Vehb [ibn Münebbih]’den rivayet edildiğine göre;
“Göklerde ve yerde bulunan her şey O’nu tesbih eder.” (Haşr: 24)
Âyet’i hakkında şu sözü söylemiştir:
“Bu, tesbih edenler üzerine tekrarlanan Tevrat’taki yedi yüz âyete bedeldir.”
“Hikmet” işlerin bâtını, “İlim” ise işlerin zâhiridir.
Bu nedenledir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“Hiçbir âyet yoktur ki onun hem zâhiri, hem de bâtını olmasın.” buyurdular. (Muttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, c. 1, s. 550, Had. no.: 246)
Bu nedenle bir ilâhi kelimenin iki veçhesi vardır:
O’nun dünya işleri hakkında irâd buyurduğu veçhesi ve âhiret işleri hususunda murad ettiği veçhesi.
“Âyet” kelimesinin de onunla ilgili iki veçhesi mevcuttur; ilâhi tedbîr veçhesi ve rubûbiyyet veçhesi.
Tek bir âyet bu mânânın hepsinin intizâmını sağlar, bunun için de “Cevâmi’ü’l-Kelîm” denilir.
Ebû’d-Derdâ -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
“Eğer sen anlaşılması gereken her şeyi anlayabilirsen, Kur’an’ın pek çok veçheleri bulunduğunu görürsün.”
“Müheymin”, “Emîn” ve “Şâhid”e gelince; her yönden ilâhi kitabın tasdiki ile ilgilidir ve müşâhede edilenlerden yerine getirilmesi gerekenleri temin edip yerine getirir. Allah’a karşı onu izah edip yerine getirici, beyan edici ve delillendirici olur. Sonra kıyamet gününde de O’na kavuşmak suretiyle müşahedede bulunur.
Şu kadar var ki “Mübârek” ise mukaddes olandır, O’na indirilen temiz ve tâhir olan yakınlığın kudsiyetinden alınmıştır. O’ndan başlar, kullarını onunla temizleyip arıtır; onlar yüklendiğini O’na doğru kaldırıp onunla salâha erişir.
“Habl = İp”e gelince; o, kavuşma sebebidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in:
“Şüphesiz bu Kur’an Allah’ın en sağlam ipidir. O’nun bir tarafı Allah’ın kudret elindedir, diğer tarafı ise sizin elinizdir. O’na sımsıkı tutunun!..” buyurduğunu görmez misin? (Nesâî, Tezhîb-i Hasâ’is-i İmâm-ı Ali, s. 70; Ahmed bin Hanbel, Müsned, Had. no.: 10681, 10707, 10779, 11135, 18464; Dârimî, Sünen, Had. no.: 3182; Muttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, Had. no.: 872, 873, 876, 943, 944, 945)
“Ahd”e gelince; iki şeyin arasına konulmuş sebep gibi, arada üçüncü bir şey olmaksızın sözsüz bir vaadin dışında kalmış vaad gibidir. Karşılıksız ahid ise, her iki taraf arasında ilâhi emir ve nehye Allah’ı vâsî tutarak ubûdet (kulluğu) beyan etmektir.
Bir de şu var ki, “Sırât-ı Müstakîm” ise istikamet üzere olan dosdoğru yoldur, onları mülk sahibi olmaları için “Dârü’s-selâm”; yani “Selâmet yurdu olan cennet”e çağırır. Sonra, onların yolu ise şeriattir, kendilerine: “Bu yolda yürümeye devam edin!. O benim Vech-i ilâhi’me ulaştıracak istikâmettir, yoluna nüfuz eden beni bulur. Kim benimle yaptığı ahdi güçlendirirse ben de ona olan vaadimi güçlendiririm.” denilir.
Hiç şüphe yok ki ilâhi ahid Allah’ın vesayetidir, onun âdâbı ise seyrin sayesinde O’nun diyarına doğru yol alman; nihayet bizzat Melik’e, hükümranlığa ve velâyete ulaşmandır. Devlet idarecilerinin dünya diyarındaki ahdi de işte bunun gibidir.
“Kayyum”a gelince; o kimsedir ki, selâmet üzere O’nun huzur-ı İlahi’sine girebilmiş olan kişidir. O artık kendisini cennete kayıtlamış ve Allah’a vasıl olmuştur.
“Kayyum” lügatte bizzat vekil olan kimsedir ki, O’na yönelerek seni işlerinde kazançlı çıkarır, sana vekil olur. Onun aslı da “Kâim”dir. “Elif”i “yâ”da kasr ve teşdîd etmen iledir. Tıpkı sen “Sâyid” derken, daha sonra “Seyyid” denilmesi ya da “Hâyin” derken sonradan “Heyyin” denilmesi gibidir.
“Furkân”a gelinecek olursa; o ise Hakk ile bâtılı birbirinden ayıran “Fiiller”in kalıplaşmış şeklidir.
Nitekim şöyle buyurulmuştur:
“Biz onu ayırt edici bir Kur’an yaptık.” (İsrâ: 106)
Yani biz onu sizlere ilka ettik; ta ki vahiy kesilse bile kalplere, sadırlara ve lisanlara kadar ulaşsın.
Onun içindir ki Allah-u Teâlâ:
“Size iyi ile kötüyü ayırt etmenizi sağlayacak bir nûr verir.” (Enfâl: 29)
Yani gönüllerinizin içine ilâhi nuru yerleştirir, onunla Hakk’ı bâtıldan ayırt edebilirsiniz.
“Mushaf” ise bir kaptır, “es-Sahhâf” kelimesinden türemiştir. Bu daha kısasıdır. Nitekim: “İşte bu sahife, sahîfeler...” şeklinde söylenir ve bu nedenle “Sahîfe”nin çoğuluna da “Suhuf” denir.
“Suhuf”; âlemlerin Rabb’inin müminlerin gönüllerine vahyini yerleştirmesidir. Nitekim şeytanların vesveselerinden ancak vahiyle arınılır, ilâhi nurla da korunulur. Daha sonra bu sahifeler olduğu hâl üzere yazılıp kalemlerle de hattedilmiştir.
İşte bu isimler O’nun vahyidir ki; Levh-i mahfuz’a erişinceye kadar onu yerine getirmiş; sonra [melekler] onu dolaştırmıştır. Levh-i mahfuz’dan İsrâfil’e erişip, İsrâfil’den Cibril’e ulaşmış; Cibril’den ise Muhammed’e -sallallahu aleyhi ve sellem-e kadar ulaştırılmıştır.