"Bütün gayem; Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümlerinin mevcudiyetinin, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Sünnet-i seniyye'sinin varlığının dimdik ayakta durmasıdır.
Hiçbir müslüman fert ve milletin, Allah-u Teâlâ'nın ve Peygamber'inin hüküm verdiği bir hususta kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Müslüman kalmak, müslümanca yaşamak ve müslüman olarak ölmek isteyen bir kimse mutlaka Allah-u Teâlâ ve Resul'ünün emir ve arzusuna boyun eğmek "İşittim ve itaat ettim!" demek zorundadır.
Herkesin elinde Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'ler olduğu halde neden tatbikata geçilemiyor? Sırât-ı müstakim üzere yürünmüyor, ahkâm-ı ilâhi tatbik edilmiyor? Çünkü nefisle hareket ediyor, nefisle iş görülüyor.
Bir insan dünyayı mabut edindiği, nefis putuna taptığı zaman, Hazret-i Allah'ın ahkâmını dinlemez. Dünyayı düşünüp nefsin arzularına uyan, Hakk ve hakikatten uzaklaşıp şeytan ile arkadaş olan kimse aslâ mükerrem insan olamaz. Süflî arzular peşinde oldukları için suretâ insandırlar, icraatları hep hayvanîdir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyruluyor:
"Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder." (Yûsuf: 53)"
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri, Kelâm-ı kadim'inde şöyle buyuruyor:
"Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın!" (Âl-i imran: 103)
Allah'ın ipinden murad; Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'dir.
Bu Âyet-i kerime, Sünnet-i seniyye'ye uymanın, Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmenin farz olduğuna delâlet etmektedir.
Hazret-i Allah'ın ahkâmına sarılmak, Resulullah Aleyhisselâm'ın yolu üzerinde yürümek murat edilmektedir.
Hazret-i Allah'ın emir ve nehiylerine, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sine sımsıkı sarılmak şarttır.
Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a iman edip, bütün iş ve icraatını ahkâm-ı ilâhiye göre yapmak ve hareket etmek emrediliyor.
Kur'an-ı kerim'de; Allah-u Teâlâ'nın varlığı ve birliği, bunun delilleri vahiy, nübüvvet, ahiret hayatının ispatı, iyilik yapanlara mükâfat verileceği, kötülük yapanların cezalara uğrayacağı, geçmiş milletlerin hayatı ile ilgili kıssalar, Allah-u Teâlâ'yı hatırlatma, meth-ü senâ etme, nimetlerini dile getirme, isim ve sıfatları ile ilgili açıklamalar, O'na nasıl ibadet edileceğine, bâtıl inançların ve sapıklıkların reddine dair bilgiler, öğütler mevcuttur.
Kur'an-ı kerim; Allah kelâmıdır, hükümleri insanları dünyada ve ahirette mesut etmek için indirilmiştir. Öyle bir kitap ki; Allah-u Teâlâ'nın emirlerine sarılmak, nehiylerinden sakınmak suretiyle O'nun gazabından korunan ve itaat etmek suretiyle de azâbından kurtulan müminler için yol göstericidir.
"Gerçekten bu Kur'an insanları en doğru yola götürür ve güzel güzel amellerde bulunan müminlere de kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler." (İsrâ: 9)
Kur'an-ı kerim, İslâm hukukunun temelini meydana getiren itikâdi, ahlâki, ameli hükümleri ihtiva eder.
Sünnet-i seniyye ise Seyyid-i kâinat Sebeb-i mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, Rabb'inden aldığı risâleti tebliğden ibarettir. İnsanları dünya saâdetine ve ahiret selâmetine ulaştıracak ne varsa hepsini açıklamış, geriye bir şey bırakmamıştır. İnsanlar için en büyük bahtiyarlık, en yüksek mertebe ve en büyük meziyet, emsali görülmemiş ve bir daha da görülmeyecek olan Resulullah Aleyhisselâm'ın yolunda yürümek, yüce ahlâkını tatbik edebilmektir. O bir hidayet nûrudur. Hazret-i Allah'a varan hedefe onun yolundan gidilir.
Başka dinlere, başka kitaplara ihtiyaç duyulmadan; ümmetinin bütün önemli işlerinde başvurma makamı, ilk ve son mercidir. Kitap ve şeriat ile yeterlidir. Yaptıklarını yapan, gösterdiği yoldan giden saâdet ve selâmete erecektir.
Hazret-i Allah Kur'an-ı kerim'i hasta gönüllere bir şifâ, bir hidayet rehberi ve bir rahmet olarak göndermiştir. Yaştan kurudan her ne varsa hepsi onda mevcuttur. Hiçbir şey eksik bırakılmamıştır.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de insanları dünya saâdetine, ahiret selâmetine ulaştıracak ne varsa hepsini açıklamış, geriye bir şey bırakmamıştır. Hükmü kıyamete kadar devam edecek ve insanlığın bütün ihtiyaçlarını karşılayacaktır.
Kur'an-ı kerim vahyin en yüksek mertebesidir. Lâfzı ve mânâsı ile birlikte vahyolunmuştur. Hadis-i şerif ise vahy-i metlüv, yani okunan vahiy değildir. Lâfzı olmayıp, sadece mânâdan ibarettir. Hazret-i Allah'ın muradını bildirmektedir.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz dinin esaslarını doğrudan doğruya Kur'an-ı kerim'den alırlardı. Açık bir hüküm bulamazlarsa, hemen Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e sorarlardı. O da bir taraftan kendisine vahyolunan Âyet-i kerime'leri Allah-u Teâlâ'dan aldığı gibi arttırma ve eksiltme yapmadan bütünüyle tebliğ ederken, diğer taraftan da onlardan ne gibi mânâlar kastedilmiş olduğunu sözleriyle, işleriyle tefsir ve izah eder, sarih hükümleri ortaya koyardı.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İndirdiğimiz bu Kur'an, feyz kaynağı mübarek bir kitaptır.
Ona uyun, emirlerine bağlanın ve Allah'tan korkun. Tâ ki merhamet olunasınız." (En'âm: 155)
Hazret-i Allah'ın kelâmına ve Resulullah Aleyhisselâm'ın beyanına riayet şarttır. Emirlerine, yasaklarına, hükümlerine uygun hareket etmek farzdır. Çünkü itaat imanın gereğidir. Her işi Kitap'a ve Sünnet'e göre yapmak, her işte Kitap ve Sünnet'e başvurma itaatin gereğidir.
"Kitab'a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz ıslah edenlerin mükâfatlarını zâyi etmeyiz." (A'râf: 170)
Onlar kitaba sımsıkı sarılırlar, mucibiyle amel ederler. Onların mükâfatını vermek Allah-u Teâlâ'nın üzerinedir. Şeriat-ı mutahhara esastır. Hilâf-ı şeriat terakkiyata manidir. Hazret-i Allah'a vâsıl olmak ahkâm-ı İlâhi'nin icrasına bağlıdır. Ahkâma uymayan her türlü çalışma ve ibadet nakıstır.
İnsanlar için en büyük bahtiyarlık, en yüksek mertebe ve en büyük meziyet, emsali görülmemiş ve bir daha da görülmeyecek olan Resulullah Aleyhisselâm'ın yolunda yürümek, yüce ahlâkını tatbik edebilmektir. O bir hidayet nûrudur. Hazret-i Allah'a varan hedefe onun yolundan gidilir. Resulullah Aleyhisselâm'a itaat, Allah-u Teâlâ'ya itaatin yolu hatta bizâtihidir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Eğer siz gerçekten müminler iseniz, Allah'a ve Peygamber'ine itaat ediniz." (Enfâl: 1)
Buradaki itaatın mânâsı; bütün ilâhî emirlere uymak ve yasak edilen şeylerden de tamamen sakınıp çekinmek demektir. İtaat etmek farz olup, aykırı hareket etmek ise haramdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz biat alırken, ilk bîat şartı olarak Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'de bulunan emirleri dinlemeyi ve itaat etmeyi şart koşmuştur.
Buharî'nin rivayetine göre Cebrâil Aleyhisselâm, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e Kur'an-ı kerim'i indirdiği ve öğrettiği gibi Sünnet'i de indirmiş ve öğretmiştir.
Kur'an-ı kerim vahiy olduğu gibi, Hadis-i şerif'ler de vahiydir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak kendisine bildirilen vahiyden başka bir şey değildir." (Necm: 3-4)
Abdullah bin Amr -radiyallahu anh- buyururlar ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den her ne işitirsem yazardım. Kureyşliler beni bundan menetmek istediler. Dediler ki; 'Sen her şeyi yazıyorsun. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ise beşerdir. Rızâ halinde de gazap halinde de söz söyler.' Bu tenbih üzerine yazmaktan bir müddet vazgeçtim. Nihayet bu durumu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e arzettim. Mübarek parmağını ağzına götürerek:
"Yaz! Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, buradan hak sözden başkası çıkmaz!"buyurdu."(Ebu Dâvud: 3646)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in her sözü ilâhî bir vahye isnad eder.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Peygamber size ne verdiyse onu alınız, neyi yasak ettiyse ondan sakınınız." (Haşr: 7)
Hazret-i Kur'an'ı ve Sünnet-i seniyye'yi yaşamak lâzımdır. Şeriat-ı Ahmediyye üzerinde Sünnet-i Resulullah'a tabi olmak, bidatlerden sakınmak şarttır.
Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'yi birbirinden ayırmak mümkün değildir.
Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, Sünnet-i seniyye'sine sımsıkı sarılmayı, ahlâkı ile ahlâklanıp edebiyle edeplenmeyi gerektirir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında, Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur'an'dı." buyurmuşlardır. (Müslim)
Yani Kur'an-ı kerim'deki bütün hükümlerin tatbiki onun yaşayışında görülmektedir. Bu bakımdan o Hazret-i Kur'an'dır.
Hakikat, Hazret-i Allah'ın kelâmı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in beyanıdır. Bak kelâmına, uy izine, kurtul!
Kur'an-ı kerim'de pek çok Âyet-i kerime, Sünnet-i seniyye'ye uymanın, Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmenin farz olduğuna delâlet etmektedir.
Sünnet-i seniyye Resulullah Aleyhisselâm'ın Rabb'inden aldığı risâleti tebliğden ibarettir.
Allah-u Teâlâ risâleti tebliğ hususunda Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Ey Peygamber! Rabb'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun peygamberliğini tebliğ etmemiş olursun." (Mâide: 67)
Âyet-i kerime'de:
"Resul'üm! Biz sana da Kur'an'ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın." buyuruluyor. (Nahl: 44)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Vedâ Haccı hutbesinde ümmetine bıraktığını açıkladığı ve sımsıkı sarıldıkları takdirde, hiçbir zaman yollarını şaşırmayacaklarını haber verdiği iki şeyden ikincisi Sünnet-i seniyye'dir.
İslâm hukukunun Kur'an-ı kerim'den sonra ikinci kaynağı Sünnet-i seniyye'dir. Bu iki kaynağa "Nass" adı verilir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ben size iki şey bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi Allah'ın kitabı, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetidir." (İmâm-ı Mâlik, Muvatta)
İslâm milletinin bugünkü âkıbetinden kurtulması, tekrar eski şevketine kavuşabilmesi Hazret-i Allah'ın emir ve yasaklarına boyun eğip, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Sünnet-i seniyye'sine sımsıkı sarılmakla mümkün olacaktır.
Hazret-i Allah'ın kelâmına ve Resulullah Aleyhisselâm'ın beyanına riayet şarttır. Şeriat-ı mutahhara esastır.
Bir kul rızâ-i ilâhi'yi kazanmak için Allah-u Teâlâ'nın bütün emir ve yasaklarına riayet etmeli ve Hazret-i Allah'a kendini sevdirmelidir.
Müslüman odur ki; bütün gidişatını Kur'an-ı Azimüşşan'a uydurur. Onu kendi yolumuza ve arzumuza uydurursak, o din değildir. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz en ince hareketlerde bile Kur'an-ı kerim'e bakarak yön verirlerdi. Bize ise yolumuzu, yönümüzü beğendik, ahkâm bize uysun istiyoruz.
Her işte iki rehber olacak:Kelâmullah ve Hadis-i şerif. Bu iki noktadan ayrılmadıkça biz istikametteyiz.
Ahkâm haricinde yapılan en küçük bir iş bizi dalâlete götürür. İslâm ahkâm-ı ilâhiye uymayan her şeyi kat'î suretle yasaklar.
Ahkâma uymayan her türlü çalışma, ibadet nakıstır.
Yol çok güzel amma güzel yürümek lâzım. Bu güzel yürümek ne demek? Ahkâm mucibince, Hazret-i Kur'an'ın tarifi üzerinde yürümek. Hazret-i Kur'an'la, Sünnet-i seniyye rayları üzerine bir kere oturttun mu o raylar seni öyle götürür, mal-i maksuda ulaştırır. Ama o iki rayın üzerine oturmak lâzım. O hayatı yaşamak lâzım.
Bu yol Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a aittir. Mahlûka ait değildir. Bunu görün, yola devam edin, ilâhi emirlere dikkat edin, ahkâm mucibince yaşamak için. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hadis-i şerif'lerine riayet edin, ona uymak için. Bu şekilde hareket ederseniz muhabbetinizle ulaşmaya vesile olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" buyuruyor. (Hûd: 112)
Bu Âyet-i kerime mucibince emr-i ilâhi doğrultusunda istikamette yürümek şarttır.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- bir gün Resulullah Aleyhisselâm'a:
"Son zamanlarda senin hızla yaşlandığını görüyorum, bunun sebebi nedir?" diye sorduğu zaman:
"Hûd sûresi ve benzeri sûreler beni ihtiyarlattı." buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Onun için:
"Şüpheli şeylerden kaçınanlar, dinini ve namusunu korumuş olurlar." (Buhârî. Tecrîd-i sârîh: 48)
İnsan her sahada, her dalda, her an bu Âyet-i kerime ile yürümek mecburiyetindedir. O an için hangi sahada, hangi dalda ne ile meşgul isen geçerli olan Âyet-i kerime'dir. Âyet-i kerime mucibince mi hareket edeceksin? Yoksa zannın ile ve menfaatin için mi hareket edeceksin? Cenâb-ı Hakk kişiyi burada imtihana çeker. Bu noktada taviz yok, imtihan vardır.
Bir insanın bu Âyet-i kerime karşısında, ben iyiyim demesi çok acayiptir. Meğer O'nun lütfuna, rahmet ve merhametine kalmış.
Kim ki ahkâmı inceden inceye süzüp hareket ederse, ona ahirette kolaylık vardır. Sırat köprüsü onun için geniş ve rahat olur, dolayısıyla geçmesi de kolay olur.
Dünyada ahkâma dikkat etmeyen, incelemeyen, orada her halde çok ince hesaptan ve çok ince köprüden geçecek.
Daha doğrusu "Kâl", "Hâl", "Fiil" ahkâma uygun olacak. Eğer birisi noksan olursa, Kur'an-ı kerim'den zerre kadar ayrılırsa; o yol, yol değildir. O yol hemen o yetmiş iki yolun içerisine girer ve kaybolur.
Yâni gökte uçtuğunu dahi görseniz, ahkâmdan bir lâhza ayrıldığını gördüğünüz zaman, kim olursa olsun, olduğu yerde bırakın. İsim bahis mevzuu değildir.
Bütün gayem; Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümlerinin mevcudiyetinin, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Sünnet-i seniyye'sinin varlığının dimdik ayakta durmasıdır.
Hiçbir müslüman fert ve milletin, Allah-u Teâlâ'nın ve Peygamber'inin hüküm verdiği bir hususta kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Müslüman kalmak, müslümanca yaşamak ve müslüman olarak ölmek isteyen bir kimse mutlaka Allah-u Teâlâ ve Resul'ünün emir ve arzusuna boyun eğmek "İşittim ve itaat ettim!" demek zorundadır. Boyun eğmeyi kabul etmezse, ne kadar müslüman olduğunu iddiâ etse de boştur. Bu gibi kimseler İslâm dairesinden çıkmış, kalbinde imandan bir eser kalmamıştır.
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Âyet-i kerimesi'nin kapsamına tutulur. Tevhide ulaşmak için açık, gizli her türlü şirkten, küfürden kaçınmak lâzımdır.
Emrolunmuş, hükmedilmiş. Hükümle yaşamak zorundayız. Arzu yani nefsani hareketlerimiz bizi büyük mesuliyete tabi tutar. Fakat insan Hazret-i Allah'tan korkarsa hudut içinde gezer.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belânın gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar." (Nûr: 63)
Onun emirlerine uymayan, yolundan gitmeyen, sünnetinden ayrılan kimseler; dünyada kendilerine büyük bir musibetin inmesinden ve ahirette de şiddetli bir azaba uğramalarından korksunlar.
"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyât: 56)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre insanlar Kur'an-ı kerim'in hükmü ile mükellef oldukları gibi, cinler de onun ahkâmı ile mükelleftirler.
Hiç şüphe yok ki, Allah-u Teâlâ'nın şeriatına yani ahkâm-ı ilâhisine bütünüyle riayet etmek, iman alâmeti demek olan namazın edâsına hakkıyla dikkat etmek, zekât, oruç, hacc gibi ibadetleri yapmak gerekir.
Ahirette mizanın tehlikesinden ancak dünyada nefsini hesaba çeken; duygu ve düşüncelerini, söz ve davranışlarını, amellerini ahkâm terazisi ile tartan kimselerle, tevbeleri kabul edilenler kurtulurlar.
Orası için çalışın. Orası için hazırlık yapın, ahkâm-ı ilâhiyi yerine getirin.
Sırat köprüsü dünyadadır. Kim ki ahkâmı inceden inceye süzüp hareket ederse, ona ahirette kolaylık vardır. Sırat köprüsü onun için geniş ve rahat olur, dolayısıyla geçmesi de kolay olur.
Dünyada ahkâma dikkat etmeyen, incelemeyen, orada her halde çok ince hesaptan ve çok ince köprüden geçecek. Şüpheli şeylerden dahi geçmedikçe huzur bulamazsınız.
Binaenaleyh, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendilerinden sonra Allah-u Teâlâ'nın kitabı ile Sünnet-i seniyye'sini bıraktıklarını sımsıkı sarılmamızı Hadis-i şerif'lerinde beyan buyuruyorlar.
Esas budur. Allah-u Teâlâ'nın beyanı, Resulullah Aleyhisselâm'ın kelâmıdır. Cenâb-ı Hakk'ın Kelâm-ı kadim'i olan Kur'an kerim Âyet-i kerime'leri ile Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in vahy-i ilâhi olan Hadis-i şerif'leridir.
Herkesin elinde Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'ler olduğu halde neden tatbikata geçilemiyor? Sırât-ı müstakim üzere yürünmüyor, ahkâm-ı ilâhi tatbik edilmiyor?
Çünkü nefis hareket ediyor, nefisle iş görülüyor.
Bir insan dünyayı mabut edindiği, nefis putuna taptığı zaman, Hazret-i Allah'ın ahkâmını dinlemez.
Dünyayı düşünüp nefsin arzularına uyan, Hakk ve hakikatten uzaklaşıp şeytan ile arkadaş olan kimse aslâ mükerrem insan olamaz. Süflî arzular peşinde oldukları için suretâ insandırlar, icraatları hep hayvanîdir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyruluyor:
"Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder." (Yûsuf: 53)
Bu emretme, fısıldama şeklinde oluyor. Kötüyü iyi, çirkini güzel, haramı helâl gösteriyor. Ahkâmı çiğnetiyor, olmayacak işi yaptırıyor.
Muhakkak nefis terbiyesi, ruhun tâlim ve terbiyesi şarttır. Kötü sıfatları izâle etmek, dosdoğru olmak için nefis terbiyesini yapmak şarttır. Tasavvuf bunun için elzemdir.
Bu ilim irfan mektebinde Hazret-i Kur'an ve Sünnet-i seniyye rayları üzerinde yürünülür.
Gaye nefsin tezkiyesi, ruhun tâlim ve terbiyesidir. Nefis mücadelesi tevbe ile başlar. Tevbeyi hafife almamak derin pişmanlık duymak, tevbede samimi olmak şarttır.
Tasavvuf, insanın süflî hayattan ulvî hayata yükselmesi ve yüksek kemâlâta ulaşabilmesi için; nefsini kötü duygu ve huylardan, hayvânî sıfatlardan arındırarak ahlâkını düzeltmesini, zâhirini ve bâtınını nurlandırmasını sağlayan mânevî bir disiplindir. Bu bakımdan tasavvuf, İslâm ahlâkının vücut bulmasında en büyük âmildir.
"Nefsini temizleyen kurtulmuştur." (Şems: 9)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere kalbini, mâsivânın bataklık ve bulanıklıklarından temizleyerek mârifet evi ve muhabbet yurdu hâline getirir.
Tasavvuf, şeriat-ı mutahharanın hâdimidir, yardımcısıdır. Abdest, temizlik, taharet, namaza hazırlık olduğu gibi; tasavvuf da kalbi temizleyip huzura hazırlar.
Kalp temiz olursa, kişiyi ibâdet ve taate sevkeder. Hasta bir insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamadığı gibi, mâsivâ bataklığına dönen bir kalp de ibadet ve taatın lezzetini anlayamaz. Hasta olan kalbin temizlenmesi lâzımdır.
Bedeni hastalıkların teşhis ve tedavisi için hâzık bir tabibe müracaatı emir buyurmuş olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mânevi hastalıklardan kurtulmak için de mânevi bir tabibe, Rabbânî bir âlime başvurmayı dini bir ihtiyaç olarak göstermiştir.
Mühim olan bu mânevi hastalıklardır.
"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)
Âyet-i kerime'si ile işaret buyurulan bu korkunç hastalıklar, tedavi edilmezse insanın ebedî ahiret hayatını öldürdüğü için çok tehlikelidir.
Hasta olan bir insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamaz. Ağız tadının geri gelmesi, hastalığının tedavisine bağlıdır. Bunun gibi nefs-i emmâreye mağlup olan masivâ bataklığına dönen bir kimsenin kalbi hastadır, ibadet ve taatlarından lezzet alamaz.
Kin, kibir, gadap, şehvet, hased, riyâ, tamah, ucb... gibi kötü sıfatlar kalp hastalıklarıdır. Kâmil bir mümin olabilmek için kalpten bu sıfatları bir bir izâle etmek gerekmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından (açığından gizlisinden) uzak bulununuz." buyuruyor. (En'am: 151)
Allah-u Teâlâ müminlerin en önce kendi nefislerini düzeltmek için uğraşmalarının gerektiğine dâir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Size düşen kendinizi düzeltmektir ve nefsinizi ıslah etme yükümlülüğünüzü yerine getirmektir. İsyanlara dalmaktan, ısrarla günah işlemekten korunun. Nefislerinizi ıslah yolundan ayrılmayın. Size hidayet erişince, sapıklığa düşenlerin sapıklıkları size zarar vermez. Onların zarar ve mesuliyetleri sırf kendilerine âit kalır.
Nefsin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır. Gücünü hep o yönde kullanır. Onun özelliği böyle olduğu için, insanoğlu sırf kendi nefsine kalırsa, her türlü fenalığa sürüklenir.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)
Nefis yedi başlı bir ejderdir. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık... gibi hayvânî sıfatlardan hangi sıfatta kişiyi yakalarsa, onu alır cehennemin ortasına kadar götürür. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
Bir Hadis-i kudsî'de:
"Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir." buyuruluyor.
Kişi onun hakkını ona vermeli ve yoluna devam etmelidir. Ve fakat onun arzusuna kapılmamalıdır.
Ruhun bineği nefistir. Bu bineğe ahkâm-ı ilâhi dizginlerini takarsan rızâ mucibince hareket etmiş ve ettirmiş olursun. Eğer ahkâm mucibince hareket etmezsen başıboş bırakırsan o bir hayvandır, seni de arzusuna çeker, alır, götürür. Dünyaya dalarsın, Yaratan'ı unutursun. Allah-u Teâlâ'ya hasım kesilirsin ve nefsinle beraber cehennemi boylarsın.
"Ona:'Andolsun ki sen bundan gâfildin, işte şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık, bugün artık gözün keskindir.' denir." (Kâf: 22)
Herkes bundan gâfildi.
Artık iş işten geçmiştir, aklı başına gelmiştir, nedamet çok faydası yok.
İman nasıl lâzım şimdi? İşte iman burada lâzım.
Gaye buna ölmeden evvel vâkıf olmak. Öldükten sonra buna herkes vâkıf olacak. Öldükten sonra perde kalkıyor, hakikati görüyorsun, ama şimdiden görebilmek ve kendini ona göre ayarlamak mümkün.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde kendisine inanan ve Resul'ünü tasdik eden kullarına; İslâm'ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:
"Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır." (Bakara: 208)
Allah-u Teâlâ'ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O'na itaat edin. İslâm'a bir başka şeyi karıştırmayın.
Hakk'a uymayıp, Hakk'ı kendi arzu ve heveslerine uydurmaya kalkışanlar hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Eğer hak onların heveslerine uysaydı, gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi." (Müminun: 71)
Çünkü onların hevâ ve hevesleri bozuktur, farklı farklıdır, tutarsızdır.
Onlar nefislerinin arzularına meylettikleri için, Hakk'ı ve hakikati duymak, üzerinde düşünmek istemezler.
"Hayır! Biz onlara zikirlerini (şan ve şereflerini) getirdik. Fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar." (Müminun: 71)
Ona iltifat etmiyorlar, ondan feyiz alarak nefislerini ıslâh etmek istemiyorlar. O sayede nefislerinin şerrinden kurtulmak arzusunda bulunmuyorlar, arzu ve heveslerine uymaya devam edip durmak istiyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür." (Buhârî)
"Yazıklar olsun o adama ki, derviş hırkası giyer de sözü ve fiili birbirine muhâlif olur." (Münâvî)
"Yazıklar olsun o şahsa ki, lisan ile Cenâb-ı Allah'ı çok zikreder, fiile gelince şerîatın emrinin aksini irtikab ile Allah'a âsî olur." (Münâvî)
Resulullah Aleyhisselâm görerek konuşuyor.
Bir insan ibadet eder, Hazret-i Allah'ı çok zikreder, fakat ahkâm mucibince hareket etmez. O zaman gayr-i ihtiyari fâsık durumuna düşer. Düşüren ne? Hazret-i Allah'ın emrine nefsimizin karşı gelmesi. Görünüşte hiçbir şey yok. Herkes bizi gayet iyi müslüman olarak görür. Lâkin nefsimiz, Hazret-i Allah'ın emirlerine karşı geldiği için; karşı gelmekten ötürü, ibadet var, zikir var, fikir var ama isyanı Hakk biliyor. Halk ibadet ve taati görüyor, Hakk ise isyanımızı görüyor.
Ahkâm-ı ilâhi haricindeki işlerin dinle, imanla ilgisi yoktur. Hüküm bellidir.
Hazret-i Mevlâna -kuddise sırruh- ne güzel buyurmuş:
"Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol."
Allah-u Teâlâ, mümin kullarına kendisinden korkmalarını ve doğru sözlü olmalarını emir buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın."(Ahzâb: 70-71)
İmanların kaymaması için, imanımızı muhafaza için Cenâb-ı Hakk'ın emrine riâyet şarttır. Aksi takdirde büyük bir ateş dokunabilir.
Bütün emirlerine riayet, bütün yasaklarından kaçınmak dünya saadetine, ahiret selâmetine vesiledir.
Kalbimizi sâlimleştirirsek, Hazret-i Allah ve Resul'ünün muhabbetini kalbimize koyarsak, yaptığımız bütün iş ve icraat ahkâma uygun olursa, o zaman Hakk'ın kulu oluruz, aksi halde halkın kulu oluruz.
Halkın kulu olmak demek, nefis ve şeytanın kulu olmak demektir ki Allah'ım bizi onlardan yapmasın.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim." buyuruyor. (Mâide: 3)
İslâm dini Allah-u Teâlâ'nın râzı olduğu ve ondan başkasını kabul etmediği bir dindir.
Bu din-i mübin'in hükümleri kıyamete kadar bâkîdir. Her ne suretle olursa olsun asla değiştirilemez.
İslâm âlimleri Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'nin rehberliğinde bu iki kaynağın gayesini ve hedefini izah etmeye çalışmışlardır.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır." (Âl-i imrân: 85)
Bu kimseler bütün iyiliklerini kaybetmişler ve cezâya müstehak olmuşlardır. İslâm'dan yüz çevirip bir başka din arayan kimse, faydalıyı kaybedip büyük bir zarara düşmüştür.
Târık bin Şihâb -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, bir yahudi Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-e gelmiş ve Mâide sûre-i şerif'inin 3. Âyet-i kerime'sini kastederek "Siz bir âyet okuyorsunuz ki, bu âyet bize indirilmiş olsa, o günü bayram yapardık."demişti.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- şu cevabı verdi:
"Ben bu âyetin nerede indirildiğini, hangi gün indirildiğini ve o indirilirken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in nerede olduğunu pekâlâ bilirim. Bu âyet Arafat'ta indirilmiştir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de vakfe halinde idi." (Müslim: 3017)
Böylece Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de müslümanların o günü bayram edindiğine işaret etmek istemiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde kendisine inanan ve Resul'ünü tasdik eden kullarına; İslâm'ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:
"Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın sulh ve selâmetine girin." (Bakara: 208)
Allah-u Teâlâ'ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O'na itaat edin. İslâm'a bir başka şeyi karıştırmayın.
İslâm bir bütündür. Hükümlerinden hiçbiri birbirinden ayrılmaz.
Kalplerine iman yerleşmiş olan hakiki müminlerdir ki; ancak onlar Allah-u Teâlâ'nın âyetlerini tasdik ederler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Bizim âyetlerimize ancak o kimseler inanır ki, onlar kendilerine hatırlatıldığı zaman derhal secdeye kapanırlar. Büyüklük taslamadan Rabb'lerini hamd ile tesbih ederler." (Secde: 15)
Kendi ibadet ve taatlerini de ihlâs ve sadâkatle yaparak, bundan dolayı gurura kapılmazlar.
"Ve kendilerine Rabb'lerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar." (Furkan: 73)
Âyet-i kerime'ler ve onlardaki derin mânâlar onları derinden etkileyerek harekete geçirir. Kendilerine emredileni yaparlar, nehyedilenden kaçınırlar.
"Kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğu zaman, bu onların imanlarını artırır." (Enfâl: 2)
Bilgi ve ibadet delilleri arttıkça, iman da taklitten çıkıp tahkik özelliği kazanmaya başlar.
"Rabb'lerinden korkanların (bu Kitab'ın etkisinden) derileri ürperir. Sonra hem derileri hem de kalpleri Allah'ın zikrine (yönelerek) yumuşar ve yatışır. Bu kitap, Allah'ın hidayet rehberidir. Dilediğini onunla doğru yola iletir."(Zümer: 23)
O halde Allah-u Teâlâ'nın hidayetini dilediği kimsenin alâmeti Âyet-i kerime'leri kendisine okunduğu zaman derisinin ürpermesi, sonra da yumuşamasıdır.
"De ki; Onu Ruh'ül-kudüs (Cebrâil) Rabb'inden sana hak olarak indirdi ki, iman edenlere sebat versin, müslümanlar için bir hidayet ve müjde olsun." (Nahl: 102)
Çünkü müminler gönülden Allah-u Teâlâ'ya bağlıdırlar. Bu Kitab-ı kerim'in O'nun katından geldiğini yalnız onlar anlarlar, bu hususta hiçbir şüphe taşımazlar.
Kur'an-ı kerim bir taraftan müminlere sebat verirken, diğer taraftan da onları doğru yola iletmekte ve müjdeler vermektedir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"O kullarım ki, sözü işitip de onun en güzeline uyarlar. İşte bunlar Allah'ın kendilerine hidayet ettiği kimselerdir. İşte bunlar öz akıl sahiplerinin tâ kendileridir." (Zümer: 18)
"Kur'an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir. Zâlimlerden başkası âyetlerimizi inkâr etmez." (Ankebut: 49
Hiç şüphesiz ki iman nûruyla münevver, İslâm şerefiyle müşerref olmayan kişiler yaratılış icaplarını yerine getirmezler, Yaratan'a hasım kesildikleri gibi; dinini alaya alırlar, içten yıkmaya çalışırlar.
Allah-u Teâlâ en belirgin noktaları hatırlatarak başlangıcını ve sonunu düşündürmek üzere Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Kahrolası insan! Ne kadar da nankör! Onu yaratan hangi şeyden yarattı? Onu nutfeden yaratıp merhalelerden geçirerek şekil verdi. Sonra ona tutacağı yolu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürür ve kabre koyar. Daha sonra dilediği zaman onu tekrar diriltir." (Abese: 17-22)
Onu mahşere sevkeder, muhasebesini görür, ameline göre cezasını verir.
Bunca ihsan ve ikram sahibi olan Hazret-i Allah'a isyan eden münafıklar bu ilâhî cezaya müstehak olmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İşte böyle... Çünkü onlar Allah'ın indirdiğinden tiksinip hoşlanmamışlardır." (Muhammed: 9)
Hazret-i Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayıp tiksinenler İslâm gibi görünürler ve fakat küfre hizmet ederler ve onlarla ünsiyet kurarlar, onlarla birlik olurlar. Dünyaya taparlar. Gayeleri madde, menfaat ve şöhrettir. Şöhret ise bir âfâttır.
Gerçek müslümanlarla aslâ ülfet etmezler ve müslümanları alaya alırlar.
Onlar Allah-u Teâlâ'nın hükümlerinden hoşnut olmadıkları için böyle yapıyorlar. Âyet-i kerime'ler karşılarında açık açık okunduğu halde ikrah ettikleri görülüyor.
"Bunun için Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır." (Muhammed: 9)
Çünkü amellerin kabulü için asıl ve esas olan imandır. Onlar ise bu imandan mahrum kimselerdir.
Allah-u Teâlâ onların hidayetten mahrum kalmalarının sebebini beyan etmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Hayır! Zulmedenler körü körüne heveslerine uymuşlardır." (Rûm: 29)
Onlar ahkâm-ı ilâhî'ye gözü yumuk baktılar. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ler önlerine serildiği halde hafife aldılar, kendi zan ve tüzüklerine uydular. Madde ve menfaâte taptılar, dünyayı ahirete tercih ettiler.
"Allah'ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebilir? Onların yardımcıları da yoktur." (Rûm: 29)
Delilsiz ve ilimsiz olarak kendi batıl yollarına gittikleri için İslâm hududundan çıktılar. İradelerini şerre sarfettiler. Allah-u Teâlâ'nın dalâlete düşürdüğü kimseyi hiç kimse hidayete erdiremez. Onların müstehak oldukları azaptan kurtaracak yardımcıları da yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde insanların yalnızca kendi dinine yönelmelerini emir buyurmaktadır:
"Hakk'a yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılıştan verdiği dine ver." (Rûm: 30)
Allah-u Teâlâ kullarını İslâm'ı kabul edecek ve onu inkâr etmeyecekleri bir kabiliyete sahip olarak yaratmıştır. Her insan İslâm fıtratı üzere dünyaya gönderilmektedir. İnsanlar bu fıtratta sebat etmelidirler. Allah'ın dininden uzaklaşıp başka yollara yönelirlerse, fıtratlarına aykırı hareket etmiş olurlar.
"Zira Allah'ın yaratışında bir değişme yoktur." (Rûm: 30)
Allah'ın yaratışının benzeri ve karşılığı yoktur. İnsanlar kaybettikleri bu kabiliyeti hiçbir şey ile yerine koyamazlar. Allah-u Teâlâ'nın yarattığı fıtratın aksine din uydurmaya hiç kimse sahib-i selâhiyet değildir. İnsanların bu dine muhalefet etmesi aslâ düşünülemez.
"Bu, dimdik ayakta duran bir dindir." (Rûm: 30)
İnsan aklı kendi başına bırakılmış olsa, başka bir din seçemez. Hak dinden sapan bir insan ise insan ve cin şeytanlarının azdırmaları sonucu sapar.
"Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm: 30)
Bu ilâhî nimetin kıymetini ve ulviyetini takdir edemezler, hevâ ve heveslerine uyarak bâtıl yollara saparlar.
İşte bu Allah-u Teâlâ'nın fermanıdır. İman edenlere buyuruyor ve duyuruyor.
Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imrân: 19)
İşte Allah-u Teâlâ'nın yanında makbul olan din budur. Onlar ise çeşitli kitaplara ayrıldılar, her biri birer din kurdular. İman ettikleri imama uydular ve dinden imandan böylece ayrıldılar.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır." (Âl-i imrân: 85)
Allah-u Teâlâ'ya ve O'nun beğenip seçtiği dinine tam bir iman ile teslimiyet bulunmadıkça ahirette hiçbir amel fayda vermez. Küfürle ölenlerin her birisi dünya dolusu altın vermiş olsalar, ahirette ilâhî azaptan kendilerini kurtaramazlar.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik." buyuruyor. (Nisâ: 64)
Ona itaat etmekle Allah-u Teâlâ'nın emrine itaat edilmiş olur. Ona itaat etmeyen ise Allah-u Teâlâ'ya da, gönderdiğine de iman ve itaat etmemiş olur.
Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, Sünnet-i seniyye'sine sımsıkı sarılmayı, ahlâkı ile ahlâklanıp edebiyle edeplenmeyi gerektirir.
Âyet-i kerime'de:
"Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının!" buyuruluyor. (Haşr: 7)
Bu emr-i ilâhîyi bizzat Hazret-i Allah buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor. Binaenaleyh Resulullah Aleyhisselâm'ın Hadis-i şerif'lerini ve beyanlarını hafife alanlar gerçekten imansız ve saptırıcıdırlar. Bunlar yolun başına oturmuş, halkı saptıran, âhir zaman ulemâsıdır. Halkı dinden imandan ayırıyorlar. Ve fakat halk hâlâ onların birşey bildiğini zannediyor.
Oysa Resulullah Aleyhisselâm'ın her emrine itaat etmek farz olup, aykırı hareket etmek ise haramdır.
Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri:
"Resulullah Aleyhisselâm'ın hiçbir sünnetini terk etmedim. Eğer terk edersem, hak ve hidayetten sapıtmadan korkarım." buyurdular. (Buhârî)
İşte gerçek iman edenler bunlardır. Bu sağlam imandan mahrum olanlar ise imansızlıkları sebebiyle onun her emr-i şerif'ini hafife alırlar. Bugün olduğu gibi.
Allah-u Teâlâ iman etmeyenleri tevbih ettikten sonra, iman edenleri küfür karanlığından iman aydınlığına çıkaracağını beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indiren O'dur.
Doğrusu Allah size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir." (Hadid: 9)
Zira sizin doğru yolu bulmanız için size gönderdiği akli delillerle iktifa etmeyip kitaplar indirdi, peygamberler gönderdi.
Allah-u Teâlâ kullarına ona uymayı ve yolundan ayrılmamayı emir buyurdu:
"O Peygamber'e uyun ki, doğru yolu bulasınız." (A'râf: 158)
Bu Âyet-i kerime, Hazret-i Allah ve Resul'üne uyanların doğru yolda olduğunu beyan ederken, ona uymayıp hafife alanların da doğru yolda olmadığını ilân ediyor.
Peygamber'e itaat etmek, rahmeti beraberinde getiren hususlardandır.
"Peygamber'e itaat edin ki rahmete erdirilesiniz." (Nûr : 56)
Allah-u Teâlâ ona her defasında itaat edilmesini bizzat emir buyuruyor. Ancak ve ancak bu suretle rahmete eriştireceğine vaad-i sübhanisi var. Buna aykırı hareket edenler bu rahmet-i ilâhîden mahrumdurlar.
"Eğer siz gerçekten müminlerseniz, Allah'a ve Peygamber'ine itaat ediniz." (Enfâl: 1)
Çünkü Hazret-i Allah'a ve Resul'üne tam bir teslimiyetle itaat etmek, imanın kemali ve gereğidir.
Ona itaatı kendisine yapılacak itaatla birlikte emretti. Ona yapılan itaatı kendisine yapılan itaat, ona muvafakatı kendisine muvafakat gibi saydı. İsmini ismiyle birlikte zikretti:
"Peygamber'e itaat eden, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur." (Nisâ: 80)
Buradan da anlaşılıyor ki, ona itaat etmeyip Sünnet-i seniyye'sine riayet etmeyen, Hadis-i şerif'lerini hafife alan kimseler gerçek imandan mahrumdurlar.
"Hadis-i şerif'leri inkâr etmekle imandan çıkılmaz" diyenlere Allah-u Teâlâ'nın burada apaçık bir ferman-ı ilâhiyesi var ki onlar dinden çıkmıştır. Delil olarak arzettiğimiz bu Âyet-i kerime'ler kâfidir.
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, o gerçekten büyük bir kurtuluşa ermiştir." (Ahzab: 71)
Burada Allah-u Teâlâ kendisine itaat ile Habib-i Ekrem'ine itaatı ayırmıyor. Kim ki bunu ayırırsa, "Hadis-i şerif'i inkâr etmekle kâfir olmaz." diyor ise onların dalâlette olduğunu bu Âyet-i kerime açık olarak beyan ediyor. Bunların kâfir olduklarını her fırsatta Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle izah ve ispat ediyoruz.
Bunun yegâne sebebi; kendi arzusu ile konuşmaması, konuştuğunun da ancak kendisine vahyedilenlerden ibaret oluşudur.
Allah-u Teâlâ ile Peygamber'i arasında ayrılık gayrılık düşünülemez. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e itaat; Allah-u Teâlâ'ya itaatın yolu, hatta bizâtihidir.
Onun her emr-i şerifi, insanlara maddî ve mânevî hayat veren bir dâvet hükmündedir. Bu dâvet Hazret-i Allah'ın dâvetinden başka bir şey değildir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Ey iman edenler! Allah ve Peygamber'i sizi, size hayat verip canlandıracak şeylere çağırdığı zaman icabet edin." (Enfâl: 24)
"Hayat verip canlandıracak" demek ruhun dirilmesi, ruhun gıdalanması demektir. Ona uymakla hakikat hayatının zevk ve sefasına eresiniz, ebedi selâmet yollarını bulasınız, Cennet-i alâ'ya ve Cemalullâh'a müşerref olasınız.
Hayat verip canlandıracak şey Allah-u Teâlâ'nın duyurduğu şeydir. Allah-u Teâlâ duyurur, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine de bildirir. O da Allah-u Teâlâ'nın duyurduğunu bildirdiği zaman "Hayat" olur. Öyle bir hayat ki, yalnız dünya hayatını değil, hayat-ı ebediyeyi kazandıran bir hayattır.
Dünyada ulvî hayat, ahirette ebedi hayat.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in irtihalinden sonra bazı kabilelerin zekât vermek istememesi üzerine Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz ordu sevketmek istemiş, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz de dahil Sahabe-i kiram Efendilerimiz'den bazıları kendisine muhalefet edip tartıştığı zaman şu meşhur sözünü söylemişti:
"Allah'a yemin ederim ki Hazret-i Peygamber'in döneminde ödediklerini ödememekte direnecek olurlarsa, bu bir deve yuları bile olsa onu tahsil edinceye kadar kendileriyle mücadele edeceğim."
Fakat Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- şöyle bir itirazda bulundu, dedi ki:
"Hazret-i Peygamber:
'Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur deyinceye kadar insanlarla savaşmak için emrolundum.
Ancak 'Lâ ilâhe illâllah' deyince bir kimse bu takdirde canını ve malını bana karşı korumuş olur.
Onun hesabı da Allah'a aittir.' dememiş miydi?
Peki biz hangi gerekçeyle onlara karşı savaş açacağız?"
Ne var ki Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- şu sert karşılığı verdi:
"Allah'a yemin ederim ki namazla zekâtı birbirinden ayıranlara karşı amansızca savaşacağım.
Zekât malın hakkıdır. Yemin olsun, zekât olarak tahakkuk etmiş olan şey bir oğlak bile olsa onu vermemekte direndikleri takdirde kendileriyle dövüşeceğim."
"Hayvanı verse, yularını bile vermezse namazla zekât arasında fark gözeten herkesle harb ederim." buyurdu.
Biz ona; "Müslümanların ilâcı" deriz. O derece muhabbetimiz var.
Hazret-i Allah onu vesile kılmasaydı ne İslâm ne de İslâmiyet'in esaslarından bir şey kalacaktı. Niçin bu isimle andığımızı şimdi anladınız mı? Dertlere derman olan, gönüllere safa veren bir ilâç...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e verilen mucizelerin en büyüğü ve devamlı olanı Kur'an-ı kerim'dir. Hem mânâsı, hem de lâfzı itibârı ile mucizedir.
İslâm hukukunun birinci ana kaynağı olan Kur'an-ı kerim; Semâvî kitapların hülâsasıdır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Peygamberlerden hiçbiri yoktur ki, ona beşerin emsaline iman ettiği mucizelerin bir misli verilmiş olmasın. Bana verilen mucize ise ancak Allah'ın bana vahyettiği (Kur'an-ı kerim)dir.
Binaenaleyh kıyamet gününde ben peygamberlerin en çok tâbii bulunanı olmayı ümit ederim." (Müslim: 152)
Diğer Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in mucizeleri yaşadıkları zamanlarda tecellî etmiş, vefatları ile sona ermiş, o mucizeleri o zamanlarda hazır bulunanlardan başkaları görmemiştir. Getirdikleri ve tebliğ ettikleri dinler de kendilerinden sonra ümmetleri tarafından tamamen değiştirilmiştir.
Bedevî bir muhitte, tahsil görmeden yetişen ve okuyup yazması da olmayan ümmî peygamber Muhammed Aleyhisselâm'ın en büyük mucizesi Kur'an-ı kerim'in ise; Asr-ı saâdet'ten zamanımıza kadar hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile değişmemiştir. Kıyamete kadar da asla değişmeyecektir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri onu muhafaza edeceğini ferman buyurmaktadır:
"Bir zikir olan Kur'an'ı biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz." (Hicr: 9)
Kur'an-ı azîmüşan kıyamete kadar bâki ve daimdir.
"Şüphesiz ki bu (Kur'an), çok şerefli bir elçinin (getirdiği) sözdür. O elçi güçlüdür, Arş'ın sahibi katında itibarlıdır. Orada kendisine uyulandır, güvenilen bir elçidir. Arkadaşınız aslâ deli değildir." (Tekvir: 19-22)
Kâfir ve münâfıklar her ne kadar bu ilâhî Kitab-ı kerim'i bozmaya çalışsalar da, Allah-u Teâlâ onun bizzat koruyucusu olduğunu beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
Allah-u Teâlâ'nın ilâhi fermanları apaçık önlerine sürüldüğü halde inanmıyorlar ve o büyük kurtuluşa ermek istemiyorlar.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Hayır! O kâfirler yalanlayıp dururlar." (Bürûc: 19)
Bu, her asrın inatçı kâfirlerine şâmildir. Onlar da eskilerin inkârlarından daha beter olan bu inkârlarında devam ederek korkunç âkıbetlerini kendi elleriyle hazırlamaktadırlar.
"Oysa Allah onları arkalarından kuşatmıştır." (Bürûc: 20)
Kaçıp kurtulabilecek bir yer bulamayacaklardır.
"Hayır! O şerefli bir Kur'an'dır." (Bürûc: 21)
Öyle kerim bir Kur'an ki, Allah-u Teâlâ'nın en son ve en büyük kitabıdır. Bir tek Âyet-i kerime'sine bile inanmayan kimse, kendi nefsini ilâh edinmiş, arzularını hüküm yerine koymaya çalışmış, bunun için de kâfir olmuştur. İman eden müslümandır, iman etmeyen kâfirdir.
Öyle hakîm bir Kur'an'dır ki, Allah-u Teâlâ'nın koruması sayesinde bozulmaktan, yanlışlıktan korunmuştur.
"Levh-i mahfuz'dadır." (Bürûc: 22)
Onun aslı ümmül-kitap olan Allah'ın ilmindedir. Bunun içindir ki tahrif ve tebdilden her bakımdan muhafaza olunmuştur.
"Resul'üm! Biz onu (Kur'an'ı) senin dilin ile kolaylaştırdık ki, düşünüp ibret alsınlar.
Öyle ise bekle, onlar da beklemektedirler." (Duhan: 58-59)
Çok yakında senin ümitlerin gerçekleşecek, onların ümitleri ise boşa çıkacaktır.
Kur'an-ı kerim; zâhir, bâtın, maddi ve mânevi keşfedilmiş, keşfedilmemiş her türlü bütün ilimlere hitap eder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Bilin ki Kur'an ancak Allah'ın ilmi ile indirilmiştir." (Hûd: 14)
Kur'an-ı kerim, gerek sözleri gerek mânâsında ihtiva ettiği gayba âit haberleri, emirleri ve yasakları, müjdeleri ve uyarıları ile bütün akıl ve anlayışların üstünde olan, Allah-u Teâlâ'nın vahyi ile indirilmiş kıyamete kadar devam eden bir mucize, ilâhî bir belgedir.
Allah-u Teâlâ, kullarını cehâlet karanlığından kurtarmak için Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a peygamberlik müddeti esnasında zaman zaman ve çeşitli vesilelerle, ilâhî bir nur, ilâhî bir düstur ve bir ahlâk fermanı olan Kur'an-ı kerim'i ihsan buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk, Kelâm-ı kadim'inde; "İnsanları karanlıktan aydınlığa, yegâne galip ve övülmeye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik." buyurarak Habib'ine hitap etmektedir. (İbrahim: 1)
•
Kur'an-ı kerim Hazret-i Allah'ın varlığına, birliğine, sıfatlarına, gayb âlemine, hayrın ve şerrin mânâsına, ölümden sonraki âhiret hayatının hakikatine dair meseleleri en güzel bir şekilde açıklığa kavuşturmuştur.
Allah-u Teâlâ'nın birliğine inanan ve O'nun küllî iradesine teslim olanların maddî ve mânevî ilerlemeyi sağlayacak ilim ve irfanı tahsil etmelerini, iffete sarılmalarını, din kardeşliğinin esaslarını sağlamlaştırmalarını ve insanlığın irşadı için gerekli olan diğer şartları ve sebepleri izah eder.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bu Kitap'ta hiçbir şüphe yoktur. O, takvâ sahipleri için yol göstericidir." (Bakara: 2)
•
"Hâ-Mim. Kitabın indirilmesi, Aziz ve Hakim olan Allah tarafındandır." (Câsiye: 1-2)
Allah-u Teâlâ kemâl derecesinde izzet sahibidir ve kemâl derecesinde hikmete sahiptir. Bundan dolayı O'nun Kitab-ı kerim'i de aziz ve hakimdir. Hikmet sahibi olan Allah-u Teâlâ'nın hiçbir talimatının yanlış olma ihtimali bulunmadığı için, bütün emirlerine uymak gerekir.
O'nun kitabıdır, O'nun kelâmıdır, O'nun beyanıdır.
Bir tek Âyet-i kerime'sini değiştirmeye kalkışan, ilâhî hükmü değiştirmek isteyen kimse; kendi nefsini ilâh edinmiş, arzularını hüküm yerine koymaya çalışmış, bunun için de küfre kaymıştır. Kesinlikle bilin ki bunlar kâfirdirler.
Bin dört yüz yıldan bu yana Kur'an-ı kerim'in bir benzeri ortaya konmamıştır, kıyamete kadar da beşer bundan âciz kalacaktır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"De ki:Yemin olsun eğer insanlar ve cinler bu Kur'an'ın bir benzerini meydana getirmek için bir araya gelseler, birbirine yardım da etseler, imkânı yok onun benzerini getiremezler." (İsrâ: 88)
Çünkü bu güç yetirilemeyecek bir iştir, onlar ise mahlûktur, acizdir. O Hakk'tan gelmiştir ve koruyucusu da bizzat Hazret-i Allah'tır. Bu Kur'an-ı kerim ilâhî'dir, Allah kelâmıdır. Hükümleri Allah-u Teâlâ koymuştur. Bu hükümleri kaldırmak isteyen kim olursa olsun kâfirdir.
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar bütün insanlara ve cinlere hitap ederek şöyle buyuruyor:
"Yoksa Kur'an'ı kendisi mi uydurdu diyorlar? De ki, öyleyse haydi siz de onun benzeri on uydurulmuş sûre meydana getirin. İddiânızda samimi iseniz, Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de yardıma çağırın." (Hûd: 13)
Bu fermân-ı ilâhî ile Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'in i'câzını belirterek onlara karşı delili ortaya koymuştur. Bu delil kıyamet gününe kadar geçerliliğini sürdürecek, hiç kimse Kur'an-ı kerim'in bir benzerini getiremeyecektir.
"Yok eğer yardıma çağırdığınız kimseler size cevap veremedilerse, artık bilin ki Kur'an ancak Allah'ın ilmi ile indirilmiştir. O'ndan başka ilâh yoktur. Artık siz müslüman olmuyor musunuz?" (Hûd: 14)
Allah-u Teâlâ'nın bu hitâbından sonra Kelâmullah'a iman eden müslümandır, iman etmeyen de kâfirdir.
Kur'an-ı kerim'i inkâr ve itirazlar, nâzil olduğu zamanlarda başlamış, müşrikler aleyhde söylemedik hiçbir söz bırakmamışlardı. Sonraki asırlardan günümüze kadar gelen inkârcılar ise, Asr-ı saâdet müşriklerinin sözlerini tekrar edip durmaktan başka hiçbir şey yapmamışlardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş." (Bakara: 118)
Allah-u Teâlâ'nın bunca açık emir ve beyanları karşısında kâfirlerin kalpleri yekvücut olmuş, ilâhi hükümlere hep karşı çıkmak istiyorlar.
•
Cenâb-ı Vâcib'ül-vücud Hazretleri eşi-ortağı olmayan tek ve benzersiz olduğu gibi, Kelâm-ı kadim'i de diğer söz ve kitaplara nispetle eşsiz ve benzersizdir.
Çünkü Kur'an-ı kerim rütbe itibariyle Allah-u Teâlâ'nın vahyinin en büyüğü, mevki itibariyle en üst derecede olanıdır. Semâvî kitapların zirvesidir. Dünyevî ve uhrevî saâdetin vesilesidir.
İlim ve kudret sahibi olan ve kâinatı hikmetlerle dolu olarak yaratan Hazret-i Allah, kullarını cehalet karanlığından kurtarmak için Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a peygamberlik müddeti esnasında zaman zaman ve çeşitli vesilelerle, ilâhî bir nûr, ilâhi bir düstur ve bir ahlâk fermanı olan Kur'an-ı azimüşan'ı ihsan buyurmuştur.
Bütün kâinat cehalet, dalâlet, vahşet içinde yüzerken Hazret-i Allah, o an ve zamana göre hakikati arzetmekle insanları tenvir etmiş, iman edenlerin dalâlet bataklığından çıkmasına vesile olmuştur. Hidayet nuruna kavuşanlar ebedî saâdet ve selameti bulmuşlardır.
"Bu Kur'an öyle bir kitaptır ki; Rabb'lerinin izniyle insanları karanlıktan aydınlığa, yegâne galip ve övülmeye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik." (İbrahim: 1)
Bu Âyet-i kerime sözlerimizi teyid etmiş oluyor.
"Bu Kur'an insanlara açık bir tebliğdir." (İbrahim: 52)
İnsanlara indirilmiş apaçık hükümlerdir.
"Bununla hem korkutulsunlar, hem Allah'ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler, hem de akl-ı selim sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar." (İbrahim: 52)
Akl-ı selim sahiplerinin iyice düşünüp Allah-u Teâlâ'nın öğüdünü aldıktan sonra ebedî saâdet ve selâmete kavuşmaları ve kurtuluşa ermeleri, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Teâlâ tarafından insanlara en büyük lütuftur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde kendisine inanan ve Resul'ünü tasdik eden kullarına; İslâm'ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terk etmelerini emir buyuruyor:
"Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın sulh ve selâmetine girin." (Bakara: 208)
Allah-u Teâlâ'ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O'na itaat edin, İslâm'a bir başka şeyi karıştırmayın.
İslâm bir bütündür, hükümlerinden hiçbiri birbirinden ayrılmaz.
"Hüküm yücelerin yücesi Allah'ındır." (Mümin: 12)
Çünkü O, mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O'nun verdiği hükümler belirli bir zaman ve asır ile sınırlı değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.
"Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hikmet sahibidir." (Mümtehine: 10)
Kullarına uygun olanı çok iyi bilendir ve bu husustaki hükümlerini koymakta Hakîm olandır.
Binaenaleyh bütün insanlar ve cinler birleşerek bir araya gelseler, bir Âyet-i kerime'yi inkâr etseler hepsi kâfir olurlar. Çünkü mahlûkun hükmü yoktur, O'nun hükmü esastır.
Söz O'nun sözü, hüküm O'nun hükmü, kitap O'nun kitabı, mülk O'nun mülküdür. O'nun sözlerini değiştirecek, temyiz edecek, tashih yapacak hiçbir kimse olamaz.
"Allah hüküm verenlerin en güzel hüküm vereni değil midir?" (Tin: 8)
Allah-u Teâlâ'nın dininden söz edebilmek için ancak O'nun indirdikleriyle hükmetmek gerekir. Çünkü O'nun hükümranlığının tecellisi budur.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir." (Mâide: 44)
"Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse işte onlar zâlimlerdir." (Mâide: 45)
"Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse işte onlar fâsıklardır." (Mâide: 47)
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanlarında kendi indirdiği ile hükmetmeyenlerin "Kâfir", "Zâlim", "Fâsık" olduklarını belirtmektedir. Bu ilâhi hükümleri bırakıp, kendisinin veya başkalarının ortaya koyduğu ile hükmeden bir kimse bu üç suçu da işlemiş olur.
Önce O'nun indirdiğini reddetmekle küfür suçu işlemiştir. İkinci olarak O'nun hükümlerini çiğnemekle zulüm suçu işlemiştir. Üçüncü olarak ise sapmakla fâsık olmuştur.
Bu hükmünü mahlûkun zannına bırakmamıştır. Kim olursa olsun, mahlûkun hiç hükmü yoktur. Hükmünü hiç kimse değiştiremez, verdiği kararı hiç kimse bozamaz.
Hazret-i Kur'an'ı tahrip ve tahrif etmek isteyenlerle, reform adı altında İslâm dini'ni aslından çıkarmak, hurafeler koymak ve din-i İslâm'ı bozmak isteyenler, 1400 küsur seneden beri devam edegelen emr-i peygamberi'yi hiçe saymakla alenen müslüman olmadıklarını ilân etmiş oldular. Onlar müslümanmış gibi görünen münafıklardır.
Hazret-i Allah'ın hükmü esastır, mahlûkun hükmü yoktur. Emir ve yasak koyma hakkı yalnız O'na âittir. Hükmünü hiç kimse değiştiremez.
Zira hüküm Allah'ındır.
O'nun hükmünü kim bozabilir? O'nun hükmünden kim kurtulabilir?
"Hüküm veren Allah'tır, O'nun hükmünü bozacak kimse yoktur." (Ra'd: 41)
O'nun verdiği hükmü değiştirecek, engelleyip ortadan kaldıracak hiçbir kuvvet, hiçbir makam ve merci yoktur.
"Yakîn bir bilgi ile inanan bir topluluk için, Allah'tan daha güzel hüküm veren kim vardır?" (Mâide: 50)
Allah'ın hükmünden daha güzel hangi hüküm olabilir, O'nun hükmünden başka bir hükümle daha güzel hüküm verecek kim olabilir?
Emr-i ilâhi'yi kenara itip bırakan, kendi arzu ve reyini ortaya koyan, kendi nefsini ilâh olarak ilân etti demektir. Bu gibi kimselerin sözü doğrudur diyenler de onu ilâh edinmiştir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkan: 43)
Nefis putuna dayanmış olduğundan, bunlara uyan ve tâbi olan kimse bunları ilâh olarak kabul etmiştir.
Bütün insanlar ve cinler Hazret-i Kur'an'ın bir hükmünü, bir harfini inkâr etseler, hafife alsalar, hepsi kâfir olurlar. İsterse emir ya da hüküm Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in son nefesinde inmiş olsun. Artık o kesin hükümdür, emirdir.
Yahudilerin, hıristiyanların, İslâm'a, Kur'an'a ve Hazret-i Resulullah Aleyhisselâm'a olan düşmanlıklarının yanında İslâm görünen, küffara çalışan münafıklar da büyük zarar veriyorlar.
İslâm dininden saparak nifaka düşenler ve nifak çıkaranlar Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lere istinad ve itibar etmezler. Sadece kendi zanlarına ve çıkarlarına bakarlar.
Âyet-i kerime'de:
"İşte böyle, çünkü onlar Allah'ın indirdiğinden tiksinip hoşlanmamışlardır." buyuruluyor. (Muhammed: 9)
Bunun içindir ki hak sözleri ve uyarıları kabul etmezler, takip ettikleri bâtıl yoldan geri dönmezler.
İslâm gibi görünürler ve fakat küfre hizmet ederler ve onlarla ünsiyet kurarlar, onlarla birlik olurlar.
Yine Hazret-i Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayıp tiksinen münafıklar, dünyaya taparlar. Gayeleri madde, menfaat ve şöhrettir. Şöhret ise bir âfâttır.
Allah-u Teâlâ'ya karşı gelenlere gelince:
"İnsan bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Bu ilâhi bir emirdir ve hükümdür. İnsan, Hazret-i Allah'ın kendisini kerih bir nutfeden yarattığını görmedi, şeytana uydu ve apaçık hasım kesildi.
"Kahrolası insan! Ne kadar da nankör!" (Abese: 17)
"Şüphesiz ki insan çok zâlim ve çok nankördür." (İbrâhim: 34)
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim'inde Hazret-i Kur'an'ın hakikat ile dalâlet arasında berzah olduğunu beyan ediyor.
"O (Kur'an) elbette (hak ile bâtılı) ayırt edici bir sözdür." (Tarık: 13)
Allah-u Teâlâ bunu mahlûkun zannına bırakmamıştır. Bir berzah çizmiştir, hudutlarla çevirmiştir.
Bu kâfirler Hak ile bâtılı karıştırmak istiyorlar. Oysa Allah-u Teâlâ iman ile küfrü kesin olarak ayırmıştır.
"Birbirine hasım iki zümre." (Hacc: 19)
İslâm'ın hak din olduğu, imanın insanı aydınlığa çıkardığı, küfrün ise sapıklık olduğu, insanlığı karanlıkta bıraktığı apaçık ortadadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır." buyuruyor. (Bakara: 256)
İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle birbirinden ayırt edilir haldedir.
Allah-u Teâlâ iman ile küfrü, inananlarla inanmayanları birbirinden kesin olarak ayırmıştır.
"İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabb'i olan Allah'ın şânı ne yücedir." (A'raf: 54)
Mülk O'nundur. O'ndan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmeye hakkı ve salâhiyeti yoktur. Hükmünü hiç kimse değiştiremez, verdiği kararı hiç kimse bozamaz. Emir, yasak, tedbir ve irade, tam tasarruf O'na âittir.
"Rabb'inin sözü doğruluk bakımından da adalet bakımından da tamamlanmıştır, tam kemâlindedir.
O'nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur." (En'am: 115)
Tatbikini emir buyurduğu bütün hükümler kemâle ermiş, tamamlanmıştır. Hiçbirisinde noksanlık ve eksiklik tasavvur edilemez, hükmünde yanılması düşünülemez. O'nun haber verdiği her şey gerçeğin tâ kendisidir. O'nun haber verdiği her şey adaletlidir, O'nun dışında hiçbir şey adaletli değildir. O'nun yasakladığı her şey bâtıldır. Hiç kimse O'ndan daha doğru söyleyemez, hiç kimse O'ndan daha âdil hüküm koyamaz. Hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi hikmetle yapar.
O'nun sözlerini değiştirebilecek, temyiz edecek, tashih yapacak hiçbir kimse olamaz.
"Sonra biz peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtarırız. Böylece iman edenleri kurtarmak bizim üzerimize haktır." (Yunus: 103)
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah sözün en güzeli olan Kur'an'ı; âyetleri birbirine benzer, uyumlu, ahenkli ve yer yer tekrar eden bir kitap olarak indirmiştir." (Zümer: 23)
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'in, sözlerin en güzeli olduğunu beyan buyuruyor. Çünkü O indirdi.
Birbirine benzediği ve uyumlu olduğu için ezberlenip okunabiliyor, unutulmuyor.
Allah-u Teâlâ ona öyle bir fesahat ve belâğat vermiş ki, bir hafız onu birbirine ekleyerek okuyabiliyor. Akıp giden bir kitap.
Öyle bir ahenk, öyle bir üslûp var ki; insan mânâsını anlamasa bile, can kulağı ile dinlediği zaman haz duyuyor.
"Rabb'lerinden korkanların bu Kitap'tan derileri ürperir." (Zümer: 23)
Çünkü Kur'an-ı kerim Allah-u Teâlâ'nın azap ve ikabından haber vermektedir. Rabb'lerinin rızâsından mahrum olmaktan ve azabından korktukları, Kelâm-ı kadim'ine saygı gösterdikleri için müminleri bir korku sarar ve kendilerini bir ürperme alır.
"Sonra hem derileri hem de kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar ve yatışır." (Zümer: 23)
Bundan ötürüdür ki hemen Hazret-i Allah'ı hatırlarlar, boyun bükerler, zikirle fikirle meşgul olurlar ve bu suretle nurlanırlar. Bütün vücutları sükûnet bulur.
"Bu kitap, Allah'ın hidayet rehberidir. Dilediğini onunla doğru yola iletir. Allah kimi saptırırsa artık ona yol gösteren bulunmaz." (Zümer: 23)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bu kitabın en büyük hidayet rehberi olduğunu bize buyuruyor ve duyuruyor. O kime hidayet ihsan ederse onu saâdet-i ebediyesine kavuşturur, cennet-i alâsına koyar. Murad ettiğini cemal-i bâkemali ile de müşerref eder. Bu lütuf, saâdetlerin en büyüğü değil midir?
•
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Çünkü o (Kur'an) bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır." (Abese: 11-12)
Çünkü yararı da zararı da kendisine âittir. Öğüt alan istifade eder, yola koyulur.
"Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve ondaki hikmeti düşünün." (Bakara: 231)
Allah-u Teâlâ'nın sonsuz nimetlerinin en büyüğü hiç şüphesiz ki Kur'an-ı azîmüşân'dır. Hakk ve hakikati bulmak için bir vesile ve en güzel bir rehberdir. İnsanları kötülüklerden çıkarıp hidayet nuruna kavuşturur.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'in değerinin büyüklüğünü bildirmek üzere şöyle buyurmaktadır:
"O, çok şerefli sayfalardadır. Yüceltilmiş ve tertemiz kılınmıştır. Kâtip (melek)lerin elleriyle (yazılmıştır). Ki o kâtipler kıymetli ve güvenilirdirler." (Abese: 13-16)
Onun içindir ki dileyen öğüt alsın, dileyen düşünsün, istikamet bulsun.
•
Amma sapanların, sapıtanların hali ne kadar acı ve ne korkunçtur! Onların ilk ziyafeti kaynar suya atılmak ve orada gezdirilmektir. Oradaki azap müddeti bitince cehenneme götürülüp yanmaktır. Orada ölüm olmadığına göre bu azap ebedîdir. Bu da felâketlerin en büyüğü değil midir?
Düşünüp tefekkür eden veya onu dinleyen kimse, onun Allah katından geldiğinden şüphe etmez.
Öyle bir kitap ki; Allah-u Teâlâ'nın emirlerine sarılmak, nehiylerinden sakınmak suretiyle O'nun gazabından korunan ve itaat etmek suretiyle de azabından kurtulan müminler için yol göstericidir.
"Gerçekten bu Kur'an insanları en doğru yola götürür ve sâlih amellerde bulunan müminlere de kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler." (İsrâ: 9)
Bu ilâhi düstura riayet edip ahlâkî fermanlara uygun hareket edenler; ahlâkın yüksek pâyesine vasıl olarak hürmete lâyık bir millet olmuşlar, allâmeler ve en yüksek medeniyetin yetiştirebileceği en büyük insanlar vücuda getirmişlerdir.
Bu ise Kur'an-ı azimüşan'ın alelâde bir kitap olmadığını, insanları gaflet ve cehalet uykusundan kurtaracak, ahlâksızlık ve fenalığı kökünden kazıyıp, sevgi, doğruluk, merhamet ve cesaret, çalışma ve gayret gibi en kıymetli bilgileri öğreten Rabbâni bir kitap, Rahmâni bir hitap olduğunu göstermeye kâfi bir delildir.
•
"Bu Kur'an kovulmuş şeytanın sözü değildir." (Tekvir: 25)
Âlemlerin Rabb'i olan Allah tarafından beşeriyetin saâdet ve selâmeti için indirilmiştir.
"O halde nereye gidiyorsunuz?" (Tekvir: 26)
Bu hakikatlere karşı doğru yolu bırakıp da hangi görüş ve düşüncelere kapılıyorsunuz?
Tam bir teslimiyetle, İslâm'ın sulh ve selâmetine niçin girmiyorsunuz? İslâm bir bütün olduğu halde, işinize gelene inanıyor, işinize gelmeyene, bilhassa içyüzünüzü ortaya koyan hükümlere inanmıyorsunuz.
"O, âlemler için bir öğüttür." (Tekvir: 27)
Bütün beşeriyete, saâdet ve selâmet yolunu gösteren bir hidayet rehberidir.
Kur'an-ı kerim'in indirilmesinden asıl gaye, doğru yolda gitmek isteyenlere o yolu anlatmaktır. Doğru gitmek istemeyen kimseler ise bu hatırlatmadan hoşlanmaz, ondan istifade etmezler. Allah-u Teâlâ'nın hükümleri onları körlükten, sağırlıktan uyandırmaz. Uyandırsa da, onlar eğrilikten hoşlandıkları için, sapıklık yolunda gitmek isterler.
"İçinizden dosdoğru bir yola gitmek isteyenler için." (Tekvir: 28)
Çünkü hatırlatmadan, ikaz ve irşaddan faydalanacak olanlar ancak onlardır.
"İşte onlar Rabb'lerinin yolunda olanlardır. İşte onlar saâdete erenlerdir." (Bakara: 5)
•
Kur'an-ı kerim'i dikkatle inceleyenler insanların kazanabileceği bütün şan ve şerefi, dünya ve ahirete ait bütün selâmet ve saâdeti bulacaklarına aslâ şüphe etmezler.
Allah-u Teâlâ onu hasta gönüllere bir şifa, bir hidayet rehberi ve bir rahmet olarak göndermiştir. Yaştan kurudan her ne varsa hepsi onda mevcuttur. Hiçbir şey eksik bırakılmamıştır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Ey insanlar! Size Rabb'inizden bir öğüt, hastalanmış gönüllere bir şifa ve müminler için hidayet rehberi ve rahmet gelmiştir." (Yunus: 57)
"İndirdiğimiz bu Kur'an, feyz kaynağı mübarek bir kitaptır." (En'âm: 155)
Şanı büyüktür, feyiz ve bereketine sınır yoktur.
"Ona uyun, emirlerine bağlanın ve Allah'tan korkun. Tâ ki merhamet olunasınız." (En'âm: 155)
Allah-u Teâlâ kullarına olan merhametinden ötürü Kur'an-ı azimüşan'a nasıl teslim olmamız ve tâzim göstermemiz gerektiğini beyan ediyor. Bu hidayet rehberiyle Allah-u Teâlâ'ya ve Resul'üne varacak yolu göstermektedir.
•
Kitab-ı kerim'in şeref ve faziletine dair Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Haberiniz olsun ki, ileride (karanlık gece kıtaları gibi) bir takım fitneler zuhur edecektir!
(Yâ Resulellah! O fitnelerden çıkıp, kurtuluş çaresi nedir? denildi.)
Allah-u Teâlâ'nın kitabı Kur'an'dır. Onda sizden öncekilerin ve sizden sonrakilerin haberleri vardır. Aranızdaki meseleleri halleden hükümlerle doludur.
O, hakk ile batılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür, şaka ve boş şey değildir.
Onu cebbarlıkla zorbalıkla terkeden kimsenin, Allah boynunu kırar.
Hidayeti ondan başkasında arayan kimseyi dalâlete düşürür.
O, Allah'ın en sağlam ve kopmaz ipidir.
O, hikmetli bir zikir, Allah'a giden dosdoğru bir yoldur.
O, nefsin kötü arzularını uyarır. Sapık ve maksatlı kişiler onu bozamaz.
Onu okuyan diller zorluk çekmez. Âlimler ona doyamaz. Fazla tekrardan dolayı okunuşundaki haz kaybolmaz. Akılları hayrette bırakan incelik ve meziyetleri bitmez tükenmez.
O öyle hikmetle dolu bir kitaptır ki, cinlerden bir zümre onu dinledikleri zaman "Gerçekten biz, hayranlık veren çok hoş bir Kur'an dinledik. O hakka ve doğru yola götürüyor. Bundan dolayı biz de ona inandık iman ettik." (Cin: 1-2) demişlerdir.
Ona dayanarak konuşan kişi doğru söylemiştir. Onunla âmel eden er-geç mükâfatlandırılır.
Onunla hükmeden, hükmünde adalet eder.
İnsanları ona dâvet eden, doğruya ve doğru yola dâvet etmiş olur." (Tirmizi)
Kur'an-ı kerim'de geçmiş Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı'nın kıssalarının anlatılması birçok hükümleri ihtiva ettiği gibi, Muhammed Aleyhisselâm'ın ümmetine de bir ders ve ibrettir. Onlara emir buyurulan hükümler müslümanlara da birer emir mahiyetindedir. Onlara yasaklanan şeylerin büyük bir kısmı sonraki devirlerde gelenlere de yasaklanmıştır.
Binaenaleyh tâ Asr-ı saâdet'ten zamanımıza kadar din-i mübinin kötülüklerden men eden hükümlerine itirazlar hiç eksik olmamış, fakat hiç de etkisi olmamıştır. Din güneş gibi ortada kalmış, onu balçıkla sıvamaya kalkanlar daima hüsrana uğramışlar, kötü emellerinde muvaffak olamamışlardır. Gerek içten gerek dıştan gelen taarruzlar neticesiz kalmış, din adına dini yıkmak isteyenler, hükümlerini değiştirmeye kalkanlar Allah-u Teâlâ'nın intikamı ile karşılaşmışlardır.
Çünkü Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Bir zikir olan Kur'an'ı biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz." (Hicr: 9)
İslâm dini kıyamete kadar pâyidar olacaktır, onu tağyir etmek hiç kimsenin haddi değildir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler, halbuki kâfirler istemese de, Allah nurunu tamamlayacaktır." (Sâff: 8)
Dinin ahkâmı ile amel edenlerin azalması veya çoğalması onun metanetine halel getirmez. Zira ahkâmı ile amel etmek ihtiyarîdir. Hidayete mazhar olanlar bu hükümleri tatbik sahasına koyup amel ettikleri gibi, mahrum olanlar şeytanın birtakım vesveseleri ile vehimlerle oyalanır dururlar. İradelerini hayra sarfedenler kıyamete kadar bulunacağı gibi, şerre sarfedenler de eksik olmayacaktır.
Müşrikler Muhammed Aleyhisselâm ve Kur'an-ı kerim hakkında dillerine gelen her şeyi söylemişlerdi.
Şayet o, Kur'an-ı kerim'e kendiliğinden bazı sözler karıştırmış olsaydı; Allah-u Teâlâ onu muâheze eder ve yeryüzünden alırdı.
Kur'an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm'ın getirdiği kesin bir sözdür. Bu söz âlemlerin Rabb'inden indirildiği hâlde, Muhammed Aleyhisselâm'a izafe edilmiştir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur'an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür." (Hâkka: 38-39-40)
Bütün görülebilen ve görülmeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler üzerine yemin edilmektedir.
Allah-u Teâlâ onun ne kadar şerefli ve azîz olduğunu yemin ederek bize duyuruyor. Onun meth-ü senâsını bizzat Allah-u Teâlâ yapıyor. Bu yemin "Dikkat edin!" mânâsına geliyor. Gerçekten onu seven şereflidir, amma onu sevmeyen şerefsizdir. Çünkü ona o şeref ve izzet Hakk'tan geldi, halktan gelmedi. Onu seven ona iman etmiştir, onu sevmeyen ona küfretmiştir. İman ile küfür bir olur mu, seven ile sevmeyen bir olur mu?
Sevenin şerefini artırır, onu şerefli ile beraber yapar. Onları peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle beraber haşreder. İnkâr edeni ise şeytanlarla, din kurucu bölücülerle, türemelerle haşreder. Sevdiğini ebedî saâdetine ve selâmetine eriştirdiği gibi, ötekileri de kahreder. Kahrından ötürü de ona çok şiddetli bir azap ile azap eder.
Her peygamber bir nurdur. Toprak onları çürütemez. Allah-u Teâlâ toprağa onları haram kılmıştır.
Resulullah Aleyhisselâm ise nurların nurudur. Aynı zamanda Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'den her biri Resulullah Aleyhisselâm'ın alnındaki emanet nurunu taşıdıkları için ayrı bir şeref ve meziyete mazhar olmuşlardır. O nur alınlarının sağ tarafının köşesinde durur, alından alına geçer.
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'sinde, onun ne kadar şerefli ve aziz olduğunu bize duyurmak için "Kur'an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür." buyurmuştur.
Allah-u Teâlâ şerefli bir peygamberin sözüdür diye vasıflandırdığına göre, artık burada mahlukun dimağı çalışmaz. Çünkü onu yaratan bizzat onu meth-ü sena ediyor. Burada mahlukun hükmü yoktur.
Ona bizzat o şerefi Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bahşetmiş, beşeriyete Hakk ve hakikati duyurmak için Hazret-i Kur'an'ı ihsan buyurmuştur.
•
"O bir şâir sözü değildir." (Hâkka: 41)
Onu bir şiir gibi dinleyip geçmeyin, hükümlerine kulak verin. O ne şiirdir ne de nesirdir. Hiçbir şiirin ve nesirin Kur'an-ı kerim'deki fesâhat ve belâğata erişmesi mümkün değildir.
"Ne de az inanıyorsunuz!" (Hâkka: 41)
İlâhî beyanlarını tasdik etmiyorsunuz, böylece de iman şerefinden mahrum oluyorsunuz..
"Bir kâhin sözü de değildir." (Hâkka: 42)
Kâhinlerin sözleri tutarsızdır, gerçekten uzaktır, zandan ibarettir.
"Ne de az düşünüyorsunuz!" (Hâkka: 42)
Siz doğru düşünmek kabiliyetinden mahrum bulunuyorsunuz.
Allah-u Teâlâ burada ona şâir ve kâhin diyenlere cevap veriyor ve onu lütfuyla yâd ediyor.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin şâir ve kâhin olmadığını, bizzat Zât-ı akdes'i tarafından indirilen Kur'an-ı kerim'i neşretmek için, emirlerini tebliğ etmek için seçtiği, sevdiği bir peygamber olduğunu beyan buyuruyor.
"Kur'an âlemlerin Rabb'inden indirilmedir." (Hâkka: 43)
Muhammed Aleyhisselâm onu olduğu gibi bildirmekle vazifeli ve çok şerefli bir peygamberdir. İşte Kur'an-ı kerim'in hakikati budur.
Bu sözleri kendinden uydurup katsaydı, Allah-u Teâlâ onu muhakkak yok edeceğini beyan ediyor.
"Eğer o Peygamber, bize karşı bazı sözleri kendiliğinden uydurmuş olsaydı; elbette biz onu kuvvetle yakalardık, sonra da kalp damarını koparırdık." (Hâkka: 44-45-46)
O vakit ona değer vermek şöyle dursun, onu hemen helâk ederdik.
"Sizden hiç kimse onu koruyamazdı." (Hâkka: 47)
Böyle bir durumda hiçbiriniz onunla bizim aramıza giremez, azabımı ondan savamazdı. Fakat o böyle bir şeyi hayalinden bile geçirmedi, ilâhî hükmü olduğu gibi tebliğ etti. Doğruluk ve güvenirliliği gün gibi ortadadır.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e verilen mucizelerin en büyüğü ve devamlı olanı Kur'an-ı kerim'dir. Hem mânâsı hem de lâfzı itibarı ile mucizedir. Asr-ı saâdet'ten zamanımıza kadar hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile değişmemiştir ve aslâ değişmeyecektir.
"Doğrusu o (Kur'an) takvâ sahipleri için bir öğüttür." (Hakkâ: 48)
Kur'an-ı kerim'den faydalanabilmenin birinci şartı muttaki olmaktır. Her şeyden önce Hazret-i Allah'tan korkan, Âyet-i kerime'ler okunduğu zaman imanları artan müminler ondan faydalanırlar. Onun hidayeti ile yollarını bulurlar, dünya saâdetine âhiret selâmetine ererler.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde Kur'an-ı kerim'in hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, hidayeti dalâletten ayırt eden ilâhî bir söz olduğunu beyan buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki bu Kur'an (hak ile bâtılı) ayıran bir sözdür." (Târık: 13)
Bir müslümana düşen; hüküm ve irşadlarından öğüt almak, nûru ile aydınlanmaktır.
Allah'tan korkmayanlara gelince, onların kalpleri katılaşmış, kararmış, o nûru göremez olmuş, gaflet içinde kalmışlardır.
"Bununla beraber biz biliyoruz ki, içinizde onu yalanlayanlar vardır." (Hâkka: 49)
Kur'an-ı kerim'in Allah kelâmı olduğunu bildiği halde; işine gelmediği, menfaatine ters düştüğü için bazı hükümlerini inkâr ve iptal etmeye kalkışmaktadırlar. Değil bir hükmünü, bir harfini bile inkâr eden dinden çıkar.
Allah-u Teâlâ'nın indirdiğinden tiksinenler işte bunlardır.
"Muhakkak ki o, kâfirler için bir üzüntüdür (bir iç yarasıdır)." (Hâkka: 50)
Kur'an nûrunun etrafa yayıldığını, beşeriyetin nurlanmaya başladığını gördükçe içleri yandığı gibi; âhirette Kur'an nûruyla münevver olanların aldıkları mükâfâtı görünce, ebedi bir pişmanlık içinde kalırlar.
"Ve kesinlikle o, şüphe olmayan bir gerçektir." (Hâkka: 51)
Yalanlayanların yalanlamalarına, hükümlerini çürütmeye çalışmalarına rağmen hakk'al-yâkîn bir kitaptır. Kendisinde aslâ kuşku ve tereddüt bulunmayan doğru ve gerçek haberdir.
"Öyleyse yüce Rabb'inin adını tesbih et!" (Hâkka: 52)
O'nu şânına lâyık olmayan vasıflardan tenzih et.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Vedâ Haccı hutbesinde ümmetine bıraktığını açıkladığı ve sımsıkı sarıldıkları takdirde, hiçbir zaman yollarını şaşırmayacaklarını haber verdiği iki şeyden ikincisi sünnettir.
İslâm hukukunun Kur'an-ı kerim'den sonra ikinci kaynağı Sünnet-i seniyye'dir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ben size iki şey bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi Allah'ın kitabı, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetidir." (İmâm-ı Mâlik, Muvatta)
Kur'an-ı kerim'de pek çok Âyet-i kerime, Sünnet-i seniyye'ye uymanın, Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmenin farz olduğuna delâlet etmektedir.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resulullah size neyi verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının." (Haşr: 7)
Onun ilâhî hükümleri uygulama ve açıklamasında hata aslâ bahis mevzuu olamaz. Çünkü o, bizâtihi Allah-u Teâlâ'nın tasarrufu altındadır.
Sünnet-i seniyye Resulullah Aleyhisselâm'ın Rabb'inden aldığı risaleti tebliğden ibarettir.
Allah-u Teâlâ, risaleti tebliğ hususunda Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Ey Peygamber! Rabb'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun peygamberliğini tebliğ etmemiş olursun." (Mâide: 67)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz biat alırken, ilk bîat şartı olarak Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'de bulunan emirleri dinlemeyi ve itaat etmeyi şart koşmuştur.
•
Kur'an-ı kerim vahiy olduğu gibi, Hadis-i şerif'ler de vahiydir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak kendisine bildirilen vahiyden başka bir şey değildir."(Necm: 3-4)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in her sözü ilâhî bir vahye isnad eder.
Şu kadar var ki, Kur'an-ı kerim vahyin en yüksek mertebesidir. Lâfzı ve mânâsı ile birlikte vahyolunmuştur. Hadis-i şerif ise Vahy-i metlüv, yani okunan vahiy değildir. Lâfzı olmayıp sadece mânâdan ibarettir. Allah-u Teâlâ'nın muradını bildirmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm'a itaat, onun sünnetine uymaktan ibarettir. Bunun içindir ki Sünnet-i seniyye'ye uymak, İslâm'ın ve imanın bir gereğidir.
Ona itaat etmek, verdiği hükme râzı olmak, söylediği söze boyun eğmek, getirdiği her şeyi tereddütsüz kabul etmek mümin olmanın şiarıdır. Aksi takdirde inanmanın mânâsı kalmaz. Ona muhalefet ederek Allah-u Teâlâ'ya itaat etmek düşünülemez.
Buharî'nin rivayetine göre Cebrâil Aleyhisselâm, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e Kur'an-ı kerim'i indirdiği ve öğrettiği gibi, sünneti de indirmiş ve öğretmiştir.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anh- buyururlar ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den her ne işitirsem yazardım. Kureyşliler beni bundan menetmek istediler. Dediler ki; 'Sen her şeyi yazıyorsun. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ise beşerdir. Rızâ halinde de gazap halinde de söz söyler.' Bu tenbih üzerine yazmaktan bir müddet vazgeçtim. Nihayet bu durumu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e arzettim. Mübarek parmağını ağzına götürerek:
"Yaz! Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, buradan hak sözden başkası çıkmaz!" buyurdu."(Ebû Davud: 3646)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Ben bir maskeyim. O nasıl tecelli ederse, ne buyurur ne duyurursa!"demek istiyorlar.
Zira hakiki mürşid Hazret-i Allah'tır.
Bakıyorsunuz cam. Amma camda birisi bakıyor, görüyorsunuz. Bakıyorsunuz, maske. Fakat içindekini göremiyorsunuz. Oysa Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "İçimde O" buyuruyor.
Âyet-i kerime'de ise:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" buyuruluyor. (Zâriyat: 21)
•
Hatta Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Bedir'de Cebrâil Aleyhisselâm'ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine atmış, bu atış onların hezimetine vesile olmuştu.
Âyet-i kerime'de ise:
"Habib'im! Sen atmadın Allah attı." buyuruluyor. (Enfâl: 17)
Görünüşte Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz attı, fakat Hazret-i Allah "Ben attım!.." buyuruyor. İçindeki attı.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in her sözü ilâhî bir vahye isnad eder.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının." (Haşr: 7)
Bu bir emr-i ilâhî değil midir? Bu emr-i şerif'e uyan ancak Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a iman etmiş olur. Fakat bundan sapan da muhakkak ki put batağına batmış olur.
Zaten dikkat edilirse zamanımızdaki münâfıklar Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetini hafife almak, Kur'an-ı azimüşan'ı tahrif etmek, ümmet-i Muhammed'i sapıklığa götürmek istemektedirler. Bunu kendileri için en büyük vazife edinmişlerdir.
Bunun içindir ki gökkubbe altında en şerli insanların âhir zaman ulemâsı olacağını Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bize diğer bir Hadis-i şerif'lerinde haber vermişlerdir:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, İslâm'ın yalnız ismi, Kur'an'ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mâmur, fakat içleri hidayetten mahrum kalacak.
Onların âlimleri gök kubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir." (Beyhakî)
Bu Hadis-i şerif yeryüzünde bunlardan daha kötü bir insan olmadığına dair açık bir beyandır.
•
Bir Âyet-i kerime'de:
"Peygamber'e itaat eden, muhakkak Allah'a itaat etmiş olur." buyuruluyor. (Nisâ: 80)
İşte bu Âyet-i kerime'den de anlaşılıyor ki ona itaat eden Hazret-i Allah'a itaat etmiş olur. İtaat etmeyen Hazret-i Allah'a da ve Resulullah Aleyhisselâm'a da itaat etmemiş, dinden imandan ayrılmış olur. Bu ilâhi bir fermandır, onun hükmünü değiştirmek mümkün değildir.
İşte bundan ötürü "Hadis-i şerif'i inkâr eden kâfir olmaz." diyenler gerçekten Resulullah Aleyhisselâm'a iman etmeyenlerdir. Bu Âyet-i kerime'ler mucibince yalnız Resulullah Aleyhisselâm'a değil Hazret-i Allah'a da iman etmemişlerdir.
Bu saptırıcıların iç yüzünü bu Âyet-i kerime'lere bakarak anlayın ve tanıyın. Hem küfre düştüklerini, hem de başkalarını küfre düşürmek istediklerini apaçık görürsünüz.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymayave o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın." (A'raf: 86)
Halk da onları mevkisinden dolayı, itibar elde ettiği için âlim zannediyor. İlâhi hükmü bırakıp onun sözüne bakıyor ve onu ilâh edinmiş oluyor. Artık onun mabudu olmuş oluyor. Kendisini putlaştırdığı gibi başkalarını da putlaştırmış oluyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkan: 43)
•
Âyet-i kerime'de:
"Resul'üm! Biz sana da Kur'an'ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın." buyuruluyor. (Nahl: 44)
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı azimüşan'ı halkın anlayabileceği şekilde ve olduğu gibi açıklamayı emir buyurmuştur. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ise Hakk'tan gelen hakikati ümmetine aynen tebliğ etmiştir.
Âyet-i kerime'de:
"Size bilmediklerinizi öğretir." buyuruluyor. (Bakara: 151)
Hiç şüphe yok ki Allah-u Teâlâ'nın bildirmediğini mahluk bilemez. Ancak O'nun bildirmesiyle öğrenmiş olur. İtaat edenler için bu büyük bir rahmettir.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde namazın farz olduğunu bildirdi. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Allah'tan aldığı vahiy ve ilham ile namazın vakitlerini, rekâtlarını, âdâb ve erkânını ve nasıl kılınacağını hem anlattı, hem de müslümanların gözü önünde kıldı. Sonra da:
"Beni namaz kılarken nasıl görmüşseniz, siz de öylece kılınız." buyurdu. (Buharî)
Burada hem bir emir, hem de bir öğüt var. Emir, muhakkak kılın demektir. Öğüt ise, benim kıldığım gibi kılın demektir.
Görülüyor ki namaz, Hazret-i Allah'ın kesin hükümlerinden birisidir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise kendisine öğretildiği şekilde ümmetine öğretmiştir. Bunu nefsinin heva ve arzusuna uyarak kaldırmak isteyen kimse apaşikâr kâfir değil midir? Doğru olduklarına dair bir Âyet-i kerime getirebilirler mi? Onlar sadece yalan söylüyor ve halkı şaşırtıyorlar. Bunlar apaçık Hazret-i Allah ve Resul'ünün düşmanıdır.
Oysa Hazret-i Allah ve Resul-i Ekrem'i ile bütün melekler de bunların düşmanıdır.
•
Oruç Âyet-i kerime'si nâzil olunca, müslümanlar Ramazan orucunun farz olduğunu anladılar ve oruçlarını tuttular. Fakat oruçlu olduğunu unutarak yenilen veya içilen bir şeyin orucu bozup bozmayacağı hakkında Âyet-i kerime'lerde açık bir hüküm yoktu.
Kur'an-ı kerim'de zekâtın farz olduğu bildirilmekteydi. Ancak ne kadar malı olana zekâtın farz olduğu, hangi mallardan zekât verileceği, nisab miktarları belli değildi. Hacc da böyledir.
Âyet-i kerime'lerde temiz olan şeylerin helâl, pis olanların da haram olduğu haber verilmiş, fakat bunların neler olduğu bildirilmemiştir.
Bütün bunları birer birer izah eden Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hadis-i şerif'leri ve Sünnet-i seniyye'sidir.
İnsanları dünya saâdetine ahiret selâmetine ulaştıracak ne varsa hepsini açıklamış, geriye bir şey bırakmamıştır.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Sakın sizden birinizi emrettiğim veya nehyettiğim hususlardan biri kendisine ulaşınca, koltuğuna yaslanıp 'Bilemiyorum! Biz Allah'ın kitabında ne buluyorsak ona uyarız.' derken bulmayayım." (Tirmizi)
Niçin? Çünkü Allah-u Teâlâ onun hakkında buyuruyor ki:
"Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının." (Haşr: 7)
Bu bir emr-i ilâhî değil midir? Bu emr-i ilâhî'ye en küçük bir itaatsizlik yapmak ve itiraz etmek kişinin dinden imandan çıkmasına vesile olur. Zira gerek orucun, gerek zekâtın, gerek namazın, gerekse diğer ibadetlerin muallimi odur.
O Allah'tan ne aldıysa bize onu bildirmiş ve açıklamıştır. Bu da hiç şüphe yok ki iman edenlere mahsustur. Münâfıklara gelince, onlar koltuğuna dayanırlar ve "Biz ne bulduysak ona uyarız!" derler ve helâk olur giderler.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde pek çok Âyet-i kerime'lerde Peygamber'ine itaati emretmiş, ona itaati Zât-ı Akdes'ine itaat kabul etmiştir.
"Peygamber'e itaat eden, muhakkak ki Allah'a itaat etmiştir." (Nisâ: 80)
İhtilafların çözümünü Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a arzetmek ilâhî bir emirdir.
"Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu hemen Allah'a ve Peygamber'e arzedin. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız!" (Nisâ: 59)
Çünkü itaat imanın gereğidir. Anlaşmazlık halinde Kitab-ı kerim'e ve Sünnet-i seniyye'ye başvurmak da itaatin gereğidir.
Bir hadise meydana geldiğinde önce Kur'an-ı kerim'e bakılır, eğer hükmü varsa kabul edilir. Yoksa Sünnet-i seniyye'ye bakılır, hükmü bulunursa kabul edilir.
Allah-u Teâlâ ve Peygamber'i bir hüküm verdiklerinde müminlere tercih hakkı tanınmamıştır. Allah-u Teâlâ, Peygamber'inin verdiği bir hükme güven duymayandan ve en küçük bir sıkıntı duymadan teslim olmayandan iman sıfatını kaldırmıştır.
"Allah ve Peygamber'i bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur.
Allah'a ve Peygamber'ine baş kaldırıp isyan eden kimse hiç şüphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur." (Ahzâb: 36)
Resulullah Aleyhisselâm'ın verdiği hüküm, Allah-u Teâlâ'nın verdiği hükümdür.
Ona itaat, onun Sünnet-i seniyye'sine uymaktan ibarettir. Bunun içindir ki Sünnet-i seniyye'ye uymak imanın gereğidir.
Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, ahlâkı ile ahlâklanıp edebi ile edeplenmeyi gerektirir.
Ona itaat etmek, verdiği hükme râzı olmak, söylediği söze boyun eğmek, getirdiği her şeyi tereddütsüz kabul etmek, mümin olmanın şiarıdır. Aksi taktirde inanmanın mânâsı kalmaz. Ona muhalefet ederek Allah-u Teâlâ'ya itaat etmek düşünülemez.
•
Gönüldeki gerçek imanı açığa çıkaran en büyük ölçü, en büyük delil, Allah'ın ve Peygamber'in hükmüne rıza göstermektir. İnananlar tereddüt etmeksizin boyun eğerler. Bu ise, Allah'a ve Peygamber'ine karşı takınılması gereken edeb tavrıdır.
Asr-ı saâdet'te iki kimse huzur-u Nebevî'de hasımlaştılar. Resulullah Aleyhisselam hak sahibi lehine hükmetti. Aleyhine hüküm verilen "Râzı olmam! Bir de Hattab oğlu Ömer'e gidelim."dedi ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-ın yanına vardılar. Lehine hüküm verilen "Yâ Ömer! Biz Peygamber Aleyhisselâm'a giderek hasımlaştık. Benim lehime bunun aleyhine hükmetti. Bu ise râzı olmayıp reddetti."deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "Böyle mi oldu?" diye sordu, öteki "Evet" dedi. Bunun üzerine "Ben sizin aranıza gelip aranızda hüküm verinceye kadar yerinizden ayrılmayın." diyerek evine girdi ve kılıcı elinde olduğu halde yanlarına geldi. Râzı olmayı reddedeni bir vuruşta öldürdü. Öteki arkasını dönerek Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına kaçtı ve "Yâ Resulellah! Vallahi Ömer, arkadaşımızı öldürdü. Eğer müdahale etseydim beni de öldürecekti." dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Ömer'in bir mümini öldürmeye kalkışacağını sanmazdım." buyurdu.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:
"Hayır, öyle değil!.. Rabb'in hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yüreklerinde hiçbir sıkıntı, bir burukluk duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisâ: 65)
Âyet-i kerime'sini indirdi. (İbn-i Kesir)
Tasavvur buyurun, onlar daha Âyet-i kerime gelmeden, bu hükmü gönüllerinde hissedercesine yaşıyorlar.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ın emrine başvurmayı müminlere farz kıldığı gibi, onun verdiği hükümlerden dolayı müminlerin içlerinde herhangi bir sıkıntının yer etmesini de haram kılmıştır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'ine çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece 'İşittik, itaat ettik!' demekten ibarettir. İşte saâdete erenler onlardır." (Nûr: 51)
O itaatkâr müminler dünya saâdetine ahiret selâmetine ererler, umduklarına nail olurlar, korkunç âkıbetlerden emin bulunurlar.
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, Allah'tan korkar ve ondan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir."(Nûr: 52)
Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akla hayale gelmeyen nimetlere erenler ancak bunlardır.
•
Allah-u Teâla Âyet-i kerime'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine itaat etmeyenlere en çetin azapla azap edeceğini beyan buyurmuştur:
"İnkâr edenler ve Peygamber'e baş kaldırmış olanlar, kıyamet günü hak ile yeksan olup yerin dibine geçirilmeyi ne kadar isterler ve Allah'tan hiçbir söz gizleyemezler." (Nisâ: 42)
"Peygamber'in buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ gelmesinden veya acıklı bir azaba uğramaktan sakınsınlar." (Nûr: 63)
Onun emirlerine uymayan, yolundan gitmeyen, Sünnet-i seniyye'sinden ayrılan kimseler; dünyada kendilerine büyük bir musibetin inmesinden ve ahirette de şiddetli bir azaba uğramalarından korksunlar.
•
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh-ın şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Bir defasında Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- uyurken yanına bir takım melekler geldiler. Bazıları "Bu zât uyuyor."dedi. Bazıları da "Gözü uyuyor amma kalbi uyanıktır." dediler. Birbirlerine "Bu dostunuzun âlî sıfatı vardır. Haydi siz de bunun âlî mevkiine bir temsil getiriniz." dediler. Fakat bazıları "İyi amma bu zât uyuyor." dediler. Bazıları da "Hayır, onun gözü uyuyor, kalbi uyanıktır." dediler.
Bunun üzerine melekler "Bu zât şuna benzer ki, bir kimse yeni bir ev yaptırır. O evde bir ziyafet tertip eder. Bu ziyafete insanları çağırmak için bir dâvetçi gönderir. Bu dâvetçinin dâvetine kim gelirse, o eve girer ve ziyafetten yer. Her kim de icabet etmezse, o eve giremez, ziyafet yemeklerini yiyemez."
Bunun üzerine melekler yine birbirlerine "Haydi bu temsilinizi bu zâta açıklayın da anlasın." dediler. Fakat yine bunlardan bazıları "İyi ama bu zât uyuyor." dediler. Bazıları da "Hayır. Onun gözü uyuyor, kalbi uyanıktır." dediler.
Melekler kendi aralarında bu temsili izah ederek şöyle dediler:
"O ev cennettir. Dâvetçi de Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-dir. Her kim Muhammed Aleyhisselâm'a itaat ederse, Allah'a itaat etmiştir. Her kim de Muhammed Aleyhisselâm'a isyan ederse Âziz ve Celîl olan Allah'a isyan etmiş olur.
Muhammed Aleyhisselâm insanların arasını ayırdetmiştir. İmanlı olanlar belli oldu. İmansız olanlar da iyice açığa çıktı." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 2172)
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı dinin esaslarını doğrudan doğruya Kur'an-ı kerim'den alırlardı. Açık bir hüküm bulamazlarsa, hemen Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e sorarlardı. Hem sağlığında hem de vefatında onun Sünnet-i seniyye'sine uymanın farz olduğuna dair icmâ ederek söz birliğine vardılar.
Kur'an-ı kerim'de Resulullah Aleyhisselâm'a vahyolunan bir hüküm ile bizzat Resulullah Aleyhisselâm'ın kendisinden sadır olan hüküm arasında ayırım yapmazlar ve her ikisine de uymanın farz olduğuna inanırlardı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Muâz bin Cebel -radiyallahu anh-ı Yemen'e vali olarak gönderirken ona;
"Ey Muâz! Ne ile hükmedeceksin?" diye sordu.
O da; "Allah'ın Kitab'ı ile." diye cevap verdi.
"Orada bulamazsan?" buyurdu.
Muâz bin Cebel -radiyallahu anh- "Peygamber'in sünneti ile." dedi.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- bir hadise hakkında bir sünnet bilmiyorsa çıkar ve müslümanlara:
"Bu mevzu hakkında Resulullah Aleyhisselâm'dan bir sünnet bileniniz var mı?"diye sorardı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-, fetvâ işleriyle uğraşan diğer Ashâb-ı kiram, onların yolundan giden Tabiin-i kiram da böyle yapardı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- buyurur ki:
"Ey insanlar! Doğru görüş Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın görüşüdür. Allah-u Teâlâ ona gerçeği gösteriyordu. Bizim görüşümüz ise zandan ve tekliften ibarettir. Sünnet, Allah ve Resul'ünün koyduğu yoldur. Yanlış bir görüşü ümmet için sünnet haline getirmeyin."
Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye hükümleri arasında çelişki olması mümkün değildir.
İmâm-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- der ki:
"Ben Allah'ın Kitab'ı ile hüküm ve fetvâ veriyorum.
Kitap'ta bulamazsam, Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetine sarılıyorum. Allah'ın Kitab'ında ve Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetinde bir hüküm bulamadığım zaman sahabelerin sözlerine bakıyorum.
Yalnız sahabelerden istediğim kimselerin fetvâsını alıyor, istemediğimi almıyorum. Ancak, sahabelerin sözlerinin dışına da çıkmıyorum."
İmâm-ı Şâfiî -rahmetullahi aleyh- ise şöyle demiştir:
"Kitap ve Sünnet'te bulunan şeyleri işitenler için özür söz konusu değildir. Onlara mutlaka uymak gerekir.
Kitap ve Sünnet'te yoksa, sahabe8lerin veya onlardan birinin sözlerine başvururuz. Eğer ihtilâf edilen meselede Kitap ve Sünnet'e daha yakın olan söze bir delâlet bulamazsak; Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın -radiyallahu anhüm- sözüne uymamız daha iyi olur.
Eğer bir sözün Kitap ve Sünnet'e daha yakın olduğuna dair harhangi bir delâlet bulunursa, o söze uyarız."