"Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Resul'üm! Onlara söyle: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.'" (Âl-i imran: 31)
Bu Âyet-i kerime'nin hükmü, Resulullah Aleyhisselâm'ın yolunda olmadığı halde Allah-u Teâlâ'yı sevdiğini iddia eden herkese şâmildir. Bir kimse bütün söz ve fiillerinde ona uymadıkça bu iddiasında yalancıdır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dünya saadeti, ahiret selametinin yegâne vesilesidir. Hidayet anahtarıdır. Cennet-i alâ'ya girmeye vasıta ve ebedi hayat kaynağıdır.
Şu bir gerçektir ki, hiçbir beşerin onu hakkıyla anlayıp ona teslim olması ve ona tâzim etmesi mümkün değildir. Allah-u Teâlâ'ya şöyle bir niyazımız var:
"Allah'ım! Habib'ine karşı nasıl tazim etmem ve teslim olmam gerekiyorsa sen bu hâli bana lütfet. Senin lütfedeceğin bu sermaye ile Habib'ine tazim edeyim ve teslim olayım."
Çünkü bir mahlûkun onu idrak edip, ona tâzim etmesi ve teslim olması mümkün değildir. Kişi ancak Allah-u Teâlâ'nın lütfettiği sermaye sebebiyle ona tâzim edebilir ve gönülden teslim olur."
Geçen ayki dergimizde Hazret-i Allah'ın azâmetini, O'nun Vahdâniyet ve Samedâniyet'ini, yaratan, yöneten, yaşatan ve öldüren olduğunu, hülâsa "Gerçek Mürşid Hazret-i Allah" olduğunu arz etmiştik.
Hazret-i Allah'ın azâmeti, gerek dünyada gerek âlemlerde "Nûr-i Muhammedî" ile tecelli buyurdu. O öyle bir nurdur ki; Hazret-i Allah'ı bilmek, bulmak, Hazret-i Allah'a varmak için bu yolun takip edilmesi gerekir. O'na ancak onunla gidilir. Vasıl-ı Hakk'a vesile odur.
Allah-u Teâlâ'nın varlığı kadimdir, evveli yoktur. Zamandan da ezelden de önce O vardı. Zât-ı akdes'inin varlığından evvel hiçbir şey yoktu. Bütün varlıklar O'nun buyurduğu bir kelime ile meydana çıkmışlardır.
Ashâb-ı kiram'ın ileri gelenlerinden Câbir -radiyallahu anh- Hazretleri: "Yâ Resulellah! Allah-u Teâlâ en evvelâ neyi halketti?" diye sorduğunda, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Allah-u Teâlâ'nın her şeyden evvel peygamberleri olan Muhammed Aleyhisselâm'ın nurunu kendi nurundan yarattığını, âlemleri yaratmayı murad edince, o nuru dört parçaya ayırdığını, o parçalardan da neleri yarattığını bir bir haber vermiştir. (El-Mevâhibü'l-ledûniyye)
Cenâb-ı Hakk'ın kudret eli ile yokluk karanlığından açığa çıkardığı ilk şey Muhammed Aleyhisselâm'ın nuru idi. Cemal nurundan en evvelâ onun nurunu yarattı.
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Allah'ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur." (K. Hafâ. 1, 309, 311)
Daha sonra onun nurundan âlemleri halketti, bütün mükevvenatı da onun nuru ile donattı.
Âyet-i kerime'de:
"Allah'tan size bir nur gelmiştir." buyuruluyor. (Mâide: 15)
Onun aslı nurdur, o nuru kimse bilemiyor.
Bu öyle bir nurdur ki, Allah-u Teâlâ'nın nurudur, bütün âlemlerin gurur ve sürûrudur. Nurundan nurunu yaratmasa idi, âlemler nurunu nereden alırdı, Hakk ve hakikati nasıl bulurdu?
İnsan bütün yaratıkların en mükerremi, o ise bütün insanların olduğu gibi bütün yaratılmışların en mükerremidir. Niçin? Allah-u Teâlâ'nın nuru olduğu için. İşte bunun içindir ki onu anlamak ve idrak etmek bir beşer için mümkün değildir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın nuru olduğu gibi aynı zamanda ruhudur.
Allah-u Teâlâ kendi ruhundan ona ruh verdi, o ruhtan bütün ruhları yarattı, o ruhtan bütün âlemlere hayat veriyor. O ebu'l-ervah'tır, bütün ruhların babasıdır.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini:
"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ: 107)
Âyet-i kerime'sine muhatap yapmış, "Rahmeten lil-âlemîn" kılmış, onu âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Onun nuru âlemleri ihâta etmiştir. O "Sebeb-i mevcûdat"tır, o "Rahmeten lil-âlemîn"dir.
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, Yaratan böyle yapmış onu.
Bunun içindir ki âlemdeki her zerre nasibini ondan alıyor. Ay da, güneş de, yer de, gök de, her şey o nurdan alıyor. Nereye baksan o nur. Ona verdiğinden ötürü kâinat onun nuruna muhtaçtır. Çünkü Allah-u Teâlâ kendi nurundan onun nurunu yarattı, o nurdan da âlemleri donattı.
Hadis-i kudsî'de beyan buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ onun hakkında:
"Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım." buyurdu. (K. Hafâ)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin Sebeb-i mevcûdat, yani varlıkların yaratılış sebebi olduğunu beyan buyurdu ve beşeriyete duyurdu.
O: "Asluhu nur, cismuhu Âdem"dir. Âlemlere rahmet oluşu nurundan ötürüdür.
Çünkü nurundan nurunu yarattı, o nurdan da bütün kâinatı donattı. Onu yaratmasaydı, mükevvenât da olmayacaktı. Demek ki o eflâktan değil, eflâk onun nurundan yaratılmıştır.
O bütün mevcûdatın çekirdeği ve mayasıdır, hakikatin özüdür. İşte bunun içindir ki beşeriyetin onu idrak etmesi mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ o nur ile âlemlere hayat verdi ve donattı. Âlemlerin hayatı, Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği nur ile kâimdir.
O Allah-u Teâlâ'ya ulaştırmak için tek bir rehberdir. Eğer o lütuflar olmasaydı, beşeriyet hiç şüphesiz ki dalâlette ve karanlıkta kalırdı. Onun yüzü suyu hürmetine bütün bu faziletlerden insanoğlu da istifade ediyor.
Allah sevgisine vasıta olduğu için, onu seven Hazret-i Allah'ı sevmiş olur. Dostun dostu da dosttur.
Kimde onun muhabbeti varsa, onda hayat vardır. Kim ki ona tâbi olursa yakınlık bulur. O Hazret-i Allah'ın mahbubu olduğu için, yolunda bulunup izinde gidenler de mahbubiyet derecesine ulaşır.
Geçmişin ve geleceğin bütün ahlâk güzelliklerinin hepsini istisnasız üzerinde toplamıştır. Allah-u Teâlâ ona iyiliklerin, güzelliklerin, faziletlerin hepsini ikram ve ihsan etmiştir. Bütün yaratıklarda bulunan kemâl sıfatları, onun en kemâle ermiş şahsiyetinde bir araya gelmiştir. İnsan hayatının her safhası için ve her sınıftan insan için, müstesna bir numunedir.
Bir güzel ki, güzellikler güzelliğini ondan almış.
Onun varlığı bütün varlıklara bir rahmettir.
Bir Âyet-i kerime'de de:
"O sizden iman edenler için bir rahmettir." buyuruluyor. (Tevbe: 61)
Kim bu rahmeti kabul eder ve bu nimete şükrederse; dünya saadetine, ahiret selametine erer.
Müminlere rahmettir. Çünkü onlara doğru yolu göstermiştir.
Kâfirlere de rahmettir, çünkü azaplarının ertelenmesine vesile olmuştur.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Sen içlerinde iken Allah onlara azâb etmez." buyuruluyor. (Enfâl: 33)
Rahmet peygamberi olduğu için, aralarında bulunmasından dolayı Allah-u Teâlâ bir ikram olarak onlara mühlet vermiştir.
Ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre, dünyanın sonuna kadar âlemlere rahmettir. Hayatı rahmettir, memâtı da rahmettir.
Muhammed Aleyhisselâm'ın nübüvveti yalnız Araplar'a ve sadece Ashâb-ı kirâm devrine münhasır olmayıp; her devre, her millete, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinleredir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah o Peygamber'i ümmî Araplar'dan başka, henüz kendilerine erişip ulaşmamış bulunan diğer bütün insanlara da göndermiştir." (Cum'a: 3)
Onun peygamberliği yalnız Araplar'a değil, onlara ve ondan sonra gelen ve kıyamete kadar gelecek olanlara şâmildir.
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar uzanan bir irşad sahasına gönderdiğini beyan buyuruyor.
"Bu Kur'an bana, sizi ve (sizden sonra) erişip ulaşan herkesi uyarmam için vahyolundu." (En'am: 19)
Kıyamete kadar gelecek bütün insanlar onun irşad sahası içindedir. Onun içindir ki; ne bir yahudi, ne bir hıristiyan, ne bir putperest hiç kimse iman etmedikçe kurtulamayacaktır.
Hazret-i Allah onu dost edindi. Adını adı ile andı. Onun hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ile bir tuttu. Ona imanı, Tevhid'in iki rüknünden biri yaptı. "Lâ ilâhe illâllah"tan sonra "Muhammedün Resulullah" ünvanını getirdi. Ona inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını belirtti. Onun sayesinde dalâlette olanları hidayete erdirdi.
Allah-u Teâlâ bütün beşeriyete hitap ederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey insanlar! Rabb'inizden size hak bir Peygamber gelmiştir." (Nisâ: 170)
O size İslâm'ı getirmiştir. Âlemlerin Rabb'i olan Allah-u Teâlâ'ya teslim olmak isteyen için takip edilecek tek yol, getirdiği dindir.
"O hâlde kendi hayrınıza olarak hemen ona iman edin." (Nisâ: 170)
Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri gönderdiği Peygamber'i duyuruyor ve bütün beşeriyete buyuruyor. "Ona iman edin!" diye ona uymaları emrediliyor. Uyanların saâdet-i ebediyeye ereceği, inkâr edip küfredenlerin de felakete uğrayacakları apaşikârdır.
Eğer Allah-u Teâlâ'ya iman ettiğinizi iddiâ ediyorsanız, bu Âyet-i kerime'ye dikkat etseniz sizin için kâfidir.
Amma bunu da inkâr ederseniz, bu ilâhî emre muhalefet ederseniz, artık kâfir olduğunuzu apaçık bilin.
"Eğer kâfir olursanız, göklerde ve yerde ne varsa şüphesiz ki hepsi Allah'ındır. Allah bilendir, hikmet sahibidir." (Nisâ: 170)
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine iman etmeyenin kâfir olduğunu açık olarak beyan buyuruyor.
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda canları ile malları ile cihad etmişlerdir. İşte onlar sâdıklardır." (Hucurât: 15)
Allah-u Teâlâ kullarına ona uymayı ve yolundan ayrılmamayı emir buyurdu:
"O Peygamber'e uyun ki, doğru yolu bulasınız." (A'râf: 158)
Bu Âyet-i kerime, Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a uyanların doğru yolda olduğunu beyan ederken, ona uymayıp hafife alanların da doğru yolda olmadığını ilân ediyor.
Onun gönderilişindeki nimet, nimetlerin en büyüğüdür.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Varlığım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur." (Müslim: 153)
Bir kimse Allah-u Teâlâ'ya ve Muhammed Aleyhisselâm'a iman etmedikçe cennete giremez. Bu Âyet-i kerime ve bu Hadis-i şerif'e dikkat ederseniz onların hepsinin muhakkak cehennemde olduğunu görürsünüz.
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm'a indirilen gerçeklere iman edenlerin hâl ve ahvallerini bizzat kendisinin düzelteceğini, onları karanlıklardan aydınlığa çıkaracağını, gönüllerini ıslâh edeceğini; ruh ile beden, madde ile mânâ, dünya ile ahiret arasında kopmaz bağlar kuracağını beyan buyurmaktadır:
"İman edip salih ameller işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size Allah'ın apaçık âyetlerini okuyan bir Peygamber göndermiştir." (Talâk: 11)
Kur'an-ı kerim'in indirilmesi ve Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderilmesi ile, Hakk ve hakikate tâbi olanlar; zulmetten sonra nûra, şirkten imana, cehaletten ilim ve irfana erişmişlerdir.
"İman edip sâlih amel işleyenlerin, Rabb'leri tarafından MUHAMMED'e indirilen gerçeğe inananların günahlarını Allah örtüp bağışlar ve hallerini düzeltip iyileştirir." (Muhammed: 2)
Nitekim İslâmiyet'in ilk yıllarında Medine'deki müslümanlarla Mekke'deki kâfirlerin durumları karşılaştırıldığında, bu gerçek açıkça görülmektedir.
Tarih boyunca imanlarında sâdık olan müslümanların durumları da hep böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır.
Allah-u Teâlâ âhir zamanda gönderdiği, sevip seçtiği, kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'a iman edip itaat edenlere bitmez-tükenmez mükâfatlar vâdetti.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyruluyor:
"Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar Rabb'leri katında sıddîklar ve şehitlerdir. Onların mükâfatları ve nurları vardır. Kâfir olup da âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar da cehennem halkıdırlar." (Hadîd: 19)
"(Ey insanlar)! Rabb'iniz tarafından bağışlanmaya; Allah'a ve Peygamber'ine inananlar için hazırlanmış, genişliği yerle gök arası kadar olan cennete koşun! Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Hadîd: 21)
Allah-u Teâlâ'nın Nur'u, âlemlerin gurur ve sürûru Muhammed Aleyhisselâm bir Âyet-i kerime'de beşeriyete şu şekilde tanıtılıyor:
"O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir." (Ahzâb: 6)
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
Bunu böyle bilip iman edenin imanı kemâle ermiştir. Bu halde olmayanlar her ne kadar iman etmiş gibi görünüyor iseler de imanları surette kalmıştır, imandan mahrumdurlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e tâbi olmak, yolunda bulunmak, onu malından da hatta canından da fazla sevmek; hem Allah sevgisinin delili ve tezahürü, hem de Allah tarafından sevilmenin sebebidir. İnsanı Allah sevgisine mazhar eder.
Resulullah Aleyhisselâm'a sevgi imanın alâmeti ise ona buğz ve düşmanlık da küfrün alâmetidir.
Allah-u Teâlâ'ya ulaşmak; Resulullah Aleyhisselâm'ı gönülden sevip, ona olan sevgisini bütün sevdiklerine tercih etmekle, Sünnet-i seniyye'sine bağlanmakla ancak mümkün olur.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Resul'üm! Onlara söyle: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.'" (Âl-i imran: 31)
Bu Âyet-i kerime'nin hükmü, Resulullah Aleyhisselâm'ın yolunda olmadığı halde Allah-u Teâlâ'yı sevdiğini iddia eden herkese şâmildir. Bir kimse bütün söz ve fiillerinde ona uymadıkça bu iddiasında yalancıdır.
Allah-u Teâlâ burada Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ediyor ve iman edenlere duyuruyor. Eğer gerçekten iman etmişseniz, Allah-u Teâlâ'yı seviyorsanız; Resulullah Aleyhisselâm'ı sevmeniz ve ona tâbi olmanız, bu Âyet-i kerime mucibince emrediliyor. Bu emr-i şerif'e riayet etmeyen, bu Âyet-i kerime'yi inkâr ettiğinden ötürü küfre düşer ve o kimse kâfirdir.
Bu Âyet-i kerime nâzil olunca münâfıkların başı Abdullah bin Ubeyy:"Bakınız Muhammed kendisine itaati Allah'a itaat gibi tutuyor ve bizlere hıristiyanların İsâ'yı sevdikleri gibi kendisini sevmemizi emrediyor." dedi.
Bunun üzerine ikinci Âyet-i kerime nâzil oldu:
"Resul'üm! De ki: 'Allah'a ve Peygamber'e itaat edin.' Şayet yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez." (Âl-i imrân: 32)
Allah-u Teâlâ bunu yapmayanın kâfir olduğunu beyan buyuruyor ve duyuruyor.
Allah-u Teâlâ'ya itaat edip Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmezseniz, Allah-u Teâlâ'nın emrine itaat etmediğiniz için, O'na itaat etmiş olmazsınız. Resulullah Aleyhisselâm'a iman ve itaat etmedikçe bu Âyet-i kerime'ye inanmış olmuyorsunuz. İnanmadığınız için küfre sapmış oluyorsunuz ve resmen kâfir oluyorsunuz.
Apaşikâr görüyorsunuz ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez." buyuruyor.(Âl-i imrân: 32)
Binaenaleyh bir müslüman iman kapısından girdiği an ona otomatikman Resulullah Aleyhisselâm'ın sevgisi ihsan olunur. Zira onu sevmeden onu "Canlardan da cananlardan da aziz tutmadan" iman kemale ermez. Bu sevgi esasında oradan gelir. Allah ve Resul'ünden gelir.
Nitekim:
"Sünnet-i seniyyeme tâbi olmayan benden değildir." (Münâvi)
Hadis-i şerif'i mucibince; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in her emr-i şerifine ittiba etmek gerekir.
Bunları yapmayıp kayıtsız şartsız teslim olmayan, Sünnet-i seniyye'ye riayet etmeyen ümmetlik dâvâsını kaybetmiştir. Çünkü "Onlar benden değil" buyurduğuna göre onları ümmet olarak kabul etmiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i canımızdan fazla sevmedikçe,
Yaşadığını ruhen yaşamadıkça,
Nefse tatbik ettirmedikçe; gerçek ümmeti olduğumuzu nasıl ispat edebiliriz?
Resulullah Aleyhisselâm'a sevgi ve saygı, imanın şartı ve alâmetidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e Allah-u Teâlâ hiçbir beşere vermediği payeyi vermiş, kendisine "Habibim" yani "Sevgilim" diye hitap etmiştir.
Ona tâbi olmayan, onu sevmeyenlerin "Allah sevgisi"ni kabul etmemiş, kullarına olan sevgisini Resulullah Aleyhisselâm'a tâbi olmaya bağlamıştır.
Allah-u Teâlâ, Peygamber'ine tâzimde bulunulmasını, tebcil olunmasını, değer verilmesini ve yüceltilmesini Âyet-i kerime'sinde bizzat emir buyurmaktadır:
"Ey insanlar! Allah'a ve Peygamber'ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz." (Fetih: 9)
Kim ki bu emr-i ilâhîyi yerine getirirse Hazret-i Allah'a ve Resul'üne itaat edip iman etmiş olur. Fakat bu ilâhî emri yerine getirmeyen çok iyi bilsin ki bu saâdetten mahrum kalmıştır.
İmanın muktezası, Allah-u Teâlâ'nın ve Peygamber'inin huzurunda âdâba riayet etmek ve onu gücendirmekten son derece sakınmaktır.
Resulullah Aleyhisselâm'a hâl-i hayatında ne kadar tâzim lâzımsa, vefatından sonra da o kadar tâzim lâzımdır. Her hâl ve ahvalde hürmet vecibesini muhafaza etmek gerekir.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin dâvetine uymayıp Zât-ı kibriyâ'sına iman etmeyenleri kınamakta ve Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Peygamber sizi Rabb'inize iman etmeye çağırdığı halde ne diye Allah'a iman etmiyorsunuz?" (Hadîd: 8)
Halbuki o sizin aranızda bulunmakta ve doğrudan doğruya ilâhî vahyi beyan etmektedir. İslâm'ın gerçek bir din olduğuna dair delil ve belgeleri açık açık ortaya koyuyor, sizi en kuvvetli hüccetlerle irşad etmeye çalışıyor, dünya saâdetine ve ahiret selametine ermenizi istiyor.
Hâl böyle iken niçin iman etmiyorsunuz?
"Oysa O, sizden kesin söz almıştı. Eğer mümin iseniz!" (Hadîd: 8)
Allah-u Teâlâ âlem-i ervah'ta kullarından ahd ve misak almıştı. "Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" sualine "Evet, sen bizim Rabb'imizsin!" diye itirafta bulunmuş, kesin söz vermiştiniz.
Daha ne duruyorsunuz? Verdiğiniz sözü gerçekleştirmek için ne diye iman etmiyorsunuz?
Allah-u Teâlâ müminlere olan nimetini Âyet-i kerime'sinde hatırlatmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın size olan nimetini ve: 'İşittik, itaat ettik!' dediğinizde sizden aldığı sağlam sözü hatırlayın. Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah göğüslerin özünü bilendir." (Mâide: 7)
Sadâkat mı göstereceğiz, ihânet mi edeceğiz? Hiç şüphesiz ki sadâkat gösteren saâdete erer, ihânet eden felâketi bulur. Saha-i imtihandayız.
"Ey iman edenler! Allah'a, Peygamber'ine, Peygamber'ine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği Kitab'a iman ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz ki o, uzak bir sapıklığa düşmüştür." (Nisâ: 136)
"Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular. Bunun üzerine kalpleri mühürlendi de, onlar artık anlamaz bir toplum oldular." (Münâfikûn: 3)
Bir husus daha vardır ki çok mühimdir.
Sırf dili ile "Allah'a ve Peygamber'e inandım." demek, mümin olmak için yeterli ve geçerli değildir.
Müminler dilleri ile söylediklerine kalpleri ile inanırlar.
Âyet-i kerime:
"Allah'a ve Peygamber'e inandık ve itaat ettik.' derler. Sonra da içlerinden bir kısmı yüz çevirirler. İşte bunlar inanmış değillerdir." (Nûr: 47)
Şüphesiz ki müslümanların arasında her ne kadar inanmış gibi görünüyorlarsa da münâfıklar da vardır. Nitekim bugün dinden çıkan bölücüler "İnandık" diyorlar. Fakat onlar Hazret-i Allah ve Resulullah'a değil de imamlarına iman etmişlerdir. Kendi kitaplarına tâbi olmuşlardır, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm'a değil.
Bir defasında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'in elinden tutmuştu. "Yâ Resulellah! Sen bana canımdan başka her şeyden daha sevgilisin." deyince buyurdular ki:
"Hayır! Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben sana canından daha sevgili olmadıkça imanın kemâle ermez."
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "Öyle ise, şu anda yâ Resulellah! Sen canımdan da sevgilisin." diyerek bağlılığını ifade etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Yâ Ömer! Şimdi imanın kemâle erdi." buyurdular. (Buharî. Tecrid-i sârih: 2069)
İşte bu en büyük delildir. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz böyle söylerse, Resulullah Aleyhisselâm ona böyle söylerse acaba bizim durumumuz ne olur? Bu hususu ibretle kıyas etmemiz gerekiyor.
•
"Kıyamet ne zaman kopacak ya Resulellah!" diye soran bir zâta "O gün için ne hazırladın?" buyurdular. O da "Hiçbir hazırlığım yok. Fakat ben Allah'ı ve O'nun Peygamber'ini çok severim." dedi. Bunun üzerine ona şu müjdeyi verdiler:
"Öyle ise sen, sevdiklerinle berabersin."
Hadis-i şerif'i rivayet eden Enes bin Malik -radiyallahu anh- der ki "Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu haberine sevindiğimiz gibi hiçbir şey bizi sevindirmedi." (Buhârî. Tecrid-i sârih: 1495)
Resul-i zişan -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah sevgisine vasıta olduğu için, onu seven Allah-u Teâlâ'yı sevmiş olur. Dostun dostu da dosttur.
Kimde onun muhabbeti varsa onda hayat vardır. Kim ki ona tâbi olursa dünya ve ahiret azabından emin olur, iki cihan saâdetine erer, Hakk'ın yüce zâtına yaklaşır, yakınlık bulur, hakikate varır.
O Allah-u Teâlâ'nın "Mahbub"u olduğu için, yolunda bulunup izinde gidenler de "Mahbubiyet" derecesine ulaşır. Çünkü bir kimse sevdiği bir kimsenin ahlâkını başkasında gördüğü zaman onu da sever.
"Muhammed'den muhabbet oldu hâsıl.
Muhammed'siz muhabbetten ne hasıl?"
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dünya saadeti, ahiret selametinin yegâne vesilesidir. Hidayet anahtarıdır. Cennet-i alâ'ya girmeye vasıta ve ebedi hayat kaynağıdır. İlâhi vuslat ona iman etmek, teslim olmak, gönülden sevmek ve itaat etmekle mümkündür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Andolsun ki Resulullah sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı arzu edenler ve Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir numunedir." (Ahzâb: 21)
İlâhî fütuhâtın, Rabbânî feyizlerin anahtarı onun elindedir. Semâvî anahtarla mânâların kapısını bize açan odur.
Hakk'ın ihsanları, ledünnî ilimlerin sırları onun elinden taksim edilir.
Peygamberlerin, meleklerin, velîlerin... mertebelerinin büyüklüğü o Nûr'dan istifade edilerek alınmıştır. Hepsi ona bağlıdır.
Bütün yaratıklarda bulunan kemâl sıfatları, onun en kemâle ermiş şahsiyetinde toplanmıştır.
Maddî mânevî bütün iyilik ve güzelliklere erişmeye, bütün müşküllerin çözümüne, her zorluğun kolaylığına yegâne vesiledir.
Hiç kimse, hiçbir nimete, rahmet ve merhamete nâil olamaz. Olursa ancak o Nûr'un eli ile olur, o Nûr'a tâbi olmakla olur. İster dünya, ister ahiret, ister zâhir, ister bâtın...
Onun yolundan başka bütün yollar kapalıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Andolsun ki, Allah müminlere kendi içlerinden bir PEYGAMBER göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur." (Âl-i imran: 164)
Bu lütuf gerçekten lütufların en büyüklerinden birisidir. Onu göndermeseydi, emir ve nehiylerini bize duyurmasaydı, dalâlet çukurlarında kalırdık, hidayetten mahrum, ebedi bir azaba düçar olurduk. Allah-u Teâlâ'nın onu göndermesi insanlık âlemine en büyük lütuflarından birisidir. İman edenler kurtulacak, iman etmeyen kurtulamayacaktır.
Bu güzide peygamber, Allah-u Teâlâ'nın inanan bütün insanlara, beşeriyete en büyük nimetidir.
Sûrî ve mânevî, zâhiri ve bâtınî, ilmî ve amelî, dünyevî ve uhrevî... üstünlüklerin ve yüceliklerin hepsi onda toplanmıştır.
İnsan haysiyetini, şeref ve itibarını zedeleyecek maddî ve mânevî her türlü çirkinliklerden, ahlâkî kötülüklerden; kararan ruhları, taşlaşmış kalpleri küfrün ve şirkin bütün kirlerinden arındırıp temizlemiştir.
Ve kıyamete kadar da böyle devam edecektir.
Onun ümmetinden olmayanlar anlatılan devlete eremezler.
Ona tâbi olup yolunda bulunanlar, Allah-u Teâlâ'nın zâtî tecellisine kavuşurlar. İzinde ilerlemekle, bütün mertebelerin üstünde bulunan kulluk makamına ulaşırlar.
Eğer Allah-u Teâlâ onu göndermeseydi, Allah-u Teâlâ'nın Âyet-i kerime'lerini okuyup onlara açmasaydı, doğruyu eğriyi nereden bileceklerdi? Hidayete nereden ereceklerdi? Ve bununla hikmete erdiler, hakikati buldular, Hakk'a eriştiler.
Allah-u Teâlâ müminlere büyük bir lütufta bulunduğunu yemin ederek haber vermektedir. Hiç şüphe yok ki bu şerefe erenler de iman edenlerdir.
"Çünkü onlara Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini tertemiz yapıp arıtan, kitap ve hikmeti öğreten kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir.
Halbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler." (Âl-i imrân: 164)
İşte Allah-u Teâlâ bu nur sayesinde onları karanlıktan aydınlığa çıkardı. Hidayet nûruna kavuşturdu ve sapıklıktan kurtardı. Bundan büyük nimet ve lütuf olur mu? Allah-u Teâlâ insanların ebedî azaptan kurtulmasına, ebedî saâdete ermesine onu vasıta kıldı.
"Resul'üm! Andolsun ki, sana ağaç altında biât eden müminlerden Allah hoşnud olmuştur. Gönüllerinde olanı bilmiş, üzerlerine huzur ve güven indirmiş, onları yakın bir fetihle mükâfatlandırmıştır." (Fetih: 18)
O bir hidayet nurudur. Allah'a varan hedefe onun yolundan gidilir, hakikatin köprüsüdür. Allah-u Teâlâ onu, kullarının hidayete ulaşmalarına sebep kılmıştır.
Ebedî âleme teşrif buyurduktan sonra, nübüvvet ve risâlet nurları kıyamete kadar devam edecek; insanlar o nurla nurlanıp, o nurla hidayete ereceklerdir.
Başka dinlere, başka kitaplara ihtiyaç duyulmadan; ümmetinin bütün önemli işlerinde başvurma makamı, ilk ve son mercidir. Kitabı ve şeriatı ile yeterlidir.
Ahirette ise şefaatı ile azaplardan kurtulmaya, yüksek derecelere ulaşmaya vasıta olacaktır. Allah-u Teâlâ onun hürmeti ve şefaatı ile ümmetinin günahlarını, ayıplarını, yanlışlıklarını, hatalarını bağışlayacak; cennet sakinlerine verilen sayısız ve hesapsız nimetler onun vasıtasıyla verilecektir.
İnsanlar için en büyük bahtiyarlık, en yüksek mertebe ve en büyük meziyet, emsali görülmemiş ve bir daha da görülmeyecek olan Peygamber Aleyhisselâm'ın yolunda yürümek, yüce ahlâkını tatbik edebilmektir.
Yaptıklarını yapan, gösterdiği yoldan giden saâdet ve selâmete erecektir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bu peygambere inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saadete erenlerdir." (A'râf: 157)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben Zât-ı akdes'ine ve Resul'üne gönül verenlerin dünyanın zulmetlerinden kurtulup ebedî saadete ereceğini ve selâmeti bulacağını beyan ediyor.
"Ey inananlar! Allah'tan korkun ve Peygamber'ine inanın ki; size rahmetini iki kat versin." (Hadid: 28)
Birisi önceki peygamberlere imanın mükâfatı, biriside Muhammed Aleyhisselâm'a imanın mükâfatıdır.
"Işığında yürüyeceğiniz bir nûr ihsan etsin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir." (Hadid: 28)
Bu emr-i ilâhi Resulullah Aleyhisselâm'a itaat edip ona uyan, onun Sünnet-i seniyye'sine riayet edenlerle izinden ayrılmayanların rahmete erdirileceğini beyan ediyor.
"Eğer ona itaat ederseniz, hidayete erer doğru yolu bulursunuz. Peygamber'e düşen sadece apaçık bir tebliğdir." (Nûr: 54)
O risaletini tebliğ etmiş ve ilâhî emaneti yerine getirmiştir. Sizin kabulünüzden dolayı onun bir menfaati yoktur, yüz çevirmenizin de ona bir zararı olmaz.
Ona uyanları ona verdiği şeref ile şereflendireceğini, ona verdiği nur ile nurlandıracağını, bu Âyet-i kerime'lere inanmayanların küfürde kalacağını açık olarak görüyoruz.
O ki; insanlara Allah-u Teâlâ'nın lütfunu belirten, sonsuz saâdeti müjdeleyen, halkı dalâletten kurtarıp uyaran, cehalet karanlığından çıkaran, en güzel bir rehber, en şefkatli bir peygamberdir.
Fakat nankör olan bir çok insan bunu bilemedi, bu Nur'u göremedi, dalâlet çukuruna düştü ve ebedî saâdetini kaybetti.
"Resul'üm! De ki: 'Ey insanlar! Şüphesiz ben, Allah'ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim.'" (A'râf: 158)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin bütün insanlara gönderildiğini ferman buyuruyor. Bunun içindir ki hiç kimse: "Ben böyle bir şey duymadım, bilmediğim için de iman etmedim." diye hiçbir bahane bulamaz.
Böylece bahane kapısı da kapanmış oldu.
"Biz seni insanlara Peygamber olarak gönderdik. Buna şâhit olarak Allah yeter." (Nisâ: 79)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde: "Biz seni gönderdik." buyuruyor. Resulullah Aleyhisselâm'ın vazifesi bütün insanlara İslâm'ı duyurmaktır. Zira o, Hazret-i Allah'a ve Resul'üne iman etmek gerektiğini bildiren bir emirle gönderilmiştir. Bu emr-i ilâhî'yi nazar-ı itibara alıp iman edenler, saâdet-i ebediyeye erdiler. İman etmeyenler küfürde kaldılar. Allah-u Teâlâ bunun bizzat şâhidinin de Zât-ı akdes'i olduğunu beyan buyuruyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın öyle bir elçisidir ki, o kendiliğinden bir şey yapamaz. Fakat onu gönderen Rabb'i her şeyi yapabilir. Elçisine düşmanlık eden Rabb'ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de yine Rabb'ini sevmiş ve itaat etmiş olur.
Bunun içindir ki elçiye isyan etmenin Allah'a isyan etmek demek olduğunu açıkça anlatmak ve isyan edenleri de uyarmak üzere Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine isyan ederse, ona içinde sonsuz ve temelli kalacakları cehennem ateşi vardır." (Cin: 23)
Onlar buradan kaçıp kurtulamazlar ve dışarı da çıkamazlar.
Allah-u Teâlâ kıyamet gününde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ve beraberindeki müminlere ikram ve ihsanların en büyüğünü yaparak taltif eder, onları mahçup edip rüsvaylığa sürüklemez.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O gün Allah Peygamber'ini ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek, utandırmayacak." (Tahrim: 8)
Zira Allah-u Teâlâ'nın vaad-i Sübhânî'si vardır. Günahları olsa bile onları örtecek ve affedecek, yüzlerini aslâ kara çıkarmayacak. Çünkü onlar o nurlu Peygamber'e uymuşlar ve o nur izinde yürümüşlerdir.
"Nurları önlerinde ve sağlarında koşup parlayacak." (Tahrim: 8)
O nur onları cennete götüren yollarını aydınlatacak.
Gece ceryanlar kesildiği zaman insan karanlıkta kalıyor, gideceği yeri de bilemiyor bulamıyor. Mahşer karanlığını bir tasavvur buyurun. Ancak nur ihsan ettiği kimse, o nur ışığı ile önünü görür, yolunu bulur, gideceği yere gider. Nuru olmayanlar nereye gidecek?
Onları Peygamber'ine bağlayarak herkesin başının derdine düşüp perişan olduğu o günde bu şerefe erdirmesi, gerçekten de son derece imrendirici bir lütuftur.
•
Mümin ve muvahhid olmayı arzu eden kimse onun peygamberliğini tasdik etmedikçe, hiçbir iyiliği makbul olmaz, cennete de giremez. Zira bütün peygamberler âhir zaman peygamberini tasdik etmişlerdir. Onlara indirilen kitaplar içinde Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliği açıkça beyan olunmuştur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O daha öncekilerin kitaplarında da vardır." (Şuarâ: 196)
Yani Allah-u Teâlâ onun fazilet ve meziyetini, daha dünyaya gelmeden evvel gerek Tevrat'ta gerekse İncil'de beyan buyurmuş ve duyurmuştur.
Ehl-i kitap bu suretle onun geleceğini biliyordu. Nasibi olanlar iman şerefiyle müşerref oldular, kibrine yediremeyenler de ebedî hüsrana uğradılar. Çünkü bu hakikat onlara bildirilmişti. Bildirildiğinden ötürü de ebedî hüsrana uğradılar.
Bütün meleklerin, peygamberlerin, ulvî ve süflî yaratılmışların malumu idi. Zamanı ile mekânı ile bilinen bir durumu vardı. Ona iman etmeyenler inat ve hasetlerinden dolayı iman etmediler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bir uyarıcı olduğunu buyuruyor ve duyuruyor:
"İşte bu, ilk uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır." (Necm: 56)
Tabii ki imanı olana, kalbi dönene değil.
Kim ki Allah-u Teâlâ'nın emrinde, Resulullah Aleyhisselâm'ın izinde olursa; Hakk'ın kulu Peygamber'in ümmeti olur. Onun izinden ayrılanlar, değil ümmeti olmak, iman etmiş bile değildir.
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı Allah-u Teâlâ'nın hükmünü tebliğ etmeye memurdur, gerçek ümmeti olanlar ise itaat etmeye memurdurlar.
Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, Sünnet-i seniyye'sine sımsıkı sarılmayı, ahlâkı ile ahlâklanıp edebiyle edeplenmeyi gerektirir.
Âyet-i kerime'de:
"Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının!" buyuruluyor. (Haşr: 7)
Bu emr-i ilâhî'yi bizzat Allah-u Teâlâ buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor. Bu emr-i ilâhî'yi inkâr eden Allah-u Teâlâ'yı inkâr etmiştir. O'nu ve O'nun emrini inkâr eden de zaten dinden çıkmıştır.
Ona yapılan her türlü itiraz, bu Âyet-i kerime mucibince inkâr ve küfürdür.
Ona itaat etmekle Allah-u Teâlâ'nın emrine itaat edilmiş olur. Ona itaat etmeyen ise Allah-u Teâlâ'ya da, gönderdiğine de iman ve itaat etmemiş olur.
Bu emr-i ilâhîyi bizzat Hazret-i Allah buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor. Binaenaleyh Resulullah Aleyhisselâm'ın Hadis-i şerif'lerini ve beyanlarını hafife alanlar gerçekten imansız ve saptırıcıdırlar. Bunlar yolun başına oturmuş, halkı saptıran, âhir zaman ulemâsıdır. Halkı dinden imandan ayırıyorlar. Ve fakat halk hâlâ onların bir şey bildiğini zannediyor.
Oysa Resulullah Aleyhisselâm'ın her emrine itaat etmek farz olup, aykırı hareket etmek ise haramdır.
Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri:
"Resulullah Aleyhisselâm'ın hiçbir sünnetini terk etmedim. Eğer terk edersem, hak ve hidayetten sapıtmaktan korkarım." buyurdular. (Buhârî)
İşte gerçek iman edenler bunlardır. Bu sağlam imandan mahrum olanlar ise imansızlıkları sebebiyle onun her emr-i şerif'ini hafife alırlar. Bugün olduğu gibi.
Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Eğer siz gerçekten müminlerseniz, Allah'a ve Peygamber'ine itaat ediniz." (Enfâl: 1)
Çünkü Allah-u Teâlâ'ya ve Resul'üne tam bir teslimiyetle itaat etmek, imanın kemâli ve gereğidir.
Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, rahmeti beraberinde getiren hususlardandır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Peygamber'e itaat edin ki rahmete erdirilesiniz." (Nûr: 56)
Allah-u Teâlâ ona her defasında itaat edilmesini bizzat emir buyuruyor. Ancak ve ancak bu suretle rahmete eriştireceğine vaad-i sübhanisi var. Buna aykırı hareket edenler bu rahmet-i ilâhî'den mahrumdurlar.
İlâhî emre bir bakın, bir de imansız vicdansız bakışlarınıza bir bakın. Onu nasıl küçültmeye çalışıyorsunuz, bu ilâhî emirleri nasıl arkaya atıyorsunuz, çiğnemek istiyorsunuz? Oysa Allah-u Teâlâ rahmetiyle, şefkatiyle size hakikati duyuruyor, iman etmeniz için yol gösteriyor. İmanın da ancak Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a iman etmekle kâim olacağını ve ancak bu şekilde rahmete erileceğini ilân ediyor. Bu olmayınca aslâ!
Allah-u Teâlâ ona itaatı kendisine yapılacak itaatla birlikte emretti. Ona yapılan itaatı kendisine yapılan itaat, ona muvafakatı kendisine muvafakat gibi saydı. İsmini ismiyle birlikte zikretti:
"Peygamber'e itaat eden, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur." (Nisâ: 80)
Buradan da anlaşılıyor ki, ona itaat etmeyip Sünnet-i seniyye'sine riayet etmeyen, Hadis-i şerif'lerini hafife alan kimseler gerçek imandan mahrumdurlar.
Resulullah Aleyhisselâm'ın her emrine itaat etmek farz olup, aykırı hareket etmek ise haramdır. Bu ise ilâhî bir hükümdür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik." buyuruyor. (Nisâ: 64)
Peygamberler verdikleri emirleri Allah-u Teâlâ'dan alarak verirler. Kişi ona itaat etmekle Allah-u Teâlâ'nın emrine itaat etmiş olur. Ona itaat etmeyen ise Allah-u Teâlâ'ya da, gönderdiğine de iman ve itaat etmemiş olur. Bu hakikati böyle bilmek lâzımdır.
Şu bir gerçektir ki, hiçbir beşerin onu hakkıyla anlayıp ona teslim olması ve ona tâzim etmesi mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ'ya şöyle bir niyazımız var:
"Allah'ım! Habib'ine karşı nasıl tazim etmem ve teslim olmam gerekiyorsa sen bu hâli bana lütfet. Senin lütfedeceğin bu sermaye ile Habib'ine tazim edeyim ve teslim olayım."
Çünkü bir mahlûkun onu idrak edip, ona tâzim etmesi ve teslim olması mümkün değildir. Kişi ancak Allah-u Teâlâ'nın lütfettiği sermaye sebebiyle ona tâzim edebilir ve gönülden teslim olur.
•
"Hadis-i şerif'leri inkâr etmekle imandan çıkılmaz" diyenlere Allah-u Teâlâ'nın burada apaçık bir ferman-ı ilâhiyesi var ki onlar dinden çıkmıştır. Delil olarak arzettiğimiz bu Âyet-i kerime'ler kâfidir.
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, o gerçekten büyük bir kurtuluşa ermiştir." (Ahzâb: 71)
İşte kurtuluş kapısı! Size Allah-u Teâlâ rahmet ve merhamet ediyor, kurtuluş kapısını gösteriyor ve sizi dâvet ediyor. İlâhî lütuf rahmetine mi koşacaksınız, yoksa O'na karşı gelip cehennem azabına mı?
Burada Allah-u Teâlâ kendisine itaat ile Habib-i Ekrem'ine itaati ayırmıyor. Kim ki bunu ayırırsa, "Hadis-i şerif'i inkâr etmekle kâfir olmaz." diyor ise onların dalâlette olduğunu bu Âyet-i kerime açık olarak beyan ediyor. Bunların kâfir olduklarını her fırsatta Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle izah ve ispat ediyoruz.
Bunun yegâne sebebi; kendi arzusu ile konuşmaması, konuştuğunun da ancak kendisine vahyedilenlerden ibaret oluşudur.
Allah-u Teâlâ ile Peygamber'i arasında ayrılık gayrılık düşünülemez. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e itaat; Allah-u Teâlâ'ya itaatin yolu, hatta bizâtihidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
Allah-u Teâlâ "İçinizdeyim." buyuruyor. Yani Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'da tecelli etmiştir. Ve ondan sonra murad ettikleri de bu tecelliyata mazhar olmuşlardır.
Allah-u Teâlâ "İçinizdeyim." buyururken senin gözün kör ise hakikati görmüyorsan, bilmiyorsan, ilmin cahil, aklın meaş ise size kim ne diyebilir?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde Peygamber'ine -sallallahu aleyhi ve sellem- imanı, itaati, teslimiyeti, kendisine yapılan iman, itaat ve teslimiyet mesabesinde zikretmiş, Peygamber'e muhalefetin âkıbetini haber vermiştir. Bu minval üzere birçok Âyet-i kerime mevcuttur.
"Ey iman edenler! Allah'a ve Resul'üne itaat edin, işitip durduğunuz halde ondan dönmeyin." (Enfâl: 20)
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece: "İşittik ve itaat ettik!" demekten ibarettir. İşte saâdete erenler onlardır.
Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr: 51-52)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Ümmetimin tamamı cennete girecekler. Girmek istemeyene sözüm yok." buyurduğunda Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm:
"Yâ Resulellah! Kim cennete girmekten kaçınır?" dediler.
Bunun üzerine:
"Kim bana itaat ederse cennete girer, isyan eden cenneti istememiş demektir." buyurdu. (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 2171)
Allah ve Peygamber sevgisinin bütün sevgilerin üzerinde tutulması gerekir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz alış-verişler, hoşunuza gitmekte olan meskenler, size Allah'tan ve O'nun Peygamber'inden, Allah yolunda cihaddan daha sevgili iseler, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin.
Allah fasıklar güruhunu hidayete erdirip doğru yola iletmez." (Tevbe: 24)
Bu Âyet-i kerime çok mühim!
Tevbe Sûre-i şerif'inin 24. Âyet-i kerimesi Allah ve Resul'ünün sevgisine aykırı düşen, ilâhî emirlerin yerine getirilmesini engelleyen her türlü sevgi ve muhabbetten uzak durmayı emir buyurmaktadır.
Yaratan Hazret-i Allah'a, ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulullah Aleyhisselâm'a gönülden iman etmek ve ona teslim olmak şarttır.
Zira bu Âyet-i kerime Allah ve Resul'ünü canından çok sevmedikçe, çoluk çocuğundan daha üstün tutmadıkça, malından daha çok tercih etmedikçe gerçekten iman etmiş olunamayacağına dair açık bir ferman-ı ilâhidir.
Herkes bu aynada kendisine baksın, iman derecesini öğrensin, nerede olduğunu bilsin.
İnsanların içlerinde rahatça yaşamak için edindikleri evler-barklar, âileler, hısım akrabalar, mallar-mülkler, kendi aralarında kaynaşmaya sebep olmaktadır. Savaşların ise insanları bunlardan ayıran acı tarafları vardır. Savaş insanları sevgili babalarından, analarından, eşlerinden, çocuklarından ayırır. Kıymetli mallarından eder, ticaretlerini bozar. Bunun içindir ki savaş sevilecek şeylerden olmadığı gibi, sebepsiz yere savaş çıkarmak hoş bir şey değildir. Cihadı unutarak dünyaya dalmak ve aldanmak da çok tehlikelidir.
Bunlara sevgi göstermek, İslâm'ı yaşamaya ve Allah yolunda hizmete vesile olduğu müddetçe güzel şeylerdir. Fakat bütün bunlar İslâm'a ve Allah yolundaki hizmetlere ters düşüp engel oldukları zaman insanlar için tamamen belâ ve musibettir.
Bunları Allah'tan, Peygamber'den, din ve vatan uğruna cihaddan daha çok sevenler zulüm ve haksızlıklara sebebiyet verirler. Her türlü aşağılığa rıza gösterirler. Can ve mal, eş ve evlât kaygısıyla her türlü zillete boyun eğerler. Cihadı terkedenler itaatten çıkmış, vazifesini yapmamış, kendi mukadderatını kendisi ihlâl etmiş olacağından her türlü zillete ve cezaya müstehak olurlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı." (Bakara: 216)
Savaş hem ölmeye, hem öldürmeye, hem de mal kaybına sebep olduğu için insanlara güç gelir. İstenmese bile savaşa girildiği ve Allah yolunda savaşıldığı zaman, kazanılacak olan zaferin, savaştan önce duyulan bütün korkuları unutturacak derecede büyük önemi vardır. Savaşta milletin varlığını muhafaza ve müdafaa olduğu gibi, şehidlik ve gazilik ecri ve mükâfatı vardır.
Bir Âyet-i kerime'sinde ise samimi imandan sonra Allah ve Resul'ünün yolunda cihat emredilmektedir:
"Allah'a ve Resul'üne imanda sebat eder, Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok daha hayırlıdır." (Sâff: 11)
Cenâb-ı Fahri Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Kim Allah'a ve Resul'üne inanır, beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutarsa, Hakk yolunda cihad etse de veya doğduğu yerde otursa da, Allah onu cennetine koymayı vâdetmiştir."
– Yâ Resulellah! İnsanlara bunu müjdeleyeyim mi?
"Elbet Cennet'te yüz derece vardır. Allah onu Hakk yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. İki derece arasındaki mesafe gökle yer arasındaki mesafe gibidir. Allah'tan istediğiniz zaman Firdevs'i isteyiniz. Çünkü o, cennetin ortası ve yücesidir. Üzerinde Allah'ın arşı vardır, ondan cennetin ırmakları akar." (Buhâri, Tecrid-i sarih: 1179)
Onun aslı nurdur. Allah-u Teâlâ o nurda tecellî ettiği için: "Sirâc-ı münîr = Nur saçan kandil" olmuştur.
Allah-u Teâlâ kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ın bizzat mübarek şahsını; mücessem bir hidayet, bir rehber ve bir önder kılmıştır. Mübarek vücudu serâpâ nurdur. Bu nur ile körler bile görür, duymayan kulaklar duyar, kapalı kalpler açılır, yolunu şaşıranlar yol bulur. Bu hususta Allah-u Teâlâ, Zât-ı risaletpenâhî'yi muhatap kılarak şöyle buyuruyor:
"Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah'ın izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik." (Ahzâb: 45-46)
Bunun içindir ki vücud-ı şerif'leri, ruhları, lisanları, kalpleri, ahlâk ve amelleri, ilim ve fehimleri nur kaynağıdır. Bu öyle bir nur ki, bu nur Allah-u Teâlâ'nın nurudur. Bu öyle bir kandil ki, bütün âlemleri nurlandıran bir kandildir.
"Resul'üm! De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim. Ancak bana vahyolunuyor." (Kehf: 110)
İşte onun hakkındaki bütün yanılmalar bu noktadan doğuyor. "Ben de sizin gibi bir beşerim." beyanı, onun beşer yönüdür, zâhirî görünüşüdür, dışıdır.
İşte bu perdenin ötesine geçemeyenler:
"Allah'tan size bir NUR ve apaçık bir kitap gelmiştir." (Mâide: 15)
Âyet-i kerime'sinde geldiği haber verilen bu "Nur"u göremediler, cisimde takılıp kaldılar, "Nur"a inemediler, hidayete eremediler ve iman etmiş de olmadılar. Onlar öteye geçemedikleri için, ilâhî nurdan, rahmetten, merhametten mahrum kaldılar.
Âyet-i kerime'de geçen; "Nur" Muhammed Aleyhisselâm'dır, zira ancak onun vasıtası ile hidayete erilir. "Kitap" ise Kur'an-ı kerim'dir, o da hidayet rehberidir.
"Ben de sizin gibi bir beşerim."Âyet-i kerime'sini görerek: "O da bizim gibi bir insandır." diyenler, onun:
"Asluhu nur, cismuhu âdem" olduğunu, "Sirâc-ı münîr" olduğunu, "Nur saçan kandil" olduğunu bildiren ve buna benzer Âyet-i kerime'leri görememektedirler. Nefisleri onlara onu göstermiş, diğerini göstermemiş. Hakikati göremediklerinden ötürü de Âyet-i kerime'lere iman etmediler ve imandan kaydılar. Bu ise Allah-u Teâlâ'nın onların kalplerini döndürmesinden ileri gelmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm'ı hükümsüz ve hiçe sayanlar; "Aslıhu kâfir, cismuhu necis"tir.
Bu necasetliklerinden ötürü o "Nur"a leke sürmeye çalışıyorlar. Bu necaset halleri ile o "Nur"u görmeleri mümkün değildir. Amma kendilerinin necis olduğunu da bilmiyorlar.
Varlığı bütün varlıklar için en büyük rahmettir. Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nasip alanlar, dünyada da ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar.
Üstünlüklerinin en üstünü Hazret-i Allah'ın dostu olmasıdır.
Bütün peygamberlerin en güzelidir. Onların güzellikleri o Nur'un güzelliğinden iktibas edilmiştir.
Diğer peygamberlerin pak ruhları onun nurundan yaratıldıkları için, sadece gönderildikleri topluluklara rahmet oldular. O ise aynıyla rahmettir.
"Resul'üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ: 107)
Fermân-ı ilâhî'sinin mazharı olmuştur.
"Âlemlere rahmet" demek onunla âlemler hayat buldu demektir. O olmasa kâinatta hayat yok! Kâinatın hayatı onunla kâim.
Bu öyle bir rahmettir ki, hayat verici, ebedi bir saâdete ulaştırıcı, ateşten kurtarıcı ve Allah-u Teâlâ'nın sonsuz nimetlerine eriştirici bir rahmettir.
Bu rahmetin mânâsını şöyle arzedelim: Kuru toprağı bir düşünün. Cama atsanız camı, insana atsanız gönlü kırar. Bu sert toprağa rahmet inince yumuşayıveriyor. İçindekileri dışarıya atıp nice nice bitkiler fışkırtıyor.
Yağmur olmayınca hayat olmaz. Her zerredeki hayat o rahmetten gelir. Her zerrede Allah-u Teâlâ'nın ulûhiyet sırları olduğu gibi, Rahmeten lil-âlemîn olan Resulullah Aleyhisselâm'ın rahmeti de her zerrede mevcuttur. Çünkü Allah-u Teâlâ mükevvenâtı o nurdan yaratmıştır.
O "Rahmeten Lil-âlemîn"dir. Allah-u Teâlâ onun yüzü suyu hürmetine bize nimetler ihsan ediyor. Dünya saâdetine ahiret selâmetine erdiriyor. Hep onun bereketi yüzü suyu hürmetine...
Bir beşer için bundan büyük bir saadet olabilir mi? Allah-u Teâlâ'ya onu gönderdiğinden ötürü şükür, Resulullah'a da gerçekten sonsuz Salât-ü selâm getirmek, gönülden bağlı olup teslim olmak gerekmez mi?
Gönülden bağlı olmak nasıl olur?
Biz şöyle deriz;
"Allah'ım..! Habib'ine nasıl tâzim ve teslim olmam gerekiyorsa beni o hâle getir. Senin getirdiğin hâl ile teslim olayım, saygı gösterebileyim."
İşte Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz âlemlere rahmettir, bütün insanlık ondan hayat bulmuştur.
Onun için Sebeb-i mevcûdât oluşu buradandır. Her canlının Allah-u Teâlâ'ya şükretmesi ve Resulullah Aleyhisselâm'a müteşekkir olması lâzım, çünkü onunla hayat bulmuştur.
Bu Âyet-i kerime ile zât-ı şerif'i müstesnâ bir mahiyet kazanmıştır. Varlığı bütün varlıklar için en büyük rahmettir. Rahmet-i ilâhî'nin tecessüm etmiş bir tecellisidir. Allah-u Teâlâ'nın bütün âlemleri bir kimsede toplaması elbette mümkündür.
Âyet-i kerime'sinde:
"O sizden iman edenler için bir rahmettir." buyuruyor. (Tevbe: 61)
Eğer Allah-u Teâlâ onu göndermeseydi, iman etmen için sana lütuf etmeseydi hâlin nice olurdu?
"Allah'ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir." (Yunus: 100)
Seni yaratan Allah-u Teâlâ seni iman şerefi ile müşerref etti, Nûru ile hemhal etti. Bu gerçekten bir mahluk için en büyük bir şeref, en büyük bir rahmet, saadetin ta kendisi değil midir?
Bu âleme teşriflerinden önce bütün peygamberler ve mukarreb melekler katında, mübarek vücudunun âlemlere rahmet olduğu biliniyordu. Semâvî kitaplarda çok çok övülmüştür, kıyamete kadar da övülüp senâ edilecektir.
Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara, zâhir ve bâtın her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nâsibini alanlar; dünyada da ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar, her türlü kötülüklerden sıkıntılardan kurtulurlar.
Müminlere rahmettir. Çünkü onlara doğru yolu göstermiştir. Kâfirlere de rahmettir. Çünkü azaplarının ertelenmesine vesile olmuştur.
Ondan önce gönderilen herhangi bir peygamberi, ümmeti ısrarla reddettiği zaman; Allah-u Teâlâ onları yere batırma, suda boğma... gibi cezalarla helâk ediyordu. Fakat onu tekzib eden müşriklerin azâbı ise öldükten sonraya tehir edilmiştir.
"Yâ Resulellah! Şu müşrikler için bedduâ etseniz!" denildiğinde "Şüphesiz ki ben lânet edici olarak değil, rahmet olarak gönderildim." buyurmuşlardı. (Müslim)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz her zaman ve mekânda Azîz'dir. Allah katındaki şeref ve faziletinin hududu yoktur. Mertebe ve kemâli her an yükselmektedir. Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği ikram ve ihsanlar sonsuzdur.
O ki yaratılmışların en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ'nın Habib-i ekrem'i, dostu, arşının nuru, vahyinin eminidir. Ziynetlendirdiği, şereflendirdiği, keremlendirdiği, büyük kıldığı, ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu temiz kuludur.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, takvâ sahiplerinin önderi, günahkârların şefaatçısı ve âlemlerin rahmeti yapmıştır.
O ki iman hakikatlerinin menbâı, Rahmânî sırların iniş yeri, Rabbânî memleketin mahrem-i esrârı, bütün peygamberlerin ahd ve misaklarının vasıtası, Livâ-i izzet'in sahibi, ezel sırlarının müşahidi, Kelâm-ı kadim'in tercümanı, ilim ve hikmetin kaynağı, dünya ve ukbâ ehlinin cesetlerinin ruhudur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun, içinizden size öyle aziz bir Peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir." (Tevbe: 128)
Onu yaratan ona "Azîz" buyurdu. Kendi ism-i şerifi ile müşerref eyledi. İzzetiyle izzetlendirdi, şerefi ile şereflendirdi, nuru ile nurlandırdı.
Fakir der ki:
"Yâ Rabb'i! Sen Nur'unu azîz eyledin. Nur'undan Nur'unu, o Nur'dan âlemleri yarattın. O senin Azîz'indir, sen onu Azîz eyledin. O Azîz'inin hürmetine bizi mağfiret et!"
O öyle bir "Azîz"dir ki, onu ancak Yaratan bilir. Hiçbir beşerin onu idrak etmesi mümkün değildir. Canlardan da cânanlardan da azîzdir.
O öyle bir "Rahîm"dir ki, onu da ancak Yaratan bilir. Hiçbir beşerin bu merhameti idrak etmesi mümkün değildir.
"Üstünüze çok düşkündür. Müminlere çok şefkatli çok merhametlidir." (Tevbe: 128)
Bu Âyet-i kerime karşısında aklımızın ibresini tutmaya çalışırız.
Onu yaratan ona "Azîz" buyurduğu gibi, yine kendisine mahsus olan "Raûf" ve "Rahîm" isimlerini de ona atfetti. Onun yüce ve âlî olduğunu belirtmek için kendi isminden pay ayırdı.
Bu İsm-i şerif'leri ona vermek demek; Allah-u Teâlâ'nın varlığı onda tecelli etti demektir.
Meselâ bir insan yakasına bir rozet takar. Bunun mânâsı: "Ben buraya âitim." demektir. Allah-u Teâlâ ona rozetini takmış, kendi ism-i şerif'lerini lâyık görmüş. Bu ise kuvve-i beşerin takati haricinde bir lütuftur. Mahlûk olan insanın aklı ve ilmi buraya girmez.
"Raûf"; bütün müminlere karşı gayet ince bir şefkati ve derin bir merhameti olan, rahmeti çok engin, affetmeyi seven demektir. O bizâtihi bu ism-i şerif'in mazharıdır.
"Rahîm" insanların tevbe ederek doğru yolu bulmalarını çok arzu eden, çok şefkatli, çok merhametli demektir. Bu ism-i şerif'in de bizâtihi mazharıdır.
Bu fazilete peygamberlerinden hiçbirisi mazhar olmamıştır.
Her emr-i şerifi, insanlara maddî ve mânevî hayat veren bir dâvet hükmündedir. Bu dâvet Hazret-i Allah'ın dâvetinden başka bir şey değildir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Ey iman edenler! Allah ve Peygamber'i sizi, size hayat verip canlandıracak şeylere çağırdığı zaman icabet edin." (Enfâl: 24)
"Hayat verip canlandıracak" demek ruhun dirilmesi, ruhun gıdalanması demektir. Ona uymakla hakikat hayatının zevk ve sefasına eresiniz, ebedi selâmet yollarını bulasınız, Cennet-i alâ'ya ve cemalullah'a müşerref olasınız.
Hayat verip canlandıracak şey Allah-u Teâlâ'nın duyurduğu şeydir. Allah-u Teâlâ duyurur, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine de bildirir. O da Allah-u Teâlâ'nın duyurduğunu bildirdiği zaman "Hayat" olur. Öyle bir hayat ki, yalnız dünya hayatını değil, hayat-ı ebediyeyi kazandıran bir hayattır.
Dünyada ulvî hayat, ahirette ebedi hayat.
O hayat ile gerçek hayatı bulanlar, Hazret-i Allah ile beraber olmaktan zevk alırlar. Hazret-i Allah da onlardan zevk alır. Çünkü onları başka bir şey için yaratmamıştır.
Bir Hadis-i kudsi'de buyurur ki:
"Muhakkak ki ebrar'ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır.
Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir."
Allah-u Teâlâ'nın ve Resul'ünün hayat vermediği kimseler ise, kendi zannı ile, kendi nefsi ile konuşur. Kendisinde hayat olmadığı için sözünde de hayat yoktur.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Allah kime nûr vermemişse, onun nûru yoktur." buyuruluyor. (Nûr: 40)
Onların bu sapıklıkları nûr vermediğinden ötürüdür.
"Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabb'inden verilen bir nûr üzerindedir." (Zümer: 22)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere, Allah-u Teâlâ'nın nûr verdiği kimseler, o nûr ile beşeriyete hayat veriyorlar. Onlar Allah-u Teâlâ'nın nûrunu taşıyan ve o nûru yayanlardır.
Onun içindir ki "Sirâcen münirâ", nûr saçan kandil oluyorlar. Çünkü onlarda Hakk'tan başka hiçbir şey bulunmaz. Allah-u Teâlâ'nın sevdiği bunlardır, bunların da sevdiği yalnız O'dur. Onlarda başka sevgi yoktur. Zaten Cenâb-ı Hakk yaşatmaz. En kıskanç O'dur. Sevdiği bir kulunun başka bir şey ile meşgul olmasını istemez.
Bu Âyet-i kerime'lere inanmamak apaşikâr bir küfürdür. Kim ki ona muhabbetsizlik gösterirse, iman etmiş olmaz. İman etmediğine göre küfre sapmıştır, küfre sapan da kâfirdir.
Onun yolundan sapan; kim olursa olsun, dinden sapmıştır, İslâm dâiresinden çıkmıştır. Ölçü budur. İmanı olana bu Âyet-i kerime'ler kâfidir.
O öyle bir doğru yoldadır ki, Allah-u Teâlâ'nın nurundan bir nurdur. Kendi nurundan nurunu yarattı, o nurdan mükevvenâtı donattı, Mirac-ı şerif'te Cebrâil Aleyhisselâm dahi bir adım atamadı, o ise Huzur-u ilâhî'de bulundu, onu nurundan yarattığı için o yanmadı. Amma bu nurdan ayrılan, kim olursa olsun İslâm'dan ayrılmıştır.
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Ulü'l-Azm" olan "Azim sahibi" peygamberlerin en faziletlisi, en üstünüdür. Kâinatın mebdei, mahlûkâtın ekmeli ve efendisidir.
Allah-u Teâlâ Hazretleri, kendisinden önce gelen her peygambere ona tâzim etmelerini, teslim olmalarını, gönülden bağlı olmalarını, ona ellerinden gelen her türlü yardımı yapmalarını emretmiştir.
"Ona mutlaka iman edeceksiniz ve mutlaka ona yardımda bulunacaksınız." (Âl-i imrân: 81)
Ve bütün Enbiyâ-i izâm Hazerâtı da bu emr-i ilâhîyi kabul etmişler, onun üstünlüğünü, izzet, şeref ve meziyetini ümmetlerine tebliğ etmişlerdir.
Allah-u Teâlâ o sevdiği seçtiği peygamber kullarının her birine ayrı bir lütufla tecellî etmiştir. O lütuf Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in nuru idi. Geldikleri zaman Muhammed Aleyhisselâm'ın emaneti ile, nur-i Muhammedî ile geldiler. Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz-deki her fazilet, meziyet ve mazhariyet, üzerlerindeki emanet, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in nurunu taşıdıklarından ötürüdür. Tâ Âdem Aleyhisselâm'dan beri o nur onların üzerlerinde döndü durdu. Nihayet Nur'un sahibine kadar geldi. Zaten onun nuru idi. Nur nura kavuştu.
Onların her biri bir kavme, birkaç şehir halkına veya bir ümmete ve belirli bir zamanda gönderildikleri için, peygamberlikleri yalnız kendi kavimlerine hastır. Fakat o, bütün insanlığa ve cinlere gönderilmiş, âlemlere rahmet olmuştur. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı, onun irşad sahası içindedir. Zaman ve mekânın efendisidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Resul'üm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndermişizdir. Ne var ki insanların çoğu bilmezler." buyuruyor. (Sebe: 28)
Bilgisizlikleri onları içinde bulundukları azgınlık ve sapıklığa, muhalefet ve isyana sevketmektedir.
•
İslâm dini ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Musa Aleyhisselâm'a indirilen İslâm, Nuh Aleyhisselâm'a indirilen İslâm'dan daha şümullü ve daha mükemmeldi. Muhammed Aleyhisselâm'a gelince de kemâlini buldu ve son şeklini aldı.
Artık İslâm'dan sonra kıyamete kadar yeni bir din, yeni bir peygamber gelmeyecektir. Çağlar boyunca insanlığın maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir özelliğe sahiptir. İslâm dururken eski dinlere uymak, gündüz gökte yıldız aramak gibidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde İslâm'dan başka din arayanın dininin kabul edilmeyeceğini ferman buyurmaktadır:
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecektir ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır." (Âl-i imrân: 85)
Bu kimseler bütün iyiliklerini kaybetmiş ve cezaya müstehak olmuşlardır. Küfürle ölenlerin her biri dünya dolusu altın vermiş olsalar bile ahirette kendilerini kurtaramazlar.
•
O hem peygamberler silsilesini hitama erdiren son peygamber, hem de bütün peygamberleri tasdik eden ilâhî bir mühürdür.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Muhammed Allah'ın Resul'ü ve peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzâb: 40)
Onun teşrifi ile peygamberlik son bulmuş, bu suretle İslâm dini de son ve ebedî bir din olmuştur. İslâm dininin ortadan kaldırılması düşünülemez. Hiç bozulmadan aslî hüviyetinde devam edecek, nübüvvet ve risalet nurları kıyamete kadar bâki kalacaktır. Öyle bir din ve öyle bir kitap getirmiştir ki, beşeriyetin ondan başkasına artık ihtiyacı kalmamıştır.
Kendisinden önce gelen peygamberlerin getirdikleri dinlerin daha kemâllisini getirip tamamlamış, getirdiği din bütün dinlerin hükümlerini neshederek yürürlükten kaldırmıştır. Ümmeti ise bütün ümmetlerden üstün olmuştur. Hâtem'ül-enbiyâ sıfatı ile âlemlere rahmet olarak gelmesinde, gerek yüce şahsiyetine, gerekse ümmet-i muhteremesine tâzim vardır.
Dünyanın sonuna kadar bütün insanların saâdet ve selâmetini sağlamak için gönderilmiştir. Kıyamete kadar kendisinden ışık alınan bir nurdur. Nûru cihanı kucaklar, ebede kadar ışık saçar.
•
İnsanların zanlardan, vehimlerden kurtulmaları, kendilerini yaratanı tanımaları, olgunlaşıp kemâle ermeleri, ancak peygamberler vasıtası ile olur. Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ise feyizlerini Sultan-ı enbiyâ olan Muhammed Aleyhisselâm'dan almışlardır. Halkı imansızlık karanlıklarından kurtarıp, iman ve hidayet nuruna kavuşturmaları, ondan iktibas ettikleri nurla olmuştur. Çünkü onun yaratılışı onlardan öncedir. O, insanoğlunun gözü mesabesinde olan peygamberlerin gözbebeğidir.
Ulül-azm peygamberler dahi onun yolunda olmayı temenni etmişlerdir.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Eğer Musa sağ olsaydı, bana uymaktan başka yol bulamazdı." (Ebu Dâvud)
Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın, Allah-u Teâlâ'nın izni ile semâdan ineceği ve ona tâbi olacağı, şeriatı ile amel edeceği malum ve müsellimdir.
Peygamberlerin her biri birer yıldızdırlar. Güneşin doğmasından önce, karanlıktaki insanlara ışık saçtılar, kendi ümmetlerinden zulmeti kaldırdılar.
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm ise fazilet semasının güneşidir, bütün nurların aslıdır. Cümle âlemin nûru, gurur ve sürurudur. Nurlar onun nurundan yayılmıştır.
Kıyamete kadar insanları şirkten, küfürden, isyan ve tuğyandan, cehalet ve dalâletten kurtaracak; âlemi hidayet nuru ile gündüz gibi aydınlatacaktır.
İnsanlar için en büyük bahtiyarlık, en yüksek mertebe ve en büyük meziyet, emsali görülmemiş ve bir daha da görülmeyecek olan Peygamber Aleyhisselâm'ın yolunda yürümek, yüce ahlâkını tatbik edebilmektir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Onlara söyle: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Âl-i imran: 31)
Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ'nın ümmet-i Muhammed'e Resulullah Aleyhisselâm'a gönülden teslim olmaları ve bağlılık göstermeleri için emir ve fermanı bulunmaktadır.
Bu ilâhi fermana uyarak teslimiyet ve bağlılık gösterenler, bu suretle Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın hoşnutluğunu elde etmiş olurlar.
Hazret-i Allah ve Resul'ünün hoşnutluğunu kazanabilmek, sevgisine mazhar olmak en büyük saâdet değil midir?
Bu da Allah-u Teâlâ tarafından sevilme sebebidir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur'an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür." (Hâkka: 38-39-40)
Bütün görülebilen ve görülmeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler üzerine yemin edilmektedir.
Allah-u Teâlâ onun ne kadar şerefli ve Azîz olduğunu yemin ederek bize duyuruyor. Onun meth-ü senâsını bizzat Allah-u Teâlâ yapıyor. Bu yemin "Dikkat edin!" mânâsına geliyor.
Gerçekten onu seven şereflidir, amma onu sevmeyen şerefsizdir. Çünkü ona o şeref ve izzet Hakk'tan geldi, halktan gelmedi. Onu seven ona iman etmiştir, onu sevmeyen ona küfretmiştir. İman ile küfür bir olur mu, seven ile sevmeyen bir olur mu?
Sevenin şerefini artırır, onu şerefli ile beraber yapar. Onları peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle beraber haşreder. İnkâr edeni ise şeytanlarla, din kurucu bölücülerle, türemelerle haşreder. Sevdiğini ebedî saâdetine ve selâmetine eriştirdiği gibi, ötekileri de kahreder. Kahrından ötürü de ona çok şiddetli bir azap ile azap eder. Hakikat budur, artık nefsinizi nereye satarsanız satın!
•
Allah-u Teâlâ sevgili Peygamber'i Muhammed Aleyhisselâm'a tâzimde bulunulmasını, tebcil olunmasını, saygı ve hürmet gösterilmesini değer verilmesini ve yüceltilmesini Âyet-i kerime'sinde bizzat emir buyurmaktadır:
"Ey insanlar! Allah'a ve Peygamber'ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz." (Fetih: 9)
Kim ki bu ilâhî emr-i şerif'i yerine getirirse Allah-u Teâlâ'ya ve Resul'üne itaat edip iman etmiş olur. Fakat bu ilâhî emri yerine getirmeyen bir kimse çok iyi bilsin ki bu saâdetten mahrum kalmıştır.
İmanın muktezası olarak, Allah-u Teâlâ'nın ve Peygamber'inin huzurunda edebe katiyetle riayet etmek ve onu gücendirmekten son derece sakınmaktır.
Resulullah Aleyhisselâm'a hâl-i hayatında ne kadar tâzim lâzımsa, vefatından sonra da o kadar tâzim lâzımdır. Her hâl ve ahvâlde hürmet vecibesini korumak gerekir.
•
Her kim ne şekilde olursa olsun, Resulullah Aleyhisselâm'ı incitirse, Allah-u Teâlâ'yı incitmiş olur.
Allah-u Teâlâ onu rahatsız edenleri, dâvetine kulak vermeyenleri, emirlerine aykırı hareket edip yasaklarından kaçınmayanları ve bu hususta ısrar edenleri Âyet-i kerime'lerinde çok çetin bir azapla tehdit ediyor:
"Allah'ın Peygamber'ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır." (Tevbe: 61)
Onlar dünyada da ahirette de belâlarını bulacaklar, ebedî bir azaba düçar olacaklardır.
İşte bu Âyet-i kerime sizin âkıbetinizi belirtiyor.
"Allah'ı ve Peygamber'ini incitenlere, Allah dünyada da âhirette de lânet etmiştir. Onlara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır." (Ahzâb: 57)
Peygamber'e yapılan eziyetin, Allah'a eziyet mânâsına gelmesi; azabın şiddetini daha da artırmaktadır. Çünkü o, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. İnsanların hidayete ermeleri onu sevindirir, dalâlete sapmaları onu üzer.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Ben her mümine kendisinden daha evlâyım." (Müslim)
Bunun sebebi, Sebeb-i mevcudat oluşudur. İnsanın mânevi hayat bulmasına yegâne sebep onun rahmeten lil-âlemin olmasıdır. O Hazret-i Allah'a ulaştırmak için tek bir rehberdir. Eğer o lütuflar olmasaydı dalâlette ve karanlıkta kalınırdı. Senin nefsin cehenneme atılsaydı bundan daha büyük zulüm mü olurdu? Onun için gerçekten de kendi nefsinden evlâdır. Yalnız bilen için...
"Hiçbir kimse ben kendisine babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevgili oluncaya kadar kâmil mümin olamaz." (Buhârî)
Herkes Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i sevdiğini iddiâ edebilir. Gerçekte ise peygamber sevgisi kesin olarak itaat etme ve hiçbir surette muhalefet etmemekle gerçekleşir.
"Şu üç haslet kimde bulunursa imanın tadını tatmıştır:
Allah'ı ve O'nun Peygamber'ini herkesten ve her şeyden fazla sevmek.
Sevdiğini ancak Allah için sevmek.
İman ettikten sonra, ateşe atılmaktan nefret eder gibi küfre dönmekten nefret etmek." (Buhâri, Tecrid-i sârih: 16)
Bu nokta çok incedir. Hazret-i Allah ve Hazret-i Resulullah'ı sevmek lâf işi değildir. Sevdiğini Allah için sevmek şarttır.
Senin oğlun var, kızın var, gelinin var, liderin var, önderin var. Ve sen iman etmiş görünüyorsun!
Ama sevgiyi onlara bağlamışsın.
Allah-u Teâlâ ise Âyet-i kerime'sinde:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." buyuruyor. (Ahzâb: 4)
Ki birisini muhabbet-i Mevlâ'ya diğerini muhabbet-i masivaya hasretsin. Kimin kalbinde muhabbet-i Mevlâ varsa o kalbe masiva girmez. Kimin kalbinde masiva varsa oraya muhabbet-i Mevlâ girmez. Bunun kesinlikle böyle olduğunu bilmek lâzımdır.
Hadis-i şerif bu kadar açık iken bir de bizim hareketlerimize bakın! Bu Âyet-i kerime bir berzahtır, bir aynadır. Herkes kendi durumunu buradan ölçsün.
Hadis-i şerif'te geçen ateşe atılmak, küfre düşmek mânâsınadır. İşte herkes kendi ateşini ve küfrünü bu Âyet-i kerime ile ayırabilir.
Hakikaten Hazret-i Allah ve Resulullah'ı mı seviyor?
Sevdiklerini Allah için mi seviyor?
Allah-u Teâlâ'nın nehyettiği şeylerden kaçınıp, onu cehenneme götürecek yollardan nefret mi ediyor?
Bunlar kişiye bir ölçüdür. Bugün bu ayna herkese lâzımdır, zira herkes kendini bu aynada görsün.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Beni seven cennette benimle beraber olur." (Tirmizi)
Allah-u Teâlâ sıkıntılı halleri, dünyaya ve âhirete dair gam ve hüzünleri, onun şefaatı ve ilticası ile kullarından kaldırır.
Ayrıca derde mübtelâ kulları, onun yüce makamında el açtıkları zaman; düştükleri zorluktan dolayı onu vasıta yaptıkları zaman; duâ ve niyazları onun hürmetine kabul buyurur, sıkıntı ve üzüntülerden kurtarır.
Âyet-i kerime:
"Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah'tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi, sen Peygamber de kendileri için af isteyiverseydin, elbette Allah'ı affedici ve merhametli bulurlardı." buyuruluyor. (Nisâ: 64)
Bir insan birçok hatalara, günahlara düşebilir. Fakat bunları idrak ettikten sonra Hazret-i Allah'ın en sevgilisine sığınırsa, onun sevgisinden ötürü o kimsenin duâsını Hazret-i Allah reddetmez. Böylece ebedi kurtuluşa erer. Ceza görmeden ebedi lütuf ve saadetine vesile olur.
İşte bu, hep Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-'ini çok sevdiği ve ona sığınılması gerektiğinin ifadesi ve gerekçesidir.
Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ bizzat şöyle buyuruyor:
"Allah'ın senin üzerindeki lütuf ve nimeti çok büyüktür." (Nisâ: 113)
Allah-u Teâlâ'nın lütuf, ihsan ve ikramı sonsuzdur. Bütün beşeriyet de mahlûkat da Resulullah Aleyhisselâm'ın yüzü suyu hürmetine bundan istifade eder.
Allah-u Teâlâ onun yüzü suyu hürmetine mahlûkata şefkat ve merhametle nazar eder, onlara yağmurlar en güzel nimetler ikram ve ihsan buyurur.
Bütün bu lütuflar onun biricik, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin yüzü suyu hürmetinedir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde hakiki müminlerin vasıflarını beyan buyurmaktadır:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah'a ve Peygamber'ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin." (Mücâdele: 22)
Âyet-i kerime'de Hazret-i Allah'a ve Resul'üne gerçek mânâda gönül verenlerin onlara düşman olanlarla sevgi bağını kurduğunun görülmeyeceği beyan buyuruluyor.
Bu durumda kendi çocuğunun, kızının, gelininin, Allah ve Resul'ünün emir ve yasaklarına muhalefet ettiğini gördüğün halde bunlara muhabbet edecek olursan otomatik olarak bu hududun dışına çıkmış olursun.
Zira:
"Allah'a ve Peygamber'ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin." buyuruyor.
Bu Âyet-i kerime mucibince bölücü imam veya onlara tâbi olanlarla, münâfık lider, önder veya onlara tâbi olanlara sevgi beslememek; âmirin, memurun veyahut en yakının da olsa, muhabbet etmemek gerekir.
İman ve muhabbet ancak ve ancak Allah ve Resul'üne ve onun yolunda bulunanlara olmalıdır.
Binaenaleyh gerçek iman sahipleri Hazret-i Allah ve O'nun Resul'ünü tercih edenlerdir. Hazret-i Allah ve Resul'ünün düşmanlarıyla dostluk ihdas edenlerin ise imandan mahrum olduklarını kesinlikle bilin.
"Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber'ini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur. Şâhit olarak Allah yeter. Muhammed Allah'ın Peygamber'idir. Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler." (Fetih: 28-29)
İhtilâfların çözümünü Hazret-i Allah ve Resul'üne arzetmek ilâhî bir emirdir:
"Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu hemen Allah'a ve Peygamber'e arzedin. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız!" (Nisâ: 59)
Çünkü itaat imanın gereğidir. Anlaşmazlık halinde Kitab'a ve Sünnet'e başvurmak da itaatin gereğidir.
"Allah ve Peygamber'i bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah'a ve Peygamber'ine baş kaldırıp isyân eden kimse hiç şüphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur." (Ahzâb: 36)
Resulullah Aleyhisselâm'ın verdiği hüküm, Allah-u Teâlâ'nın verdiği hükümdür. Çünkü o, hevâ ve hevesine uyarak konuşmaz.
Hiçbir müslüman fert ve milletin, Allah-u Teâlâ'nın ve Peygamber'inin hüküm verdiği bir hususta kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Müslüman kalmak, müslümanca yaşamak ve müslüman olarak ölmek isteyen bir kimse mutlaka Allah-u Teâlâ ve Resul'ünün emir ve arzusuna boyun eğmek "İşittim ve itaat ettim!" demek zorundadır.
Boyun eğmeyi kabul etmezse, ne kadar müslüman olduğunu iddiâ etse de boştur. Bu gibi kimseler İslâm dairesinden çıkmış, kalbinde imandan bir eser kalmamıştır.
"Hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamber'e muhalefet edip inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü o yolda bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme sokarız. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!" (Nisâ: 115)
"Sizden her kim de Allah'a ve Resul'üne itaat edip sâlih amel işlerse, onun ecrini de iki kat veririz. Ona bol bir rızık da hazırlamışızdır." (Ahzâb: 31)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resulullah Aleyhisselâm'a itaat edilmesini emrediyor ve bu itaatin hidayet vesilesi olduğunu beyan buyurur:
"Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin. Eğer yüz çevirecek olursanız biliniz ki, Resul'ümüze düşen apaçık bir tebliğdir." (Teğabün: 12)
O risaletini tebliğ etmiş ve ilâhî emaneti yerine getirmiştir. Sizin kabulünüzden dolayı onun bir menfaati yoktur, yüz çevirmenizin de ona bir zararı olmaz.
"Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse; işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar." (Nisâ: 69)
Bunlar peygamberler, onların faziletli ve yakın arkadaşları olan sıddıklar, Allah yolunda şehid olanlar ve diğer salih kullardır.
Bunların arkadaşlığı da sohbeti de ne güzeldir.
Allah-u Teâlâ'nın sevdiği seçtiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle Cennet-i âlâ'da oturmak mı daha hayırlıdır; yoksa nefsini ilâh edinenlerle, din kurucularla, Firavunlar'la beraber cehennemde olmak mı daha hayırlıdır? Firavun da ilâhlık dâvâsında idi, bunlar da ilâhlık dâvâsında. Allah-u Teâlâ Firavun'a uyanların sabah akşam cehenneme sunulduğunu arzediyor. Siz de bu Firavunlara uyarsanız, sizin de durağınız orası.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
"Son hastalığında iken Resulullah Aleyhisselâm'ın şöyle dediğini işittim:
'Ben, Allah'ın kendilerine nimet ihsan ettiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerle beraber olmak istiyorum.'
Anladım ki Resulullah Aleyhisselâm muhayyer kılındı, o da bunlarla beraber olmayı tercih etti."
"İşte itaatkârlara yapılan bu ihsan Allah'tandır. Her şeyi bilici olarak Allah yeter." (Nisâ: 70)
Bu Âyet-i kerime Allah-u Teâlâ'nın kullarına yaptıklarının, ikram ve ihsanlarının, bahşettiği muvaffakiyetlerin sırf kendi lütfundan olduğuna işaret etmektedir.
"O gün Allah Peygamber'ini ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek, utandırmayacak... Nûrları önlerinde ve sağlarında koşup parlayacak." (Tahrim: 8)
Onları cennete götüren yollarını aydınlatacak.
Dünyada beraber olan mahşerde de beraberdir. Mahşerde beraber olan, Cennet-i alâ'da da beraberdir.
Hadis-i şerif'te:
"Kişi sevdiği ile haşrolunur." buyuruluyor. (K. Hafâ)
Allah-u Teâlâ ona itaati kendisine yapılacak itaatle birlikte emretmiş, onun hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ile bir tutmuştur. İman edip itaat edenlere bitmez-tükenmez mükâfatlar vâdetmiştir. İtaat etmeyenlere ise en çetin azabla azab edeceğini beyan buyurmuştur.
"İnkâr edenler ve Peygamber'e baş kaldırmış olanlar, kıyamet günü hak ile yeksan olup yerin dibine geçirilmeyi ne kadar isterler ve Allah'tan hiçbir söz gizleyemezler." (Nisâ: 42)
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde, Resulullah Aleyhisselâm'a karşı çıkanları cezalandıracağını haber veriyor:
"Bu, onların Allah'a ve Resul'üne karşı çıkmalarından ötürüdür. Kim Allah'a karşı gelirse, bilsin ki Allah'ın cezalandırması çetindir." (Haşr: 4)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'de Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin Hadis-i şerif'lerini inkâr edenlerin, onları inkâr etmekle kâfir olunmaz diyenlerin, onun Emr-i şerif'ine muhalefet edenlerin, ferman-ı ilâhiyi hafife alanların âkıbetlerini açık açık beyan buyuruyor.
"Allah'a, Peygamber'ine muhalefette bulunanlar, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Halbuki biz apaçık âyetler indirmişizdir. Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır." (Mücâdele: 5)
Kendilerinden önce Allah'a ve peygamberlere muhalefet ettikleri için zillete düşürülüp alçaltılan kâfir ve münâfıkların yardımsız bırakıldıkları gibi, Muhammed Aleyhisselâm'a muhalefet edenler de yardımsız bırakılıp alçaltılacaklardır.
O alçalma ne kötü bir şeydir ki cehennemde azapları hiç de hafifletilmeyecektir. Kimisi yılan gibi sürüne sürüne, kimisi zincirlere vurulup bağlanarak, kimisi çeşitli çeşitli azaplarla azap göreceklerdir.
"Onlar bilmezler ki, kim Allah ve Resul'üne karşı koyarsa, onun için içinde ebedi kalacağı cehennem ateşi vardır.
Bu ise büyük bir rezilliktir." (Tevbe: 63)
Onlar bütün insanların gözü önünde rezil edileceklerdir. Cehennemde kendileri için ne bir umut ışığı vardır ne de azaplarında bir gevşeme ve hafifleme söz konusudur.
•
"Allah'ın emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belânın gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar." (Nûr: 63)
Onun emirlerine uymayan, yolundan gitmeyen, sünnetinden ayrılan kimseler; dünyada kendilerine büyük bir musibetin inmesinden ve ahirette de şiddetli bir azaba uğramalarından korksunlar.
•
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine karşı koyarsa, bilsin ki Allah'ın cezası çok şiddetlidir." (Enfâl: 13)
Bu korkunç azab, onların Allah ve Resul'ünün emirlerine muhalefet ve isyan etmeleri sebebiyle başlarına gelmektedir.
•
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine isyan ederse, ona içinde sonsuz ve temelli kalacakları cehennem ateşi vardır." (Cin: 23)
Resulullah Aleyhisselâm'a düşmanlık eden Rabb'ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de Rabb'ini sevmiş ve itaat etmiş olur. Bundan dolayı da Resulullah Aleyhisselâm'a isyan etmenin Allah-u Teâlâ'ya isyan etmek demek olduğu anlaşılmış oluyor.
"Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin, karşı gelmekten çekinin. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki Peygamber'imizin vazifesi sadece açıkca duyurmak ve bildirmektir." (Mâide: 92)
O şerefli peygamber bu tebliğ vazifesini en güzel bir şekilde yerine getirmiştir. Sizlerin ise herhangi bir itirazda bulunmaya hakkınız kalmamıştır.
•
Cehennem halkı, cehennemin çılgın alevleri arasında yanıp dururken, dünyada iken, ona itaat etmiş olmalarını candan arzu ederler:
"Eyvah bize derler, keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik." (Ahzâb: 66)
Bu bölücülerin de ancak cehenneme düştükleri zaman aklı başlarına gelir. İmamlarına lânet eder, kitap ve tüzüklerine pişman olurlar. Fakat kurtuluş ne mümkün. Çünkü hidayet dünyada idi.
"Ne olurdu, ben de o Peygamber'in maiyetinde bir yol edineydim." (Furkan: 27)
O yüce Peygamber'e tâbi olup hidayet yolunu takip etseydim, böyle müthiş bir felâketle karşılaşmamış olurdum. Ama iş işten geçmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayattadır. Allah-u Teâlâ şehitler için:
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, bilâkis onlar diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara: 154) buyururken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in vefatta olduğunu zannedenler imanlarını kontrol etmelidir.
Nitekim her asra hitap eden Kur'an-ı Azimüşşan'da şöyle buyuruluyor:
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?" (Âl-i imran: 101)
Cesedi yok ama, nuraniyeti, ruhaniyeti aramızda, Ümmet-i muhteremesine tasarruftadır.
Onlar fâni hayatı terk ederek ebedî bir hayata ermişlerdir. Onların diğer ölüler gibi olmadıkları apaçık bir gerçektir. Hayat-ı hayâlîden hayat-ı hakikiye geçmişlerdir, hayat-ı hakiki de ölümden sonra başlar.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Bilâkis onlar diridirler, Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar." (Âl-i imrân: 169)
Yerler, içerler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde bir hayat yaşarlar. Onlar diri oldukları gibi, dirilerle de beraberdirler.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm-:
"Yâ Resulellah! Getirdiğimiz salâvât size nasıl arz olunur, halbuki siz çürümüş bulunacaksınız." dediklerinde, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle cevap verdiler:
"Allah-u Teâlâ peygamberlerinin cesetlerini yeryüzüne haram kılmıştır." (Ebu Dâvud)
Evs bin Evs -radiyallahu anh-den rivâyete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Günlerinizin en faziletlisi Cuma günüdür. O günde benim üzerime çok salâvât getirin. Zira sizin salât ve selâmlarınız bana arz olunur." buyurdu.
Diğer Hadis-i şerif'lerde ise şöyle buyurulmaktadır:
"Yeryüzünde Allah'ın gezici melekleri vardır. Ümmetimin selâmını bana tebliğ ederler." (Nesâî)
"Üzerime salâvât getirin. Zirâ nerede olsanız, getirdiğiniz Salât-ü selâmlar bana ulaşır." (Ebu Dâvud)
Demek ki ölmemiş.
Allah-u Teâlâ onu her şeyden azîz, kadrini yüce kılmış, herkese ve her şeye tercih etmiştir. Yaratılmışlar arasında naziri ve benzeri yoktur. Yaratılan hiçbir şeyle, hiçbir kimse ile ne ölçülür, ne de eşit tutulur. Yüce makamında tektir.
Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren kendi zamanına gelinceye kadar mevcûdâtın en şereflisi ve faziletlisi olduğu gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar da mahlûkâtın en şereflisi ve faziletlisidir.
Mübarek vücudları ahirete intikal etmekle, nûrlarına asla bir noksanlık ârız olmamıştır. Ruhâniyeti ve nûrâniyeti kıyamete kadar bâki kalacak, insanlar o nur sebebi ile hidayete ereceklerdir.
O diri biz ölü. O her zaman hayattadır. Biz ancak onun hayatı ile hayat buluyoruz. Bizim yaşamamız onun hayat vermesi ile kâimdir. Hayat kaynağı o, feyiz kaynağı o, hakikat kaynağı o, Ebul-ervah o, Rahmeten lil-âlemîn o... Bu sayede bütün âlemlere rahmet ihsan ediliyor, hayat veriliyor, amma kaynak o... Onsuz hayat ölüm.
Dünyada gözü ile görme şerefine nâil olanlar olsun, gözü ile görmediği halde sonraki asırlarda ona iman edenler olsun; onun bir nûr olduğunu bilirler ise de, o nûrun mahiyetini ve hakikatini anlamalarına imkân yoktur. Beşer idraki buna müsait değildir. Anlamaya çalışmak, bir fincanla denizi ölçmeye benzer. Zira o Allah-u Teâlâ'nın nurudur, âlemlerin gurur ve sürurudur.
Onun hakikati, büyüklük ve azameti ancak kıyamet günü belli olacak, herkesçe bilinip anlaşılabilecektir. Dünyada zâhir olmuş olsaydı, ona iman etmek zaruri olurdu. Halbuki makbul olan iman, gayba olan imandır.
Hazret-i Allah, kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ın fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkiini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir:
"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed'e çok salât ve senâ ederler. Ey inananlar! Siz de ona Salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun." (Ahzâb: 56)
Peygamber'ine Allah-u Teâlâ'nın salâtı; onu en yüce makamda yâdetmesi, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil ve tebrik etmesidir.
Allah-u Teâlâ onu ne kadar çok seviyor ki; ona çok çok Salât-ü selâm getiriyor, Habib-i Ekrem'ine olan sevgisini beşeriyete duyurmuş oluyor.
Meleklerin salâtı ise; onun için Allah'a duâ etmeleri, istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem'ini çok sevdiği gibi meleklere de sevdiriyor. Bütün melekler ona hürmet ve tâzim gösteriyorlar.
Allah-u Teâlâ iman edenlere hitap ederek, kendileri için en büyük rahmet olan Peygamber'lerine Salât-ü selâm getirmelerini, ona gönülden teslim olmalarını, saygı ve sevgi göstermelerini emir buyuruyor. Ki bu sayede ilâhî rahmete, Resulullah Aleyhisselâm'ın şefaat-ı uzmâsına nail olsunlar.
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona Salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber'ini anıyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.
Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.
Sonra da süflî âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine Salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.
Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nûra kavuşturan, ulvî ufukların kapılarını açan peygamberlerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arzetmiş oluyorlar.
Bu vesile ile de Allah katında itibar kazanmış, bir çok ecir ve mükâfatlara nâil olmuş oluyorlar.
Sâdık müminler asırlar boyu o Nûr'un aşkında ve şevkinde yaşamışlar, ona karşı besledikleri muhabbet bağından bir an olsun ayrılmamışlar Salât-ü selâm ile tebcil etmekten geri durmamışlardır.
•
"Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed. Kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âl-i İbrâhîm, inneke Hamîdün Mecîd."
"Ey Allah'ım! Rahmetini Muhammed Aleyhisselâm'ın ve onun akraba ve taallukatının, itaatkâr ümmetinin üzerine indir. Nasıl ki İbrahim Aleyhisselâm ve onun aile efradına nâzil buyurmuşsun. Şüphesiz ki bütün hamdler ve yücelikler sana mahsustur."
"Allâhümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed. Kemâ bârekte alâ İbrâhîme ve alâ âl-i İbrâhîm, inneke Hamîdün Mecîd."
"Ey Allah'ım! Muhammed Aleyhisselâm'ın onun akraba ve taallukatının, itaatkâr ümmetinin bereketlerini daima arttır. Nasıl ki İbrahim Aleyhisselâm ve onun aile efradının bereketlerini arttırdığın gibi. Şüphesiz ki bütün hamdler ve yücelikler sana mahsustur."