Hazret yine aynı beyanlarında:
"Hâtem'den murâd, Allah-u Teâlâ'nın her makâmı kendisiyle hatmettiği şahıstır." buyurmaktadır.
Bunun da yegane sebebi; kendisi yok olunca O var, O'nun tecelliyâtı var. O da her şeyi ihâta ettiği için, mevzu hülâsa olarak kendiliğinden anlaşılmış oluyor.
Nitekim İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ne zorluğu olur;
Âlemi bir şahsa doldurur." ("Mektûbât"; 317. Mektûb)
Allah-u Teâlâ âlemleri onda dürdüğü için, bütün makamları da onda dürmüştür.
Bütün makamları bir şahsa doldurması da aynıdır.
Bütün âlemleri bir zerrenin içine sığdırmaya kâdir-i mutlak olan Allah-u Teâlâ, bütün makamları da bir noktada dürmeye kâdir-i mutlaktır.
Özünü ona yerleştirmiş.
Bu özü öyle bir yerleştirmiş ki hakikatlerin özünü bir araya toplamış, Âyân-ı sâbite'sinin içine koymuş.
O hükümsüz kaldığı için, O'nun varlığı tecellî etmiştir.
Fakat halk perdeyi görür, O'nu görmez.
Allah-u Teâlâ Yahya Aleyhisselâm'a, son Peygamber'in ümmetinden olan bu büyük zâtı müjdeleyerek nebilerin ve resullerin dahi gıpta edeceği bir kemâlatla göndereceğini vahyetmiş ve beyanlarının bir noktasında şöyle buyurmuştur:
"İzzet ve Celâl'ime yemin ederim; ben onu öyle bir gönderişle göndereceğim ki, Nebi'ler ve Resul'ler dahi ona gıpta edecekler!" ("el-Muhabbe li'l-Muhâsibî"; s. 23)
Resulullah Aleyhisselâm'ın değil, O'nun halifesi olduğu buradan belli.
Dikkat ederseniz burada Allah-u Teâlâ yemin ediyor. O böyle buyurduğu için, O'nun yeminle gönderdiği bir kimseyi inkâr eden kimse kâfir olur.
Gıpta etmelerinin sebebi ve hikmeti; onu Allah-u Teâlâ gönderdiği için, irşadını O yaydığı için, bu nuru bütün dünyaya O sirayet ettirdiği içindir.
Zira Allah-u Teâlâ diğer nebileri ve resulleri yakınlarına, yahut kendi kavimlerine, kendi muhitlerine, kendi mıntıkalarına gönderdi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i ise umuma gönderdi. Bu ise Rahmeten lil-âlemîn olan Hâtem-i nebi'nin vekili olduğu için, onun irşadını hem dünyaya sirayet ettirdi, hem âlemlere sirayet ettirdi. Onun vazifesi olduğu gibi nakledildiği için, umumî bir irşad var.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "260. Mektub"unda:
"Kararmış olan âlem onun zuhur nuruyla aydınlanır. Onun hidayet ve irşad nurları bütün âleme yayılır." buyurmuşlardır.
Âlemlerin gözün ondadır.
Bir beyanları da şöyledir:
"Onun hidayetinin nurları bahr-ı muhid gibi bütün âlemi sarmıştır."
Bu öyle bir irşad ki Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri de şöyle buyururlar:
"Âlemin altı ciheti de onun keremiyle dolu. Nereye baksan onun bayrakları orada dikildi." ("Mesnevî" c. 3 s. 253 trc:V. İzbudak)
Böyle bir zülmânât içinde Allah-u Teâlâ böyle bu nuru indirdi. Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, Allah-u Teâlâ'nın onun irşadını yayacağını beyan buyuruyor ve yaydı.
Bu sohbetimizin özünü bu gönderilme mevzusu teşkil etmekte olup, tafsilâtlı bir şekilde arzedilecektir.
Risâlet ve nübüvvet kesilmiştir, peygamberlerin devri kapanmıştır. Amma o yol durduğu için, onu o yola sürmüştür, o peygamber vekâletini yürütüyor. Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olamayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ulü'l-azm peygamberlerin işini görür." ("Mektûbât"; 234. Mektûb)
Bunun sebeb-i hikmeti şudur ki:O zamanlar ümmet az idi, hedef küçüktü. Günümüzde ise insanlar çoğaldı, hedef büyüdü. Fakat onun nuru yağan karların erimesine vesile oldu.
Nasıl ki geçmiş devirlerde ortalığın karardığı, dinin esaslarının ortadan kalktığı bir zamanda Allah-u Teâlâ Ulü'l-azm bir peygamber göndermekle dinini ayakta tutmuş, nurunu yaymış ise; bugün de ortalık kararmış, iman ile küfür birbirine girmiş, dalâlet ehli öne geçmiş durumdadır. Hususiyetle din kurucular çoğalmış, her bir din kurucu bir nevi allahlık dâvâsı güdüyor.
Ortalık öyle bir hâle gelmişti ki, eğer Allah-u Teâlâ bu ilmi indirmeseydi din nâmına bir şey kalmayacaktı, herkes kendi dinini yaymaya çalışacaktı ve bu dini ile hüküm sürecekti. Vaktaki Allah-u Teâlâ bu ilmi indirdi, bu mânevî nur onların sahte dinlerini yok etti, zulümâtı deldi, maskelerini kaldırdı, aslını ortaya koydu. Hak geldi bâtıl gitti. Dimdik olan İslâm dini meydanda kaldı.
İşte Ulü'l-azm peygamberin vazifesini yapmak budur.
"Bayraklılar ashâbı" da onun ashâbı gibi hareket ediyor. İşte seçilme de, gönderilme de, dâvet de oradan geliyor. Önüne de kimse çıkamıyor. O ise bu yolu temizliyor, nurlandırıyor. Önüne kimsenin çıkamaması, O'nun verdiği kuvvetten ve destekten ötürüdür. O yardım ediyor, O güçlendiriyor, O gösteriyor, yolu O açıyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah dilediğini yardımıyla destekler." (Âl-i imrân: 13)
Peygamberleri destekleyen Allah-u Teâlâ'dır ve melekleridir. Bu da doğrudan doğruya O'nun desteğidir. Bu apaçık bir yardımdır. O'nun ve O'ndan olduğu apâşikârdır. Onu O gönderdiği için O destekliyor. O'nun yardımı her şeyi halleder, perdede başkası görülür.
Bunların hepsi ilâhî bir lütuftur. Yapılan her şey Allah-u Teâlâ'nın hükmüyle ve izniyle husule geliyor.
O'nun lütfu olduğunu görüyorum, O'ndan olduğunu biliyorum ve herkesin seyrettiği gibi seyrediyorum.