Hazret-i Kur’an’ın en ince noktası Âyet-ül kürsî ile İhlâs-ı şerif’tir. Bu sırrı bilebilmek için Allah-u Teâlâ’yı görmek şarttır. O’nu görmeyen kimse ne bilir, ne de hafsalası alır. Duysa da yine bilmez. Ne ilmi yeter, ne de aklı yeter. Çünkü aklın da ilmin de “Ulül-elbâb”ına dayanan bir husustur. “Ulül-elbâb” Allah-u Teâlâ’nın duyurması ve göstermesi ile husule gelen akıldır. Bu noktaya gelen kimsenin aklı da ilmi de durur. Bu sahaya hiçbir ilim giremez.
Şu kadar var ki, Evliyâullah’tan bazı Zevât-ı kiram bu hususa işaret etmişlerdir.
Nitekim Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fethü’r-Rabbânî” adlı eserinde şöyle buyurmuştur:
“O öyle bir kuldur ki, Hakk’a vâsıl olmuş, O’nu görmüş ve mâsivâ denen Hakk’ın zâtından gayrı şeyleri bilmiştir.” (60. Meclis)
Onlar bu hususu görerek ve bilerek konuşuyorlar. Allah-u Teâlâ’yı gören, gösterdiği kadar bilir, başkasına şâmil değildir.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtem-i veli hakkında bin küsur sene önce “Hatmü’l-Evliyâ” ismiyle müstakil bir eser yazmış ve onun Allah-u Teâlâ’nın hususi himayesinde olacağını, O’nu göreceğini ve O’nunla konuşacağını açıklamıştır.
Eserin yirmi birinci bölümünde şöyle buyurmaktadır:
“Sonra başka bir mertebeye yükselir, o da Heybet ve Üns’tür. Heybet O’nun celâlindendir, Üns ise O’nun cemâlindendir. O’nun celâline baktığında korkar ve toplanır. Şayet onu bu şekilde bırakırsa bütün işlerinde âciz olur, atılmış bir elbise gibi olur veya ruhsuz bir vücut olur. O’nun cemâline baktığında bütün damarları sevinçten dolup taşar. Şayet onu bu şekilde bırakırsa nefsi coşar ve sınırı aşar. Heybet onun şiârı, Üns ise onun elbisesi olur. Böylece kalbi dosdoğru olur ve nefsi sevinir. Sonra onu başka bir mertebeye yükseltir. O mertebe ‘İnfirad billâh’ yani ‘Allah ile kalma’dır.”
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Nevâdirü’l-Usûl” adlı eserinde ise velâyet mertebelerinin en üst derecesine vâris olan Hâtem-i veli’nin vasıflarını bir bir beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
“Ehlullah’ın bir kısmı en yüksek velâyet derecesine sahip olur. Bu kimse, Allah-u Teâlâ’nın, kendisini velâyeti için seçip kullandığı bir kuldur.
O Allah-u Teâlâ’nın kabzasında (hususi himayesinde) hareket eder, O’nunla konuşur, O’nunla görür, O’nunla tutar, O’nunla anlar.” (Nevâdirü’l-Usûl, cilt:1, sh: 339)
İlmin sonu Hazret-i Allah’a dayanır. Bu ilme “İlm-i billâh” denildiği gibi, “Ledünî ilim” de denilir.
Bu ilme mazhar olan Hakk’ı görür, Hakk’tan görür. Ve fakat Allah-u Teâlâ’nın tecelliyâtının sonu yoktur.
“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine de Allah’ın kelimeleri tükenmez.
Şüphe yok ki Allah Azîz’dir, hikmet sahibidir.” (Lokman: 27)
Kelimât-ı ilâhiye’nin sonu yoktur. Çünkü O’nun ilmine ve hikmetine sınır konulamaz, iradesini dilediği şekilde kullanır. Kayıt ve hudut tanımaksızın hükmünü icrâ etmektedir.
Hakk’ı gören ise Cenâb-ı Vâcib’ül-vücud Hazretleri’nden başka hiçbir şey görmez. Yani Allah-u Teâlâ’yı gören, O’ndan başka bir şey görmez ve görmek de istemez. Zira her şey “Lâ”dan ibarettir. “Lâ mevcûde illâllâh” tevhidinin sırrına vâkıf ettirdiği kimseler hem görür, hem söyler, hem de o hâl ile yaşarlar. Her hâl ve kâllerinde hikmet-i ilâhî mevcuttur. Birer numunedirler, birer Hakk adamı, Hakk dostudurlar. Onlar O’nun himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesindedirler. O’nun gözetimi altında iş ve icraat yaparlar.
İmâm-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Ayrıca Allah-u Teâlâ ile karşılaşmanın, O’nun Cemâl-i bâkemâl’ine bakmanın ve O’na mânen yakınlaşmanın ne demek olduğunu da anlar.” (İhyâ-u Ulûmi’d-din)
Çok iyi anlar. Çünkü Allah-u Teâlâ öyle buyuruyor. Öyle tecellî ediyor, öyle husule getiriyor ki, oradan anlıyor. Bu, mahlûkun Hâlik’ına yaklaşması değildir. Hakk’ın mahlûkuna tecelliyatıdır. Hâlik tecellî edecek ki, o vâkıf olacak. Mahlûkun yeri değil orası. Oysa O’na her şey kolay.
Allah-u Teâlâ İhlâs sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Allah bir tektir.” (İhlâs: 1)
Allah-u Teâlâ müstakil bir vücuttur. O’ndan başka hiçbir mevcut yoktur.
Fakir “Kul hüvallahu ehad” dediğim zaman O’nu zikrediyorum, ismini zikretmiyorum. “Ehad” dediğim zaman Ehad’ı görmem lâzım.
“Allah Samed’dir.” (İhlâs: 2)
Ehad O, yarattığı her şey O’nunla kâim olduğu için her şey O’na muhtaçtır. Var olan yalnız O’dur, Ehad yalnız O’dur, başka Ehad yok. Bütün varlıklara “Ol!” demekle bir sûret, bir şekil vermiş, var etmiştir. Yer görülüyor, gök görülüyor, insan görülüyor. Murad ettiği gibi tecellî etmiş, bir sûretle görülüyor. Amma O’ndan başka Ehad yok.
Olanlar da O’nunla var olmuştur. Biz Hazret-i Allah’ı görürüz, yaratılanları öyle görürüz. O’ndan başka hiçbir şey yok.
İnsan Allah-u Teâlâ ile kâim olduğu halde bunu bilmiyor. O, varlığını çektiği zaman leş oluyor. Hani sen vardın? Sen de böylesin, bütün varlıklar da böyledir.
“Doğurmamış, doğurulmamıştır.” (İhlâs: 3)
Zira doğma ve doğurma yarattıklarına âittir. O Allah ki; vardır, müstakil var olan O’dur, varlıkları yaratan O’dur. O’ndan başka müstakil ne vücud var, ne de mevcud. O, her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.
“Hiçbir şey O’nun dengi ve benzeri değildir.” (İhlâs: 4)
Hiçbir dengi ve benzeri olmamak yalnızca O’na mahsustur.