Bu mübârek Sûre-i şerif kıyamete dair açıklamalarla, her türlü şüpheyi ortadan kaldıracak ifadelerle başlamakta; yerin sarsıldıkça sarsılacağını, dağların darmadağın olup un ufak olacağını beyan etmektedir. Daha sonra hesap gününde insanların üç sınıfa ayrılacağını ve her birinin âkıbetlerini; karşılaşacakları nimetleri ve azapları bildirmektedir. “Mukarreb”lerin büyük bir kısmının geçmişte yaşamış ümmetlerden, bir kısmının da sonrakilerden olduğu; mukarreblerin cennetlerinin vasıfları anlatılmaktadır. “Ashâb-ı yemin” adı verilen müminlerin birçoğunun önceki ümmetlerden, birçoğunun da sonrakilerden olduğu; cennette kavuşacakları nimetler gözler önüne serilmektedir. “Ashâb-ı şimâl” adı verilen kâfirlerin ise ne kadar bahtsız oldukları, cehennemde görecekleri azap çeşitleri korkunç bir şekilde beyan edilmekte, dünyadaki durumlarının çirkinliği ortaya konulmakta, yalanlamalarının kendilerini ne kadar alçalttığı açıklanmaktadır...
Tamamı Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olan bu mübarek Sûre-i celîle; doksan altı Âyet-i kerime, üç yüz doksan sekiz kelime, bin yedi yüz üç harften teşekkül etmiştir.
İlk Âyet-i kerime'sinde geçen ve: "Büyük hadise" yani "Kıyamet" mânâsına gelen "Vâkıa" kelimesi, bu Sûre-i şerif'e isim olmaktadır.
"Vâkıa" hem bu Sûre-i şerif'in adı, hem de konusudur. Kıyametin bir gün gelip mutlaka kopacağını haber vererek başlamakta ve ahiret hayatından sahneler göz önüne sermektedir.
"Vâkıa" ile "Rahman" Sûre-i şerif'leri arasında büyük bir ilgi vardır. İkisinde de cennet ve cehennem sakinleri hakkında bilgi verilmektedir. Her ikisi de aynı hususları ele aldığı için tek bir sûre gibidirler. Birinin sonunun diğerinin başı ile ilişkisi olması dolayısıyla benzer muhtevalara sahiptirler.
Vâkıa Sûre-i şerif'inin faziletine dair bazı Hadis-i şerif'ler nakledilmiştir.
Şöyle ki:
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vâkıa sûresi zenginlik sûresidir. Onu hem okuyunuz, hem de çocuklarınıza öğretiniz." (Deylemî)
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- ölümle sonuçlanan hastalığa yakalanmıştı, yatağında yatıyordu. Hazret-i Osman -radiyallahu anh- ziyaretine geldiğinde aralarında şöyle bir konuşma geçti:
– Şikâyetin nedendir?
– Günahlarımdan.
– Canın neyi arzuluyor?
– Rabb'imin rahmetini.
– Senin için bir doktor getirteyim mi?
– Beni doktor hastalandırdı.
– Sana bir bağış verilmesini emredeyim mi?
– Benim bağışa ihtiyacım yok.
– Senden sonra kızlarının olur.
– Kızlarımın fakirliğe düşeceğinden mi korkuyorsun? Ben kızlarıma emrettim, onlar her gece Vâkıa sûresini okurlar.
Çünkü ben Resulullah Alayhisselâm'ın şöyle buyurduğunu işittim:
"Her gece Vâkıa sûresini okuyan kimseye aslâ fakirlik gelmez." (İbn-i Asâkir)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:
"Sizden kimse Vâkıa sûresini okumaktan âciz olmasın." buyurmuşlardır.
Bu mübârek Sûre-i şerif kıyamete dair açıklamalarla, her türlü şüpheyi ortadan kaldıracak ifadelerle başlamakta; yerin sarsıldıkça sarsılacağını, dağların darmadağın olup un ufak olacağını beyan etmektedir.
Daha sonra hesap gününde insanların üç sınıfa ayrılacağını ve her birinin âkıbetlerini; karşılaşacakları nimetleri ve azapları bildirmektedir.
"Mukarreb"lerin büyük bir kısmının geçmişte yaşamış ümmetlerden, bir kısmının da sonrakilerden olduğu; mukarreblerin cennetlerinin vasıfları anlatılmaktadır.
"Ashâb-ı yemin" adı verilen müminlerin birçoğunun önceki ümmetlerden, birçoğunun da sonrakilerden olduğu; cennette kavuşacakları nimetler gözler önüne serilmektedir.
"Ashâb-ı şimâl" adı verilen kâfirlerin ise ne kadar bahtsız oldukları, cehennemde görecekleri azap çeşitleri korkunç bir şekilde beyan edilmekte, dünyadaki durumlarının çirkinliği ortaya konulmakta, yalanlamalarının kendilerini ne kadar alçalttığı açıklanmaktadır.
Öldükten sonra dirilme, mahşere sevk edilme ve hesaba çekilme ile ilgili deliller sıralanmakta; Allah-u Teâlâ'nın azamet ve kudreti bütün açıklığı ile zihinlere yerleştirilmektedir.
Yıldızların yerlerine yemin edilerek kerim olan bu Kur'an'ın, âlemlerin Rabb'i tarafından indirildiği, koruma altında olan bir Kitap'ta yazılı olduğu, ancak temizlenmiş ve arınmış olanların ona el sürebileceği, böyle bir yeminin büyük bir yemin olduğu hatırlatılmaktadır.
Nihayet insanları ölüm esnâsındaki bir sahne ile uyarmakta, can çekişen kişinin durumu; mukarreblerin ve sâlihlerin ahiretteki güzel âkıbetleri ile kâfirlerin kötü âkıbetleri tasvir edilerek sona ermektedir.
"Vâkıa"; kıyametin isimlerinden bir isimdir. Kıyametin vukuu, yani gerçekleşmesi kesin bir vâkıa olduğu, gelecekte muhakkak surette meydana geleceği için bu isim verilmiştir. Zira Allah-u Teâlâ'ya göre, meydana gelmesi kesin olan bir hadise, gelmiş gibi kabul edilir.
"Kıyamet" kelimesi "Kıyam"dan türemiş olup; dikilmek, ayağa kalkmak, ayaklanmak mânâlarına gelir ve Kur'an-ı kerim'de yetmiş yerde geçmektedir. Kıyam'dan türemiş diğer kelimelerin sayısı iki yüz civarındadır. Kıyameti tasvir eden, gözle görülür bir şekilde anlatan Âyet-i kerime'lerin sayısı ise dört yüze yakındır.
Dini bir tabir olarak kıyamet ise; içinde yaşadığımız dünyanın ve onun bünyesinde yer aldığı kâinatın parçalanıp dağılması, daha sonra insanların hesap vermek üzere Allah-u Teâlâ'nın huzur-u izzetinde, mahiyetini bilemediğimiz bir biçimde kıyam etmesidir.
Şüphe yok ki, sonradan yaratılan her şeyin bir sonu bir ölümü vardır, her şey er veya geç zeval bulacaktır. Dünyanın da bir ölümü vardır. Allah-u Teâlâ dünyanın ömrünü sona erdirmeyi murad ettiğinde, İsrafil Aleyhisselâm'a Sûr'a üfürmesini emreder. Onun Sûr'a üfürmesi ile kıyamet kopar.
Allah-u Teâlâ üzerinde yaşadığımız bu dünyayı ve bütün mahlukatı geçici bir zaman için yaratmıştır. Her canlının bir eceli olduğu gibi, dünyanın da bir ömrü vardır. Yarattıklarını dilediği kadar yaşattıktan sonra öldürecek, var olan her şey kıyametin kopmasıyla bir gün yok olacak ve sonsuza kadar devam edecek olan ahiret hayatı başlayacaktır.
"Kıyamet koptuğu zaman!" (Vâkıa: 1)
Kıyametin kopması, sûra üfürüldüğü zaman olacaktır. İşte bu esnâda hayal bile edilemeyecek, kelimelerle anlatılamayacak, çok korkunç ve dehşet verici şeyler olacaktır.
Böyle canlı bir hadiseye o gün için yaşamakta olan insanlar, birkaç saniye de olsa şahit olacaklar. Kalpleri yerinden oynayacak, akılları başlarından gidecek, emzikli her dişi varlık dehşet ve korku içerisinde emzirdiği yavrusunu unutacak, memesini yavrusunun ağzından çekip çıkaracak.
Kıyametin kopması için bir zamana ihtiyaç yoktur. Bir göz kırpması ile her şey olur biter. Onun gelişi ne belli bir uzaklıktan görülebilir, ne de ona karşı insan kendisini koruyabilir. Gelişine karşı hazırlık yapmak da mümkün değildir.
"Kıyamet saatinin kopuşu bir göz kırpması kadar yahut daha yakın bir zamanda olur. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir." (Nahl: 77)
Bu yakınlığın ölçüsü, bilinen beşeri ölçü değildir. Ansızın pek korkunç bir gürültü ortalığı kaplar. O anda göklerde ve yerde bulunanlardan, korkup ürpermeyen hiç kimse kalmaz.
Kur'an-ı kerim'de kıyametin kopma hadisesi, sergileyeceği görüntülere ve taşıyacağı özelliğe göre "Kıyamet", "Ba's ve Haşr", "Saat", "Zilzal", "Hâkka", "Sâhha", "Tâmme", "Ğâşiye"... gibi isimlerle anlatılmıştır. "Çarpacak olan felâket" mânâsına gelen "Kâria" da bu cümledendir.
"O çarpacak olan felâketin ne olduğunu bilir misin?" (Kâria: 3)
Kıyametin korkunç ve tüyler ürpertici bir şiddetle ses çıkartıp, gök gürlemesinden daha kuvvetli bir gürültü ve yıldırım hızından da daha hızlı bir şekilde ansızın kopacağı tasvir edilirken "Kâria" kelimesi kullanılmıştır.
İnsanların başına, tarifi mümkün olmayacak kadar korkunç bir felâket inmiş olacak. O felâketin korkunçluğu hayal bile edilemez, aynel-yakîn görülmedikçe şiddet ve dehşetinin büyüklüğünü hiçbir akıl kavrayamaz.
Kıyametin kopması anında kulakların zarını parçalayacak kadar müthiş bir ses ortalığı çınlatacak, herkes kendi derdine düşecek.
"Çarpınca kulakları sağır eden o gürültü geldiği zaman!" (Abese: 33)
Dünya hayatının sonu işte budur.
Öyle korkulu bir gün ki, gençleri bir anda ihtiyarlatmaya yetip artmaktadır. Yeni doğmuş çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirir.
"Eğer inkâr ederseniz çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek olan o günden nasıl korunacaksınız?" (Müzzemmil: 17)
Allah-u Teâlâ'nın vahdaniyetini, Peygamber'inin risaletini tasdik etmeyenler için gerçekten de zor bir gündür.
Kıyamet kopmadan önce onu yalanlayıp inkâr edenler bulunursa da, gerçekleşmeye başlayınca artık onu tasdik etmeye mecbur kalırlar. İnanmadıkları o müthiş hadiseyi ayan-beyan görünce şaşkına dönerler, artık yalanlamanın hiçbir yararı olmayacağını anlarlar.
"Onu yalanlayacak hiç kimse olmaz." (Vâkıa: 2)
Allah-u Teâlâ kıyametin gerçekleşmesini dilediğinde, onu önleyecek hiçbir engel olmadığı gibi; onun meydana gelişini yalanlayan, bugünkü yalancılar gibi bir tek yalancı bulunmaz. Azabı açık açık görecekleri için artık inkâr edemezler ve çaresizce doğrulamaya mecbur olurlar.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Artık o çetin azabımızı gördüklerinde: "Bir olan Allah'a inandık, O'na ortak koştuğumuz şeyleri de inkâr ettik." dediler.
Fakat çetin azabımızı gördükleri zaman iman etmiş olmaları kendilerine bir fayda vermeyecektir.
Kulları hakkında Allah'ın önceden beri geçmiş olan sünneti (âdeti) budur.
İşte kâfirler o zaman hüsrana uğramışlardır." (Mümin: 84-85)
Allah-u Teâlâ bu hususta kullarını Hazret-i Allah'a ve Resul'üne dönmeleri, iman edip teslim olmaları hususunda ikaz etmektedir:
"Allah katından geri çevrilmesi mümkün olmayan bir gün gelmezden önce, Rabb'inizin dâvetine icabet edin. O gün hiçbiriniz sığınacak yer bulamaz, inkâr da edemezsiniz." (Şûrâ: 47)
Yani o kıyamet günü gelecek ve o kıyamet muhakkak kopacaktır.
Vâkıa Sûre-i şerif'inin 3. Âyet-i kerime'sinde ise Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor:
"O alçaltıcı, yükselticidir." (Vâkıa: 3)
Dünyada iken iman etmeyi kibirlerine yediremeyen, ilâhî buyruklara iltifat etmeyen, ölümden sonra dirilmeyi red ve inkâr eden kimseleri aşağıların aşağısına, esfel-i sâfilin'e düşürür. İsterse onlar kendilerini şerefli ve seçkin kişiler sansınlar.
İman şerefiyle müşerref olan, kulluğun gereğini yerine getiren bahtiyar müminleri ise yücelerin yücesine, a'lâ-i illiyyîn'e yükseltir.
Şakîleri cehennemin dibine savurup atmak suretiyle alçaltır, sait olanları da cennetlerin yüksek derecelerine kavuşturur. Herkes lâyık olduğu dereceyi bulur.
"Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın." (Âl-i imran: 26)
Bazılarını düşürür alçaltır, bazılarını kaldırır yükseltir.
Sûre-i şerif'in devamında şöyle buyuruluyor:
"Yer şiddetle sarsıldığı zaman." (Vâkıa: 4)
Kıyamet koptuğunda yeryüzü peşpeşe sallanacak ve sarsılacak, üzerindeki bütün yapılar yıkılıp yok olacaktır.
Kıyamet koptuğu an yer dehşetle sarsılıp yerinden oynar, mevcut düzen alt-üst olur. Zelzele belirli bir bölgeyi değil, bütün yeryüzünü kaplar.
Yerin paramparça edilmesi, silinip düzlenmesi demektir. Yer yerinden oynar, enine boyuna sarsıntıya tutulur, yüksek dağlar yıkılır gider.
Hayal etmenin bile ürperti vereceği sıkıntılı ve korkulu durumlarla karşı karşıya kalınır.
"Yer uzatılıp düzlendiği, içinde bulunanları dışarı atıp boşaldığı, Rabb'ini dinleyip O'na yaraşır şekilde boyun eğdiği zaman." (İnşikak: 3-4-5)
Allah-u Teâlâ bu noktada insanı bu hayattaki yorgunluk ve çabalarının, didinmelerinin karşılığını alacağını bildirmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabb'ine doğru çaba göstermektesin ve sonunda O'na varacaksın." (İnşikak: 6)
Denizlerin, derelerin kaldırılmasıyla, dağların ve tepelerin giderilmesiyle yeryüzü dümdüz bir meydana dönüşür, yayılıp genişletilir.
Gökyüzü Rabb'ine boyun eğdiği gibi, yeryüzü de O'na boyun büker ve tam bir teslimiyet gösterir.
Uzun süredir bağrında taşıdığı cesetleri ve madenleri açığa çıkarır.
"Yer bütün ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman." (Zilzal: 2)
Kıyameti, ahireti inkâr eden insan; imkânsız zannettiği hadiseyi görüverince hayretler içinde kalır.
"İnsanın 'Bana ne oluyor?' dediği zaman." (Zilzal: 3)
O gün o durum karşısında geçirdiği şaşkınlıktan dolayı böyle söylemek zorunda kalır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabb'in ona konuşmasını emretmiştir." (Zilzal: 4-5)
Allah-u Teâlâ'nın bunu ona emretmesi, onun da üzerinde meydana gelen bütün hadiseleri anlatması, izin verilmesi sebebiyledir.
Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Kıyamet saatinin zelzelesi, şüphesiz ki çok büyük bir şeydir." (Hacc: 1)
Kıyametin numunesi zelzelelerdir. İnsanoğlu zelzeleye karşı koyacak güce sahip değildir, insan böyle bir zamanda aczini idrak eder. Zelzele hiçbir zaman "Ben geliyorum!" demez, bir anda ortalığı harabeye çevirir. Gelmesi ile gitmesi bir olur.
Zelzeleler kıyametin açık bir delilidir, bize büyük kıyameti haber vermektedir.
"Dağlar parçalanıp da toz duman haline geldiği zaman." (Vâkıa: 5-6)
Dünya nizamının alt-üst olacağı o büyük hadise vuku bulduğunda, dağlar o muhteşem cesametleri ve ağırlıkları ile beraber yerlerinden kopar, havaya kalkar, ufalandıkça ufalanır, toz haline gelir, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılır.
Allah-u Teâlâ kıyamet koptuğu zaman dağların köklerinden sökülüp yürütüleceğini, yüksekliklerinin düzlüğe dönüşeceğini, hepsinin de havada uçuşan zerrecikler haline geleceğini Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
"Resul'üm! Sana kıyamet günü dağların ne olacağını sorarlar.
De ki: Rabb'im onları kül gibi ufalayıp savuracak!" (Tâhâ: 105)
Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki, yeryüzü bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir arazi haline gelir.
"Yerlerini dümdüz, bomboş bırakacaktır." (Tâhâ: 106)
Ne iniş ne çıkış, ne girinti ne çıkıntı görülür, yüksek ve alçak hiçbir şey kalmaz.
"Öyle ki, orada ne bir çukur ne de bir tümsek görebileceksiniz!" (Tâhâ: 107)
Yerküre, üzerinde taşıdığı dağlarla birlikte sarsıldıkça sarsılacak ve dağlar yerlerinden sökülecek, birbirine çarpıp ufalanarak kum yığını haline gelecek.
"O gün yer ve dağlar sarsılır, dağlar dağılmış kum yığınına döner." (Müzzemmil: 14)
Rüzgârların estirdiği toz gibi olur, kendilerinden bir eser bile kalmaz, hiçbir iz kalmamacasına kaybolup gider.
"O gün dağları yürütürüz, yeryüzünün ise çırılçıplak olduğunu görürsün." (Kehf: 47)
Onları öyle bir atışla atar ki, hiçbir parçası kalmaz. Üzerinde onu örtecek ne bir tümsek, ne bir bitki, ne de bir bina vardır.
"Biz onun üzerindeki her şeyi elbette kupkuru bir toprak haline getireceğiz." (Kehf: 8)
Dünya nizamı alt-üst olduğu, o büyük kıyamet hadisesi gerçekleştiği ve bunun neticesi olarak da ahiret hayatına geçildiği zaman, insanlar umumi mânâda üç sınıfa ayrılırlar:
"Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman!" (Vâkıa: 7)
Bu ayırımı bizzat Allah-u Teâlâ yapmaktadır. İnsanlar ilâhî huzurda mertebe mertebe ayrılacaklar, üç sınıfa bölünecekler, iki sınıf cennette bir sınıf cehennemde olacaktır. İlk insandan itibaren kıyamet gününe kadar bütün insanlık bu üç sınıf içinde yerini alacaktır.
Daha sonra Allah-u Teâlâ bu üç sınıfı açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
"Sağın adamları, ne uğurludurlar onlar!" (Vâkıa: 8)
Bunlar öyle mesut, öyle bahtiyar insanlardır ki; amel defterleri kendilerine sağlarından verilir ve sağlarından alınır, Arş'ın sağında yerlerini alırlar. Bu yüksek şeref sahipleri bütünüyle cennet ehlidirler.
"Kitabı sağ eline verilen kimse 'Alın kitabımı okuyun! Ben zaten hesabıma kavuşacağımı sezmiştim' der." (Hâkka: 19-20)
Gerçekten de o, bu günü ile karşılaşacağını kesinlikle biliyordu. Bunun için de imanına iman kattı. Rabb'inin râzı olacağı, hoşnut kalacağı işlerde yarışırcasına gayret gösterdi. İbadet ve taatlarını ihlas ve sabırla yerine getirdi. Mevlâ'sına sığındı, duâ ve tazarruda, naz ve niyazda bulundu. Günahlarının acısını içinde duyarak tevbe ve istiğfar etti. Nefsini kötülüklerden, şeytanın iğvalarından uzak tuttu.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kimlerin amel defterleri sağından verilirse, işte onlar kitaplarını okurlar ve en küçük bir haksızlığa uğratılmazlar." (İsrâ: 71)
Bunlara "Sağcılar" mânâsına gelen "Ashâb-ı yemin" denilir. Cennete girmeyi hak eden ve hesapları kolayca görülecek olanlar bunlardır, sevinçleri sonsuzdur. Bu onların, cennete girme ve onun nimetlerinden faydalanma hususunda şereflerinin yüceliğini ifâde eder.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın sonsuz ihsan ve ikramına nâil olmuş, lütuf birlik ve beraberliğine dâhil olmuş, rızâ ve hoşnutluğunu kazanmış, böylece cennetin yolunu tutmuşlar, Cemâlullah'a vâsıl olmuşlardır.
"Solun adamları, ne uğursuzdurlar onlar!" (Vâkıa: 9)
Bunlar ise öyle bedbaht, öyle uğursuz kişilerdir ki; amel defterleri kendilerine sollarından verilir ve sollarından alınır, Arş'ın solunda yerlerini alırlar. Uğursuzlukları hem kendilerine hem de yakınlarına dokunan bu hayırsız, bereketsiz kişiler cehenneme sürüklenirler. Son derece perişan bir hâldedirler.
Bunlar yaratan ve yaşatana, engin nimetleriyle donatana tâbi olmayıp isyan etmişler; Hâlik-ı kerim'e hasım kesilmişler, O'nun ilâhî emir ve hükümlerini dinlemeyip alaya almışlar, böylece de cehennemdeki kötü âkıbete müstehak olmuşlardır. Yaptıkları bütün iş ve icraatları noksansız olarak orada bulurlar.
Amel defterini soldan veya arkadan alanlara da "Ashab-ı şimal" denilir. Çetin bir hesap görecek ve cehenneme gidecek olanlar bunlardır.
Bunlar hayatın yalnız dünya hayatı olduğunu zan ve iddia ediyorlardı. "Doğarız, yaşarız, yok olur gideriz" diyorlardı. Yiyorlar, içiyorlar, eğleniyorlar, günlerini gün etmeye çalışıyorlardı. Ölümden sonra diriliş, oradaki hesaba çekiliş akıllarından bile geçmiyordu. Ne bir hazırlıkları ne bir sermayeleri vardı. İmansızlıkları sebebiyle Allah-u Teâlâ onların bütün iyiliklerini boşa çıkarmıştır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kitabı sol eline verilmiş olanlara gelince, o da der ki:
Kitabım keşke bana verilmeseydi!" (Hâkka: 25)
Defterinin sol ele verilmesi, nereye gideceğine ve nasıl bir cezaya çarptırılacağına işarettir. Bunu görünce açıkça rezil olmuş, artık cezadan kurtulamayacağı açıkça belli olmuş, durumu herkes tarafından öğrenilmiş, pişmanlığı da son haddini bulmuştur.
O sıkıntının verdiği temenni ile:
"Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!" diyor. (Hâkka: 26)
Orada göreceği azaba göre, ölüm acısı çok çok hafif olduğundan, ölüp de bir daha dirilmeyi istiyor:
"Ah! Keşke bu iş son bulmuş olsaydı!" (Hâkka: 27)
Halbuki dünyada iken ölümden daha çok hiçbir şeyden nefret etmezlerdi.
Sözlerine devam ediyor:
"Malım bana hiçbir fayda vermedi. Saltanatım benden ayrılıp gitti." (Hâkka: 28-29)
Bunların hepsinin önünde olmak üzere:
"Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar!" (Vâkıa: 10)
Âyet-i kerime'de geçen "Sâbikûn" kelimesinin türemiş olduğu "Sebk" kelimesinin mânâsı: "Yürüyüşte öne geçmek" demektir.
Bunlar öne geçip Allah-u Teâlâ'nın huzur-u izzetinde yarışanlardır. O'nun hoşnutluğunu elde etmeye çalışırlar. Bunlar kitapları sağ tarafından verilmiş olan müminlerden daha hususi, daha değerli ve daha üstün olup, onların önderleridir. Bütün mânevî makam ve mertebelerin ilerisinde bulunurlar. Peygamberler, sıddıklar, şehitler bunların arasında yer alırlar. Sayıları çok azdır.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın zâtına çektiği, hıfz-u himâyesine, tasarruf-u ilâhîsine aldığı, sevip beğendiği, hem nuru ile hem de Kudsî ruh'la desteklediği, Sıddıkiyet makamına çıkardığı has ve hususi kullarıdır.
"Sâbikûn"un erişecekleri dereceler, hâl ve şanlar insan aklının idrâkinin üstünde olduğuna işaret için "Sâbikûn"dan "Sâbikûn"la haber verilmiş, "Sâbikûn sâbikûn'dur." buyurulmuştur. Bu ise: "Onların ahirette görecekleri nimetlerden bu dünyada haber vermek mümkün değildir." demektir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Onlardan bir kısmı da Allah'ın izniyle hayır yarışlarında öncü olanlardır." (Fâtır: 32)
İşte asıl peygamber vârisi olanlar, Allah-u Teâlâ'nın övgüsüne ermiş olanlar bunlardır. Bunlar Resulullah Aleyhisselâm'ın hem nurunu, hem de vekâletini yani emanet-i ilâhî'yi taşırlar.
"İşte bu, büyük bir fazl-u keremin tâ kendisidir." (Fâtır: 32)
Bu büyük ikram ve ihsana ancak O'nun dilemesi ile ulaşılır. Onların hâl ve şanları her türlü takdirin üstünde güzeldir. Uğur ve bereketleri her bakımdan gıpta edilecek bir durumdur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem– Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Cennete ilk giren cemaatin yüzleri ayın on dördüncü gecesindeki kadar aydın, onların arkasından girenlerin yüzleri ziya bakımından en parlak yıldız gibidir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1343)
Sehl bin Sa'd -radiyallahu anh-den rivâyet edilen diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Muhakkak ki ümmetimden, cennete yetmiş bin veya yedi yüz bin kişi girecek. Öyle ki sonrakiler girmeden öndekiler girmeyecektir. (Saf halinde girecekler.) Yüzleri ayın on dördü gibi olacaktır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1344)
Bunlar Nur'unun nuru, kehribarın tozu, Resulullah Aleyhisselâm'ın vekilleridir.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın şefaât izni verdiği kimselerdir. Bu ise derece derecedir. Onlara bahşedilen bu şefaât sayesinde, en son neferini toplayıp cennete koymadıkça kendisi girmeyecektir.
Daha sonra Allah-u Teâlâ şöyle buyurarak onları övmüştür:
"İşte onlar mukarreblerdir (Allah'a en çok yaklaştırılmış olanlardır)." (Vâkıa: 11)
Bunlar "Mukarrebûn" ünvanını almışlardır, mânevî kurbiyete nâil ve dahil olmuşlardır. Sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi Allah-u Teâlâ'nın huzur-u izzetindedirler. Dünyada O'nunla oldukları gibi, ahirette de O'nunladırlar.
"Naîm cennetindedirler." (Vâkıa: 12)
Nimet kelimesinden daha geniş bir muhtevaya sahip bulunan Naîm, insana mutluluk veren maddî ve mânevî bütün güzellikleri ifade etmektedir. Buna göre "Cennâtün-naîm", mutluluklarla dolu cennetler demektir.
Bir delikanlı bir kıza âşık olmuş. Fakat o çok sevdiği kızı çok güzel bir bahçenin köşküne kapatmışlar, o genci de bahçede bırakmışlar. O bahçe ona zindan gibi gelmez mi? Çünkü onun gayesi bahçe değil.
Allah-u Teâlâ'ya âşık olan kimseler de cennete o nazarla bakarlar. Çünkü gayeleri Cennet-i âlâ değil, Cemâlullah'tır.
Binaenaleyh onlar cennetlerin en âlisindedir. Onlar hem orada her an Allah-u Teâlâ iledirler, O'na nazar ederler, O'nunla mülâkat yaparlar; hem de Allah-u Teâlâ onları orada en güzel bir şekilde yaşatır.
Onlar dünyada iken Allah-u Teâlâ'yı tercih ettiği için, Allah-u Teâlâ da onları tercih etmiş, onları huzuruna almış, mülâkatına kabul buyurmuş.
"Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Onlar en güzel ameli yaptığı için, en güzel nimetler yine onlarındır. Onlar pek büyük ve yüksek cennetlerde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, maddî ve mânevî nimetlerle huzur ve lezzet içindedirler.
Bunlar nâdir olarak gelenlerdir, yüz senede bir gelirler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Her asırda benim ümmetimden 'Sâbikûn = önde gelenler' vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki ilâhî inâyet ve merhamet o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için geleceği tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır." (Nevâdirül-usûl)
Allah-u Teâlâ onları o kadar sever ki, yeryüzü halkına vereceği bütün nimetleri onların yüzü suyu hürmetine verir, bütün beşeriyet ondan istifade eder. Yeryüzüne bir belâ vereceği zaman onların yüzü suyu hürmetine vaz geçer veya tehir eder.
Dünyada olduğu gibi mahşerde de, sıratta da böyledir.
Musa Aleyhisselâm'a denizi yol yapan Hazret-i Allah, bu sevgili kulları da cehennemin üstüne yol yapar.
Hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb'inin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nispette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tabi olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Rabb'inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin tâ kendisi olacaktır." (Nâziat: 40-41)
"Rabb'inin makamı"; âlemlerin Rabb'i olan Allah-u Teâlâ'nın her şey üzerindeki hakimiyeti ve insanların bütün hallerini görüp gözetmesi demektir.
Korkudan maksat yalnız yürek çarpıntısı değil, küfür ve şirkten, isyan ve nankörlükten sakınıp; iman ve şükür ile itaat için saygı ve hürmet göstermektir.
Ki birisi cismani cennet diğeri ruhani cennet. Ve bu iki cennet "Mukarrebler"e mahsustur.
"Onların büyük bir kısmı eski ümmetlerdendir." (Vâkıa: 13)
Önceki ümmetlerin içinde "Sâbikûn" yani öncülerin çok olması, bütün nebi ve resulleri içine alması sebebiyledir. Çünkü Âdem Aleyhisselâm'dan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in zaman-ı saâdetlerine gelinceye kadar yüz yirmi dört bin peygamber gelip geçmiştir.
Mukarrebler için hazırlanan iki cennetten sonra Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde amel defterleri sağlarından verilen ve "Ashâb-ı yemin" denilen müminler için de iki cennet olduğunu beyan buyurmaktadır:
"Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır." (Rahman: 62)
Allah-u Teâlâ o iki cenneti sonraki iki cennetten derece ve mertebe itibarıyla üstün kılmıştır.
Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:
"İki cennet Allah-u Teâlâ'ya çok yaklaştırılmış olan mukarreblere (öncülere) verilecektir. Onların oradaki eşyaları altından olacaktır.
Diğer iki cennet de, kitapları sağlarından verilen Ashâb-ı yemin'e verilecektir. Onların eşyaları da gümüştendir." (Feth'ül-bâri)
Azlık ve çokluk sayıya göredir, onların hepsi de cennette olacaklardır.
"Onların bir kısmı da sonrakilerdendir." (Vâkıa: 14)
Geçmiş ümmetlere çok sayıda peygamber gönderildiği için onların içinde "Sâbikûn" yani öncüler çoktur. Bununla beraber ümmet-i Muhammed içinde "Öncüler"e uyanlar, geçmiş ümmetlerin öncülerine uyanlardan daha çok olacaktır. Zira onlar cennetliklerin yarısından çoğunu teşkil edeceklerdir.
Çünkü onlar;
"Siz beşeriyet için meydana çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz." (Âl-i imrân: 110)
Âyet-i kerime'sindeki şerefe mazhar olmuşlardır.
Onların bu fazileti Hakk katında malumdur ve Levh-i mahfuz'da yazılmıştır. Onlara bu lütfu bahşederek bütün ümmetlerden üstün kılmıştır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Bizler en son gelenleriz. Fakat kıyamet gününde en başa geçenler de biz olacağız. Şu kadar var ki her ümmete kitap bizden önce verilmiş, bize onlardan sonra verilmiştir." (Müslim: 855)
Onların bütün ümmetlerden hayırlı olmaları, tâbi oldukları âlicenap Peygamber'in Allah katındaki faziletinden dolayıdır.
Ashâb-ı yemin'in de fazileti "Sâbikûn"a uymalarından ileri gelmektedir.
"İleri geçenler" için neler hazırlandığını bildirmek, onlara verilen ruhânî ve cismânî nimetleri açıklamak ve zihinlerde hayâl ettirmek için şöyle buyuruluyor:
"Altın ve mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler." (Vâkıa: 15)
Allah-u Teâlâ kullarının anlamalarını kolaylık sağlamak için o nimetleri dünya nimetlerinin isimlerini vererek anıyor. Yoksa bunların vasıflarını bütünüyle anlamak ve kavramak imkânsızdır. Huzur ve emniyet içinde oturacakları, altın ile dokunmuş, inci ve yakut kakmalı öyle tahtlar hazırlanmıştır ki, mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir.
"Onların üzerine karşılıklı olarak yaslanırlar." (Vâkıa: 16)
Diledikleri gibi otururlar, diledikleri yere diledikleri şekilde bakabilirler. O tahtlar üzerinde kurulurlar, birbirlerine kemâl-i hürmetle nazar ederler, birbirleriyle karşılıklı olarak sohbet ve muhabbet ederler. Nâil oldukları nimetin huzuruna ermiş bir şekilde gayet rahattırlar, aslâ sıkıntıları olmaz.
Sonra gelen Âyet-i kerime'lerde Mukarrebler'in Allah-u Teâlâ'nın sonsuz ihsan ve ikramlarına nâil olacakları temsillerle beyan buyurulmaktadır:
"Etraflarında ölümsüz gençler dolaşır." (Vâkıa: 17)
Vildan ve Gılman ismi verilen, sonsuzluğa ermiş genç delikanlılar hizmetlerinde bir an bile olsun aslâ kusur etmezler. Saygılı ve naziktirler. Güler yüzlü ve tatlı sözlüdürler. Hep aynı hâlde kalırlar, büyüyerek vasıfları değişmez. Her zaman gençliğin tazelik ve zindeliğinde bulunurlar, hiç yaşlanmazlar.
"Akıp giden şarap kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle." (Vâkıa: 18)
Bitip tükenmelerinden ve boşalmalarından yana endişeleri olmayacak şekilde akıp duran ırmaklar cennet şarapları ile doludur.
Hizmetçi Vildan'lar kulpsuz, yuvarlak ve büyük büyük kadehlerle; kulplu, parlak, şeffaf ibrik ve sürahilerle pınarlardan akan şarap dolu kâselerle dolaşırlar.
"Bu şaraptan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir." (Vâkıa: 19)
Baş ağrısı yapmaz, şuuru zedelemez, baş döndüren tadına rağmen aklı gidermez, hâlsizlik doğurmaz, lezzetleri kesilmez, ne kadar içilirse içilsin hiçbir zaman bitip tükenmez, alabildiğine zevk ve neşe verir.
"Beğendikleri meyveler." (Vâkıa: 20)
O hizmetçiler yanlarında envâi çeşit meyvelerle dolaşarak onlara takdim ederler. O meyvelerin hepsi de güzel ve lezzetli olmasına rağmen; içlerinden en iyisini, bunca çeşit arasından en üstününü, canlarının çektiğini seçerler.
Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Naîm cennetlerinde türlü meyveler kendilerine ikram edilmektedir." (Sâffât: 42-43)
Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez. Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazmı kolaydır, sıkıntı ve zahmeti olmaz. Pişirilecekler pişmiş olarak gelir. Kazanma külfeti yoktur, herkesin istediği kadar çoktur, darlık endişesi çekilmez.
Cennette acıkmak, yemeğe ihtiyaç hissetmek yoktur. Onların meyve yemeleri, sırf lezzet almak, zevkyâb olmak içindir.
"Canlarının çektiği kuş etleri." (Vâkıa: 21)
Şüphesiz ki cennetin kuşları da dünyadakilerden çok farklıdır. Etlerinin posası yoktur. Her biri ilâhî kudret eliyle yaratıldığından dolayı son derece nefis ve lezzetlidir. Canları nasıl çekerse, ister kızartılmış, ister pişirilmiş olarak yerler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-e:
"Sen cennette iken canın kuş arzu edecek, o da senin önüne kızarmış olarak düşüverecektir." buyurmuşlardır.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Cennet kuşları melez deve gibi cennet ağaçları arasında yayılırlar." buyurduğunda Ebu Bekir -radiyallahu anh-: "Yâ Resulellah! Demekki bunlar çok değerli kuşlardır!" dedi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Onun yenilişi kendinden de güzeldir." buyurdu ve bu sözünü üç kere tekrarladıktan sonra:
"Doğrusu ben senin de o kuşlardan yiyecek kimselerden olmanı ümit ederim." buyurdu. (Ahmed bin Hanbel)
Meyve ve et, dünya hayatında insanın dengeli beslenmesi için son derece lüzumludur. Ahiretteki meyve ve et ise dünyadakilerden çok farklıdır, sırf zevk ve lezzet almaları için, canlarının çektiği anda onlara bu gibi çeşitli nimetler bahşedilir.
"Onlar için ceylan gözlü huriler vardır." (Vâkıa: 22)
Hurilerin vasıfları anlatılmakla tükenmez. Allah-u Teâlâ'nın Cemâl ve Lâtif sıfatlarının tecellîleriyle vücut bulmuşlardır. Tarifi mümkün olmayan şekil ve endama, çarpıcı zerafete sahiptirler.
Hurilerin güzellikleri yanında huyları da güzeldir. İffet ve hayâ numunesidirler. Daha önce bir insan dokunmadığı gibi cin de dokunmamıştır.
"Gün görmemiş inciler gibi." (Vâkıa: 23)
Hiç kimsenin elleyip dokunmadığı, bakıp yıpratmadığı korunmuş incilerdir.
Meyil ve muhabbetleri, kime bağışlanmışlarsa sadece onlaradır. Başkaları onlara şehevî bir ilgi duymadığı gibi, onlar da eşlerinden başkalarına karşı böyle bir duygu beslemezler.
Bakışları da duyguları da tertemizdir, iffet doludur.
"İşledikleri amellerine karşılık olarak." (Vâkıa: 24)
Cennete girmek, Allah-u Teâlâ'nın bir ikram ve ihsanıdır. İnsanın yapmış olduğu ameller ise, cennette derecelerin yükselmesine sebep olur. İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir.
"Orada boş ve günaha sokacak bir söz duymazlar." (Vâkıa: 25)
Cennetin mükemmelliklerinden birisi de, onların yakışık almayan her türlü sözden uzak olmalarıdır. Selim sözler konuşulur. Birbirlerinden ancak esenlik ihtiva eden sözler işitirler. Lâubalilik, boş söz, kötü söz duymazlar. İşittikleri sözlerden onlara bir günah da gelmez.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Orada hoşa gitmeyen boş bir söz dahi işitmezler." (Ğaşiye: 11)
Bu bile başlı başına, cennet nimetlerinden bir nimettir.
"Sadece selâma karşılık selâm sözü işitirler." (Vâkıa: 26)
Kendi aralarında selâmı yayarlar ve ardı ardına selâmlaşırlar. Selâm bu dünyada nasıl alınıp veriliyorsa, ahirette de öyle olacaktır.
Bu Âyet-i kerime'de onların bu cennette sadece Allah-u Teâlâ ile birlikte olacaklarına ve Allah-u Teâlâ'nın kendilerine her türlü eksikliklerden uzak olan "Selâm" ism-i şerif'i ile tecellî edeceğine de işaret vardır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onların orada birbirlerine dilekleri 'Selâm'dır." (İbrahim: 23)
Allah-u Teâlâ gözde olan öncülerin âkıbetini beyan ettikten sonra, amel defterleri sağlarından verilen ve "Ashâb-ı yemin" adı verilen müminlerin durumunu açıklamak üzere şöyle buyurdu:
"Defterleri sağdan verilenler, ne mutlu o sağcılara!" (Vâkıa: 27)
Sağcılar, Sûre-i şerif'in başında "Ashâb-ı meymene" adı ile kısaca işaret edilen mutlu kimselerdir. Bunlar verdikleri sözü yerine getirmişler, yeminlerine sâdık ve bağlı kalmışlardır.
"Onlar dikensiz kirazlar." (Vâkıa: 28)
Allah-u Teâlâ tarafından "Ashâb-ı yemin" adı verilen müminler cennette dikensiz kiraz ağaçlarının altında bulunurlar. Öyle ağaçlar ki, âdeta gövdesine ağır gelecek şekilde bol bol meyvesi olacaktır.
"Salkımları sarkmış muz ağaçları." (Vâkıa: 29)
Muz ağacının büyük yaprakları ve serin gölgesi olur, meyvesi boldur, tıklım tıklım dizili, aşağıdan yukarıya doğru istiflidir. Meyvesinin kabuğu bile olmaz, her tarafı zahmetsizce yenir.
O ağaçlar ve onların meyveleri dünyadaki meyvelerin adı ile anılmakla birlikte, mahiyetleri ve lezzetleri itibariyle dünya ağaçlarının ve meyvelerinin çok çok üstündedirler. Onları ne bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiş, ne de bir beşerin hayaline gelmiştir. Duyduğumuz, okuduğumuz, hatta aklımızdan geçenlerin de fevkinde güzelliktedirler. Dünyadakilere hiç benzemezler, sadece isim benzerliği vardır. Beklenilmeyen anlarda peşi peşine takdim edilir, her defasında yeni bir şekil arzeder.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Kendilerine ne zaman onlardan bir meyve rızık olarak yedirilirse, her defasında;
'Bu bizim daha önce dünyada iken yediğimiz şeydir!' derler." (Bakara: 25)
Allah-u Teâlâ'nın kendilerini dünyada ve ahirette rızıklandırmış olduğu şeyleri bir şükran vesilesi olarak ihtiramla anarlar.
Bunlar kendilerine, dünyadakilerine benzer meyveler şeklinde sunulur ki yabancılık çekmesinler. İlk anda onları tanırlar ve hemen yemeye başlarlar. Çünkü gönül alışık olduğu şeye çok daha eğilimli olur. Fakat tadıp yediklerinde bunların, dünyadakilerden tamamen farklı ve görülmedik şeyler olduklarını, sadece cins ve şekil bakımından dünyadakilere benzediklerini; tat, hacim ve nefaset bakımından benzerlerini aslâ görmedikleri şeyler olduklarını hemen kavrarlar.
"Bunlar söylediklerinin benzerleri olarak sunulmuştur." (Bakara: 25)
İşte bahtiyarlık budur. Gerçek hayat budur. Bu nimetlerin ne sonu ne de bitimi vardır. Sermedî ve ebedî olarak devam eder.
"Uzamış gölgeler altındadırlar." (Vâkıa: 30)
İnsana huzur veren ve her tarafa uzanan gölgelerde, ağaçlar altından çağlayarak akan pınarlar başında ve arzu ettikleri her türlü meyvelerden tadarak, zevk ve sefa ile vakitlerini geçirirler.
Gölgenin insan hayatında çok mühim bir yeri vardır, bir insan gölgede istirahat etmek ve rahat bulmak için oturur.
"Çağlayarak akan sular kenarlarındadırlar." (Vâkıa: 31)
Öyle bir su ki, belli bir yatağı ve arkı olmaksızın hiç durmaksızın akar. Öyle bir su ki, hiç azalmaz, tükenmez ve kesilmez, istenilen yerde akar. Herkes bu sudan zahmet çekmeden kolaylıkla istifade eder.
"Bol meyveler arasında." (Vâkıa: 32)
Çeşitleri ve cinsleri ile o kadar bol meyve vardır ki, mevsimlik olmaksızın istenilen her zamanda ve anda her meyve bulunur. Diledikleri meyvelerden yerler, zevkyâb olurlar.
"Bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen." (Vâkıa: 33)
Bir meyve koparılıp toplandığında, mutlaka yerine başkası gelir, kesintiye uğramaz. Herhangi bir kimse almak istediğinde ona engel olunmaz, hiç kimseye yasaklanmaz, kurumak çürümek gibi şeyler de olmaz.
"Ve yüksek döşekler üzerindedirler." (Vâkıa: 34)
Bu döşeklerin değeri oldukça yüksektir, mânevî yüksekliği ise beşer aklının çok çok üstündedir. Rahatlatıcıdır, dinlendiricidir. Üzerinde yatmak istendiğinde alçalır, sonra yükselir.
"Biz onları (cennete giren kadınları) yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır." (Vâkıa: 35)
Dünyaya gelip giden, imanı ile sâlih amelleri ile cennete ulaşan kadınları Allah-u Teâlâ orada yeniden yaratır gibi bambaşka bir güzellikte ve en mükemmel bir surette yaratacaktır. İhtiyar olan gençleşecek, çirkin olan güzelleşecektir. Kadınlığın en olgun çağında olacaklardır.
Onlar cennet hurilerinden daha üstün ve daha câzibelidirler. Birbirleriyle en güzel şekilde uyuşurlar.
"Böylece onları hep bakire kızlar yapmışızdır." (Vâkıa: 36)
Hepsi bakiredirler, bakirelikleri hiç gitmez. Kocaları onlara her geldiklerinde daima bakire olarak bulacaklardır. Kadınlar için bu durum, iki taraf için de sevgiye vesile olduğu için, Allah-u Teâlâ onları bekâretle vasıflandırmıştır.
"Eşlerine düşkündürler." (Vâkıa: 37)
Kocalarına gönülden bağlı ve tutkundurlar, onları çok severler, tatlı bakışlarını yalnız onlara dikerler. Başkalarına kesinlikle ilgi duymazlar, böyle bir şeyi hatırlarından bile geçirmezler. Kadınlık görevlerini kemaliyle yerine getirirler.
"Hepsi bir yaşta nâzeninlerdir." (Vâkıa: 37)
Büyük küçük bütün cennet halkı otuz üç yaşında olacaktır. Kadınların ise on altı yaşında olacakları rivayet edilmektedir.
"Bütün bunlar ashâb-ı yemin (sağcılar) içindir." (Vâkıa: 38)
Allah-u Teâlâ onları sağcılara takdim edecek, onlarla ebedî olarak beraber olacaklardır.
İnsanın fıtratı icabı bu gibi kadınlarla beraber olmak dünyada iken gönlünün arzuladığı bir emeldir. Ahirette ise takvâ sahiplerine ancak Allah-u Teâlâ'nın bileceği bir düzende bu kadınlar ihsan edilecektir.
O sağcılar ki;
"Onların bir çoğu önceki ümmetlerdendir." (Vâkıa: 39)
Sayı bakımından geçmiş ümmetlerde bulunan "Öncüler"den çokturlar. Onlar da birer topluluk teşkil edeceklerdir.
"Bir çoğu da sonrakilerdendir." (Vâkıa: 40)
Muhammed Aleyhisselâm'ın ümmeti arasında Ashâb-ı yemin'den olmak şerefine erenler pek çok bulunmaktadır.
Vâkıa Sûre-i şerif'inin 13. ve 14. Âyet-i kerime'leri nâzil olduğunda Ashâb-ı kiram'ın gücüne gitmişti. Daha sonra 39. ve 40. Âyet-i kerime'ler nâzil oldu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Ben her halde ümit ederim ki, siz cennet ehlinin üçte biri, belki de yarısı olursunuz. Kalan ikinci yarısını da onlarla paylaşırsınız." buyurdu. (Ahmed bin Hanbel)
Böylece Ashâb-ı kiram'ın, cennette Ümmet-i Muhammed'in az olacağına dair endişeleri giderilmiş oldu.
Ahirette amel defterleri sol tarafından verilen ve "Ashâb-ı şimâl" adı ile tanınan solcular; kaypak ruhlu, uğursuz, mutsuz, yalancı kimselerdir.
Allah-u Teâlâ bu bedbahtların pek feci ve müthiş âkıbetlerini ve bunun sebeplerini Âyet-i kerime'lerinde şöyle tasvir etmektedir:
"Amel defterleri soldan verilenler! Onlar ne uğursuzdurlar!" (Vâkıa: 41)
Öldükten sonra dirilmeye inanmazlar veya bu hususta devamlı şüphe içindedirler. Onun içindir ki, hem Allah'tan korkmazlar, hem de içten bir sorumluluk duymazlar.
"İnsanın içine işleyen ateşin alevi ve kaynar su içindedirler." (Vâkıa: 42)
Onların havaları, vücudun deliklerine işleyen ateşten sıcak bir rüzgâr, suları ise çok sıcak kaynar bir sudur. O su, sıcaklığın en ileri derecesindedir ve onların etlerini eritir, iliklerine ve ciğerlerine işler. Bir kere yutunca bağırsaklarını döker.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar." (Rahman: 44)
Hararet ve dehşet içinde ateşten kaynar suya, kaynar sudan ateşe gidip gelirler. İlelebed bu şekilde azap üstüne azap görür dururlar.
Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mal ve mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. O derece refaha boğulmuşlardı ki; âhireti, muhasebeyi, cezayı hiç hesaba katmıyorlardı, kendilerini uyaran, bu günleri ile karşılaşacaklarını haber veren zâtları yalanlamaya ve karşı çıkmaya cüret ediyorlardı.
Şimdi ise o şüphe ettikleri şey gerçek oldu, tekzip ettikleri hakikat ayan-beyan karşılarına çıktı.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz zâlimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, onun kalın duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.
Susuzluktan yardım istediklerinde, erimiş mâden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardım edilir.
O ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır." (Kehf: 29)
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Onlar kapkara dumandan bir gölge altındadırlar." (Vâkıa: 43)
Böyle bir gölgeden hiçbir hayır beklenemez. Öyle bir gölge ki, göz gözü görmez hâle getirir. Onları öyle bunaltır ki nefeslerini keser. Azap üstüne azap verir. Alevli ateş bu gölgeden çok daha hafif kalır.
"Ki ne serindir, ne de hoş!" (Vâkıa: 44)
O dumanın gölgesi hiçbir gölgeye benzemez.
Bu ifade bedbaht solcuları hafife alma ve alay etme mânâsı taşımaktadır. Çünkü ateş yakıcıdır, gölge ise insanı sıcaktan korur. Onlar hiçbir zaman serinletici gölgelere lâyık değildirler.
Allah-u Teâlâ daha sonra gelen Âyet-i kerime'lerde bu sapıkların bu acı azabı hak etmelerinin sebebini açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır:
"Çünkü onlar bundan önce dünyada iken varlık içinde şımartılmışlardı." (Vâkıa: 45)
Bu durum onların kötülüklerden uzak durmalarını engelledi, böylece arzularına uydular. Helâl dururken harama yöneldiler. Şehvetlerinin peşine düştüler, günahlardan lezzet aldılar. Hakk ve hakikat önlerinde güneş gibi parlarken, onlar gözü yumuk baktılar ve körlüğü tercih ettiler. Nimet deryası içinde yaşadıkları halde Yaratan'ı tanımadılar, Ulu Allah'a kulluk görevlerini yerine getirmediler. Şükredecekleri yerde nankörlük ettiler.
"Büyük günah işlemekte direnir dururlardı." (Vâkıa: 46)
Günah üstüne günah işlediler. Tevbe etmeyi, Hakk'a yönelmeyi içlerinden dahi geçirmediler.
"Tevbe etmeyenler, işte onlar zalimlerdir." (Hucurat: 11)
İtaat yerine isyanı koyarak zulmetmiş, kendini azaba lâyık kılıp nefsine yazık etmiş kimselerdir.
"Ve diyorlardı ki:
'Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz?'" (Vâkıa: 47)
Yoktan var eden Yaratıcı'nın, öldükten sonra kendilerini tekrar diriltebileceğini beyinsiz kafaları bir türlü almıyordu.
"Önce gelip geçmiş atalarımız da mı?" (Vâkıa: 48)
Son derece azgın ve inatçı olmaları yüzünden, öldükten sonra dirilmeyi uzak bir ihtimal görüyorlardı.
İsrafil Aleyhisselâm'ın Allah-u Teâlâ'nın emri ile ikinci defa Sûr'a üfürmesi sonucunda, evvelce ölenlerin tamamı bir anda yeniden dirilerek kabirlerinden kalkarlar ve mahşer yerine sevkolunurlar.
"De ki:
Hem öncekiler, hem de sonrakiler, bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır." (Vâkıa: 49-50)
Bu vakit belirli bir vakittir. Ne öne alınır, ne de sona bırakılır. Ne artırılır, ne de eksiltilir. O gün, bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür. Allah-u Teâlâ onu, ancak sayılı bir müddet için ertelemektedir.
Haşr meydanı olan mahşer yeri beyaz, dümdüz, dağsız, tepesiz, girintisi ve çıkıntısı olmayan, saklanacak yeri bulunmayan nihayetsiz bir düzlüktür. Her tarafı aynıdır. İnsan ne yaparsa yapsın, nereye giderse gitsin asla kendisini saklayamaz, gözlerden kendisini gizleyemez. Nerede ve nasıl olursa olsun mutlaka görünür.
Mevkıf da denilen bu yeri Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Süheyb bin Sa'd -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şu şekilde tasvir buyurmaktadırlar:
"Kıyamet gününde insanlar beyaz, bembeyaz, has un çöreği gibi bir yerde toplanacaklar, orada hiç kimsenin bir işareti olmayacaktır." (Buhâri ve Müslim)
Mahşer yeri beyaz undan yapılmış çöreğe benzetilmek suretiyle, Allah-u Teâlâ'nın azametine lâyık bir yer olduğu anlatılmıştır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Kıyamet gününde Allah gelmiş ve geçmiş bütün insanları düz bir yerde toplayacak. Öyle ki çağıran, sesini hepsine duyurabilecek, göz hepsini görebilecek." (Müslim: 327)
Mahşerin bir adı da Arasat'tır. Arsalar demek olan bu kelime Hadis-i şerif'lerde geçmekte olup, üzerinde bina bulunmayan arazi parçaları mânâsına gelir.
Bu yer, bugünkü yeryüzü gibi olmayacaktır. Benzerlik sadece isimdedir. O yeryüzü alışılandan ve bilinenden başka bir şekildedir. Bu dünyanın yeri ve gökleri yerine ahiret yeri ve gökleri kurulacaktır.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O gün yer başka bir yerle, gökler de başka göklerle değiştirilir." (İbrahim: 48)
O yerin büyüklüğünü tasavvur etmek bile imkansızdır.
İsrafil Aleyhisselâm'ın Allah-u Teâlâ'nın emri ile ikinci defa Sur'a üfürmesi sonucunda, evvelce ölenlerin tamamı bir anda yeniden dirilerek kabirlerinden kalkarlar ve mahşer yerine sevkolunurlar.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Bütün insanlar tek ve Kahhar olan Allah'ın huzuruna çıkarlar." (İbrahim: 48)
Kıyamet haktır ve gerçektir. Vakti saati gelince gerçekleşir. Olmama ihtimali yoktur. Mutlaka olacak, herkes toplanıp gözü ile görecektir.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Sûr'a üfürüldüğü gün hepiniz bölük bölük gelirsiniz." (Nebe: 18)
Bu hitap bütün insanlaradır. Herkes amelinin karşılığını almak için grup grup, zümre zümre gelirler. Haklarında verilecek hükmü gözetlemekten başka yapacak bir çareleri yoktur. Herkes lâyık oldukları âkıbete erer.
O gün suçlular için çok sıkıcı bir gündür. Artık gaflet perdesi ile kapanmış olan gözler açılmış, gizli kalan hakikatler zuhur etmiş, bütün açıklığı ile ortaya dökülmüş, bütün anlaşmazlıklar çözümlenip karara bağlanmıştır.
Hiçbir kimsenin kaçacak bir yeri yoktur ve hiçbir fert unutulmaz.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Allah onların hepsini kuşatmış ve sayılarını tespit etmiştir." (Meryem: 94)
Mahlûkatı bir araya toplayacak, sonra aralarını ayıracak, ihtilâf ettikleri hususlarda nihaî hükmü verecektir.
Cehennemde, dalları her tarafa uzanıp yayılan zakkum ağaçları vardır. Cehennemin dibinde yetişir ve ateşten beslenir. Cehennemlikler, karınları doluncaya kadar ondan yemek zorunda bırakılacaklardır.
Amel defterleri sol yanlarından verilecek olan uğursuz bedbahtların cehennemde ilk olarak zakkumdan yiyeceklerini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde haber veriyor:
"Sonra siz ey sapıklar, yalancılar!" (Vâkıa: 51)
Hidayetten uzak düşenler! Öldükten sonra dirilişi inkâr edenler!
"Doğrusu siz zakkum ağacından yiyeceksiniz." (Vâkıa: 52)
Cehennemin dibinden çıkan bu ağaçlar, onları beslemek için değil, azap vermek ve azaplarını artırmak için yetişir ve çoğalırlar. Manzarası çok çirkin, tadı çok acı, kokusu çok iğrençtir.
İsrâ Sûre-i şerif'inin 60. Âyet-i kerime'sinde "Lânetlenmiş ağaç" olarak vasıflandırılmaktadır. Çünkü cehennemlikler onu bir rahmet olarak değil de, lânetlenmelerinin sonucu olarak yemektedirler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Zakkum ağacı cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Meyveleri şeytanların başları gibidir." (Sâffât: 64-65)
İbn-i Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Eğer zakkumdan, dünyaya tek damla damlatılacak olsa, dünyadakilerin yiyeceklerini bozardı. Öyleyse yiyecek ve içeceği zakkum olan cehennemliğin hali ne olur anlayın!" (Tirmizi: 2588)
Âyet-i kerime'de:
"Karınlarınızı onunla dolduracaksınız." buyuruluyor. (Vâkıa: 53)
Cehennemlikler takatlerinin de üstünde bir açlığa mübtelâ olup, başka yiyecek bulamayınca; ister istemez, bu ağaçtan bir şeyler yiyip açlıklarını gidermeye çalışırlar. Fakat açlığa hiç faydası olmaz, çünkü çok yerlerse, o nispette açlık hissederler.
Zehir gibi zakkumu yiyince bu sefer hararetleri dayanılmaz bir dereceye ulaşır. Suya ihtiyaç hissedince, zebaniler onları gayet sıcak suyun bulunduğu yere götürürler.
"Üzerine de kaynar su içeceksiniz." (Vâkıa: 54)
Bu kaynar suyu içmekle susuzlukları gitmez, hararetlerine hararet katar, acı üstüne acı verir.
Hararetleri nispetinde ondan içerler ve yedikleri zakkumla karıştırırlar. Daha sonra bütün içtiklerini kusarlar.
"Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz." (Vâkıa: 55)
Allah-u Teâlâ onlara öyle bir susuzluk verir ki; o kaynar suyu, susamış develerin içtiği gibi içerler. Bir türlü kanmazlar, içtikçe de azapları artar.
"Ceza gününde işte onlar böyle ağırlanacaklardır." (Vâkıa: 56)
Cehennemliklerin azaplarına, bir alay ifadesi olarak "Ağırlama" denmiştir. Cehennem misafirlerine ilk geldiklerinde ilk defa böyle şeyler takdim edilince, daha sonra kendileri için hazırlanmış olan şiddetli azabın nasıl olacağı düşünülmelidir. Onlar ancak böyle bir ziyafete lâyık bulunmuşlardır.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, yaratan ve tedbirini görüp ihtiyaçlarını yerleştiren Allah-u Teâlâ'dır. Hiçbir güç ve kuvvet O'na muhalefet edemez, hükmünü dilediği gibi yürütür.
İnkârcıları susturmak ve beşeriyete gerçeği duyurmak için Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey inkâr edenler! Sizi biz yarattık." (Vâkıa: 57)
İlk başta benzersiz olarak yaratmaya kâdir olanın, öldükten sonra yeniden yaratmaya da gücü yeter.
"Hâlâ tasdik etmeyecek misiniz?" (Vâkıa: 57)
İnanmanız gerekmez mi? İnanmakla birlikte itaat etmeniz ve yolunda bulunmanız gerekmez mi?
Nice insanlar her ne kadar Allah-u Teâlâ'nın yaratıcılığını tasdik ediyorlarsa da, takip ettikleri yol bu tasdiklerine aykırı düşmektedir. Bunun içindir ki gerçekleri yalanlamış olmaktadırlar.
"İnsan neden yaratıldığına bir baksın!
Atılıp dökülen bir sudan yaratıldı.
O su erkeğin sulbü (belkemiği) ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar." (Târık: 5-7)
Allah-u Teâlâ bu hususu daha açık ifade etmek için de şöyle buyurmaktadır:
"Gördünüz mü (rahimlere) akıttığınız meniyi?" (Vâkıa: 58)
Ona ibret nazarı ile baktınız mı? Bana haber veriniz!
"Sizi bir tek candan yaratan O'dur. Sizin için (babalarınızın sulbünde) bir karar yeri ve (analarınızın rahminde) bir de emanet yeri vardır.
Gerçekten biz anlayan bir topluluk için âyetlerimizi uzun uzadıya açıkladık." (En'am: 98)
İnsanların her biri Âdem Aleyhisselâm'dan meydana geldiği halde, her birinin karar yerleri ve emanet yerleri vardır. Baba sulbünden ana rahmine, rahimden dünyaya, dünyadan kabre; bazen yerleşme, bazen de emanet olarak bırakılmaktadırlar. Kimisi henüz çıkış yeri olan sulbden ayrılmamış orada duruyor, kimisi de rahime tevdi edilmiş doğmak üzere bulunuyor.
Bütün bunlar:
"O her an yeni bir iştedir." (Rahman: 29)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere, her an yeni bir yaratma halinde olan Allah-u Teâlâ'nın tecelliyatlarıdır.
"Onu siz mi (düzgün bir insan sûretine getirip) yaratıyorsunuz, yoksa yaratanlar biz miyiz?" (Vâkıa: 59)
Elbette bunun aksini iddiâ edemezsiniz.
İnsanın yaratılışı gözler önünde her an tekrarlanan bir mucizedir. Atılan ve dökülen bir nutfe, kısa bir zaman sonra işiten ve gören bir insan oluveriyor. Eti ve kemiği ile, sinirleri ve damarları ile, huyları ve karakterleri ile bu insan nerede gizli idi? Doğacak çocuğun kız mı erkek mi olacağına Allah'tan başkası mı karar veriyor?
Bu yaratma tecellîsinde karı-kocanın rolü, sadece birleşmekten ibarettir. Bundan sonra erkeğin de kadının da işi biter. İlâhî irade safha safha ortaya çıkmaya başlar.
Erkek cinsiyet hücresine nutfe yani "sperma", kadının cinsiyet hücresine de "yumurta" denir.
Sperma, meninin içindeki tohumun ismidir. Erkeğin yumurtalıklarında yaratılır.
Birleşme sırasında normal olarak iki yüz - üç yüz milyon kadar sperma çıkar ve rahme iner. Aşılamak için yaklaşık sekiz saat kadar yumurta hücresi arar. Milyonlarca spermadan 15-18 santimetre arası mesafeyi ancak iki bin veya iki bin beş yüz kadarı kateder. İçlerinden de sadece bir tanesi ve en güçlü olanı rahim yolundaki yumurtayı bulur ve yumurtanın yaptığı hafif bir çıkıntıyı delerek içeri girer. İki hücre böylece birleşerek bir tek hücre meydana gelir.
Yumurta, spermaya kıyasla daha büyüktür ve çekicilik kabiliyeti vardır. Sperma ise son derece hareketlidir, dakikada 2-3 milimetre mesafe alabilir.
Bu kadar küçük canlıların bu kadar büyük işler başarması, hiç şüphesiz ki azamet-i ilâhî'yi gösteren şaşırtıcı bir tablodur.
Yumurta aşılandıktan sonra onu dış çevresinden koruyucu bir duvar kuşatır, diğerlerinin girmesini önler. Öyle ki, bundan sonra gelebilecek bütün spermalar kafaları ile bu duvara çarptıkları halde, bu duvarı delmek imkânı bulamazlar. Böylelikle geri kalan spermalar ölürler.
Aşılanan bu hücre hemen on beş dakika sonra, canlıyı meydana getirmek için ikiye, dörde, sekize... bölünmeye ve üremeye başlar. Her hücre ardı ardına devamlı olarak bölünür ve çoğalır. Bu bölünme esnasında yumurta rahim kanalında yoluna devam eder. Daha sonra rahim yolu kaslarının kasılmasıyla altı veya yedi gün içinde rahme ulaşır. Bu süre içinde hücre bölünmesi zirveye ulaşmış olur. Yaklaşık elli bölünme meydana gelir.
Yumurta rahime ulaştığında, tıkalı olan rahim cidarının önünde durur. Aradan fazla bir zaman geçmeden, rahim cidarının açılması için uğraşır. Bu iş gerçekleştiği zaman rahim cidarına gömülür, arkasından da açmış olduğu kapı kapanıverir.
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın "Kün!" emri ile, tedbiri ile ve takdiri ile olmaktadır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı? Sonra o suyu bir süreye kadar sağlam bir karargâh olan rahime yerleştirdik. Biz buna güç yetirmişizdir. Biz ne mükemmel bir kudret sahibiyiz!" (Mürselât: 20-23)
Ana rahmine "Sağlamlık" sıfatının verilmesi apaçık bir mucizedir. Çocuğun ne kadar sağlam bir koruma içinde olduğunu bilenler bu inceliği anlayabilirler.
Hücrelerin içinde bulunan ve gen dediğimiz, mikroskopla bile zor görülebilen varlıklar, gelecek olan insanın karakter ve kabiliyetlerini, bütün hususiyetlerini üzerlerinde taşımaktadırlar.
Erkek veya dişi olacağı, güzelliği, çirkinliği, boyunun kısalığı veya uzunluğu, aklî ve ruhî yapısı, duygu ve emelleri, kabiliyet ve anormallikleri... Hepsi bu bir zerrede gizli bulunuyor.
Yeryüzüne gelmiş ve geçmiş iki insanı asla birbirine benzetmeyen hususiyetler güçsüz bir cisimcikte mevcut. Bir zerre nerede, bir insan nerede?
O zerrenin içerisine bütün mukadderatını da koymuş. Sonra o kerih suyu dilediği şekilde şekillendirmiş ve şekilden şekile koymuş.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Seni topraktan, sonra nutfeden yaratıp sonunda da seni bir insan şekline getiren Rabb'ini inkâr mı ediyorsun?" (Kehf: 37)
Düşünmeli ki bir nutfe ne kadar değersiz bir sıvı, ne kadar güçsüz ve zayıf bir şeydir. Bu değersiz şeyden çok değerli bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir.
Fakat insan aslını unutuyor da yaratıcısına karşı açık bir düşman oluyor, O'na karşı şirk koşmaya, mantık yürütmeye kalkışıyor.
"İnsanı nutfeden yaratmıştır. Böyle iken o nasıl oluyor da apaçık bir hasım kesiliyor?" (Nahl: 4)
Halbuki insan Yaratan'a karşı çıkmak için değil; O'na inanmak ve kulluk yapmak için yaratılmıştır.
"Sizi yaratan O'dur. Böyle iken kiminiz kâfir kiminiz de mümindir. Allah her ne yaparsanız görür." (Teğabün: 2)
Hidâyete hak kazananı da görür, dalâleti hak edeni de görür. Herkesin yaptığına en mükemmel şekliyle karşılık verecektir.
İnsan fıtratı, yaratıcıya iman etmeyi gerektirdiği halde, küfre de imana da kabiliyetlidir. Bazıları yaratılış gereğinin aksi olarak küfrü tercih etmiş ve böylece kâfir olmuş, bazıları da yaratılışının gereği olarak imanı tercih etmiş ve mümin olmuştur.
"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Allah-u Teâlâ insanın yaratılışını hakir bir sudan başlattı. Onu bu güçsüz nutfeden yaratan, ölümünden sonra da tekrar diriltmeye elbette kâdirdir.
Bütün bu merhalelerin sonu ise ölümdür. İnsanlar böyle en güzel bir kıvam ile yaratılmış olduklarından dolayı kendilerini her murada ermiş zannetmemelidirler.
"Sonra siz bunun arkasından hiç şüphesiz ki öleceksiniz." (Müminun: 15)
Ölüm insanın kemâl merhalelerinden bir merhaledir, dünya ile ahiret arasında bir köprüdür, son değildir.
Ölüm, bu fâni âlemdeki hayat yolculuğunun sona ermesi ile bekâ âleminde geçirilecek ebedî hayatın başlangıç noktasıdır. Her doğan ölür, her gelen gider.
Dünyanın yıkılışı büyük kıyamet, insanın ölümü ise küçük kıyamettir.
Allah-u Teâlâ'nın sonsuz hikmetlerini ihtiva eden iradesinin gerektirdiğine göre, insanların her birine belli bir ecel tayin ve taksim etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde buyuruyor:
"Aranızda ölümü takdir eden (ne zaman öleceğinizi belirleyen) biziz." (Vâkıa: 60)
İnsanların doğumu gibi ölümü de O'nun kudret elindedir ve bilgisi dahilindedir.
İnsanların hayat süreleri değişik değişiktir. Kimi uzun kimi kısadır. Büyük küçük, genç ihtiyar hiç kimse belirlenmiş olan vakti gelmeden ölmez. Vakti gelince de bir dakika tehir olmaz.
Binaenaleyh faydasız zamanda çare aramaya muhtaç olmamak için, ecel gelmeden önce âhiret tedarikine bakmak gerekiyor.
Ölüm, dar ve sıkıntılı bir evden, çok geniş ve o nispette ferah bir eve taşınmaktır. Ebedî yaşamanın sırrı ve habercisidir. Ölüm eskiyen bedenin atılması ve ruhun yeni bir bedene bürünmesi demektir.
Her kim olursa olsun insanoğlundan hiçbir ferde Allah-u Teâlâ bu dünyada ebedî kalmayı nasip etmemiştir.
"Ve biz önüne geçilebileceklerden değiliz." (Vâkıa: 60)
Bize kimse üstün gelemez, her dilediğimizi istediğimiz gibi yaparız. Biz hiçbir kimseye karşı mağlup ve âciz değiliz. Kudret ve kuvvette bizi hiç kimse geçemez.
Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Ömrü uzayanın ömrünün uzaması, ömrü kısalanın ömrünün kısalması kitapta (Levh-i mahfuz'da) yazılmıştır.
Şüphesiz ki bu da Allah'a göre çok kolaydır." (Fâtır: 11)
"O sizi çamurdan yaratmış, sonra da size bir ecel takdir etmiştir. Bir de O'nun katında belli bir ecel vardır. Böyle iken siz hâlâ şüphe edip duruyorsunuz." (En'am: 2)
Hiçbir şey tesadüf değildir. Her biri mutlaka ilm-i ilâhi'de takdir edilmiş ve Levh-i mahfuz'da yazılmış olarak meydana gelir. Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'ya göre çok kolaydır. O'na göre öldükten sonra diriltmek de kolaydır.
"Allah eceli gelince hiçbir canı geri bırakmaz. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır." (Münafikun: 11)
Eceli geldikten sonra hiç kimseye mühlet vermez. Geri bıraktığı takdirde daha önceki durumundan daha kötüsüne dönecek olanı da, sözünde samimi olanı da en iyi bilen ve ondan haberdar olandır.
Binaenaleyh faydasız zamanda çare aramaya muhtaç olmamak için, ecel gelmeden önce âhiret tedarikine bakmak gerekiyor.
Her kim olursa olsun insanoğlundan hiçbir ferde Allah-u Teâlâ bu dünyada ebedi kalmayı nasip etmemiştir.
"Resul'üm! Biz senden önce hiçbir beşere ebedilik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedi mi kalacaklar?" (Enbiyâ: 34)
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Sizi ortadan kaldırıp da sizin yerinize benzerlerinizi getirmeye ve sizi bilmeyeceğiniz bir biçimde yaratmaya da gücümüz yeter." (Vâkıa: 61)
Sizin benzerlerinizi yaratmaya da, size benzemeyenleri yaratmaya da kâdiriz.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde ise şöyle buyurmaktadır:
"Dilerse sizi yok eder ve yepyeni bir nesil getirir. Bu Allah'a göre güç değildir." (Fâtır: 16-17)
Bu O'nun için zor olmadığı gibi, imkânsız da değildir. Dilerse yeryüzündeki bütün insanları yok eder, siler, süpürür de, hiç görülmedik bambaşka yeni bir mahlûk, tanımadığımız bir âlem yaratır.
O'nun bu azameti, insanların O'na olan ihtiyacının ve O'nun da ihtiyaçsızlığının bir tecellîsidir.
"Her halde ilk yaratılışınızı bilirsiniz, (fakat tekrar yaratılacağınızı) da düşünmeli değil misiniz?" (Vâkıa: 62)
Bütün bunları yapmaya muktedir olanın, ölüleri de diriltmeye muktedir olduğunu düşünmek gerekmez mi?
İnsan hayatı için gerekli hususlardan birisi de rızıktır. Rızkın esası ise ekip biçmek olduğu için Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Şimdi bana ekmekte olduğunuz (tohum işini) haber verin!" (Vâkıa: 63)
Bir tek daneden ne kadar çeşit daneler, başaklar meydana geliyor. Onları bitirmek ancak Allah-u Teâlâ'nın yaratıcı kudretinin bir tecellîsidir. Yerden bitkiler çıkararak ölümünden sonra toprağı diriltir, kokuşmaya müsait olan çamurdaki tohumdan yemyeşil bitkiler çıkarır.
"Onu yerden siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitirenler biz miyiz?" (Vâkıa: 64)
Elbette onu yerli yerine yerleştiren, yerde bitiren Allah-u Teâlâ'dır. İnsanların bu hususta hiçbir kabiliyetleri yoktur. Aslında onlar tohumu atmaktan, taneyi dikmekten başka hiçbir şey yapmamışlardır.
O dileseydi, bitki mahsulünü vermeden sararıp solar ve saman yığını haline gelirdi.
"Eğer isteseydik ekini onu (o ekini tohumsuz) bir ot kırıntısı yapardık da siz şaşakalırdınız." (Vâkıa: 65)
Harcadıkları emeklere, yaptıkları masraflara pişman olurlardı. Fakat Allah-u Teâlâ lütf-u kereminden insanlara mahsuller vermektedir.
"(O zaman şöyle derdiniz): Doğrusu biz çok zarara uğratıldık." (Vâkıa: 66)
"Çünkü ekinimiz yok oldu, ektiğimiz tohumda ziyan ettik." derdiniz.
"Hatta umduğumuzdan mahrum kaldık." (Vâkıa: 67)
Malımızı yitirdiğimiz gibi, elimize bir kâr da geçmedi. Biz ne kadar nasipsizmişiz!
Su, her canlının hayat kaynağıdır. İnsanlar içmek, ekin ve hayvanlarını sulamak için ona son derece muhtaçtırlar.
"İçmekte olduğunuz suyu da söyleyin bana!" (Vâkıa: 68)
Allah-u Teâlâ bu beyan-ı ilâhî'si ile mahlûkâtı üzerindeki Ulûhiyet ve Samediyet'ini göstermekte, su gibi bir tek sebep altında çeşitli görüntülerle kudretinin azametini hatırlatmaktadır.
"Onu buluttan indiren siz misiniz, yoksa indirenler biz miyiz?" (Vâkıa: 69)
Suyu güneş harareti vasıtasıyla buharlaştırıp bulutlaştıran ve yağmur halinde indiren, bütün canlıların hayatının devamını sağlayan ve buna muktedir olan sadece Allah-u Teâlâ'dır. Buhar şeklinde saf ve berrak olarak denizlerden yükseltip bulutlarda toplar, sonra da onu yağmur şeklinde indirir. Bu fiziki ve kimyevi hadiseler kendiliğinden değil, ilâhî bir plân dahilinde cereyan etmektedir.
Rüzgârlar bulutları O'nun emriyle sürüklerler ve belli bölgelerde yine O'nun tayin ettiği zamanlarda yağmur yağdırırlar.
İnsan hayatı için, ekmekten daha mühim olan suyu insanoğlunun istifadesi için yaratmış, onun tatlı olmasını da takdir buyurmuştur.
"Eğer dileseydik, onu (içilmeyecek) tuzlu bir su yapardık. Hâlâ şükretmez misiniz?" (Vâkıa: 70)
Suyun bir özelliği de belli bir derece ısıda buharlaştığında, içinde buharlaşan suyun saf olmasıdır. Su şayet bu özelliğe sahip olmasaydı, denizlerden buharlaşan suda tuz da bulunur, yağmur yağdığında yeryüzü çorak bir hale gelir, hayattan eser kalmazdı.
Bir düşünün! Denizlerde yaşayan varlıklar tuzlu suda hayatlarını devam ettirebilirlerken, karada yaşayan varlıklar ise yağmur vasıtasıyla tatlı su elde ederek hayatlarını sürdürebilmektedirler.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmakta-dır:
"Size tatlı sular içirdik." (Mürselât: 27)
Tatlı suları bulutlardan O indirmiş, pınarlardan kuyulardan O çıkarmıştır.
Allah-u Teâlâ bu şartları hazırlamasaydı, dünyada yaşamak mümkün olmayacaktı.
O'nun mülkünde yaşayan, O'nun verdiği rızık ve O'nun bahşettiği su ile beslenen insan, nasıl olur da kendisini Rabb'inden müstağnî görür?
Allah-u Teâlâ varlığına, kudret ve hikmetine şehadet edip duran bir kısım eserlerini ve beşeriyet hakkındaki nimet ve ihsanlarını En'am sûre-i şerif'inin 99. Âyet-i kerime'sinde intibah nazarlarına arzetmektedir:
"O ki, gökten su indirdi. İşte biz o su ile her çeşit bitki çıkardık. Ondan yeşillikler çıkardık.
Ondan da birbirinin üstüne binmiş taneler, hurmanın tomurcuklarından sarkan birbirine yakın salkımlar, üzüm bağları, birbirine hem benzeyen hem benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik.
Bunların meyvesine, bir yeni çıktığı zaman, bir de olgunlaştığı vakit bir bakın!
Şüphesiz ki bunlarda iman eden bir topluluk için ibretler vardır." (En'am: 99)
Bütün bunların böyle yapılması, Rabb'ine gönül verecek olan her kulun basiretini açmak için ibret verici birer delildir.
Ateş, ısıtma ve aydınlatmayı sağlayan ilâhî bir nimet, aynı zamanda Allah-u Teâlâ'nın fâil-i mutlak olduğunu belgeleyen bir delildir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"O ki, sizin için yeşil ağaçtan ateş çıkardı. Siz de ondan ateş yakıyorsunuz." (Yâsin: 80)
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile ağaçtaki odun ve kömürün yanıcılığını değil, sürtme ve temas ile yeşil ağaçtan meydana gelen hararet ve tutuşmayı haber vermektedir. Bu ise şimdi bildiğimiz bir elektrik hadisesidir. Âyet-i kerime aynı zamanda elektriğe işaret etmektedir.
Ağaç anılırken yeşil sıfatına yer verilmesi, yeryüzünü kaplayan bitki tabakasının durmadan yakıcı madde olan oksijen neşrettiğini, yanmanın oksijenle gerçekleşebileceğini belirtmektedir.
İki zıddı bir arada toplaması, Allah-u Teâlâ'nın kudretinin sırlarındandır. Şöyle ki; su ateşi söndürdüğü halde, ateş su ihtiva eden yeşil bir şeyden çıkmaktadır.
"Söyleyin şimdi bana, çakmakta olduğunuz ateşi!" (Vâkıa: 71)
Yanan ağacın asıl maddesi ve bu maddenin yanmaya elverişli duruma gelmesi, Allah-u Teâlâ'nın değişmez kanunlarından ve hikmetlerinden biridir.
"Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa biz miyiz yaratanlar?" (Vâkıa: 72)
Allah-u Teâlâ cisimleri bu özelliği ile yaratmamış olsaydı, hiçbir şekilde ateş meydana çıkmaz, elektrik üretimi kabil olmazdı. Ne günümüzde yaşayan insanların elektrik lambası yanar, ne de o çağlarda yaşayanların çakmağı çakardı.
"Biz onu bir ibret ve çöl yolcuları için bir fayda yaptık." (Vâkıa: 73)
Geçim sebeplerini ateşe bağlı kılmıştır. Ateş sayesinde yemekler pişer, ısınma sağlanır, bir çok madenler eritilerek muhtelif eşyalar yapılır. Ateşin ne büyük bir nimet olduğu düşünülecek olursa, onu Allah-u Teâlâ'nın yarattığı apaçık görülmüş olur. Fakat ateş alışılan bir şey haline geldiği için, insanların gözünde basit bir şeymiş gibi telâkki edilmektedir.
Fakat şuurlu insanlar bu ilâhî nimetin kıymetini her an için takdir ettikleri gibi, ahiret ateşini hatırlatan bir ibret olarak görürler.
•
Allah-u Teâlâ ateşin çok ve yaygın olmasının dünyada huzursuzluğa ve felâketlere sebep olacağını bildiği için, bir lütuf olarak, ihtiyaç sahiplerine ihtiyaçlarını giderecek kadar hesaplı bir şekilde ve istedikleri gibi kullanabilecekleri şekilde yaratmıştır. Faydaları sayılamayacak kadar çoktur.
Gözümüzle görmekteyiz ki, ateşi kibritin içine gizlemiş.
Büyük bir meydana benzin döküyorsunuz, bir kibrit çakıyorsunuz, bir anda her taraf ateş içinde kalıyor. O ateş daha önce nerede idi? Buna benzer bir çok mucizeler her gün görülmektedir.
Ateşin yakıcılığı ilâhî kudretin mutlak kontrolü altındadır. Nitekim Allah-u Teâlâ'nın emriyle İbrahim Aleyhisselâm'ı yakmamıştır.
Cehennemin en bâriz unsuru ateştir. Sadece ateş mânâsına gelen "Nâr" kelimesi, Kur'an-ı kerim'de çok defa cehennem yerine kullanılmıştır.
Cehennem ateşi bizim bildiğimiz dünya ateşi gibi değildir. Dünyada en şiddetli azap bu ateşin azabı olduğu için cehennem ateşi onunla tarif olunmuştur.
Cehennem ateşi dünya ateşinden yetmiş misli daha yoğundur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Yaktığınız bu ateş var ya, cehennem ateşinin yetmiş parçasından bir parçadır." (Buhâri)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde, insanların ondan yararlanabilmeleri için iki defa suya vurulduğunu söylemişlerdir.
Tesbih, tevbenin anahtarıdır, hatta özüdür. Allah-u Teâlâ'yı tesbih etmek günahların bağışlanmasına vesiledir.
Âyet-i kerime'lerde tesbih, sarih olarak emredilmektedir:
"Çok büyük olan Rabb'inin ismini tesbih et." (Vâkıa: 74)
Tesbih; kulun îlâhî buyruklara baş eğerek, Allah-u Teâlâ'yı her türlü noksanlıklardan, beşeri sıfatlardan tenzih etmesi ve kemâl sıfatlarıyla O'nu övüp tâzimde bulunmasıdır.
İnsanlar, melekler, cinler, bitkiler ve cansızlar, havada kanat çırpan kuşlar O'nu tesbih etmektedirler. Bütün yaratıklar, hareketleri ve durmaları ile Allah-u Teâla'nın varlığına, birliğine, eksiklik şüphesinden münezzeh oluşuna fiilen delâlet edip durmaktadırlar. Hepsi O'ndan dilek diler, hepsi O'nu kendine göre takdis eder.
Allah-u Teâlâ'yı tesbih edip şânına lâyık olmayan vasıflardan tenzih eden, O'nu kemâl ve cemâl sıfatları ile tavsif eden bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlâk-ı zemimelerden, hayvânî sıfatlardan temizler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde, hareket halinde iken yıldızların mesken edindiği yüksek menzilleri bulunan göğe, şeref ve değerlerini ortaya koymak için yemin etmektedir.
"Hayır! Yıldızların yerleri üzerine andolsun ki!" (Vâkıa: 75)
Kur'an-ı kerim'in verdiği bu bilgi, yıldızların yerlerinin büyüklüğünü göstermektedir.
Milyonlarca yıldız ve gezegen arasında çıplak gözle görülebilenler olduğu gibi, teleskoplarla da görülemeyenler vardır. Hatta görmek şöyle dursun, gerekli âletlerin farkına varması mümkün olmayanları dahi bulunmaktadır.
Halbuki ışığın saniyedeki hızı üç yüz bin kilometredir ve ışık dünyanın çevresini bir saniye zarfında 7.5 defa dönebilecek bir hıza sahiptir.
"Bu, eğer bilirseniz, gerçekten büyük bir yemindir." (Vâkıa: 76)
Şayet siz bu yeminin ne kadar büyük olduğunu bilmiş olsaydınız, hakkında yemin edilen şeyi de gerektiği gibi tâzim ederdiniz.
"Muhakkak ki o, elbette çok şerefli bir Kur'an'dır." (Vâkıa: 77)
Hoşnut olunmuş olan bu yüce Kitab-ı kerim'in ismi bizzat Allah-u Teâlâ tarafından verilmiştir. İlimlerin özü ve kaynağıdır. İyilikler ve bereketler menbaıdır. Allah katındaki değeri tasavvur bile edilemez.
"Koruma altında olan bir kitaptadır." (Vâkıa: 78)
Kur'an-ı kerim, Allah-u Teâlâ'nın en son ve en büyük kitabıdır. Cebrâil Aleyhisselâm vasıtası ile son peygamber Muhammed Aleyhisselâm'a indirilmiştir. Ondan bize kadar tevâtür yoluyla, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir kesinlikle ulaştırılmıştır. Bütün insanlığa gönderildiği için, bozulmadan muhafaza edileceği de garanti altına alınmıştır.
Âyet-i kerime'sinde:
"Bir zikir olan Kuran'ı biz indirdik ve onun koruyucusu da biziz." buyuruyor. (Hicr: 9)
Onun âyetleri Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesindedir, bâtıl hiçbir surette ona ulaşamaz.
Bu ilâhî hitap, Kur'an-ı kerim'in kıyamete kadar bâki ve daim olacağına en büyük delildir. Bin dört yüz yıldan bu yana bir benzeri ortaya konmamıştır, kıyamete kadar da beşer bundan âciz kalacak, hiç kimse lâfzını ve hükmünü değiştiremeyecektir.
Kâfir ve münâfıklar her ne kadar bu ilâhî Kitab-ı kerim'i bozmaya çalışsalar da, Allah-u Teâlâ onun bizzat koruyucusu olduğunu beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
Bir tek Âyet-i kerime'sini değiştirmeye kalkışan, ilâhî hükmü değiştirmek isteyen kimse; kendi nefsini ilâh edinmiş, arzularını hüküm yerine koymaya çalışmış, bunun için de küfre kaymıştır. Kesinlikle bilin ki bu gibi kimseler kâfirdirler.
"Temizlenmiş olanlardan başkası ona el süremez." (Vâkıa: 79)
Mushaf-ı şerif''in kendisine abdestsiz dokunulamadığı gibi, ahlâk-ı zemimeden, hayvânî sıfatlardan arınmamış, hürmet ve tâzîm nuru ile parlamamış olan kalpler de Allah kelâmının hakikatini anlayamaz, hakiki mânâsına da nüfuz edemez.
Çünkü o;
"Âlemlerin Rabb'inden indirilmiştir." (Vâkıa: 80)
Gerçek bu olunca, O'nun Kitab-ı kerim'ini küçümsemek, değil bir Âyet-i kerime'sini, bir tek harfini bile kabul etmemek, kişiyi küfre ve nankörlüğe götürür.
"Hayır! O şerefli bir Kur'an'dır." (Bürûc: 21)
Öyle kerim bir Kur'an ki, Allah-u Teâlâ'nın en son ve en büyük kitabıdır. İman eden müslümandır, iman etmeyen kâfirdir.
Öyle hakîm bir Kur'an'dır ki, Allah-u Teâlâ'nın koruması sayesinde bozulmaktan, yanlışlıktan korunmuştur.
"Levh-i mahfuz'dadır." (Bürûc: 22)
Onun aslı ümmül-kitap olan Allah'ın ilmindedir. Bunun içindir ki tahrif ve tebdilden her bakımdan muhafaza olunmuştur.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'in şan ve şerefini yücelttikten sonra ilâhî hükümleri umursamayanları, emir ve yasaklara uymayı kibirlerine yediremeyenleri, bunca nimetlere karşılık nankörlük edenleri uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?" (Vâkıa: 81)
Onu hafife alan, leke sürmeye cesaret eden siz misiniz? Temizlenmeden onu kirletmeye mi kalkışıyorsunuz?
"Rızkınıza karşılık şükrü, onu yalanlamakla mı yerine getiriyorsunuz?" (Vâkıa: 82)
Bütün bu rızıkları size hiçbir karşılık beklemeden veren Zât-ı kibriya'ya karşı yalanlamayı şükür yerine mi koyuyorsunuz? Sizin bu inkârınızdan dolayı kârınız ne olacak?
"Can boğaza dayandığında, siz (o can çekişen kimseye) bakar durursunuz." (Vâkıa: 83-84)
Etrafındakiler onun ölüm sarhoşluğunu görürler, kurtaracak hiçbir şey yapamazlar, âcizlik ve çaresizlik içinde kara kara bakar dururlar. Ortada sadece cesedi görürler, perde arkasında nelerin olup bittiğini bilmezler.
Allah kullarının nazarlarını eninde sonunda canlarının çıkacağı ana ve o anda meydana gelecek olan korkulu dakikalara çevirmeleri için uyarı mahiyetinde Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Artık gözünüzü açın! Ne zaman ki can köprücük kemiğine dayanır." (Kıyamet: 26)
Dünya hayatının sonu ve ahiret merhalelerinin ilk kapısı olan ölüm ve can çekişme hâli beyan edilerek, ahireti bırakıp da dünyaya bel bağlayanların belini kıran o büyük belânın ahirete de kalmayıp, dünyada iken başladığı gözler önüne seriliyor.
Ölüm işaretleri gelmiş çatmış. Yakınları etrafını sarmışlar. Bir şeyler yapabilmek için başında dönüp duruyorlar.
Çare aramak için çırpınan aile efradı tarafından:
"Kim afsun yapar, bunu kim tedavi eder acaba? denir." (Kıyamet: 27)
Kimi hekim çağırır, kimi üfürükçüden meded umar. İnanan da inanmayan da son bir teselli olmak üzere ona başvurur.
"Ve kendisi de bunun gerçek bir ayrılış olduğunu anlar." (Kıyamet: 28)
İşler sarpa sarmış, can boğaza dayanmış, nefesi tıkanmış, ayrılık vakti gelmiş. Sevgili dünyasına "Elveda!" diye diye vedâ ediyor. Dünyasından ayrılma sıkıntısı ile ölüm sıkıntıları birleşmiş, el ayak karışmış.
"Ve bacak bacağa dolaşır." (Kıyamet: 29)
Artık onun işi bâki olan Allah'a kalmıştır.
"İşte o gün sevk Rabb'inedir." (Kıyamet: 30)
Hesabı görülmek, cezası verilmek üzere, itile kakıla, hakaretlerle O'nun huzuruna götürülür.
Ahireti bırakıp da dünyayı sevenlerin dünyada varacakları kötü son işte budur.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Ölüm sarhoşluğu bir gün gerçekten gelir." (Kaff: 19)
Bu ölümün başlangıç merhalesidir. Bu noktada perde kalkar, hakikati berrak bir şekilde görmeye başlar. Kendisinin de nasıl bir gidişle gitmiş olduğunu öğrenmiş olur.
Ona şöyle denir:
"İşte bu, senin öteden beri korkup kaçtığın şeydir!" (Kaff: 19)
O istiyordu ki, dünyada başıboş dolaşsın, ölüm ötesinde yaptığı işlerin karşılığını göreceği ikinci bir hayat olmasın.
Fakat hiç de onun dediği gibi olmadı, kaçtığı hakikat önüne çıktı, geri dönüş imkânı da kalmadı.
İnsanın beden ve ruh yapısı, ahiretin şartlarına uygun bir vasıfta yaratılmıştır. Ebedîlik insanın fıtratında vardır. Ölümle bu ebedî hayata kavuşulmuş olur. Ölüm mahlûkunu Hâlik'ine ulaştıran en güzel bir vasıtadır. Çünkü onsuz ulaşılmıyor. Hâlik'ini dost edinen bir kimse şüphesiz ki dostuna bir an önce kavuşmak ister.
Mevlânâ -kuddise sırruh– Hazretleri "Ben öldüğüm zaman matem tutmayın, sevinin. Çünkü ben sevgilime kavuşuyorum." buyurmuşlardır.
Übâde bin Sâmit -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Her kim Allah'a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Her kim de Allah'a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da onunla mülâkî olmaktan hoşlanmaz." (Buhârî. Tecrîd-i sarih: 2043)
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Kim Rabb'ine kavuşmayı arzu ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabb'ine kullukta hiç ortak koşmasın." (Kehf: 110)
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Biz ona sizden yakınız, fakat siz görmezsiniz." buyuruyor. (Vâkıa: 85)
Onun o anda çektiği sıkıntıyı O bilir. Dilerse ruhunu pek kolay alır, dilerse güçlük çektirerek alır. İnsanlar bunların hiçbirini idrak edemezler. Onun başına gelen azabın bir zerresine bile mâni olamazlar.
Bu Âyet-i kerime doğrudan doğruya Vahdet-i Vücud'a işaret etmektedir.
Allah-u Teâlâ her şeyden her şeye yakın olduğunu, her zerrede ulûhiyet sırlarının mevcut olduğunu beyan ediyor. Zerreyi de O halketti, insanı da O halketti, kâinatı da O halketti. O'ndan başka hiç mevcut yok zaten.
Zira vücut O, mevcut O... Mevcûdâtın; vücut nurunun zerrelerinin zuhur mahalli olduğunu, O'ndan başka ne vücud ne de mevcut olmadığını, "İman-ı kâmil sahibi olan mârifetullah ehli"nden başkası bilemez. Bu bilgi ancak onlara mahsustur.
Ecel gelip can boğaza dayanınca, onu artık geri çevirmek mümkün değildir. İnsan isterse de istemese de, bir gün ahirete intikal edecektir.
"Eğer siz hesap ve ceza görmeyecekseniz, iddianızda doğru sözlü iseniz, o çıkmak üzere olan canı geri çevirsenize!..." (Vâkıa: 86-87)
Bunu yapamadıklarına göre, ki yapamazlar, ne kadar yalancı ve âciz oldukları teşhir edilmiş oluyor.
Allah-u Teâlâ kudretini ve varlığını delil getirerek kulları üzerinde yegane tasarruf sahibi olan yaratıcılığını misal vererek şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölü iken sizi O diriltti. Sonra sizi öldürecek, ondan sonra da tekrar diriltecektir.
Tekrar O'na döndürüleceksiniz." (Bakara: 28)
Daha önce hayattan mahrum birer zerreden, birer nutfeden ibaret iken, daha sonra onlara hayat verdi ve idrak sahibi yaptı. Mukadder vakti gelince bu dünya hayatından mahrum bırakacak, kıyamet gününde tekrar hayat verecek.
Şüphesiz ki ölümden kaçış ve kurtuluş yoktur. Gerek kendi vatanlarında ikamet etsinler, gerek başka yerlere çıkıp gitsinler, insanlar kendilerini hiçbir yerde ölümün pençesinden kurtaramayacaklardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nerede olursanız olun, sarp ve sağlam kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size ulaşır." (Nisâ: 78)
Herkes mutlaka ölecek, ölümden insanı hiçbir şey kurtaramayacaktır. Herkes için kesin bir ecel ve belirlenmiş bir âkıbet vardır.
Ölmek üzere olan "Hâlet-i nezi"deki insanlar üç sınıfa ayrılır:
a- Mukarrebler:
Bunlar Hakk katında yakınlık kazanmış, mânevî olgunluğa erişmiş olan sâbikûn, yani öncülerdir.
Allah-u Teâlâ onlar hakkında Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Ölen kişi Allah'a yaklaştırılanlardan ise; ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti var." (Vâkıa: 88-89)
Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif'ler vardır.
O kişiye Âyet-i kerime'deki bu müjde verildiğinde Allah-u Teâlâ'ya ulaşmak ister, Allah-u Teâlâ ise onun kendisine ulaşmak istemesinden çok daha sevinç duyar.
Bu gibi kimseler taraf-ı ilâhî'den şu hitapla taltif edilirler:
"Ey mutmain olan nefis! Sen O'ndan râzı, O senden râzı olarak dön Rabb'ine. Gir sâlih kullarımın içine, gir cennetime!" (Fecr: 27-28-29-30)
Bu hitap ona hem vefat anında hem de kıyamet gününde söylenir.
Mutmain nefis; Hakk'ta karar kılmış, yakîn serinliğinin yatıştırmış olduğu nefistir.
Allah'ımızdan bizleri de o mübarek kulları ile beraber haşretmesini, onların maiyetlerinde bulundurmasını niyaz eyleriz.
"Ey Rabb'imiz! Ruhumuzu iyilerle beraber al!" (Âl-i imrân: 193)
"Ey Rabb'im! Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat." (Yûsuf: 101)
"Ey Rabb'im! Rahmetinle beni sâlih kullarının arasına kat!" (Neml: 19)
b- Ashâb-ı Yemin:
Bunlar amel defterleri sağlarından verilen müminlerdir. Ruhları alınırken bunlar da bir sıkıntı görmezler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Eğer sağcılardan ise; 'Ey sağcı! Sana sağcılardan selâm!' denir." (Vâkıa: 90-91)
Can boğaza gelmiş durumdaki mümin o selâmı kemâl-i meserretle alır ve rahatlar, dostluğun ünsiyetini hisseder.
Onların bir mükâfâtı da meleklerin iltifatlarıdır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Rabb'imiz Allah'tır deyip, sonra da doğru yolda sebat edenlerin üzerine melekler iner ve derler ki:
(Ölümden) korkmayın, (dünyada bıraktıklarınızdan dolayı da) tasalanmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin!
Biz dünyada da ahirette de sizin dostlarınızız.
Çok bağışlayıcı, çok rahmet edici Allah'ın bir fazl-u keremi olarak canlarınız neyi isterse hepsi sizindir, ne isterseniz hepsi sizin!" (Fussilet: 30-32)
Melekler böylece onların bu yeni hayata intibakları sırasında onlara yardımcı olurlar. Kabirdeki yalnızlıklarında, Sûr'a üfürülüş esnasındaki durumlarda kendilerini teselli edeceklerini, Allah-u Teâlâ'nın kendileri için her türlü üzüntü ve kederden yana emniyet altında olmayı takdir buyurduğunu müjdelerler.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar meleklerin: 'Selâm sizin üzerinize olsun. Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık cennete girin!' diyerek iyilikle canlarını aldıkları kimselerdir." (Nahl: 32)
Onlar ki, şirkten, şüpheden, her türlü kötülüklerden arınmışlar ve böyle bir takdir ve övgüye lâyık olmuşlardır.
c- İnkârcı Sapıklar:
Yüce Allah'a inanmayan, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden ve bunun neticesi olarak amel defterleri sollarından verilecek olan kâfirlerin âkıbetleri hakkında da Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Amma yalanlayıcı sapıklardan ise; işte ona da kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır." (Vâkıa: 92-93-94)
İlk geldiklerinde onlara çekilecek ziyafet, aşırı sıcaklığından karınları eritecek olan kaynar sudur. Ne fena bir ziyafettir o kaynar su!
Bunlar Allah'ın kitabı ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlenceye alan sapıklardır. Azap boyunduruğu altında tutulmuşlar, hak ettikleri cezâlarına kavuşmuşlardır. Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır." (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm'e sürüklenirler, sonra Cahîm'e atılırlar.
Allah-u Teâlâ zebânilere emreder:
"Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!" (Duhân: 47-48)
Ve onları tahkir ederek şöyle buyurur:
"Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin." (Duhân: 49)
Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mal ve mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. O derece refaha boğulmuşlardı ki; âhireti, muhasebeyi, cezayı hiç hesaba katmıyorlardı.
Şimdi ise o şüphe ettikleri şey gerçek oldu, tekzip ettikleri hakikat ayan-beyan karşılarına çıktı.
Onlar Allah-u Teâlâ'ya ulaşmaktan nefret ederler. Halbuki Allah-u Teâlâ onlarla buluşmaktan daha çok nefret etmektedir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanları ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah aslâ affetmeyecektir." (Muhammed: 34)
Zira küfrün affı yoktur. Ancak dünyada iman etmekle affolunur.
"Melekleri görecekleri gün, işte o gün suçlulara hiçbir sevinç haberi yoktur ve '(size sevinmek) yasaktır yasak!' derler." (Furkân: 22)
Allah-u Teâlâ onlara her türlü sevinçli haberi haram kılmıştır. Müjde ancak müminlerin hakkıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nefislerine zulmederlerken meleklerin canlarını aldığı kimseler (ölümü görünce) teslim olurlar.
'Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk!' derler.
Melekler de onlara: 'Hayır! Allah sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir.' diye cevap verirler." (Nahl: 28)
Onlar kendilerini iman şerefinden mahrum bırakarak, göz göre göre felâkete sürüklemişlerdir.
Onların canları cehenneme, öldükleri andan itibaren girecek, kabirlerinde cehennemin sıcak yeli kendilerini kuşatacak, kasıp kavuracaktır.
Melekler canlarını şiddetle ve zor kullanarak, vura vura çıkartmaya çalışacaklar:
"Fakat melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak?" (Muhammed: 27)
Azapları gecikse gecikse, ömürleri sona erene kadar gecikebilir.
Onlar bu âkıbeti kendileri istemişlerdi, kendi elleriyle seçmişlerdi.
"Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah'ı kızdıracak şeylerin ardınca gittiler ve O'nu râzı edecek şeylerden hoşlanmadılar.
Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır." (Muhammed: 28)
Kâfirin ölüm zamanı geldiğinde melekler kendilerine azabı, cezayı, zincir ve halkaları, cehennemi ve kaynar suları, Rahman ve Rahim olan Allah-u Teâlâ'nın öfkesini müjdelerler.
"Bu zâlimler ölüm dalgaları içinde can çekişirken, melekler de ellerini uzatmış 'Haydi canlarınızı teslim edin! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve Allah'ın âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan ötürü, bugün siz horlayıcı, alçaltıcı azapla cezalandırılacaksınız!' derken bir görsen!" (En'âm: 93)
Kendi ruhlarını çıkarmaya güçleri olmadığı halde, meleklerin bu emirleri azaplarını, hasretlerini artırmak, onları tâciz etmek içindir.
Azap melekleri ise ruhlarının cesetlerinden çıkması için yüzlerine ve kıçlarına şiddetle vururlar.
"Melekler o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vurarak ve:
Haydi, yangın azabını tadın!' diyerek canlarını alırken onları bir görsen!" (Enfâl: 50)
O kâfir kimsenin bedeninden ruhu kabzolunurken onun gerçekte ne acılar çektiğini ve ne hasretler içinde gittiğini dışarıdakilerin müşahede etmesi mümkün değildir.
Âyet-i kerime'de:
"O anda onları bir görsen?" buyurulmasında büyük ibretler vardır.
Bu ayrılık anında, dünyadan kopmadan ve uzaklaşmadan dolayı öyle bir acı duyar, öyle bir ızdırap çeker ki, yanar da yanar. Bu yanmadan dolayı her türlü nurdan mahrum olarak önünde azaba, ardında lânet olarak o âleme sevkedilir. Yeniden dirilişinde de, mahşer yerinde haşroluşunda da bu minval üzere acılar sürer gider.
"İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullara zulmetmez." (Enfâl: 51)
"Ve şüphesiz ki en son varış ancak Rabb'inedir." (Necm: 42)
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Kesin gerçek budur işte!" (Vâkıa: 95)
İnkârı mümkün değildir, gerçeğin tâ kendisidir.
Âyet-i kerime'de geçen "Hakk'al-yakîn" bilgi derecelerinin üçüncü merhalesidir.
"İlm'el-yakîn", İlim yolu ile bilgi edinmek; "Ayn'el-yakîn", gözle görünmek suretiyle anlamak; "Hakk'al-yakîn" ise öğrenmek istenilen şeyin içinde bulunup yaşamak suretiyle kesin bilgiye sahip olmaktadır.
Daha doğrusu, İlm'el-yakîn "Bilmek", Ayn'el-yakîn "Bulmak", Hakk'al-yakîn ise "Olmak"tır.
Allah-u Teâlâ'yı hamd ile tesbih etmek, müslümanın dünya saâdeti ahiret selâmeti elde etmesinin de vesilesidir.
"Çok büyük olan Rabb'inin ismini tesbih et." (Vâkıa: 96)
Tesbih; kulun ilâhi buyruklara baş eğerek, Allah-u Teâlâ'yı her türlü noksanlıklardan, beşeri sıfatlardan tenzih etmesi ve kemâl sıfatlarıyla O'nu övüp tâzimde bulunmasıdır.
Çünkü insan bu sayede ruhen inşirah bulur, içi nûrlanır, ilâhî lütuflara ve yardımlara mazhar olur.
Allah-u Teâlâ'yı hamd ile tesbih etmek, müslümanın dünya saâdeti ahiret selâmeti elde etmesinin de vesilesidir.
Varlıklar yokluktan varlık âlemine çıktıklarından beri bütün vakitlerinde Allah-u Teâlâ'yı tesbih etmektedirler.
Tesbihleri belirli bir vakte has olmamış, geçmişte daima tesbih etmişler, gelecekte de devamlı tesbih edeceklerdir.
Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'lerde olduğu gibi, Hadîd, Haşr, Sâff ve Cum'a Sûre-i şerif'lerinin ilk Âyet-i kerime'lerinde de; yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u Teâlâ'yı tesbih ettiği haber verilmektedir:
"Göklerde ve yerde olanların hepsi; mülkün sahibi, mukaddes, Azîz, Hakîm olan Allah'ı tesbih ederler." (Cum'a: 1)
Bu tesbih yaratılışta mevcuttur. Bütün varlıklar O'nun kudretine, azametine işaret ve şehâdet eder dururlar.
O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.
Buradaki "Yüsebbihu" kelimesi devamlılık ifade etmektedir. Yani her an, sürekli devam eden bir tesbihtir.
Binaenaleyh insanlar da iradelerini kullanarak Allah-u Teâlâ'yı her türlü kusur ve eksikliklerden tenzih etmeli, O'na şirk koşmaktan şiddetle sakınmalıdırlar.