Resulullah Aleyhisselâm'ın, hicretin sekizinci yılında dünyaya gelen oğlu Hazret-i İbrahim onuncu yılın Rebiülevvel ayının onunda Salı günü vefat etti.
Enes -radiyallahu anh- der ki:
Resulullah Aleyhisselâm'la birlikte demirci Ebu Seyf -radiyallahu anh-in yanına gittik. O, Resulullah Aleyhisselâm'ın oğlu İbrahim'in süt babası idi.
Oğlunu kucağına aldı, öptü ve kokladı. O sırada İbrahim can çekişiyordu. Bu manzara karşısında Resulullah Aleyhisselâm'ın gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı.
Abdurrahman bin Avf -radiyallahu anh-:
"Sen de mi ağlıyorsun yâ Resulellah!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Yâ İbn-i Avf! Bu ancak bir acımadan ibarettir." buyurdu ve ağlamasına devam etti.
Sonra da şöyle söyledi:
"Gözler yaşarır, kalp üzülür, fakat biz Rabb'imizi râzı etmeyecek söz sarfetmeyiz.
Ey İbrahim! Bizler senin ayrılmandan üzgünüz." (Buhârî-Müslim: 2315)
Resulullah Aleyhisselâm ağladığı sırada Üsame -radiyallahu anh- feryada başlayınca onu men etti.
"Senin de ağladığını gördüm." demesi üzerine:
"Ağlamak acımaktan ileri gelir, feryat ve figân ise şeytandandır." buyurdu.
Cenaze namazını bizzat kendisi kıldırdı ve Bakî kabristanlığına defnedildi.
Hazret-i İbrahim'in vefat ettiği gün güneş tutulmuştu. Ashâb-ı kiram; "İbrahim'in ölümü için güneş tutuldu." dediler.
Resulullah Aleyhisselâm bunu işitince:
"Ey insanlar!
Şüphe yok ki güneş ve ay, Allah'ın âyetlerinden iki âyettir. Bunlar hiçbir kimsenin ne hayatı ne de vefatı için tutulmazlar." buyurdu.
Hazret-i İbrahim on altı aylık iken vefat etmiş, henüz süt müddeti olan iki seneyi doldurmamıştı.
Bunun içindir ki Resulullah Aleyhisselâm:
"İbrahim benim oğlumdur. O memede iken öldü. Onun iki tane süt annesi vardır. Süt müddetini cennette tamamlayacaktır." buyurdu. (Müslim: 2316)
Hicretin sekizinci yılında Mekke'nin alınmasıyla İslâm buraya da hâkim oldu. Dokuzuncu yılda Tâifliler müslümanlığı kabul edince, bütün Hicaz İslâm sınırları içine girdi, İslâm'ın nuru Şam'a kadar ulaştı. Hudeybiye barışından itibaren Medine-i münevvere'ye kabile temsilcileri gelmeye başlamıştı. Mekke-i mükerreme'nin fethinden sonra bu heyetler çoğaldı.
Önceleri İslâm dinini yaymak için etrafa muallimler göndermek gerekiyordu. Hicretin dokuzuncu yılında yapılan Tebük seferinden sonra Arap kabileleri, ister istemez İslâm'a boyun eğdiler. Müslümanlık Arap yarımadasının her tarafına süratle yayıldı. Hicretin dokuzuncu ve onuncu yılları "Müslümanlığın yayılma yılları" oldu. Halk uzak-yakın yarımadanın her tarafından, fevc fevc Medine'ye akıyor, İslâm dinine girmede birbirleriyle yarış ediyordu. Artık Arabistan'da müslümanlara karşı duracak hiçbir kuvvet kalmamıştı. İki yıl içinde şurada burada yaşayan mûsevîlerden, hıristiyanlardan başka bütün yarımadaya yalnız İslâm dini hâkim oldu. Artık İslâm'a karşı çıkacak hiçbir güç kalmamıştı. Bu parlak muvaffakiyet, Hazret-i Allah'ın yardımının bir eseriydi.
Nasr sûre-i şerif'inde şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Allah'ın yardımı ve fetih (zafer günü) gelip de insanların akın akın, dalga dalga Allah'ın dinine girdiklerini görünce, Rabb'ini hamdederek O'nu tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. O tevbeleri daima kabul edendir." (Nasr: 1-2-3)
Âyet-i kerime'de geçen "Fetih"ten maksat Mekke-i mükerreme'nin fethidir. Çünkü Arap yarımadasındaki kabileler: "Eğer o kendi kavmine üstün gelirse peygamberdir." diyerek İslâm'a girmek için Mekke'nin fethini gözlüyorlardı. Allah-u Teâlâ ona bu büyük zaferi nasibedince insanlar alay alay, bölük bölük Allah-u Teâlâ'nın dinine girdiler. İnsanların birer ikişer İslâm'a girdikleri günler artık geride kaldı.
Bu mübarek sûre-i şerif'te Resulullah Aleyhisselâm'ın vefat haberi vardır. Bu sebeple bu sûre-i şerif'e "Vedâlaşma sûresi" de denir. Bu sûre-i şerif nâzil olduğunda Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-ya:
"Ecelimin geldiğini görüyorum." buyurmuştur. (İbn-i Mâce)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- der ki:
"Bu sûre nâzil olduktan sonra Resulullah Aleyhisselâm ahiret için o kadar çok meşgul oldu ki, daha önce böylesi görülmemişti." (Nesâî)
Resulullah Aleyhisselâm'ın birçok Âyet-i kerime'lerde geçtiği üzere, daha önceden de tesbih ve hamd ile emrolunduğu ve bundan dolayı fetihten önce dahi tesbih ve hamd etmekte olduğu mâlumdur. Şu muhakkaktır ki Allah-u Teâlâ'nın celâl ve ikram tecelliyâtı hiçbir an kesilmediği için, Allah-u Teâlâ'yı her zaman tesbih ve hamdetmek bir vazifedir.
Tesbih emriyle beraber istiğfar emrinin de verilmesi ümmet-i muhteremesine lütuf olması içindir.
Resulullah Aleyhisselâm Vedâ haccı'ndan önce İslâmiyet'in yayıldığı bütün beldelere valiler ve zekât tahsil memurları gönderdi.
Aslen Yemenli olan Ebu Musâ el-Eş'arî -radiyallahu anh-i Yemen'in Zebid, Aden, Me'rib ve Sahil taraflarının zekâtını toplamak için görevlendirdi. Ebu Musâ -radiyallahu anh- aynı zamanda müslümanlara dini işlerini de öğretecekti.
Yemen'in Cened taraflarına ise Muâz bin Cebel -radiyallahu anh-i gönderdi. Hem halka İslâmiyet'i öğretecek, hem de Yemen diyarında tahsil edilen zekât ve sadakaları vazifelilerinden teslim alacaktı.
Resulullah Aleyhisselâm giderken ona:
"Ey Muâz! Ne ile hükmedeceksin?" diye sordu.
O da: "Allah'ın kitab'ı ile." diye cevap verdi.
"Orada bulamazsan?" buyurdu.
"Peygamber'in sünneti ile." dedi.
"Orada da bulamazsan?" diye sorduğunda:
"Kendi reyimle ictihad yaparım." dedi.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm:
"Allah'a hamdolsun ki Peygamber'in elçisini O'nun râzı olduğu şekilde muvaffak kıldı." buyurmuştur. (Ebu Dâvud)
Amr bin Hazm -radiyallahu anh- Yemen'in Necran bölgesine, Hâris bin Kâ'b oğulları'na İslâm dini'ni öğretmek üzere gönderildi. Resulullah Aleyhisselâm kendisine bir de yazı yazıp söyleyeceklerini bu yazıda beyan etti.
Yemen'de Mezhicler'in yurduna Hazret-i Ali -radiyallahu anh-i gönderdi. Maiyyetine üçyüz süvari verdi, Mezhicler'i İslâm'a dâvet etmesini söyledi. Kısa bir çarpışmadan sonra Mezhicler müslümanlığı kabul ettiler. Hemdan halkı bir günde imana geldiler.
Diğer Yemen kabileleri de grup grup iman etmeye başladılar. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bu başarılarını Resulullah Aleyhisselâm'a bildiriyor, Resulullah Aleyhisselâm da bu haberler geldikçe Allah-u Teâlâ'nın ihsan ve ikramları karşısında şükranlarını arzediyordu.