Ruh itaat edici, Nübüvvet de karşılayıcıdır. Rûhu’l-Emîn ise onu (Kur’ân’ı) yüklenen ve kendisiyle inzal buyurulan Cibrîl Aleyhisselâm’dır. [Diğer] melekler ise onun gözeticileri ve koruyucularıdır. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in kalbi onun konulduğu kabı, dili ise yerine getirebilmeleri için onun halka ulaştırıcısıdır.
Her harf O’nda bir araya toplanır, mânâsı da budur. Mânânın kalp üzerinden söylenmesiyle “Kelime” meydana gelir. “Emr”in sûreti “Mânâ”dır, her emir âyeti meydana getiren ilâhi irade içinde tamama erer.
“Âyet”; bir şeyi bir şeyden kesip ayıran şeydir.
Nitekim O’nun: “Âyetleri muhkem ve sonra da ayırt edici kılınmıştır.” buyurduğunu görmez misin? (Hûd: 1)
Âyet, O’nun tarafından kopup ayrılmak suretiyle meydana gelir; “Emr”in kendisine has eşsiz ilâhi mânâsı onun içinde toplandığı vakit, artık ona “Âyet” denilir.
Asıl anlamda “Âyet”in meydana gelişi işte budur, yani kopup ayrılmayı fiili anlamda gerçekleştirmektir. Birleşen iki “Yâ”nın sukûtları onu müstakil bir hale getirir; iki “nun” ile yazılan “âne = yardım” kelimesi de tıpkı bunun gibidir, yani tamamına eriştiği nispette diğerinden kopup ayrılır.
“Sûre”; yani “Bakiyye” (kalan kısımlar) ise Kur’ân hakkında kullara yardım için meydana getirilmiştir. Yine kendilerine yardım sağlayacak bir şekilde onların her biri de birbirinden kopuk ve ayrı kılınmıştır. Burada kalan kısmın sayılı olması da yine yardım amaçlıdır, işte bu nedenle “Sûre”ye “kalan kısım” da denir. Nitekim [Arapça’da] içtiği suyu artıran için de, ona içtiği şeyi “artık bırakmış” anlamında “su’ûr” denilir.
Kur’ân’ın ayırımı ilâhi emir ve nehye bağlıdır. O ise helâl ve haramdır. “Muhkemler” işte bunlardır.
“Ümmü’l-Kitâb (Kitab’ın esası) bunlardır.” (Âl-i imrân: 7)
Nefsinin hevâ ve hevesine karşı O’na kulluk eden bir kişinin ve yalnız O’na boyun eğip ibadet etmekten lezzet alan bir kimsenin nazarıyla, neshedilmiş olan [hüküm] onlar için bir üzüntüdür; bunu gizlemek isteseler de aşikâr kılınır. Nitekim onlar da bunu bilirler, çünkü onlar O’ndan başkasına karşı artık perdelerini yırtmış kimselerden olmuşlardır.
Nitekim bu hususta şöyle buyurulmuştur:
“Biz senin arzulayıp da üstünde durduğun Kâbe’yi; Peygamber’e uyanı, ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım diye kıble yaptık. Doğrusu bu, Allah’ın hidayet edip yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir.” (Bakara: 143)
Kullarının Allah’a ibadet etmeleri ancak, onlar için Kitab’ında açıklayıp beyan ettiği ilâhi emir ve nehiyle gerçekleşir. Sonraki diğer âyetler ise, ilâhi emre ve nehye göre onları ibadet ettiren şeyi ayakta tutacak ilâhi yardımın kendilerini bulması için, kulların imdadına yetişici kılınmıştır.
O’nun (Muhammed Aleyhisselâm’ın) “Beşîr” (Müjdeleyici) oluşu bundandır; “Nezîr” (Uyarıcı) olması da bununla alâkalıdır.
[Kur’ân’ın] “Meviza” (öğüt) oluşu, sevap ve ikâb (azap) yurtlarını vasfedişi de ondandır.
“Yücelik” zikri onunla ilgilidir, “İlâhi minnetler” de ondan dolayı zikredilir.
“İhsân”ın zikredilişi ondan ileri gelmiştir; “Dünya ve âhiret nimetleri”nin zikredilmesi de ondan sebeptir.
Dostların (velîlerin) ve düşmanların haberi; nasıl ikram olunup âcil bir şekilde karışıklarının hemen kendilerine verileceği, diğerlerinin ise nasıl aşağılanıp hemen azaplarına kavuşturulacakları ona göredir.
Darb-ı meseller (özlü sözler) de onunla ilgilidir: âhirete dair örnekler; çabucak kavuşturulma hususunda müşâhedeler…
Nefse hayat veren tüm kırıntılarla ilgili letâfet ve incelikler de ona nispet edilir. Kalp acı çektiğinde onun düşük ve alçak işlerini bırakır ki, bunlar da onun kalbindeki, yani göğsündeki şehvetlerdir; tâ ki onu yürütüp ilerletmesi sayesinde kalbe dek ulaşıp imanı istikamet bulsun.
Damarların içinde gezinen ve ondan dolup taşan şiddetli arzu ve bağımlılık da onunla ilgilidir; ki böylece onu, yani ilâhi minnet ve lütufları zehirlemeye yol bulamasın.
Düşman (şeytan)ın tuzak ve hilesinden kendisine sığındığın ve O’na meyledip yöneldiğin ilâhi latifeler de ondan ileri gelir.
Senin Mevlâ’na ulaşma şevk ve arzun, kalbini sürükleyip iletecek ve kulluğunu sâfileştirip temizlemeni sağlayacak ilâhi letâfetler de ondan gelmiştir.
Ayrıca nefsinden ve idrakinden seni uzaklaştıracak olan, ilâhi letâfetin sana yönelmesiyle kalbine iliştirilecek letâif (incelikler) de yine ondandır.
Aynı şekilde, peygamberlerin has, seçkin olanlarının kalplerinin ve nücebânın kalplerinin kendisiyle diriltildiği ilâhi sırlar da onunla ilgilidir. Umum veliler bile onu taşımaktan acizken, onlardan daha aşağıda bulunan “Tevhid ehli” de kimdir?
İşte bu, surelerin başlarında bulunan münferid, yani kendine has birtakım harflerdir, bu sureler onunla başlayıp açılır. Bu surelerin bütününde olan şey onun sayesinde bilinir. Allah onunla hitap ederek vahyini onunla bir perde ardında gizler. Hiç şüphe yok ki onun idrâk edilmesi ancak huzur-u ilâhi’de bulunan kişinin kalbi aracılığıyla, Rabbâni bir hicâb (perde) içinde gerçekleşir.
Yaratılışı ondan önce olanda ise hicâb dahi olmaz. Allah’ın kalbini kendisiyle dirilttiği kimse O’nun bildirmesiyle hiç şüphesiz onu da anlayıp bilir.
İşte Kur’ân’ın hali böyledir.
Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Kim Kur’ân okursa, kendisine vahyedilmese bile ona nübüvvetten bir şey dercedilmiş olur. Risâlet tebliği ile ilgisi olmasa da, ondan bir şey soran sanki Resûl’e sormuş gibidir.” (Taberânî, Fezâ’ilü’l-Kur’ân, s. 119; Muttakî el-Hindî, Kenzü’l-‘Ummâl, Had. no.: 2347)