İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektûbat" adlı eserinin "260. Mektub"unda, irşad kutbu olarak gönderilecek olan Hâtem-i veli'den bahsederek şöyle buyurmuştur:
"Kutb-u irşad, ferdi kemâlâtı dahi üzerinde topladığı için pek değerli bir şahıstır. Nice uzun asırlardan ve çok uzun zamanlar geçtikten sonra böyle bir cevher dünyaya gelir. Kararmış olan âlem onun zuhur nuru ile aydınlanır. Onun hidayet ve irşad nurları bütün âleme yayılır.
Tâ arşın çevresinden yerin zeminine kadar; kendisine irşad, hidayet, iman ve mârifet gelen herkes, elde edeceğini ancak onun yolu ile elde eder, ondan istifadesini yapar, herkes ondan istifadesini yapar, herkes ondan feyz alır. Arada o olmadan, onun tavassutu olmadan kimse bu nimete kavuşamaz, böyle bir devlet kimseye müyesser olmaz. Onun hidayetinin nurları bahr-ı muhid gibi bütün âlemi sarmıştır. O deryâ donup kalmış buz denizi gibidir, hiç dalgalanmaz.
O zâtı tanıyan ve ona karşı ihlâs sahibi olan bir tâlip, onu düşünür, ona teveccüh ederse; veya o zât bir tâlibi sever, ona teveccüh eder, onun terakki etmesini isterse, o kimsenin kâlbine bir pencere açılır. Sevgisi, teveccühü ve ihlâsı nisbetinde anlatılan bu yol ile o deryâdan feyz alır.
Bir kimse Allah-u Teâlâ'nın zikrine müteveccih olur da; inkâr ettiği için değil de o zâtı tanımadığı için bu zâta hiç teveccüh etmezse, yine ondan feyz alır. Fakat birinci anlatılanın istifadesi, bu ikinci anlatılanın istifadesinden daha fazla olur.
Bir kimse o zâtı inkâr eder beğenmezse, veya o zât bu kimseye incinmişse; Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin zikri ile meşgul olsa bile, irşadın ve hidayetin hakikatinden mahrumdur. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, bir set olur feyiz yolunu kapatır. O şânı büyük kutup onun istifade etmemesi için teveccüh etmemiş olsa bile, onun zararını iste- memiş olsa bile, hidayete kavuşamaz. Onda irşad ve hidayetin ancak sûreti vardır, hepsi o kadar, faydası çok azdır.
Amma o zâta, o kutb-u irşâda inanan ve sevenler, ona teveccüh etmeseler de, Allah-u Teâlâ'nın zikrinden hâli olsalar dahi, yalnız bu sevgileri sebebiyle irşad ve hidayet nuruna kavuşurlar.
Bu Tarikat-ı aliye'ye sülûk etmek, girip ilerlemek, kendisine uyulan şeyhe karşı muhabbet râbıtası iledir. O zât bu yolda murad olarak seyretmiş, kuvvetle çekilerek bu kemâlâta kavuşturulmuştur.
Onun nazarı kalp hastalıklarına şifâdır, teveccühü mânevi hastalıkları giderir.
Böyle kemâl sahibi bir zât zamanının imamı, asrının halifesidir.
Kutuplar ve büdelâ onun bulunduğu makamın gölgesine kavuşmak için can verirler. Evtad ve nücebâ, onun kemâlât denizden gelen bir damla ile kanaat ederler.
Onun hidayetinin ve irşadının nuru, güneş ışıkları gibi, o istese de istemese de herkese gelmektedir. Fakat istediklerine daha çok gönderir. Onun iradesi kendi elinde değildir. Çok olur ki iradeyi ister, amma bu irade onun için hâsıl olmaz.
Onun nuru ile hidayete erenlerin ve onun istemesi ile yükselenlerin bu kazançlarını bilmeleri de gerekmez. Onun vesilesi ile irşad olup hidayet nuruna kavuşan kimse onun durumuna muttali olur. Hatta onlar hidayete erip irşad olduklarını dahi olduğu gibi anlayamazlar. Çünkü halleri bilmek herkese vergi değildir, makamları birer birer geçmenin mârifetini herkese ihsan etmezler.
Evet, kavuşturan yollardan birinin önderliği kendisine verilmiş olan bu zât elbette ilim sahibidir. Yolun inceliklerini bilir. O bildiği için yolcuların da bilmesine lüzum görülmemiştir. Onlar da yardım ederler, fena ve bekâ ile şereflenirler.
Bir şiir:
'Allah'a ne zorluğu olur,
Âlemi bir şahsa doldurur.'
Nübüvvet makamı Hâtemü'r-rüsul, yani peygamberlerin sonuncusu olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizle mühürlenmiştir. Lâkin ona tâbi olma yolundan ona uyanlara, bu makam ve kemâlâttan kâmil mânâda bir nasip vardır. Bu kemâlât ve yüksek dereceler, diğerlerine nazaran Ashâb-ı kiram tabakasında daha ziyadedir.
Bu devlet daha sonraları Tabiîn ve tebe-i tabiînden çok az kimseye de sirayet etmiştir. Bundan sonra gizlenmiş, saklılığa geçmiştir.
Bundan sonra velâyet kemâlâtının gölgesi yayılıp üstün gelmeye ve çokça görülmeye başlamıştır.
Bununla beraber Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in vefatından bin sene geçtikten sonra, saklı olan bu makamın yeniden ortaya çıkması beklenir. Ona bir üstünlük verilip her tarafta duyulur.
Böylece kemâlâtın aslı tekrar zuhur eder ve yayılır, gölge olanlarını örter. Hazret-i Mehdi -aleyhimürrıdvan- da asla bağlı olan bu yüksek yolu zâhir ve bâtın ile yayar." ("Mektûbât"; 260. Mektup)
"Kutb-u irşad, ferdî kemâlâtı dahi üzerinde topladığı için pek değerli bir şahıstır."
Allah-u Teâlâ o zamanda böyle bir kimseyi gönderecek ve kendisinde tecellî edecek.
"Nice uzun asırlardan ve çok uzun zamanlar geçtikten sonra böyle bir cevher dünyaya gelir."
Görülüyor ki İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri çok ileriyi görmüş ve çok ileriyi tarif etmiş. Kendisinin "İkinci Bin Yılının Müceddidi" olmadığını, çok uzun asırlardan sonra geleceğini beyan ediyor. Nitekim dört asır sonra geldi.
"Kararmış olan âlem onun zuhur nuru ile aydınlanır. Onun hidayet ve irşad nurları bütün âleme yayılır."
Allah-u Teâlâ onda öyle tecellî etmiş, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i "Nur saçan kandil" mânâsına gelen "Sirâc-ı münîr" yaptığı gibi, ona da Resulullah Aleyhisselâm'a verdiği nuru vermiş, verdiği için bütün âlemleri o nur ihâta etmiştir.
"Tâ arşın çevresinden yerin zeminine kadar; kendisine irşad, hidayet, iman ve mârifet gelen herkes, elde edeceğini ancak onun yolu ile elde eder, ondan istifadesini yapar, herkes ondan feyz alır."
İşte bu Resulullah Aleyhisselâm'ın nurudur. O nuru o taşıyor. Fakir bunu hep söylüyoruz. "İşi gören Kudsî ruh'tur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm'ın nurudur." diyoruz, bunu kimse anlamıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in nurunu taşıyan, umuma hayat veriyor. O da bir "Sirâc-ı münîr"dir. Onun nurunu taşıdığı için dünyaya değil, âlemlere şâmildir. Maskede hüküm yok, hüküm maskenin içindekindedir.
"Arada o olmadan, onun tavassutu olmadan kimse bu nimete kavuşamaz."
Meselâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e tâbi olmayan bir kimse, her ne kadar kendi halinde bir şeyler yapsa makbul müdür? İşte bunun gibi, onun vekâletini üzerine alıp bu nura sahip olana da yönelmesi gerekir. İstifadesi ondan geliyor. Bu işi gören doğrudan doğruya Resulullah Aleyhisselâm'ın nurudur.
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Açtılar kenz-i füyûzu olunuz hil'at-pûş,
Mustafa geldi yine cümleniz imân ediniz."
"Yine geldi" beyanları ile ikinci bin seneyi işaret ediyorlar.
"Böyle bir devlet kimseye müyesser olmaz."
Bir Asr-ı saâdet, bir de bu zaman.
"Onun hidayetinin nurları bahr-ı muhid gibi bütün âlemi sarmıştır."
Güneşin ışıkları dünyanın her tarafını sardığı gibi, o "Sirâc-ı münîr" olduğu zaman Allah-u Teâlâ'nın nuru her tarafa sirayet eder.
"O deryâ donup kalmış buz denizi gibidir, hiç dalgalanmaz."
Allah-u Teâlâ ona öyle bir mahviyet bahşetmiştir ki, bütün bu hâller, bu vasıflar onun için hiç görülmez, övünmeye şayan olmaz.
Kendisinin hiç olduğunu bildiği için donup kalmıştır. En küçük bir hareket yapmaz, en küçük bir varlıkta bulunmaz...