İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "348. Mektûb"larında ise, hakiki fenânın ancak Aslın Aslı'nda cereyan edeceğini ve bu tecellîde Zât'ın birliğinden başka bir şeyin görünmeyeceğini; bu makamı târife sözlerin değil, rumuz ve işaretlerin bile yetmeyeceğini beyan buyurmuştur:
"Fenâ'nın hakikati ancak şu şekilde gerçekleşir ki; isimlerin, sıfatların, durum ve itibarların çokluğu tamamen gözden kaybolup gizlenir, sırf yüce Zât'ın Ehadiyet'inden başka hiçbir şey aslâ görünmez.
'Seyr ilâllah' gerçekten bütünüyle bu makamda tecelli eder. Yine bu makamda, gölge bağlarından tamamıyle halâs olunur. İşte bu vakitte Asılların aslı ile muamele cereyan eder. İşaret edenden, işaret edilene dönülür. İlimden görmeye yükselme meydana gelir. Elçiler kalkar, başbaşa kalınır. Hâilsiz olarak kavuşma gerçekleşir. Daha sonra şöyle şöyle olur...
Sonra yine şöyle şöyle olur ve devam eder gider. O kadar ki rumuz ve işaretin dışında bu makamdan haber vermek ve konuşmak mümkün değildir. Yine bu dahi müphem ve kapalı olur." ("Mektûbât"; 348. Mektûb)
Bu zevât-ı kiram neleri biliyorlar, nerelere temas ediyorlar! Allah-u Teâlâ onlara çok şey bildirmiş. Bütün bunlar bildirilmekle bilinir, yoksa bir beşer bu ince meseleleri bilemez.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektûbât"ında yer alan "500. Mektûb"unda peygamberlerden herhangi birinin başka bir peygamberden zâtî tecellîyi ve herhangi bir nasibi alması gibi, ümmetin fertlerinden bir ferdin de, Peygamber'inin şeriatına tâbi olarak vasıtasız bir biçimde zâtî tecellîye mazhar olacağını ve bu hususta kendisine tâbi olanları arada hiçbir perde olmaksızın tecelliyât-ı ilâhîye vâsıl kılacağını beyan buyurmuştur:
"Şu hususun da bilinmesi yerinde olur;
Peygamberler, peygamberlerden bir peygamberin tavassutu ile Yüce Mukaddes Hazret-i Zât'a vâsıl olduklarında, o peygamber Hazret-i Zât ile o peygamberler arasında bir perde olmaz. Bilâkis onların da asaleten Hazret-i Zât'tan nasipleri vardır.
Bu hususta netice mânâ şu ki; onların o dereceye ulaşmaları, o peygambere tâbi olmaya bağlıdır. Amma peygamberin tavassutu ile ümmetinin vuslatı böyle değildir. Çünkü o peygamber arada perdedir. Ancak ümmetin fertlerinden bir ferdin Hazret-i Zât ile asaleten bir nasibi varsa o başka. Bu durumda arada perde diye bir şey olmaz. Amma ona tâbi olmaları ise mevcut olur. Onlar da pek azdır, hem de azdan da azdır. Bu anlatılan mânâdan sonra şöyle bir soru sorulabilir:
'Böyle olunca ümmetten bu fert ile diğer peygamberler arasında ne gibi bir fark olur? Zira her ikisinde de perde yoktur, amma tâbi olma ise mevcuttur.' Bunun için ben de şu cevabı veririm:
Ümmetten bu ferdin tâbi oluşu ilâhî emirlerin gönderilmesi itibarı iledir. Çünkü o, bir peygamberin şeriatına tâbi olmadıkça vâsıl olamaz.
Peygamberlerde tâbi oluş ise iki itibara göredir. Şöyle ki; Kendisine tâbi olunan peygamberin, evvelâ ve bizzat o dereceye kendisinin ulaşması, ikinci olarak da ondan başkasının bir arazla o noktaya ulaşması.
Zira dâvette aranılan o mahbubdur. Ondan başkaları ise, onun evlâtlığı ile dâvet edilir ve ona tâbi olma ile talep olunur. Lâkin onların hepsi tek bir sofrada otururlar, değişik derecelere göre aynı mecliste nimetlenderilip lezzetlendirilirler. Ümmetleri ise onlardan artanı ve fazla kalanını yerler.
Şu kadar var ki; ümmetin fertlerinden bir fert, şânı yüce Allah'ın keremi ile hususi muameleye tâbi tutulursa o başka. Böylelikle o kişi, daha evvel anlatıldığı üzere, büyüklerin meclisinde oturabilir." (Mektûbat"; 500. Mektûb)
•
Hazret "324. Mektûb"unda insan-ı kâmillerden birinin sıfat tecellîlerinden tamamen soyunup zâtî tecellîye ererek, Allah-u Teâlâ'nın zâtından başka her şeyden arınacağını ve bu tam ve kâmil tecellî sayesinde onun Zât-ı ehadiyet'e bir ayna olacağını haber vermektedir. Buyurur ki:
"İnsan-ı kâmil, Yüce Mukaddes Zât'tan başka şeylerin esaretinden kurtulduğu zaman, onun için Zât-ı Ehadiyet ile alâka meydana gelir. Artık sıfatlardan durumlardan hiçbir şeyi düşünemez, onlara nazar etmez, maksut ve matlubu onlar olmaz.
'Kişi, sevdiği ile beraberdir.' ( Buhârî)
Hadis-i şerif'inin hükmü mucibince, onun için mücerred Hazret-i Zât ile keyfiyeti bilinmeyen bir şekilde beraberlik meydana gelir. Zât-ı Ehad ile gerçekleştirdiği bu alâkada, şekilden münezzeh olan Zât ile keyfiyeti meçhul bir yakınlık bağı kurar. İşte o zaman insan-ı kâmil, Zât-ı Ehad'e bir ayna olur. Öyle ki sıfatlardan ve durumlardan hiçbir şey onda müşahede edilmez. Hatta anlattığımız mânâdan daha da ileri olarak, Yüce Mukaddes Mücerred Ehadiyet onda tecellî edip ona görünmektedir. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah büyüktür.
O yüce Zât ki, sıfatlardan ayrılmak aslâ O'nun şânında yoktur. Amma tecerrüd ciheti ile, yani her şeyden arınarak böyle bir insan-ı kâmil'de tecellî etmekte, onda görünmektedir. Böylelikle zâtına âit güzellik, sıfata âit güzellikten temayüz edip ayrılmıştır. Bu aynalık durumu İnsan-ı kâmil'den başkasına müyesser olmaz. Yüce Mukaddes Hazret-i Zât, İnsan-ı kâmil'den başka hiçbir şeyde sıfat ve durumların yakınlığı olmadan tecellî etmez.
Arş-ı mecid ise, Âlem-i kebir'de ancak bütün sıfatları zâtında toplayan Hazret-i Zât'a mazhar olmaktadır. İnsan-ı kâmil dahi Âlem-i sağîr'de her türlü itibarlardan mücerred olan Zât-ı Ehad'ın mazharı olmaktadır. İşte böyle bir ayna olma durumu, insanın pek hayret verici hallerindendir.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah ihsan edendir. Verdiğine kimse mânî olamaz, vermediğine de kimse bir şey veremez." (Mektûbât"; 324. Mektûb)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Meârif-i Ledüniyye" isimli eserinde, kendisinden asırlar sonra gelecek olan "Kutb-u İrşad"dan haber vererek; bu zâtın tıpkı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gibi, âlemin hidayetten ve imandan büsbütün mahrum kaldığı bir zamanda bir cevher misali zuhur edeceğini beyan buyurmaktadır:
"Kutb-u irşad'ın her zaman bulunması lâzım değildir. Öyle zamanlar olur, âlem imandan ve hidayetten büsbütün mahrum kalır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, zamanının Kutb-u irşad'ı idi." ("Meârif-i Ledüniyye"; 35. Mârifet)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri aynı eserinde geçen diğer bir beyanında; kalbi bozuk olanların bu zâta teveccüh etseler dahi hiçbir şey alamayacaklarını, hatta bu gibi kimselere gelen feyizlerin kendileri için daha zararlı bir hâle dönüşeceğini beyan buyurmuştur:
"Kutb-u irşad ile bütün insanlara iman ve hidâyet gelmektedir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet (sapıklık), kötülük haline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdaların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer. Yâhut safrası bozuk olana tatlının acı gelmesi gibidir." ("Meârif-i Ledüniyye"; 35. Mârifet)
Allah-u Teâlâ onu öne sürmüş. Tek kelime ile o robot gibidir, tecelliyât-ı ilâhiye Allah-u Teâlâ'nındır. Onu O öne sürmüş ve onda tecellî etmiştir. O öyle murad etmiş, dinin üstünlüğünü ve adaletini onunla ayakta bulundurmayı dilemiş. Bunun içindir ki ona muhalefet eden bir kimse Hakk'a muhalefet etmiş olur.