“Kur’an’ın Tefsiri”ne gelince; onun mânâlarını keşfetmek ve onları izah etmektir.
Hiç şüphe yok ki âlimler onun tefsirini lügatle, hakimler lügat ilmiyle, hikmet ehli ise zâhiri hikmetle bilirler.
Hikmetin bâtını ile olan hikmet sahipleri gerçek tefsire ehil olanlardır. Diğerleri ise âciz birer çıraktır, haberleri alırlar; onlar ancak şiiri ve zâhiri mânâda lügati görürler. Onlar Dahhâk’ın, Kelbi’nin ve onların ikisine benzeyen kimselerin sözlerine itimat ederler.
Bunlar için Kur’an sadece kendilerine hitap eden bir şeyden ibarettir! Bunun içindir ki: “Onlar onun lezzet ve tadından mahrumdur.” denilmiştir. Çünkü onlar onun asıl vasıtasından mahrum kalmışlardır. O’nun vasıtası ise zikrettiğimiz ilmin ve hikmetin başlangıcıdır.
Allah Tebâreke ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Allah hikmeti kime dilerse ona verir, kime de hikmet verilmişse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir.” (Bakara: 269)
Ebu Bekir bin Sâbık el-Emevî’nin İbn Mâlik el-Cünnî’den, onun Cübeyr’den, onun Dahhâk’tan, onun ise İbn Abbâs’tan bildirdiğine göre şöyle demiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e:
“Kime de hikmet verilmişse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir.” (Bakara: 269)
Kelâmından sordum;
“O’nun (Kur’an’ın) tefsiridir ey İbn Abbâs!”buyurdular.”
Nitekim Allah, bu halka cömertlik ve kereminden bir güzellik kılıp onları yüceltmiş, üzerlerine rahmetini indirmiş ve onu kalplerin temizleyicisi ve koruyucusu kılmıştır.
Temizlenmek; O’nun dışındaki her şeyle alâkayı kesmektir. Mânevi temizlik ancak O’nun nuruyla gerçekleşebilir.
Korunmak ise şehvetlere yöneliktir. Şehvetler de onun nefsi, arzusu ve ona iltifat etmesidir.
İşte sen ilâhi nurun, hidâyetin, rahmetin, nizâmın, inceliklerin, bereketin, beyanın ve şifânın içindeki huşû ile bunların hepsine karşı zafer kazanırsın.
Senin tama etmen bu kalplerdeki arınmaya engeldir. Nitekim nefsin hâkimiyeti ve şehvetleri onun üzerine yüklenir ve onun itâatler üzere bulunmasına imkân vermez; hatta bütün çaba ve gayretlerini de ondan çekip alır, bunların hepsinden onu mahrum bırakır.
İsmi mübarek olan Allah, onu dile getirmek üzere öne sürdüğü Âyet-i kerime’de şöyle buyurmuştur:
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim!” (A’râf: 146)
Yani: “Onlar onu anlayamayacaklar, tadını da alamayacaklar.” buyuruyor.
Nitekim onların gönüllerinin içi belâya giriftar olmuştur, Allah’a karşı büyüklük tasladıkları için onun rûhu da canı da gitmiştir. Onların durumları dehşettir!
Onların önüne geçen kimseye gelince; onlar yaratılanların en hayırlısı kılınmışlardır. Onlar ise Allah ile yüceleşir ve ululaşırlar.
Onlar ancak nefsin binbir türlü hallerine karşı ululuklarını gösterirler, içlerinde dünyanın gelip-geçici fâni gururu, fâni arzuları bulunmaz.
Kalpleri O’nun âyetlerini anlamaktan çevrilen ve mahrum edilenler ise ondan yüz çevirdikleri ve arkalarını döndükleri zaman Allah da onların kalplerini çevirir. Onların ondan elde ettikleri ne varsa nefse ulaşır.
Onların kalpleri huzur-u İlâhî’den tardedilmiştir.
Onlara karşı çıkanlar ise yüzlerini O’na döner, bu ise:
“O’na gönülden boyun eğen her kulun kalp gözünü açmak, ibret ve öğüt vermek için” meydana gelir. (Kâf: 8)
“Münîb: Yönelen”; Kalbi cihetinden Azîz ve Celîl olan Allah’a ulaşan kimse demektir. İşte bunlar nefsin aslı ve esası hakkında hayret ve şaşkınlık içinde kalırlar.
“Âlimler lügat ile düşünürler” sözümüze gelince; onlar o kimselerdir ki, sadece zâhirde “Lugâz” denilen sorulu-cevaplı şiirleri bilirler.
“Hakimlerin lügatı bilmesi”ne gelince; onlar da o kimselerdir ki, lügatın esaslarını bilir ve onun hakkında tedbirde bulunurlar. Onun mânâsını harfleriyle birlikte telif edip birleştirirler ki, ondan yana devam üzere olunsun. Böylece başlangıçta irâdeden çıkan mânâ meydana gelmiş ve harflerle ilgili murâd bir düzene girmiş olur.
Bunun aslından uzaklaştık, biz bu kadarını yeterli görüyoruz.
İşte lügatin hikmeti budur.
Şu kadar var ki “Bâtının hikmeti” ise dünya ve âhiret bilgisinin zâhirinin bâtın kısmıdır. Meselâ dünya işinde idâre ve tedbir, vakitlerin nasıl yönetileceği ve O’nun insanlardan yarattıklarına bunu kısıtlayışı, O’nun murad edilmeyişidir.
Dünya şüphesiz ki onun için bir geçit, bir köprü ve kulların konakları için çıkış yeri kılınmıştır.
Âhiret ise onunla kullar için bir karar, bir cezâ, bir mükâfat yeri kılınmıştır. Orada birtakım konaklar zuhur edecek, O’nun adâleti ibraz edilecektir. O, onlar arasında adâletini izhar edecek, sonra dilediği kimse üzerine faziletini dağıtıp paylaştıracaktır.
İşte her kimin dünya ve âhiret işlerine yönelik bu iki tedbir ve idareden yana kalp gözü açılırsa, bu “Hikmetin zâhiri”dir.