundayız. Arzu yani nefsani hareketlerimiz bizi büyük mesuliyete tabi tutar. Fakat insan Hazret-i Allah’tan korkarsa hudut içinde gezer.

Hazret-i Allah bizi istikamet ve ihlâs üzerinde bulundursun, hidayeti üzerinde yürütsün. Bizi kendimize güvenenlerden etmesin, bizi bize bırakmasın.

Hiçbir zaman demeyiz ki; şu kötülüğü yapmam. En büyük kötülük de olsa, katiyyen demeyiz. Çünkü Hazret-i Allah seni sana bırakırsa, en büyük kötülüğü yaparsın.

Âyet-i kerime’de:

“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir.” buyuruluyor. (Nisâ: 79)

İyilik Hakk’tandır, kötülük bizdendir. Hazret-i Allah’a sığınalım ki, O’nun lütfu keremi ile iyi olabilelim. Kendimize kaldığımız zaman perişan oluruz.

 

Adalet ve Doğruluk:

Bir önderde, bir idarecide bulunması gereken en birinci vasıf adalettir.

Adalet ise İslâm’da doğruluk ile kâimdir.

Allah-u Teâlâ:

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” buyuruyor. (Hûd: 112)

Bir diğer Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:

“İşte bundan ötürü sen onları (tevhide, birliğe) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma. Ve de ki: “Allah’ın indirdiği kitaba inandım, aranızda adalet yapmakla emrolundum.” (Şûrâ: 15)

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Dikkat edin! Hepiniz muhafızsınız ve maiyyetinizde bulunanların hukukundan mesulsünüz. İnsanlara hükmeden âmir maiyyetindekilerin muhafızı durumundadır ve onların hukukundan mesuldür.” (Müslim: 1829)

Bu Hadis-i şerif, bir kimsenin idaresi altında bulunanlara karşı adaletli olması gerektiğine delil olduğu gibi, herkesin bir sorumluluk dairesi olduğunu göstermektedir.

Yalnız devlet reisi değil; hane reisi de böyledir, evin hanımı da, memuru ve işçisi de böyledir.

Nitekim Buhârî’nin rivayetinde Hadis-i şerif şöyle devam etmektedir:

“Erkek âile efradının muhafızı durumundadır ve onların hukukundan mesuldür. Kadın da kocasının evinde muhafız durumundadır ve onların hukukundan mesuldür.

Hizmetçi (yani işçi ve memur) işverenin malının muhafızı durumundadır ve onların hukukundan mesuldür.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 487)

Bu mesuliyetten aklı başında olan hiçbir kimse kurtulamaz.

Mânevi topluluklarda idareci mevkiinde bulunanların adalete riayet hususunda daha titiz olması gerektiği izahı mucib olmayan çok aşikâr bir hakikattir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Muhakkak ki Allah adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya yardım etmeyi emreder. Hayâsızlığı, fenâlığı ve haddi aşmayı da yasak eder. Düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl: 90)

Bu Âyet-i kerime’de üç şey emredilmekte, üç şey de yasaklanmaktadır.

Allah-u Teâlâ hususiyetle adaleti, yani hakkı korumayı, haklının tarafında yer almayı, haksızlıktan kaçınmayı emretmektedir.

Bütün müslümanları ilgilendiren bu emir, idarecileri de idaresi altındakilerin hakkını çiğnemekten hususiyetle sakındırmaktadır.

Adaletli olmak ilâhi bir emirdir.

“Allah size emanetleri ehil olanlara vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor. Şüphesiz ki Allah işitendir, görendir.” (Nisâ: 58)

Bu Âyet-i kerime’den anlaşıldığı üzere adaletle hükmetmek ilâhi bir emir olduğu gibi emanetleri ehline tevdî etmek de ilâhi bir emirdir. Bir önder vazife verirken bu hususa riayetle mükellef olduğu gibi her bir müslüman da her türlü seçiminde aynı şekilde hareket etmekle mükelleftir.

Bu mühim vazifenin ehemmiyetini tebarüz ettirmek için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“İşler ehil olmayanlara verildiği zaman kıyameti bekle!” (Buhârî)

Bu devlet idaresinde olduğu gibi müslümanların içinde bulundukları her toplulukta da böyledir. İdareciler ehil kimseler değilse, onu seçenler de icraatlarından mesuldür.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz rastgele kişileri iş başına getirmemiş, takvâ ile birlikte liyâkat ve ehliyet aramıştır.

Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh-; “Yâ Resulellah! Beni bir göreve tayin etmez misin?” diye sorduğunda, mübarek ellerini omuzuna koyarak şöyle buyurmuştur:

“Yâ Ebu Zerr! Sen zayıfsın, vazife ise emanettir ve kıyamet gününde rüsvaylıktır. Ancak bu emaneti hakkıyla yürütenler müstesnadır.” (Müslim)

Adaleti ayakta tutmanın iki büyük mükâfatı vardır. Dünyada huzur ve emniyeti sağlar, ahirette ise, adaletten ayrılmayanlara, adalet ve hakkaniyetle iş görenlere büyük mükâfatlar verileceği vaad olunmuştur.

Abdullah bin Amr -radiyallahu anh-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Hükmünde ailesine karşı ve idaresi altında olanlar hakkında adaletli davrananlar, Allah katında nurdan minberler üzerinde bulunacaklardır.” (Müslim)

İdaresi altındaki kimselere adaletle davranan idareciler, Allah-u Teâlâ’nın katında pek büyük itibara sahip olacaklardır.

Bereketi korumak için adaleti korumak şart. Adalet korunduğu zaman Cenâb-ı Hakk bereket ihsan buyurur.

Eğer sadakat olursa, adalet olursa, doğruluk olursa, Allah-u Teâlâ bu manevî direği muhafaza eder.

Adaleti bozarsanız, eli uzatırsanız, O da elini çeker. O zaman susuz balığa benzersiniz. Her yapan mesuliyeti ile gider. Allah-u Teâlâ’nın kapısıdır, nedamet çok, faydası yok.

 

TEBÜK SEFERİ ve MÜNAFIKLAR

“Ey iman edenler! Size ne oldunuz ki: ‘Allah yolunda elbirlik gazâya çıkın!’ denilince yere mıhlanıp ağırlaştınız!” (Tevbe: 38)

 

Resulullah Aleyhisselâm’ın bizzat bulunduğu gazâların sonuncusu Tebük seferi’dir ki; Tâif kuşatmasından sonra yapılmıştı. Tebük seferi’nde savaş olmadı. Fakat bütün müşküllere göğüs gerilerek müslümanlığın daha öncekilere nazaran en kuvvetli ordusu çıkarıldığı için, çok büyük başarılar elde edildi.

Resulullah Aleyhisselâm Arabistan’ın kuzey sınırından emin değildi. Suriye cephesinden âni bir baskına uğramamak için hududun bu tarafını emniyet altına almak istiyordu. Durum nazik ve mühimdi.

Edinilen bu haber üzerine Bizans’a karşı seferberlik ilân edildi. Bizans üzerine gidilecek, düşmanın Arabistan’a karşı beslediği istilâ tehlikesi önlenecekti.

Bu sebepten dolayı Resulullah Aleyhisselâm, şimdiye kadar tertiplediği orduların üstünde bir ordu hazırlamaya karar verdi. Huneyn ve Tâif seferi’nden yeni dönülmüştü. Yaz mevsiminin sıcak günleriydi. Kuraklık yüzünden kıtlık vardı. Aynı zamanda hasat mevsimiydi, meyveler, hurmalar olgunlaşmıştı, gölgeleri de güzelleşmişti. Gidilecek yer uzak, düşman kuvvetliydi. Toplanacak askerin buna göre hazırlanması için, Suriye’ye yapılacak sefer açıkça bildirildi. Halbuki diğer seferlerde askerî hazırlıklar gizli tutulur, düşmanın bu hazırlıklar hakkında hiçbir haber almamasına son derece dikkat edilirdi.

Bütün müslüman kabilelere ve Mekke’ye haberler gönderilip mücâhid askerler istendi. Gönüllülerin toplanmasına başlandı.

Fakat ilk adımda münâfıklar sefere katılmak istemediler. Mânâsız özürlerle Resulullah Aleyhisselâm’dan izin almaya kalktılar. Bir kısmı da havanın çok sıcak oluşunu ileri sürerek orduda bozgunculuk yapıyorlar, gitmek isteyen müslümanları da caydırmaya çalışıyorlardı.

Kur’an-ı kerim’de bu hususta şöyle buyuruluyor:

“Allah’ın Resul’üne muhalefet etmek için (savaştan) geri kalanlar, oturup kalmalarına sevindiler. Mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler ve (savaşa çıkmak isteyenlere de): ‘Bu sıcakta sefere çıkmayın!’ dediler.” (Tevbe: 81)

Onları da bu fedakârlıktan geri bırakmak istediler, Allah yolundaki bir fedâkârlığın kıymetini anlayamadılar.

Allah-u Teâlâ onların bu sözlerini reddederek şöyle buyurdu:

“De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır, keşke bilseler!” (Tevbe: 81)

Bu onların câhilliklerini ortaya koymaktadır. Onlar bunu anlasalardı, kat kat fazlası olan cehennem azabından korunmak için bu sıcakta Resulullah Aleyhisselâm’la sefere çıkarlardı.

Halkta umumî bir durgunluk, sefere karşı bir isteksizlik vardı. Başka savaşlarda görülen heyecan, Tebük seferi’nde görülmez oldu. Allah-u Teâlâ bu hususta Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Size ne oldunuz ki: ‘Allah yolunda elbirlik gazâya çıkın!’ denilince yere mıhlanıp ağırlaştınız!” (Tevbe: 38)

Dünyaya, dünyevî arzulara meylettiniz. Yolculuğun zorlukları ve vereceği yorgunluklar hoşunuza gitmedi. Tembellik ve uyuşukluk gösterdiniz.

“Yoksa ahireti bırakıp da dünya hayatına mı râzı oldunuz?” (Tevbe: 38)

Dünya varlıklarına mı daha çok kıymet verdiniz?

“Fakat bu dünya hayatının kârı, ahiretin yanında pek az bir şeydir.” (Tevbe: 38)

Ahiret hayatının ebedî, nimetlerinin de sayısız olduğunu gördüğünüz zaman, bu dünya hayatının hiçbir değeri olmadığını farkedeceksiniz. Fâni bir dünya için bâki olan ahiretin nimetlerinden kendinizi mahrum bıraktığınız için pişman olacaksınız.

“Eğer (çağırıldığınız bu gazâya) elbirlik çıkmazsanız, Allah sizi pek acıklı bir azaba uğratır.” (Tevbe: 39)

Sizi düşman istilasına uğratır, kolay kolay altından kalkamayacağınız acı bir felâket getirir. Uğruna cihadı terk veya ihmal ettiğiniz dünya hayatınızı, çok acıklı sebeplerle elinizden alır, sizi perişan eder.

“Yerinize de başka (itaatli) bir kavmi getirir.” (Tevbe: 39)

Yerinizi yurdunuzu elinizden alır, başka bir kavme verir. Emirlerini onların eliyle yerine getirir. Sizi yok eder, sizin yerinizi alacak başka insanlara lütufta bulunmak suretiyle onları Peygamber’ine yardımcı kılar. Onlar ilâhî dâvete daha süratle icabet ederler ve ona daha çok itaat ederler.

Cihaddan yüz çevirmek, ona iltifat etmemek ve işi ağır almakla;

“Siz o Peygamber’i hiçbir şeyle zarara uğratamazsınız.” (Tevbe: 39)

Onun dini yine intişar eder durur.

“Allah her şeye hakkıyla kâdirdir.” (Tevbe: 39)

Düşmanlarının bu Din-i mübin’e karşı açık veya gizli olarak cephe almaları, cihanşümûl intişârına aslâ engel olamayacaktır.

Allah-u Teâlâ cihadı terketmenin neticesini, Zât-ı akdes’inin ve Resul’ünün cihada katılmayanların yardımından müstağnî olduğunu beyan ettikten sonra, topyekün seferberliğe katılmaya dair kesin emrini şöylece vermektedir:

“Gerek hafif gerek ağırlıklı olarak hepiniz elbirlik savaşa çıkın!

Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için çok daha hayırlıdır.” (Tevbe: 41)

Samimi müminler bu hayrı idrak ettiler ve savaşa çıktılar.

Allah yolunda topyekün seferberlik ilân edildiği halde, uydurma mazeretler gösterip savaşa katılmayanların, bu hususta fedâkârlık gösteremeyenlerin durumlarını ve münâfıkların fitne çıkarmak için giriştikleri çeşitli hileleri açıklamak üzere Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben şöyle buyurdu:

“Eğer o sefer, yakın bir kazanç (ganimet) ve orta yollu bir sefer olsaydı, onlar mutlaka peşine düşer gelirlerdi. Fakat zahmetle gidilecek yol onlara uzak geldi.” (Tevbe: 42)

Onlar bu seferin zor ve meşakkatli olacağını tahmin ediyorlardı. Çünkü gidilecek yer uzak, düşman da sayıca çok ve techizat bakımından da güçlü idi. Bir de memlekette kuraklık vardı, ümitlerini bağladıkları yeni meyvelerin hasat zamanı gelmişti.

“Bununla beraber: ‘Gücümüz yetseydi sizinle beraber elbette biz de sefere çıkardık.’ diyerek Allah adına yemin edeceklerdir.

Bunlar kendi nefislerini helâka sürüklüyorlar.

Allah biliyor ki onlar muhakkak yalancıdırlar.” (Tevbe: 42)

Yani dedikleri de, demek istedikleri de, yeminleri de hep yalandı. Güçleri vardı, isteselerdi çıkabilirlerdi, öyle iken çıkmadılar.

Resulullah Aleyhisselâm münâfıkların asılsız özürler uydurduklarını bildiği halde, yaratılışındaki hilim sebebiyle onlara savaştan geri kalma izni vermişti.

Resulullah Aleyhisselâm izin vermese bile münâfıklar sefere çıkmamakta kararlı idiler.

Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ müminlerin izin istemeyeceklerini bildirerek şöyle buyurdu:

“Allah’a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten (kaçınmak için) senden izin istemezler.

Allah takvâ sahiplerini çok iyi bilendir.” (Tevbe: 44)

Mümin cihada kendiliğinden katılır. Hele hele topyekün seferberlik emri verilmişse başka türlü olamaz.

Muhâcirler’in ve Ensâr’ın ileri gelenleri:

“Cihad hususunda Resulullah Aleyhisselâm’dan izin istemeyiz. Çünkü Rabb’imiz onu defalarca emretti ve bizi teşvik etti. Elbette canlarımızla mallarımızla durmadan cihad edeceğiz.” derlerdi.

Hatta Resulullah Aleyhisselâm onlara kalmalarını, cihada katılmamalarını emretmiş olsa idi, bu onların gücüne giderdi.

Bu Âyet-i kerime İslâm’la küffar arasındaki bir savaşın, müminle münafığın ayırımını sağlayan ölçü olduğunu göstermektedir.

Şu halde imanın hükmü ve gereği izin istememektir.

“Senden ancak Allah’a ve ahiret gününe inanmayanlar, kalpleri şüpheye düşüp, şüphelerinde bocalayıp duranlar izin isterler.” (Tevbe: 45)

Münâfıklar: “Hazırlığımız yok!” diye özür uyduruyorlar ve izin istiyorlardı.

Halbuki:

“Eğer onlar çıkmak isteselerdi, elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı.” (Tevbe: 46)

Durumları da buna elverişliydi. Hiçbir hazırlık yapmadıklarına göre, demek ki sefere çıkmak ve cihad etmek istemiyorlardı.

“Fakat Allah onların savaşa çıkmalarını uygun bulmadı ve onları yoldan alıkoydu.

Onlara: ‘Oturanlarla beraber oturun!’ denildi.” (Tevbe: 46)

Aslında Allah-u Teâlâ onların bu şerefli İslâm ordusu içinde yer almalarını istememişti.

Bunun da sırrı ve hikmeti şu idi:

“Eğer içinizde onlar da (sefere) çıkmış olsalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranıza sokulurlardı.” (Tevbe: 47)

Hâin kişiler ordu için büyük tehlikedir.

Şayet o münâfıklar savaşa çıkmış olsalardı, mücâhidler arasında fitne ve tefrika çıkarmaya çalışırlardı.

“İçinizde de onlara iyice kulak verenler var. Allah zâlimleri gayet iyi bilir.” (Tevbe: 47)

“Andolsun ki daha önce de fitne koparmak istemişler ve sana nice işler çevirmişlerdi.

Nihayet hak geldi ve onlar istemedikleri halde Allah’ın emri galip geldi.” (Tevbe: 48)

Ve o münâfıklar rezil ve rüsvay oldular.

Sefere çıkmamak için izin isteyen münâfıklar öyle küstah idiler ki, Allah yolunda cihaddan geri kalabilmek için dini ve ahlâkî mahiyette özürler uyduruyorlardı.

Allah-u Teâlâ kalplerinde gizledikleri niyetlerini açığa çıkararak Âyet-i kerime’sinde bu hususta şöyle buyurdu:

“İçlerinde öylesi de var ki: ‘Bana izin ver, beni fitneye düşürme!’ der.

İyi bilin ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem kâfirleri kuşatacaktır.” (Tevbe: 49)

Onların münâfık olduklarının delili Âyet-i kerime’de apaçık ortaya konulmuştur:

“Eğer sana bir iyilik dokunursa, fenâlarına gider, sana bir kötülük erişirse de: ‘Biz daha önceden işimizi sağlama almıştık.’ derler ve sevinç içinde dönüp giderler.” (Tevbe: 50)

Kurtulduklarına ve müslümanların başına gelen belâlara sevinirler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde münâfıkların ne kadar hakir kimseler olduklarına işaret ettikten sonra, onların savaşa iştirak ettirilmemelerini beyan buyurmaktadır:

“Allah seni onlardan bir grubun yanına döndürdüğünde, eğer senden savaşa çıkmak için izin isterlerse, de ki: Benimle beraber aslâ çıkmayacaksınız ve benimle hiçbir düşmana karşı savaşmayacaksınız. Çünkü siz ilkinde (Tebük seferi’nde) oturup kalmaya râzı oldunuz. Şimdi de geri kalanlarla beraber oturun.” (Tevbe: 83)

Resulullah Aleyhisselâm’ın son seferi sayılan Tebük, müminlerle münâfıkların arasındaki dış bağların da kopmasına sebep oldu ve tamamen güçlenen İslâm devleti’nin bünyesinde artık bu gibi iç düşmanların sökülüp atılması zamanı gelmişti, savaşa katılmalarına müsaade edilmedi.

 

Münafıklık:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hâlis münafıkların alâmetlerini şöyle haber veriyor:

“Dört şey her kimde bulunursa hâlis münafık olur. Her kimde bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendinde münafıklıktan bir huy var demektir: Emanet edilince hiyanet eder; söz söylerken yalan söyler; söz verince sözünde durmaz; husûmet zamanında haddi aşar (haktan ayrılır).” (Buhâri)

Münafık kime derler?

Münafık dıştan müslüman görünen ancak içi kâfir kimselere verilen isimdir. Arapça nifak kökünden gelir. Nifak çıkartan anlamındadır.

Türkçesi; “İki yüzlü”. Fakat iş sahasında “Kalleşlik” manasına da geliyor. Yani sözünde durmayan, göründüğü gibi olmayan, hile yaparak aldatan, döneklik eden kimse.

Münafığın tarifi budur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyururlar:

“Üç şey yardır ki, bunlardan biri kimde bulunursa, namaz kılsa da, oruç tutsa da münafıktır. Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, kendisine verilen emanete hıyanet eder.” (Camiu’s-sağir)

Münafık olan kimse içinde bulunduğu toplulukta nifak çıkartmaya çalışır. İnsanların Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine olan bağlılığını kopartmaya çalışır. Kendisi koptuğu gibi etrafındakileri de kopartmak ister.

Aslı kâfir olduğu halde İslâm memleketine nifak sokmak için müslüman gibi görünen münafıklar olduğu gibi; imanlı bir kimse iken Allah-u Teâlâ’nın hükmünü dünyaya tercih etmek suretiyle küfre düşen münafıklar da vardır. Sahayı da bunlar işgal etmiştir.

“Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular.” (Münâfikûn: 3)

Âyet-i kerime’de:

“Onların çoğu Allah’a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar.” buyuruluyor. (Yûsuf: 106)

Bu cürümlerinden dolayı Allah-u Teâlâ onların kalplerini mühürlemiştir:

“Bunun üzerine Allah, onların kalplerini mühürledi.” (Münâfikûn: 3)

Allah-u Teâlâ’nın mühürlediği bir kalbi O’ndan başka açacak kimse yoktur. Küfründe ve nifakında devam eden kimselerin bu mührün açılmasını istemeye nasıl yüzleri olabilir?

Âyet-i kerime’lerinde onları şöyle tanıtmıştır:

“Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır.

Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır.” (Tevbe: 68)

“Onlar ne sizdendir, ne de onlardan.” (Mücâdele: 14)

“Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir.” (Tevbe: 127)

“Sen onları sözlerinin üslûbundan tanırsın.” (Muhammed: 30)

“Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değildirler.” (Bakara: 9)

Münafık; yani içi kâfir dışı müslüman; içi hâin dışı vatanperver. Koyun postuna bürünmüş kurtlar. İki yüzlü, kalleş. İçi para, madde hırsı ile dolu, dıştan bakarsan zühd sahibi! İçi gaspçı soyguncu, dışı yardımsever...

Bu yüzden bunlar dış düşmandan daha tehlikelidir.

Allah-u Teâlâ çeşitli Âyet-i kerime’lerinde münafıkların özelliklerini beyan buyurmaktadır:

“Sizden olmadıkları halde sizinle beraber olduklarına yemin ederler.” (Tevbe: 56)

“Onların kalplerinde sizin korkunuz Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” (Haşr: 13)

“Sen onları derli-toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (Haşr: 14)

“Kendilerine: ‘Yeryüzünde fesad çıkarmayın!’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler. İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir, lâkin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)

“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler.” (Münâfikun: 4)

“Her gürültüyü kendi aleyhlerinde sanırlar.” (Münâfikun: 4)

“Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin!” (Münâfikun: 4)

“Doğrusu münafıklar Allah’ı aldatmaya kalkışıyorlar. Oysa Allah onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir.” (Nisâ: 142)

“Onlar namaza kalktıkları zaman üşene üşene kalkarlar.” (Nisâ: 142)

“İnsanlara gösteriş yaparlar.” (Nisâ: 142)

“Allah’ı pek az zikrederler.” (Nisâ: 142)

“Onların kalplerinde hastalık vardır.” (Bakara: 10)

“Onlar korkak bir topluluktur.” (Tevbe: 56)

“Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele!” (Nisâ: 138)

Allah-u Teâlâ münafıkların fitne çıkarmak için yaptıkları gizli fısıldaşmaları hakkında şöyle buyuruyor:

“Gizli fısıldaşmaları yasak edildikten sonra kendilerine yasaklanan şeye dönenleri ve aralarında günahı, düşmanlığı ve Peygamber’e isyanı gizlice fısıldaşanları görmedin mi?” (Mücâdele: 8)

“Ey iman edenler! Aranızda gizli fısıldaştığınız zaman günahı, düşmanlığı ve Peygamber’e isyanı fısıldaşmayın. İyiliği ve takvâyı fısıldaşın. Huzurunda toplanacağınız Allah’tan korkun.

Gizli fısıldaşmalar ancak şeytandandır. Bunu iman edenleri üzmek için yapar. Oysa şeytan, Allah’ın izni olmadıkça müminlere hiçbir zarar veremez. Müminler Allah’a tevekkül etsinler.” (Mücâdele: 9-10)

 

Dünya Başlarına Dar Gelen Üç Kişi:

Nihayet Resulullah Aleyhisselâm ve İslâm ordusu Tebük seferi’nden döndü.

Resulullah Aleyhisselâm doğruca mescide gitti, iki rekât namaz kıldı. Her seferden dönüşünde Resulullah Aleyhisselâm’ın mescide girmesi, iki rekât namaz kılması âdetiydi.

Mescid’de halkın ziyaretini kabul etti. Sefere iştirak etmemiş olanların özürlerini dinledi. Sayıları sekseni bulan bu kişiler birer birer gelmişler, mâzeretlerini yemin ederek bildirmişler, Resulullah Aleyhisselâm tarafından affa nâil olmuşlardı. Yalnız Ensâr’dan şâir Ka’b bin Mâlik -radiyallahu anh- ile Mürâre bin Rebi -radiyallahu anh- ve Hilâl bin Ümeyye -radiyallahu anh- adındaki iki arkadaşının hareketi hoş görülmedi. Bunlar da Tebük seferi’ne iştirâk etmeyerek Medine-i münevvere’de kalmışlardı.

Ka’b bin Mâlik -radiyallahu anh- bu hususta başından geçen hadiseyi şu şekilde anlatmaktadır:

Ben, Tebük seferi hariç Resulullah Aleyhisselâm’ın hiçbir gazasından geri kalmadım. Bedir savaşı’nda ise Peygamberimiz Bedir’e gaza niyetiyle çıkmamış, yalnız Şam’dan gelecek Kureyş’in ticaret kafilesini yakalamak için çıkmıştı. Bundan ötürü Bedir’e katılmayanlardan hiçbirisi azarlanmamıştı. Nihayet Allah, müslümanlarla düşmanlarını birbirinden habersiz oldukları halde yolda karşılaştırdı. Halbuki Akabe gecesi biz Medineliler İslâm’a yardım etmek üzere sözleştiğimiz zaman Resulullah Aleyhisselâm ile beraber bulundum. Böylece benim için Bedir’de hazır bulunmak, Akabe’de hazır bulunmak kadar gerekli değildi. Her ne kadar Bedir savaşı halk arasında daha yaygın ve ünlü ise de Akabe biatı İslâm’ın yayılmasına başlıca âmildir.

Tebük seferi’nden geri kalmama gelince; o sırada elimde bulunan sefer imkânlarına hiçbir zaman sahip olmamıştım. Zirâ elimde iki deve bulunuyordu.

Resulullah Aleyhisselâm bir sefere çıkacağı zaman gideceği yeri açıkça söylemeyip bilâkis uzağa gidecekse yakını, yakına gidecekse uzağı imâ ederdi. Yalnız Tebük seferi sıcak bir mevsime rastladığı için susuz çöllerden geçileceğinden Resulullah Aleyhisselâm bütün müslümanlara uzun yolculuğa göre hazırlıklarını yapsınlar diye doğrudan doğruya Şam ve Tebük’e doğru gidileceğini açıkça bildirmişti. Aynı zamanda bu sefere katılanların adedi o kadar çoktu ki, divan defteri bile onların isimlerini almaz oldu. Otuz binin üstünde idi. Böyle kalabalık olan ordu içinde benim gibi birkaç kişinin bulunmayışının Resulullah Aleyhisselâm’a Allah’tan vahiy gelmedikçe belli olamayacağını sanıyordum.

Bu sefer, hurma meyvelerinin olgunlaştığı, ağaçların gölgesinin koyulaştığı bir zamanda idi. Resulullah Aleyhisselâm ve ashâbı durmadan sefer hazırlığı yapıyorlardı.

Ben de sabah evimden çıkar, hiç hazırlık yapmadan akşama döner, kendi kendime istediğim zaman hazırlanırım derdim.

Onlar sefere çıktılar. Ben yarın hazırlanır onlara yetişirim derdim. Bir sabah çarşıya çıktım, yine hazırlıksız döndüm. Böylece ihmalim uzadı. Sefere çıkma vakti geçti. Keşke gitseydim. Bu gaza, mukadder değilmiş gidemedim.

Çarşıya çıkınca münâfıklardan, kör ve topal olan sakatlardan başka kimse ile karşılaşmadığımdan üzüntüm artıyordu. Resulullah Aleyhisselâm da Tebük’e varıp oturuncaya kadar beni hatırlamamış. Orada hatırlayıp:

“Kâ’b ne yaptı ki, gelmedi?” buyurmuş.

Seleme oğulları’ndan Abdullah bin Ümeys: “Onu kibri, tembelliği veya iki kat lüks elbisesi Medine’de alıkoymuştur.” demiş. Muaz ise: “Ka’b hakkında ne kötü söz söyledin!” demiş ve: “Yâ Resulellah! Yemin ederim ki, Ka’b’ın iyiliğinden başka bir şey bilmiyoruz!” deyince Resulullah Aleyhisselâm bunu sükûtla dinlemiş.

Resulullah Aleyhisselâm’ın Medine’ye dönmekte olduğunu duyunca beni bir düşünce aldı. Resulullah Aleyhisselâm’ın kızmasından nasıl kurtulacağım, yalandan bir mazeret göstersem mi diye düşünüyordum. Hatta yakınlarımdan aklı başında, fikir sahibi olan kimselerin ve bilginlerin görüşlerine başvurdum ne yapmam gerektiğini onlara danıştım.

Nihayet Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye yaklaştığı haberi gelince evvelce tasarlamış olduğum yalan kuruntu olan hepsi kafamdan silindi, aklımdan geçen fikirler kayboldu. Böyle bir yalanın ve bu uydurma düşüncelerin beni peygamberin öfkesinden kurtaramayacağını anladım. Onun için doğrusunu olduğu gibi Hazret-i Peygamber’e anlatmayı uygun buldum ve buna karar verdim.

Sonra Resulullah Aleyhisselâm Medine-i münevvere’ye teşrif ettiler. Âdetleri olduğu üzere mescide girip iki rekât namaz kılardı. Yine bu adetleri üzere mescide girdiler ve iki rekât namaz kıldılar. Hoş geldin demeye gelen insanları karşılamak için mescide oturdular. Hoş geldine gelenleri kabul etti. Tembellikle veya iki yüzlülüklerinden, nifaklarından ötürü bu gazaya gitmemiş olanlar, akın akın gelip Resulullah Aleyhisselâm’dan özürlerinin kabulünü istediler ve çeşitli mazeretler göstererek yemin ettiler. Resulullah Aleyhisselâm onların dış durumlarına bakarak özürlerini kabul ediyor Allah’tan bağışlanmalarını istiyor, iç durumlarını ise Allah’a bırakıyordu.

Bunlar içinde uydurma özür ve nifakta, Medineliler’den seksen, bedevîlerden ve Abdullah bin Übey’in arkadaşlarından birçok münafık vardı.

Bunlar ayrıldıktan sonra Resulullah Aleyhisselâm’ın yanına gidip selâm verdim. Öfkelenmiş kimsenin gülmesi gibi gülümsedi ve: “Gel!” dedi. Yanına gidip oturunca bana:

“Bu gazadan seni alıkoyan nedir? Bineğini almamış mıydın?” dedi.

Ben: “Evet. Vallâhi ya Resulellah hazırlanmıştım! Vallâhi, sizden başkasının yanında oturup konuşacak olsaydım, Allah’ın bana verdiği fesâhat sayesinde onun gazabından beni kurtulmuş görürdünüz. Lâkin, vallâhi bugün sizi memnun etmek için yalan söylemiş olsam Allah’ın gazabına uğrayacağımı biliyorum. Durumumu size doğruca söylesem darılacağınızı biliyorum. Allah’ın affını diliyorum. Benim hiç özürüm yoktu, sizden geri kaldığımda elimde hiçbir zaman sahip olmadığım imkânlar vardı. Her nasılsa geri kaldım...”

Resulullah Aleyhisselâm:

“Bu doğru söyledi. Senin hakkında Allah-u Teâlâ hükmünü bildirinceye kadar kalk git!” buyurdu.

Ben de kalkarak evime doğru gitmekte iken Seleme’den bir takım kimseler benim peşime düştüler ve bana: “Şimdiye kadar senin bir günah işlediğini bilmiyoruz. Tebük’e diğer gitmeyenler gibi özür beyan etseydin, Resulullah Aleyhisselâm’ın bağış dilemesi sana yeterdi!” diye ısrar edip durdular. O kadar ki, geri dönüp Resulullah Aleyhisselâm’a önceki sözlerimi yalanlamak aklımdan geçti. Sonra onlara: “Benim gibi başka kimse var mı?” dedim. Onlar: “Evet iki kişi daha senin gibi söylediler. Kendilerine sana söylenen sözün aynı söylendi.” diye cevap verdiler. “Onlar kimler?” dedim. “Mürare bin Rabî ile Hilâl bin Ümeyye” dediler. Bunların Bedir savaşı’nda bulunmuş iyi kişiler olduklarını hatırlattılar. Bunun üzerine ben de doğruluk üzerinde kalmaya karar verdim.

Resulullah Aleyhisselâm gazaya gitmeyenler arasından bizlerle Müslümanlar’ın konuşmasını yasak etti.

Onlar bizden kaçıyorlardı. Onlar gözüme başka görünmeye başladılar, şaşırıp kaldım. Bu boykot elli gün sürdü. Diğer iki kişi evinden çıkmayıp ağlıyorlarmış. Ben genç ve dinç olduğumdan çarşıya çıkar, cemaatle namaza giderdim. Fakat kimse benimle konuşmazdı. Namazlardan sonra Resulullah Aleyhisselâm’ın yanına gider, selâm verir, selâmlarımı alır mı diye dudaklarına bakardım. Namazda onun yakınına durur, bana göz atar mı diye süzerdim. Namaza kalkınca göz ucu ile bana bakar, ben ona yüzümü çevirince o yüzünü döndürürdü. Bu durum bana çok ağır geliyordu. Bir gün amcazâdem ve ahbâbım Ebu Katâde’nin bostanına duvardan atlayıp girdim, üç kere selâm verdimse de almadı. Ben: “Ebû Katâde! Allah için söyle, Allah’ı ve Resulullah Aleyhisselâm’ı sevdiğimi bilmez misin?” diye üç kere söylediğim halde karşılık vermedi. Sonuncusunda: “Allah ve Resulullah Aleyhisselâm bilir!” dedi. Bunun üzerine iki gözümden çeşme gibi yaşlar aktı.

Bu bostanın duvarından atlayıp çıktım. Çarşıdan geçerken Şam hıristiyanlarından zâhire satmak için Medine’ye gelen bir çiftçinin beni sorup aradığını gördüm. Halk işaretle beni gösteriyordu. O çiftçi yanıma gelip Gassan Meliki Eyhem bin Cebele’nin bana yolladığı bir mektubu verdi. Açıp okudum, şöyle diyordu: “Sahibin Muhammed’in sana cefâ ettiğini duydum. Allah seni orada hor hakir bırakmaz. Orada kalman yakışmaz. Mektubumu alınca yanıma gel seni rahat ettiririm.”

Bu mektup da ikinci bir baş belâsı diyerek mektubu yırtıp fırına attım. Müslümanların boykotu başlayalı kırk gün olmuştu. Resulullah Aleyhisselâm’ın yolladığı Huzeyme bin Sâbit bana gelip karıma yaklaşmamamın emredildiğini bildirdi. Ben: “Onu boşayayım mı ne yapayım?” dedim. Huzeyme: “Yok boşama, fakat yaklaşma!” dedi. Diğer iki arkadaşıma da Huzeyme bu türlü emri bildirmişti.

Ben zevceme: “Allah’tan bir emir gelinceye kadar babanın evine git!” dedim. O da gitti.

Sonra duydum ki onlardan Hilâl’ın karısı Havle binti Asım Resulullah Aleyhisselâm’a gidip: “Yâ Resulellah! Kocam düşkündür, kendini idare edemez. Bıraksam ölür. Hizmetine bakacak kimsesi yoktur. Ona ben bakadursam hoş görmez misiniz?” demiş, Resulullah Aleyhisselâm: “Uygundur, fakat ona yakın olma!” buyurmuş. O da: “Efendim, kocam düşkündür, kımıldayamaz. Bu iş başına geleli, zavallı dâima ağlıyor!” demiş.

Âilemden birisi bunu bana anlatarak, Resulullah Aleyhisselâm’a gidip hanımının sana bakması için ricada bulun demişti. “Ben gencim, peygamberimize söylemekten sıkılırım...” dedim. On gün daha geçti. Boykotun ellinci gecesi sabahı olmuştu. Evimin damlarından birinde sabah namazını kılmıştım. Âyet-i kerime’de bildirildiği gibi keder içinde geniş dünya bana dar gelmişti. Bir de Sel’ dağının tepesinden yüksek bir ses geldi:

“Ey Ka’b! Müjde!” deniliyordu. Sevinç haberinin geldiğini anlayarak şükür secdesine kapandım.

Allah, Resulullah Aleyhisselâm’a üçümüzün de tevbemizin kabul olunduğunu vahyetmiş. O da herkese söylemişti. Müjdeciler evlerimize koşuyordu. Bir atlı müjdeci de bana geldi. Yukarıda söylediğim gibi, tepeden müjdecinin sesi atlıdan evvel gelmişti. Sonra giydiğim iki elbiseyi o müjdeciye verdim. Başka elbisem olmadığından birinden emanet bir elbise giyerek, Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna vardım. Cemaat tevbemin kabulünü tebrik ediyor, Resulullah Aleyhisselâm da mescidde oturuyordu. Talha bin Abdullah beni görünce koşup geldi, elimi sıktı ve tebrik etti. Vallâhi muhâcirlerden kimse beni karşılamadı. Talha’nın bu karşılamasını hiç unutmuyorum. Resulullah Aleyhisselâm’a selâm verdim, sevincinden yüzü pırıl pırıl parlıyordu.

Bana:

“Annenden doğduğundan beri üzerinden geçen en hayırlı gün sana müjdeler olsun!” buyurdu.

Ben: “Yâ Resulellah! Müjde sizden mi Allah’tan mı?” dedim.

“Benden değil, Allah-u Teâlâ’dandır!” buyurdu.

Yüzünün çok parlaklığından Resulullah Aleyhisselâm’ın çok sevindiğini anlardık. Ben: “Ey Allah’ın elçisi! Allah tevbemi kabul buyurduğundan, bütün malımı Allah ve Peygamber’in hoşnutluğu için sadaka vereceğim.” dedim. Resulullah Aleyhisselâm: “Malının birazı kalsın, sana faydalı olur.” buyurdu. Ben: “Hayber ganimetinden elime geçeni bırakıyorum. Allah beni doğru söylemem sebebiyle affetti. Yaşadıkça doğru söylemek tevbemin şartlarındandır. Ahdım olsun doğru söyleyeceğim!” dedim.

Vallâhi o günden sonra doğru söylediğimden dolayı Allah bana, kimseye vermediklerini verdi. Ben de artık hiç yalan söylemedim. Bundan sonra da Allah beni saklar ümidindeyim.

Allah-u Teâlâ şu Âyet-i kerime’lerini indirdi:

“Andolsun ki Allah, sıkıntılı bir zamanda bir kısmının kalpleri kaymak üzere iken Peygamber’i ve güçlük zamanında ona uyan Muhâcirler’i ve Ensâr’ı affetti, sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli ve çok merhametlidir.” (Tevbe: 117)

“Tevbelerinin kabulü geri bırakılan üç kişiyi de bağışladı. O derece bunalmışlardı ki, yeryüzü olanca genişliğine rağmen onların başlarına dar gelmişti. Vicdanları da kendilerini sıkmıştı. Allah’tan (O’nun azabından) kurtuluşun ancak Allah’a sığınmakla olacağını anlamışlardı. Sonra tevbelerini kabul buyurdu ki, onlar da tevbekârlar arasına dahil oldular.

Şüphesiz ki Allah tevbeleri çok kabul buyurandır, çok merhametli olandır.” (Tevbe: 118)

Bana İslâm’dan sonra yalan söyleyip de helâk olan kavimler gibi olmamam, yani Resulullah Aleyhisselâm’a doğru söylemem kadar büyük nimet gelmedi. Yalan söyleyenler hakkında (Tevbe: 95-96) Âyetleri geldi. Onlar felâkete uğradılar. Hülâsa Tebük gazasına gitmeyenler Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye gelince asılsız özürler ileri sürdüler. Onların özürlerini kabul ederek onlara duâ edip, Allah’tan aflarını istedi. Biz üç kişi böyle yapmadık. Resulullah Aleyhisselâm bizi Allah’ın vahyine bıraktı. (Buhârî - Müslim)

 

Doğru Olan Bu Üç Sahabi Ne Güzel Numune Oldular,
Âyet-i Kerime ile Müjdelendiler, Yüzyıllar Sonra Hâlâ Anılıyorlar:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Tebük seferi dönüşünde yaklaşık 80 kişinin ve çoğu münafık olan bu kimselerin yalan olarak özür beyan etmesini kabul ediyor onlara duâ ediyor. Halbuki Resulullah Aleyhisselâm onların içini biliyordu. Ama onları nefisleri aldatmıştı.

Mazeretsiz olan ve sadece Allah ve Resul’ünden korktukları için samimiyet ile doğruluktan ayrılmayan bu üç Ashâb-ı kiram Efendimiz ise doğruyu beyan ediyorlar, yalan mazeret söylemiyorlar ve büyük imtihana tâbi tutuluyorlar, ibtilâya uğruyorlar. Hem uzaklaştırılıyorlar hem kimse ile görüşmüyorlar. Hanımlarından bile uzak tutuluyorlar. Nihayetinde sadece doğru söylemenin mükafatı olarak;

“Annenden doğduğundan beri üzerinden geçen en hayırlı gün” müjde-i peygamberiye’ye nail oluyorlar.

Üç Ashâb-ı kiram Efendimiz doğru olduklarından, dürüst davrandıklarından, yalan söylemediklerinden dolayı büyük ibtilâ çektiler ama haklarında Âyet-i kerime indi. Ne mutlu onlara... 21. yüzyıla geldik hâlâ onları konuşuyoruz, onlardan bahsediyor ve yazıyoruz. Ne güzel numune oldular. Doğrululuklarıyla, dürüstlükleriyle gerçekten müslümanlara numune oldular. Yani doğruluktan ayrılmamak onlara maddi ve mânevi kurtuluşa vesile oldu bize de numune oldu. Öbürleri ismi bile anılmıyor.

Âyet-i kerime’de onlar hakkında:

“Allah’tan (O’nun azabından) kurtuluşun ancak Allah’a sığınmakla olacağını anlamışlardı.” buyuruluyor. (Tevbe: 118)

Bu da içerdeki samimiyet ile alâkalı. Hazret-i Allah’a karşı kurtuluş yine O’na sığınmak, kurtaracak O, hep O’ndan...

Onlar Hakk’a karşı boyunlarını büktüler. Resulullah Aleyhisselâm’ın huzurunda Hakk’ı konuştular. Karşılarında hak vardı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz vardı. Ama başkaları Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıyamadı, bilemedi bir mazeretle bir yalanla bu işi sıyırırım dedi. Ama senin karşındaki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ama Hakk var. Bunlar ince noktalar, çok ince noktalar.

O yüzden lehinde de, aleyhinde de olsa hakkı söylemek, dosdoğru olmak lâzımdır.

Doğruluk karşılığında tabi birçok ibtilâlar olacak. Ama mükâfat büyük oluyor. Doğruluğun hem bu dünyada hem de ahirette mükâfatı çok büyük.

Hakk’ın hükmü karşısında boynun eğik olması, velev aleyhine bile olsa içi dışı bir olması, sözü, özü bir olması doğru olması lâzım.

Ama bugün her şey yalan üzerine kurulmuş. Ama doğruluk, dürüstlük ne güzel bir şey.

O yüzden Hakk’a karşı da halka karşı da dürüst, doğru. Hazret-i Allah’a ve Resulullah Efendimiz’e olabildiğince samimi, dürüst, açık olmak. Doğru olmak, içtenlikle olmak insanı kurtarır.

 

Güzel Huylar ve Güzel Ameller Sebebiyle Allah-u Teâlâ’nın Hoşnut Olması ve Bu Güzel Huy Sahiplerini En Sıkıntılı Bir Zamanda Kurtarması:

Bir Hadis-i şerif’te nakledildiğine göre üç kişi yağmurlu bir günde bir mağaraya sığınmak zorunda kalmışlardı. Dağdan yuvarlanan bir kaya mağaranın ağzını kapayınca, hayatları boyunca yaptıkları en değerli birer iyiliği anarak bu sıkıntıdan kurtulmaları için Allah-u Teâlâ’ya duâ etmişler, Allah-u Teâlâ da duâlarını kabul ederek onları kurtarmıştır.

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Bir zamanlar üç kişi yolda giderlerken kendilerini yağmur tutmuş ve dağda bir mağaraya sığınmışlar. Arkasından mağaranın ağzına dağdan bir kaya düşmüş ve onları kapamış.

Bunun üzerine yolcular birbirine:

‘Bakın, Allah için sâlih amel işledinizse, o ameller vasıtasıyla Allah’a duâ edin. Ola ki Allah bu kayayı sizden açar.’ demişler.

İçlerinden biri:

‘Allah’ım! Benim iki ihtiyar geçkin ana-babamla, bir karım ve küçük çocuklarım vardı. Onlara iyi bakardım. Hayvanlarımı yanlarına getirdiğim vakit süt sağar, önce annemle babamdan başlayarak çocuklarımdan önce onlara içirirdim. Şu kadar var ki, bir gün ağaçlık beni uzaklara götürdü de akşamlayıncaya kadar gelemedim ve onları uyumuş buldum. Hemen önce yaptığım gibi süt sağdım ve kabı getirerek başları ucuna dikildim. Onları uykularından uyandırmaya kıyamıyor, çocuklara da onlardan evvel süt vermekten çekiniyordum. Çocuklar ayaklarımın dibinde çağrışıyorlardı. Benim ve çocukların hali bu minval üzere fecir doğuncaya kadar devam etti. Eğer benim bunu senin rızânı dileyerek yaptığımı biliyorsan, bu kayadan bize bir miktarını arala da, ondan gökyüzünü görelim.’ demiş.

Bunun üzerine Allah kayanın bir miktarını aralamış ve ondan gökyüzünü görmüşler.

Diğeri:

‘Allah’ım! Benim bir amcamın kızı vardı. Onu erkeklerin kadınları sevmesinin en son derecesiyle sevmiştim. Ondan kendisiyle evlenmek talep ettim. Amma o bana gelmekten imtinâ etti. Hatta kıtlığa duçar oldu, bunun üzerine bana geldi. Ben de kendisine yüz yirmi altın verdim. Ayaklarının önüne oturduğumda: ‘Ey Allah’ın kulu! Allah’tan kork ve bu mührü nâhak yere açma!’ dedi. Ben de yanından kalktım. Eğer bunu senin rızânı dileyerek yaptığımı biliyorsan, bu kayanın bir kısmını bize aç!’ demiş. Allah-u Teâlâ da onlara bir miktar daha açmış.

Öteki:

‘Allah’ım! Ben bir ölçek pirince bir çırak tutmuştum. İşini bitirdiği vakit: ‘Bana hakkımı ver!’ dedi. Ben de kendisine ölçeğini arzettim. Fakat o kabul etmedi. Onu ekmeye devam ettim. Nihayet o pirinçten çobanlarıyla birlikte bir sürü sığır elde ettim. Derken bana geldi ve: ‘Allah’tan kork da benim hakkıma zulmetme!’ dedi.

Ben:

‘Çobanlarıyla beraber şu sığırlara git de onları al!’ dedim.

Bu sefer:

‘Allah’tan kork! Benimle alay etme!’ dedi.

‘Ben seninle alay etmiyorum. Bu sığırları çobanlarıyla birlikte al!’ dedim.

O da aldı ve götürdü. Eğer bunu senin rızânı talep için yaptığımı biliyorsan, bize kayanın kalan kısmını da aç!’ demiş. Bunun üzerine Allah kalan kısmı da açmış ve mağaradan çıkıp gitmişler.” (Müslim: 2743)

Burada görülüyor ki Allah-u Teâlâ has kullarının yaptığı güzel huylar ve güzel ameller sebebiyle hoşnut olur ve onları en sıkıntılı bir zamanda kurtarır. Hiç kimseden bir yardım gelmediği anda imdadına yetiştiği gibi, ahirette de rahmet ve merhamet eder. En tehlikeli geçitleri hiç haberi olmadan geçirir.

Buna amil; Hazret-i Allah’tan korkmaları, Hazret-i Allah’ın rızâsını gözetmeleri, Hazret-i Allah için hareket etmeleridir. Bu hâl onları doğru, dürüst, emin kılmıştır ve böylece hıfz-u himaye ve tasarruf-u ilâhiye içine alınmışlardır.

 

Yalan Söylememek:

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’te münafığın üç alâmetini zikretmişlerdir:

“Münafıklığın alâmeti üçtür:

Söylerse yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edilirse hıyanet eder.” (Buharî)

Diğer bir rivayette; “Her ne kadar oruç tutsa da, namaz kılsa da ve kendini müslüman zannetse de.” buyurulmuştur. (Müslim)

Yalan; doğru olanın veya doğru bildiğinin aksini söylemektir. Dinimiz yalanı haram kılmış ve şiddetle menetmiştir.

Âyet-i kerime’lerde:

“Yalan sözden çekinin.” (Hacc: 30)

“Şüphesiz ki Allah, aşırı yalancıyı doğru yola eriştirmez.” buyuruluyor. (Mümin: 28)

Yalan ve iftira çok büyük bir cürümdür. Dinimizin kesinlikle yasakladığı büyük bir günahtır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“Yalandan sakınınız. Zira yalan ile iman bir arada bulunmaz.” (Ahmed bin Hanbel)

Yalan bu derece tehlikelidir. O yüzden yalan bu kadar ağır bir günahtır. İmansızlığın, münafıklığın alametidir.

“Yalan söyleyenler muhakkak lânete uğramıştır.” (Münavi)

Görüyorsunuz işte! Yalan söyleyen kimselerin sıfatları bunlardır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“Kişinin her işittiğini söylemesi, yalan olarak yeterlidir.” (Müslim)

Doğruluk imanın sermayesi, yalan da nifakın sermayesidir.

“Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi?

Onlar her günahkâr yalancıya inerler.

Bunlar şeytanlara kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar.” (Şuarâ: 221-223)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“Söylediklerine inanacak bir mümin kardeşine yalan söylemen, çok büyük bir hıyanettir.” (Ebu Dâvud)

“İnsan yalanı irtikâb edince o yalanın kötü kokusuyla muhâfızı olan melâike-i kirâm kendisinden bir mil uzaklaşır.” (Tirmizi)

“Günahların en büyüğü lisânın yalanıdır.” (Camiu’s-sağir)

Hazret-i Safiye -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in kısa boylu olduğundan bahseden Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’e Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:

“Öyle bir söz söyledin ki o denize atılsa denizi kirletir.” (Tirmizî)

Bu bir müslüman hakkında hoşa gitmeyecek bir söz söylendiği zaman böyledir. Bir müslüman hakkında iftira ve yalan söylemenin durumunu siz düşünün!

Âyet-i kerime’de:

“Kim bir hatâ veya bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.” buyuruluyor. (Nisâ: 112)

Hangi müslüman bu vebalin, bu günahın altına bile bile girer.

Rivayete göre Ebu’d-Derda -radiyallahu anh- ile Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz arasında şöyle bir konuşma geçer:

“Yâ Resulullah! Mümin hırsızlık yapar mı?”

“Evet, olabilir.”

“Peki, mümin zinâ edebilir mi?”

“(Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- hoşlanmazsa da) ‘Evet!’ der.”

“Peki, mümin yalan söyler mi?”

“Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur.” (Kenzu’l-Ummal, H. No: 8994)

Yalan bu derece daha ağır bir cürüm, büyük bir günahtır.

Yalan konuşmak, yalan söz söylemek men edilmiş ve yalancıların dünyada lânete, ahirette azaba uğrayacakları haber verilmiştir.

Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:

“Bir defa yalan söyleyen üç defa lânete müstehak olur.” (Münavi)

“Yalan insanın yüzünü kara eyler, iki şahsın arasını bozmaya çalışmak, kabir azâbını gerektirir.” (Münavi)

“Yalan rızkın bereketini azaltır.” (Münavi)

Abdullah bin Âmir -radiyallahu anh- der ki:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in evimizde bulunduğu bir sırada annem beni çağırdı. “Gel sana birşey vereceğim.” dedi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- anneme: “Ona ne vermek istemiştin?” diye sordu. “Bir hurma vermek istemiştim.” deyince şöyle buyurdu:

“Haberin olsun, eğer ona birşey vermeyecek olsaydın, sana bir yalan günahı yazılırdı.” (Ebu Dâvud)

Yalanın zarar ve tehlikesine karşı çocukların kafa ve kalplerini uyanık tutmalı, yalandan uzak tutmak ve nefret ettirmek için çalışılmalıdır.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:

“Kim bir çocuğa: ‘Buraya gel, sana birşey vereceğim.’ der de, sonra vermezse bir yalan günahı yazılır.” (Ahmed bin Hanbel)

Ana-babasının yalan söylediğini gören çocuğun, doğruluğu öğrenmesi mümkün değildir.

İnsan dürüstlüğü ve doğruluğu ile Hakk’ın sevgisini kazanır. Hâlik severse halk da sever.

“Bizi aldatan bizden değildir.” buyurdu Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz. (Müslim)

Bu bir yalancılıktır, aynı zamanda sahtekârlıktır. Bunun İslâm dininde yeri yoktur.

 

Yalan Yemin ve Yalancı Şahitlik Yapmamak:

Yalanın en kötü olanı yalan yere yemin etmek ve yalancı şahitlik yapmaktır. Bu ise büyük günahtır.

Allah-u Teâlâ:

“Onlar bilerek yalan yere yemin ederler.” (Mücadele: 14)

Buyurarak münafıkları zemetmiştir.

Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:

“Resul'üm! Sakın itaat (ve iltifat) etme alabildiğine yemin eden aşağılığa!” (Kalem: 10)

Eğriye doğruya yemin edip duran âdî kâfire boyun eğme! O ki yaptığı yeminleri maske yapıp, nefsânî arzularını elde etmeye çalışır.

“Daima kusur arayıp kınayana, söz götürüp getirene.” (Kalem: 11)

Onu bunu ayıplar, arkasından çekiştirir, ara bozmak için sürekli lâf taşır, ikiyüzlüdür.

“İyiliği engelleyen, haddi aşan, günahkâra.” (Kalem: 12)

İnsanları imandan ve taatten men eder, zulüm yapar, günahlara dalmaktan çekinmez.

Âyet-i kerime’de müminlerin vasfı şöyle beyan buyuruluyor:

“Onlar ki yalan şahitlik etmezler.” (Furkan: 72)

Yine Cenâb-ı Hakk:

“Ey iman edenler! Kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde bile olsa, zengin de fakir de olsa, Allah için şâhitlik ederek adâleti titizlikle ayakta tutanlar olun!” (Nisâ: 135)

Buyurarak doğru, adil şahitlik etmeyi emretmiştir.

Diğer bir Âyet-i kerime’de:

“Şahitliği Allah için yapın.” buyuruluyor. (Talâk: 2)

Çünkü şahitlik edilmesini Allah-u Teâlâ buyurmaktadır. Şahitlere düşen de hiçbir şeyi gizlemeyerek, sırf Allah rızâsı için şehadet etmektir. Şahit, şahitliğini gizlerse hıyanet etmiş olur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-EFendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Yalancı şahitlikten sizi men ederim.” (Camiu’s-sağir)

“Yalancı şâhid, şahidlik etmek üzere daha yerinden hareket etmezden evvel, kendisini Cenâb-ı Allah cehennem azabına müstehak eder.” (İbn-i Mâce)

“Şahidlik etmek üzere çağrılan kimse gördüğünü söylemezse yalancı şâhid gibi bir büyük günah irtikâb etmiş olur.” (Münavi)

 

Emanetleri Korumak Hıyanet Etmemek:

Emanet; korumak ve saklamak için insana verilen maddi ve manevi şeyler demektir.

Allah-u Teâlâ Âyeti kerime’sinde:

“Bir kısmınız diğerlerine bir şey emanet ederse, güvenilen kimse kendisine emanet edileni yerine versin ve bu hususta Rabb’i olan Allah’tan korksun.” buyuruyor. (Bakara: 283)

Hadis-i şerif’te ise:

“Emanet izzettir.” buyuruluyor. (Münavî)

Diğer Hadis-i şerif’lerde ise şöyle buyuruluyor:

“Nezdinde emânet bırakılan eşyayı sahibine iade et. Sana hıyânet eden kimseye de hıyânet etme!” (Tirmizî)

“Güvene lâyık olmak bir bakıma zenginliktir.” (Camius-sağir)

Yani başkalarının güvenine lâyık olan zât, itibarın sağladığı bir zenginliğe sahiptir.

“Halkın malında ve ırzında emanete mâlik olmak rızık bolluğunu, hiyânet ise bil’akis fakr ve ihtiyacı celbeder.” (Camius-sağir)

Emanete riayet imânın kemâline işarettir. Allah-u Teâlâ emaneti müslümanların sıfatı olarak beyan buyurmuştur:

“Onlar o kimselerdir ki, emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler.” (Müminun: 8)

Allah-u Teâlâ emaneti insana yüklediğini ve bunun çok büyük bir şey olduğunu Âyet-i kerime’sinde beyan buyuruyor:

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzab: 72)

Binaenaleyh emanet sahibi olan Allah-u Teâlâ’nın hakkını eda etmek insanlar üzerine farzdır.

Emanetin çok geniş manası vardır. Dinî, dünyevî, ahlâkî her şey emanet dairesine girer.

İslâm dini emirleri ve yasakları ile bütün olarak ilâhî bir emanettir. Hükümlerine kâmil bir şekilde uymak farzdır, uymayanlar emanete hıyanet etmiş olurlar.

Kişiye bütün vücudu ve azâlârı, her şeyi birer emanettir. Maddî ve manevî sıhhat ve afiyetini koruması, emanete hıyanet etmemesi, aklını iyiye ve doğruya kullanması, mesuliyetini idrak etmesi gerekir.

Anne baba, evlât kardeş, karı koca, akrabalar hısımlar, komşular arkadaşlar, yoksul dul ve yetimler, her çeşit insan sınıfları ile her hususta ahkâm ölçüleri çerçevesinde adaletle ve iyilikle hareket etmek vazifesi bir emanettir.

Birinin diğerine geri almak üzere bıraktığı mal veya ödünç bir şey emanet olduğu gibi, bir toplulukta konuşulup da dışarıya sızmaması icabeden sözleri ve sırları saklamak da emanettir.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:

“Toplantılarda cereyan eden sözler gizli tutulmalıdır.” (Tirmizî)

İstişare yapıldığında, konuşulanların sağa sola yayılmaması emanettir. Akıl danışan kimseye doğru bilgi vermek, hakikatı anlatmak da emaneti yerine getirmektir.

Ücret veya maaş karşılığında çalışan kimsenin yapacağı işi hakkıyla yapması, mesuliyetini bilmesi emanettir. Yanında çalıştığı kimsenin izni olmaksızın işi gevşek tutarsa, işe geç gelir veya erken paydos ederse, emanetin hilâfına hareket etmiş olur.

Aynı şekilde çalışanlar da çalıştıranlara bir emanettir. Bütün bu hak ve hukuklara riâyet edilmesi zaruridir.

Hatta insanların faydalanmasına sunulan hayvanların haklarını gözetmek de emanettir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“Hepiniz muhafızsınız ve hepiniz maiyyetinizde bulunanların hukukundan mesulsünüz.

Amirler maiyyetindekilerin, erkek âile efradının muhafızı durumundadır. Kadın da kocasının evi ve çocukları üzerinde muhafızdır.

Hülâsa, hepiniz muhafızsınız ve hepiniz emriniz altında bulunanların hukukundan mesulsünüz.” (Buharî-Müslim)

Gerek dini ve gerekse dünyevî vazifeler de birer emanettir. Bu vazifelerin ehil olan kimselere, lâyık olanlara verilmesi lâzımdır.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Allah size emanetleri ehil olanlara vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ: 58)

Bu Âyet-i kerime Mekke’nin fethinde nâzil olmuştur.

Kâbe-i muazzama’nın bakım ve temizlik işleri Osman bin Talha ailesinin elinde bulunuyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mekke’yi fethettiğinde henüz müslüman olmamış olan Osman, kapısını kilitleyip Kâbe’nin üstüne çıkmıştı. Anahtarı vermeyi reddederek; “Senin peygamber olduğunu bilseydim, onu verirdim.” demişti. Bunun üzerine Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Osman’ın kolunu bükerek anahtarı elinden zorla aldı ve Kâbe’yi açtı.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz içeri girdi, iki rekât namaz kılıp dışarı çıkınca amcası Hazret-i Abbas -radiyallahu anh- anahtarın ve şerefli bir vazife olan bakıcılığın kendisine verilmesini istedi. Bunun üzerine Âyet-i kerime nâzil oldu. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e anahtarı yine eski vazifeliye vermesini ve ondan özür dilemesini emir buyurdu.

Anahtar kendisine teslim edildiğinde, Osman bunun sebebini sordu. Hazret-i Ali -radiyallahu anh-; “Bu bize ait bir mesele değildir, emr-i ilâhidir.” buyurdu ve Âyet-i kerime’yi okudu. Bundan fevkâlade duygulanan Osman bin Talha, müslümanlığın adalet ve emanet üzerindeki titizliğini görünce; “Ben artık Muhammed’in, Allah’ın Resul’ü olduğuna şehadet ediyorum.” diyerek müslüman oldu.

“Kıyamet ne zamandır?” diye soran bir zâta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:

“Emanet yitirildiği zaman kıyameti bekle! İşler ehil olmayanlara verilince kıyameti bekle!” (Buharî. Tecrid-i sarih: 54)

Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh- “Yâ Resulellah! Beni bir göreve tayin etmez misin?” diye sorduğunda, mübarek ellerini omuzuna koyarak şöyle buyurdular:

“Yâ Ebu Zerr!

Sen zayıfsın, vazife ise emanettir ve kıyamet gününde rüsvaylıktır ve pişmanlıktır.

Ancak bu emaneti hakkıyla alıp yürütenler müstesnâ.” (Müslim)

Ehliyet ve salâhiyeti olmayan, yapacağı işe hakkıyla vakıf olamayan bir kimse, bir işi üzerine alıp da layıkıyla yapamazsa, bu da emanete hıyanettir.

Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

“Vaad borçtur. Yazık şu kimseye ki vaad eyler de sonra meşrû bir engel bulunmaksızın vaadini yerine getirmez.” (Münâvî)

Hadis-i şerif’lerde emanete hıyanet etmenin kıyamet alâmetlerinden olduğu haber verilmektedir. Diğer bir Hadis-i şerif’te ise kıyamet alâmeti olarak “Emanetin ganimet bilineceği” beyan edilmektedir.

Bugün mücahid kesilerek din namına halktan para toplayıp, gayesi haricinde harcayanlar da emanete hıyanet ederek büyük bir mesuliyet altına girmektedirler.

Halbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Müslümanların işine harcanmak üzere ayrılan maldan bir çok haksız harcamalar yapan kimseler için kıyamet gününde cehennem vardır.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 1294)

“Emanete hıyanet edenler, olgun imandan mahrumdur.” buyurmuşlardır. (C. Sağir)

Âliye kabilesinden bir zât gelerek; “Yâ Resulellah! Bu dinde en zor ve en kolay şeyi bana haber ver!” dedi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:

“Bu dinde en kolay şey ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammed’ün abduhu ve Rasulühü’ şehâdetidir. En zor olanı ise emanettir. Zira emanete riayet etmeyenin dini de, namazı da, zekâtı da yoktur.” (Bezzar)

İslâm dini Allah-u Teâlâ’nın insanlığa gönderdiği en aziz emanettir. Bu emanet Mekke vâdisine indirildi. Asr-ı saâdet müslümanları bu emanete hakkıyla lâyık oldular. Kısa zamanda İslâmiyet’i yaydılar, Allah’ın yüce adını yücelttiler.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den sonra Araplar uzun süre bu emanete ehil oldular. Memleketler genişleyip mal ve servetler çoğalınca, müslümanlar dünyaya daldılar ve ehliyete halel getirdiler. Allah-u Teâlâ Türkleri ehil kıldı ve emaneti onlara verdi.

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Dilerse sizi ortadan kaldırıp yok eder ve sizden sonra yerinize dilediği bir milleti getirir.” (En’am: 133)

İnsan-ı kâmil’e emanet edilen ilâhi emanetullah ise ehline malumdur.

Din emanettir. Emanete hıyanet eden imanını kaybetmiş olur.

Bu beyanımız esastır! Uyan uyar, uymayan uymaz. Bu sözümüz hülâsadır, özdür.

Bu da;

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)

Âyet-i kerime'siyle ölçülür ve bilinir. Çok dikkat etmek gerekiyor. Hazret-i Allah'tan çok korkmak gerekiyor.

 

İfk Hadisesi:

Resulullah Aleyhisselâm Mekkeli olmayan müşrik Beni Mustalık kabilesinin Medine’ye saldıracağını haber alınca bin kişilik bir ordu ile yola çıktı. Fakat İslâm ordusuna şimdiye kadar görülmemiş sayıda münafık karışmıştı. Maksatları ganimet elde etmek ve müslümanları fitneye düşürmekti. Düşman Müreysi suyunda basıldı ve İslâm ordusu galip geldi. Birçok esir ve ganimet elde edildi.

Beni Mustalık seferinden dönüşte Medine’ye yakın bir yerde mola verilmişti. Gecenin bir kısmı orada geçirildi, daha sonra yola devam edildi.

Bu arada Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz def-i hacet için kafileden dışarı çıkıp biraz uzaklaşmıştı. Geri geldiğinde Yemen’in göz boncuğundan dizilmiş gerdanlığının koptuğunu ve düştüğünü farketti. Aramaya çıktığı sırada onun hevdeçte olduğu düşünülerek orduya hareket emri verilmişti. Konak yerine geri dönünce orada kimseyi bulamadı. Nasıl olsa aramak için dönerler diye düşünerek orada bekledi ve uyuyakaldı.

Safvan bin Muattal -radiyallahu anh- isminde bir zât ordunun ardından gelir, yolda bir şey düşmüşse onu alır sahibine iâde ederdi. Sabaha karşı konak yerine geldi. Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’i görür görmez tanıdı ve:

“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhî râciûn.” dedi.

Başka bir şey söylemedi. Devesini çöktürdü. Bu ses üzerine uyanan Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz elbisesi ile yüzünü örttü, deveye bindi. Hızla oradan uzaklaştılar ve bir yerde konakladıkları bir sırada öğle sıcağında kafileye yetiştiler.

Durumu öğrenen münâfıkların reisi Abdullah bin Ubeyy: “Demek Peygamber’inizin âilesi bir adamla gecelemiş.” diyerek yaygara koparmaya başladı.

Allah-u Teâlâ onları bu hadise ile büyük bir imtihana tâbi tuttu. Bazı müslümanlar münâfıkların çirkin iftiralarına âlet oldular. Bazıları ise hemen kendilerine geldiler, kalplerine danıştılar, bu haberin apaçık bir iftira olduğuna daha ilk anda karar verdiler.

Meselâ Ebu Eyyûb Ensârî -radiyallahu anh- Hazretleri ile hanımının ilk andaki tutumları ne kadar arza şâyandır:

Eve geldi ve hanımına:“Halkın Âişe -radiyallahu anhâ- hakkında söylediklerini duyuyor musun?” buyurdu. O da: “Evet, fakat bu yalandır.” dedi ve akabinde: “Sen Safvan’ın yerinde olsaydın Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in mahremiyetine sû-i zanda bulunur muydun?” diye sordu. Ebu Eyyûb -radiyallahu anh- Hazretleri: “Hayır!” cevabını verince hanımı şu sözü söyledi.“Ben Âişe -radiyallahu anhâ-nın yerinde olsaydım, vallahi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e hıyanet etmezdim. Âişe -radiyallahu anhâ- benden hayırlı, Safvan -radiyallahu anh- ise senden hayırlıdır.”

Resulullah Aleyhisselâm ve Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in anne-babası dedikodular sebebiyle çok üzüldüler.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz dönüşte bir ay kadar hastalandığı için hadiseden haberi yoktu. Yirmi gün sonra tesadüfen haberi oldu, üzüntüsünden günlerce ağlayıp ıstırap çekti. Ne gözünün yaşı diniyordu, ne de gözüne uyku giriyordu.

Bu ibtilâ ile ilgili olarak der ki:

“Yemin olsun ki ben o zaman suçsuz olduğumu biliyordum ve Allah’ın benim suçsuzluğumu teyid edeceğine inanıyordum. Fakat kesinlikle Allah’ın benim hakkımda bir vahiy indireceğini, bunun (kıyamete kadar) okunacağını hiç aklımdan geçirmezdim. Ben şahsımı ilgilendiren bir iş için Kur’an’da Allah tarafından dile getirilmekten kendimi çok uzak ve aşağı görüyordum. Şu kadar var ki Resulullah Aleyhisselâm’ın bir rüyâ göreceğini ve o rüyâ yoluyla Allah’ın beni isnadlardan uzak tutacağını ümit ediyordum.

Vallâhi Resulullah Aleyhisselâm daha oturmuş olduğu yerden kalkmamış ve ev halkından hiç kimse dışarı çıkmamıştı ki ona vahiy geldi. Kendisini vahiy sırasında her zaman gelen hâlet bürüdü. Vahyin ağırlığı üzerinden kalktığı zaman Resulullah Aleyhisselâm tebessüm içindeydi.

Bana ilk söylediği söz şu oldu:

‘Yâ Âişe! Allah’a hamdet. Zira seni yapılan iftiradan uzak kıldı.’

Annem de bana:

‘Kalk Resulullah Aleyhisselâm’a teşekkür et!’ dedi.

Ben ise:

‘Vallâhi hayır! Ona teşekkür etmeyeceğim, sadece Allah’ıma hamdediyorum. Benim suçsuzluğumu Rabb’im vahiy buyurdu.’ dedim.” (Buhârî - Müslim: 2770 - Tirmizî)

Allah-u Teâlâ Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz hakkında indirdiği Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurdu:

“Allah’ın size lütuf ve merhameti bulunmasaydı ve Allah tevbeleri kabul eden, hüküm ve hikmet sahibi olmasaydı (suçlunun hemen cezâsını verirdi).” (Nûr: 10)

“O uydurma haberi getir(ip ortaya at)anlar, içinizden belirli bir zümredir. Siz, onu sizin için bir şer sanmayın. Bilâkis o, sizin için hayırdır. Onlardan her kişiye, kazandığı günah(ın cezası) vardır. Onlardan o (yalan)ın en büyüğüne elebaşılık yapana da büyük bir azap vardır.” (Nûr: 11)

“Onu işittiğiniz vakit erkek ve kadın müminlerin kendiliklerinden hüsn-ü zanda bulunup: ‘Bu apaçık bir iftiradır.’ demeleri lâzım değil miydi?” (Nûr: 12)

“Buna karşılık dört şâhit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki onlar bu şâhitleri getiremediler, öyle ise onlar Allah katında yalancıların tâ kendileridir.” (Nûr: 13)

“Eğer dünya ve ahirette size lütuf ve merhameti olmasaydı, içine daldığınız bu yaygaradan dolayı büyük bir azaba uğrardınız.” (Nûr: 14)

“O zaman siz o iftirayı dillerinize dolamıştınız, bilmediğiniz şeyleri ağızlarınıza alıyordunuz. Mühim bir şey değil sanıyordunuz, amma Allah katında önemi çok büyüktü.” (Nûr: 15)

“Onu duyduğunuz zaman: ‘Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ bu büyük bir iftiradır.’ demeniz gerekmez miydi?” (Nûr: 16)

“Eğer siz mümin kimseler iseniz, böyle bir şeye bir daha dönmemeniz için Allah size öğüt veriyor.” (Nûr: 17)

“Ve Allah işte size âyetlerini açık açık bildiriyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nûr: 18)

“Müminler arasında hayâsızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara dünya ve ahirette can yakıcı azâp vardır. Allah bilir siz ise bilmezsiniz.” (Nûr: 19)

“Allah’ın size lütuf ve merhameti bulunmasaydı, Allah şefkatli ve merhametli olmasaydı hemen cezânızı verirdi.” (Nûr: 20)

Bu Âyet-i kerime’lerin nüzulünden sonra hakikat ortaya çıktı ve münâfıklara uyup iftirayı tasrih edenlere de şer’i ceza tatbik edildi. İftirayı dilleriyle yaymakta en ileri giden Mıstah bin Üsâse -radiyallahu anh-, Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- ve Hamne bint-i Cahş -radiyallahu anhâ-ya seksener kamçı vuruldu. Vurulan bu hadler iftiracıların dünyadaki cezaları idi.

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- fakirliği ve akrabalığından dolayı Mıstah bin Üsâse -radiyallahu anh-e yardım ederdi. Hakkında şer’î ceza tatbik edildikten sonra ona hiçbir şekilde yardım etmemeye yemin etti.

Bunun üzerine Allah-u Teâlâ indirdiği Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:

“İçinizden fazilet ve servet sahibi olanlar akrabalarına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere bir şey vermemeye yemin etmesinler. Kusurlarını affetsinler, aldırmasınlar. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?

Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Nûr: 22)

Bu ilâhî beyanı duyan Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-: “Vallâhi ben, Allah’ın beni bağışlamasını elbette isterim!” dedi ve Mıstah -radiyallahu anh-e daha önce yapmakta olduğu yardımı tekrar devam ettirdi. “Vallâhi bu yardımı artık ondan hiçbir zaman kesmem!” buyurdu. (Buhârî - Müslim: 2770)

 

Hülasâ-i Kelâm:

İslâmiyet’i yaşamakla, İslâm’ım demek arasında çok büyük fark vardır. İslâm’ım demek isimde kalıyor. Hakikatine nüfuz edemiyoruz. İslâm’ı yaşamaya azmetmek; o yolun namzedi, mensubu, yürüyücüsü demek manasına geliyor. Gaye yaşamaya çalışmak.

Gerçek müslüman bütün hâl ve hareketlerini, icraatlarını Kur’an-ı azimüşşan’a göre ayarlar. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz en ince hususlarda bile Kur’an-ı kerim’e bakarak kendilerine yön verirlerdi.

Biz ise yönümüzü, yolumuzu beğendik, ahkâm bize uysun istiyoruz.

Hadd-i zâtında biz Kur’an-ı kerim’i maişet temini için vasıta kabul ediyoruz. İslâmiyet’i hiç kimseye vermiyoruz.

Olur mu hiç?

Ahkâm-ı ilâhiye’nin birisini beğensek, ötekisini yine bırakıyoruz. Hazret-i Allah şöyle yürüyeceksin buyuruyor, biz ise arzumuz istikametinde yürüyoruz.

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd: 112)

Âyet-i kerime’sine gelince hiçbirimiz orada yokuz. İslâmiyet bu mudur?

Ya olduğumuz gibi görünmemiz, ya göründüğümüz gibi olmamız lâzımdır.


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR