Nefis, herhangi bir kimsenin dizginlerini elinde tutmasına, O'nun edep kırbacıyla kendisini sürüp sevketmesine, kendisini hudutlar çizerek sınırlandırmasına ya da üzerine ağıtlar yakan bir ağıtçıya ihtiyaç duymaz. Onun şerrini kendi üzerine çevirmekle, onu kendi engeliyle engellemeye, onun hastalıklarını şefkat ve yumuşaklıkla letâfete eriştirmeye, onu terakkisi ile yükseltmeye devam edilir ki nihayet Allah'ın emrine tutunabilsin.
Kur'an'a, dalâlete kapılmadan, ayrılığa düşmeden uymak gerekir.
Bunun içindir ki şöyle buyurulmuştur:
"Kim benim hidayetime tâbi olursa o (dünyada) sapmaz, (âhirette de) bedbaht olmaz." (Tâ-Hâ: 123)
Benim yurdumdan ve civarımdan uzak durup kaçmaz:
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar ona iman ederler." (Bakara: 121)
İman; "İtminan"dır, yani mutmain olmaktır. Her kimin kalbi itminan bulursa, onunla kullarına yardım eden bu yardımcıya ulaşır. Onun alâmeti ise onu gerçek tilâvetiyle tilâvet etmektir.
"Tilâvet"; uymak, tâbi olmaktır. Bu ise iki veçh üzeredir: İlâhi emrin ve nehyin içindeki siyrete göre, onun hakkındaki şeyle amel ederek O'na uyup tâbiiyet göstermektir. Diğeri ise kavlen, yani sözle tâbi olmaktır ki, o ise dili üzerinde onu döndürmek, kalbine bunu işittirmek ve hafızasında onu takip etmektir.
Amel hususunda onu tilâvet etmenin hakikatına gelince; buna karşılık olarak söylenilen şeye bağlanmak ve onu edâ edip yerine getirmeyi kâim kılmaktır.
Amma kıraat yolundan onu tilâvet etmenin hakikati ise dilinin kendisiyle nutk ettiği şeyi kalbine aksettirmektir. Zira dil, Kur'an'ın dışa çıkarılışı hususunda bir tercümandır.
Hiç şüphe yok ki kök ve manalar kalptedir, kelâmın suretleri ise dildedir. Dilden özetlenerek çıktığında manalar mündemic kılınır ve kulaklar da onun üzerinde olur. Suret ve manalar aracılığıyla kalbe karşı da, nefse karşı da onu yerine getirtir.
İşte tilâvetin hakikati budur.
Hakk ile tilâvet edenin misâli, uykusundan uyanmış ya da sarhoşluktan ayılmış bir adamın misâli gibidir. Cesedindeki düşüş ve alçalışı hisseder, ona bakar; o devâ bulmaya muhtaç hale gelince reyi ve görüşü keskin bir tabibe ilticâ edip sığınır, nihayet hastalığını görür ve devasını öğrenir, artık onu düşüş ve alçalışla tavsif eder.
Tabip der ki: "Ben [sende] zâhiren bir bozulma ve tükenme görüyorum! Çokça ilâçlar kullanıp onları bünyende toplaman gerekecek. Senin gerçekten çeşit çeşit, çok fazla ilâca ihtiyacın var. Kendini koruyup muhafaza etmeye muhtaç durumdasın. Bana sakın kızıp öfkelenme, onu elinle alıp bana getir! Tâ ki onu senin için bir ilâç terkibine dönüştürüp kıvamına getireyim. Bu konuda bana güvenebilirsin, nefsine karşı benim hakkımda güven içinde ol!"
O da ona güvenir ve ona tutunur. Onun alâmeti ise onunla buluşup elindekini ona teslim etmek, içeceği her ilâç ve perhizle ilgili olarak her bir işinde ona itaat etmektir. Kendi üzerinde bunu ne kadar çok arttırırsa, sıhhati için başvurması gereken şeyler hakkında kendisine o kadarını yüklemiş olur.
Bunu meydana getirmeyi başarınca, tıp hususundaki derecesine, bitkinlik ve tabâbet ilmi hakkındaki maharetine tazimle bu tabibe teşekkür eder. O ona hazırladığı karışımı içirmek üzere sunar, o da verilen ilâçtan içer. Ne var ki bir diğer ilâcı daha içerse damarları bozulur. Aynı zamanda enfiye de çeker, yemek yer ve buna benzer gıdalar dahi alır, tâ ki sağlığı ve mizacı düzelip hastalığı iyileşsin. Bununla birlikte nefsinde onu dengelemeye çalışır, kendi hatasına delâlet edecek şeylere bakarak gözüne yalnız onu gösterir.
İşte Kur'an da aynen böyledir; sen tilâvet edince mülâki olmak için kendi elinle ona yönelirsin, bağlanmanı gerektiren şeyler hakkında sen ona itaat edip, kalbindeki bozukluk senden zâil oluncaya dek yakınlık kazanırsın. İşte bu tabip de onu sana içirince, artık sen ilâcı tekrar içmeyi kabul etmezsin. Cesedinde atık olarak kalan tedaviye yaramaz ilâcın kuvvet kazanıp onun içinde çöreklenmesi de işte buna benzer.
Tabip onun hakkında hayret ve şaşkınlığa düşmez, bilâkis sonu geldikten sonra kişiyi onun sayesinde geriye döndürür; hatta onu (hastalığı) tamamen yok eder. O devâyı isabet ettirir, burada onun sadece kokusu kalır; sona her gelişinde onunla döndürünce onun işlerliğini artık bu koku yerine getirir.
İşte Kur'an da böyledir, o da onun kulağı üzerinde toplanıp geriye döner. İlk defasında kalp, ondan habersiz kalmayıncaya dek habersiz kılınmadığında onu kabul eder, nefsin pisliğini kalbin çevresinden sadra varıncaya kadar çıkarıp atar. Sadırdan çıkarıp attığını ise tekrar nefse iletir, bu arzu ve şehvetlerden dolayı nefsinin içine yerleşen hararet onu yakar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in:
"Ben sizin üzerinize: "el-Hâkümü't-Tekâsür: Çoklukla övünmek sizi o derece oyaladı ki…" (Tekâsür: 1) sûresini okuduğumda her kim ağlarsa o cennetliktir." buyurduğunu görmez misin?
Bir grup ağlayıp, bir grup sessiz kalınca ise şöyle buyurdu:
"Ben size: "el-Hâkümü't-Tekâsür: Çoklukla övünmek sizi o derece oyaladı ki…" (Tekâsür: 1) sûresini bir kez sonuna kadar okudum; kiminiz ağladı, ona cennet vacip oldu. Ağlamaya güç yetiremeyen kimseleriniz de ağlamaklı olsunlar!" (Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr; Muttakî el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, I, 596, Had. no.: 2715-2716)
Onlar sûreler arasından ancak "el-Hâkümü't-Tekâsür" kendilerine okununca nereden geldiklerini anladılar ve meşgul oldukları şeyden sakındılar. Hiç şüphe yok ki onun içinde kalplerin bozulmasına işaret vardır, o ise ağlamaktan kaçınan kimselere aittir. Bununla birlikte bu sûrede vaad edilen kimseler de hiç şüphesiz kalplerinin kasvetinden dolayı uzak durmuştur, zira "çokluk" hususunda da yine kalplerin kasveti söz konusudur.