Muhterem Okuyucularımız;
İçinde bulunduğumuz bu ekonomik kriz; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in yaşadığı ve tavsiye ettiği sade hayatın, kanaatkâr olmanın ehemmiyetini bir kez daha ortaya çıkarmıştır.
En büyük rehberimiz Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayat-ı saadetlerinde nasıl yaşadılar, bugünkü müslümanlar nasıl yaşıyorlar?
Onun varisi hakiki âlimler nasıl yaşıyordu, bugünkü müslümanlar nasıl yaşıyor?
Onlar her türlü eziyete katlanırlardı. Aç dururlar, hasır üstünde yatarlardı.
Misafir geldiğinde iyi bir hurma varsa ikram edebilmek huzur vesilesi idi.
Bütün Ashâb-ı kiram Efendilerimiz vefat ettiklerinde geride hemen hiçbir şeyleri yoktu. Niçin? Allah için Allah yolunda, fakir fukaraya, garip gurabaya harcamış, infak etmişlerdi. Hayat-ı saadetlerinde mütevâzı, sade bir hayat yaşamışlardı.
Resulullah Aleyhisselâm günlerce aç susuz kaldığı, üç gün yemek yiyemediği, karnına taş bağladığı rivayet edilir.
Allah-u Teâlâ onlara sırf maneviyat bahşetti. Dünya nimetlerini onlardan almış, hep ahiret nimetlerini bahşetmiş.
Biz ise dünya nimetlerine daldık, ahiret nimetlerini unuttuk.
Binaenaleyh; nefsimize uymayalım. Biz ilâhî ahkâmı, Sünnet-i Resulullah'ı -sallallahu aleyhi ve sellem- yaşamaya gayret edelim. Dünyaya dalmayalım.
•
Değerli insanlar, Hazret-i Allah'ın değer verdiği şeylere değer verdikleri için değer bulmuşlardır. Değerli olana değer vermeyenler değerden mahrum olurlar.
Değerli insan değersiz dünyaya meyleder ve severse değerden düşer. Değersiz olan şeylere değer vermeyen bir insanı da Hazret-i Allah değerlendirir. Nefsimiz bunu hem anlamıyor, hem de anlamak istemiyor.
Allah-u Teâlâ'nın hükmüne teslim olan, itaat eden, iffetini koruyan bir kimse kadın olsun erkek olsun Allah katında değerli olur. Allah-u Teâlâ bu gibi müminler için mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.
"Allah ve Resul'ü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için, artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur." (Ahzâb: 36)
Resulullah Aleyhisselâm'ın verdiği hüküm, Allah-u Teâlâ'nın verdiği hükümdür. Çünkü o, hevâ ve hevesine uyarak konuşmaz. Ona itaat, onun Sünnet-i seniyye'sine uymaktan ibarettir. Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, ahlâkı ile ahlâklanıp edebi ile edeplenmeyi gerektirir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İyi kadınlar, itaatkâr olanlardır." (Nisâ: 34)
İtaatkâr olmak, mümin bir kadınının imanının ve sadakatinin vazgeçilmez hususiyetlerindendir. Erkeğin, evin reisi olması sebebiyle ona itaat etmek kadının en mühim vazifelerinden birisidir. Bu vazife mehir üzerinde anlaşıp, nikâh akdinin yapılmasıyla başlar ve ölünceye kadar devam eder.
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi koruyan kadınlardır." (Nisâ: 34)
İşte sâliha hanımların vasfı budur, sâliha olmalarının icabı da budur.
Allah-u Teâlâ'nın da sakladığı ve saklanmasını emir buyurduğu sırları saklamaktır.
Sâliha hanımlar kocaları yanlarında bulunmadığı zaman, ırzlarını namuslarını korurlar; kocalarının evlerini, mallarını muhafaza ederler. Kocalarının sırlarını da saklarlar. Bunu, Allah-u Teâlâ onları muhafaza ettiği için yapabilirler. Çünkü bu imkânı onlara bahşeden O'dur.
•
Bu ay içerisinde idrak edeceğimiz "Hicrî Yeni Yıl"ınızı ve "Aşure Günü"nüzü tebrik eder, hayırlara vesile olmasını niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm ve rahmetullah...
"Resulullah Efendimiz günlerce aç susuz kalır, üç gün yemek yiyemediği olurdu. Hatta karnına taş bağladığı rivayet edilir.
Bir gün kızı Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in el değirmenini çevirmekten eli kabarmıştı. Bir hizmetçi istemeye geldi, Resulullah Aleyhisselâm ona; "Allah-u Ekber", "Sübhânellah", "Elhamdülillah", demenin hizmetçiden hayırlı olduğunu söyledi. Yoksa isteseydi sevgili kızına bir hizmetçi değil, birkaç hizmetçi verirdi. Fakat onlar hep ebedi saadeti düşündüler. Onlar Allah dediler, ahiret dediler. Onlar hep Hakk'ı, hakikati, ebediyâtı düşündü, en büyük fazileti onu bildiler.
Ey azgın, şaşkın, müslümanım zannedenler! Şu senin Peygamber'inin yaşadığı hayata bir bak! Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in en sevgili zevcesinin şu yaşadığı hayata bir bak, en sevdiği kızının hayatına bir bak. Bir de kralların, padişahların yaşadığı hayata bir bak.
Dalmayın dünya hayatına. Dünya bir hayâldir, ne ki varsa seri-üz zevâldir. Numunemiz Hazret-i Resulullah Âleyhisselâm ve onun ıyâli olsun. Şâşâdan kurtulalım, gerçek iç âleme varalım. Dış âlem hayaldir, hâyâlattır.
Dışta hiçbir şey yok. İç âlemde hakikat mevcuttur. Dış âlemden iç âleme geçelim, içte hakikati bulalım."
Amerika ve yahudinin ekonomik saldırısı sebebiyle zor günler geçiriyoruz. Paramız değer kaybediyor, ekonomimiz çalkantılı günler yaşıyor.
İçinde bulunduğumuz bu ekonomik kriz; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in yaşadığı ve tavsiye ettiği sade hayatın, kanaatkâr olmanın ehemmiyetini bir kez daha ortaya çıkarmıştır.
Binaenaleyh küffar düşmanlığını yapıyor ve yapacak.
Bizim bocalamalarımız ve çektiğimiz sıkıntılar ise biraz da kendi ellerimizle hazırladıklarımız sebebiyledir.
Şöyle ki;
Bir müslüman her zaman sade hayatı yaşamalı, mütevâzı, kanaatkâr, tevekkel ve tedbirli olmalıdır.
Böyle olunca zorluk halinde bocalamaz, zenginlik halinde de azmaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sade bir hayat yaşadılar. Süse lükse iltifat etmediler. Ümmet-i muhteremesine de bunu tavsiye ettiler. Ashâb-ı kiram'ının Asr-ı saadet hayatı ve onların izinden giden gerçek İslâm âlimlerinin yaşantıları da bu minval üzere idi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, Ashâb-ı kiram'ın ve İslâm tarihi boyunca onların izinden gitmiş olan zevât-ı kiramın bu yaşantısına dair sayısız örnekler mevcuttur.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Andolsun ki Resulullah sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı arzu edenler ve Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir numunedir." (Ahzâb: 21)
Allah-u Teâlâ'nın yüce Resul'ü ve biricik Habib'i, ahlâk-ı hamidenin ve eşsiz faziletlerin menbâı, dünya ve ahirette en büyük rehberimiz, en güzel numunemiz Peygamberimiz Efendimiz'dir. Ona Salât-ü selâmlar olsun.
Numunemiz Hazret-i Resulullah Âleyhisselâm ve onun ıyâli olsun. Şâşâdan kurtulalım, gerçek iç âleme varalım. Dış âlem hayaldir, hâyâlattır, seri-üz zevaldir. Dışta hiçbir şey yok. İç âlemde hakikat mevcuttur. Dış âlemden iç âleme geçelim, içte hakikati bulalım.
İnsanlar için en büyük bahtiyarlık, en yüksek mertebe ve en büyük meziyet, emsali görülmemiş ve bir daha da görülmeyecek olan Peygamber Aleyhisselâm'ın yolunda yürümek, yüce ahlâkını tatbik edebilmektir.
"Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter." (Enfâl: 64)
Yaptıklarını yapanlar, gösterdiği yoldan gidenler, dünyada saâdete ahirette ise selâmete kavuşacaklardır.
Ona tâbi olup yolunda bulunanlar, Allah-u Teâlâ'nın zâtî tecellîsine kavuşurlar. İzinde ilerlemekle, bütün mertebelerin üstünde bulunan kulluk makamına ulaşırlar.
Onlar onu buldular, Hakk'ı buldular. Hakk'ı bulan ebedî saâdete erişir. Dünyada Hakk ile yaşar, kabirde O'nunla olur, mahşerde O'nunla olur, Cennet-i âlâ'da da O'nunla olur.
"Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar!" (Nisâ: 69)
En büyük rehberimiz Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayat-ı saadetlerinde nasıl yaşadılar, bugünkü müslümanlar nasıl yaşıyorlar?
Onun varisi hakiki âlimler nasıl yaşıyordu, bugünkü müslümanlar nasıl yaşıyor?
Onlar her türlü eziyete katlanırlardı. Aç dururlar, hasır üstünde yatarlardı.
Misafir geldiğinde iyi bir hurma varsa ikram edebilmek huzur vesilesi idi.
Bütün Ashâb-ı kiram Efendilerimiz vefat ettiklerinde geride hemen hiçbir şeyleri yoktu. Niçin? Allah için Allah yolunda, fakir fukaraya garip gurabaya harcamış, infak etmişlerdi. Hayat-ı saadetlerinde mütevâzı, sade bir hayat yaşamışlardı.
Binaenaleyh; nefsimize uymayalım. Biz ilâhî ahkâmı, Sünnet-i Resulullah'ı -sallallahu aleyhi ve sellem- yaşamaya gayret edelim. Dünyaya dalmayalım.
"Fakat siz dünya hayatını ahirete tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir." (A'lâ: 16-17)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Dünyaya muhabbet büyük günahların en büyüğüdür." (Deylemî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Sade hayat imandandır." buyurmuşlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sadeliği severler, süsten, lüksten hiç hoşlanmazlardı. Sadelik en güzel nezafettir, tevazuya meyletmektir. Süs ise kibre vesile olur. Güzel giyinmek güzeldir fakat sadeliği tercih etmek daha güzeldir. Onun hane-i saadetleri eski halini muhafaza ediyordu. Tevazu ve sadeliği o kadar ileri götürmüştü ki, bütün mefruşat; bir yatak, bir hasır, toprak bir su kabı gibi eşyalardan ibaretti.
Günlerce bacası tütmez, aylarca evinde ışık yanmadığı olurdu.
Yiyecek bir şey bulamadıkları için, hanımları ve çocukları ile beraber, bir çok geceler yemek yemeden yatarlardı.
Hiçbir zaman hiçbir yemeği beğenmemezlik etmez, arzu ederse yer, etmezse bırakırdı.
Bulduğunu yer, bulduğunu giyerdi. Tam mânâsı ile ferâgat sahibi idi.
Zenginliği kendisinin ve aile fertlerinin bir yıllık nafakasından fazla değildi. Asıl zenginliği ise, Rabb'ine güvenerek beslediği gönül zenginliğiydi.
Diğer taraftan o, Allah'tan gafil olmaya sebep olacak fakirlikten ve azdıracak zenginlikten hoşlanmayarak Allah'a sığınmıştır.
Bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Her zengin ve her fakir kıyamet günü dünyada rızkını geçinecek kadarı verilmiş olmasına muhakkak arzulayacaktır." buyurmuşlardır.
Bu yüzden dualarında ehl-ü iyali için zenginlik istememişler, "Yetecek kadar" Cenâb-ı Hakk'tan dilemişlerdir. Az olmasın ki kimseye muhtaç kalmasınlar, çok olup da dünyaya dalmasınlar.
O yüzden ehl-i beyt'i için yaptıkları dualarında:
"Ey Allah'ım! Muhammed âilesinin rızkını yetecek kadar ver." buyuruyorlar. (Müslim: 1055)
Böyle bir rızık sahibi ne fakir ne de zengin sayılır.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in, kardeşi Esmâ -radiyallahu anhâ-nın oğlu Urve -radiyallahu anh-e şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
"Ey Hemşîrezâdem! Biz Peygamber kadınları hilâle bakar, görürdük. Sonra bir hilâl daha görürdük: iki ayda üç hilâl, tamamlardık da Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in hane-i saâdetinin odalarında bir ateş parçası yakılmazdı."
Urve -radiyallahu anh-:
"Ey teyze! Ya (sizin azığınız ne idi?) sizi ne yaşatırdı?" diye sorduğunda şöyle buyurdular:
"Esvedân; hurma ile su. Şu kadar ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in Ensâr'dan komşuları, bunların da sağım koyunları vardı. Bunlar, koyunlarını sağarlardı, sütlerinden Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e hediye ederlerdi; Resûlullah da ondan bize içirirdi." (Buharî)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e Mekkeli müşriklerin yaptıkları davasından vazgeçirme tekliflerinin içinde dünyalık her şey vardı:
"Maksadın mal ve mülk ise, seni Mekke'nin en zengini yapalım. Başkan olmak istiyorsan başkan seçelim. Kadın istiyorsan, seni Kureyş'in en asil ve en güzel kadınları ile evlendirelim." diye tekliflerde bulundular.
Resulullah Aleyhisselâm cevap olarak şöyle buyurdu:
"Ben sizin dediğiniz gibi hasta falan değilim, sizden mal-mülk de istemiyorum, mevki ve makama kavuşmak için başkanlık da istemiyorum. Gerçek şu ki beni Rabb'im peygamber olarak göndermiştir, bana bir kitap indirmiştir. O'nun emirlerini size tebliğ ediyorum. Getirdiğim şeyi kabul ederseniz, dünyada da ahirette de mutlu olacaksınız. Yok eğer reddederseniz Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredip bekleyeceğim."
•
Hicretin üçüncü senesinden sonra fütuhatlar çoğalmış, dokuzuncu senesinde ise elde edilen ganimetler Medine-i münevvere'ye sel gibi akmış, müslümanların durumu düzelmiş, çoğu zengin olmuştu. Mısır azizi, Bizans imparatoru ve diğerleri kendisine kıymetli hediyeler gönderiyorlardı. Fakat o bunlara zerre kadar iltifat etmedi. Eline geçen her şeyi, bir gün bile yanında tutmadı; fakirlere, gazilere, müslümanların yükselmesine sarfetti.
Kendisine bağışlanan çok kıymetli bağları halkın istifadesine bıraktı. Mahsulleri fukaraya ve muhtaçlara dağıtılırdı.
Müellefet-ül Kulûb adı verilen bir takım gayr-i müslimlerin kalplerini İslâm'a ısındırmak için onlara yaptığı iyilikler anlatmakla bitmez.
Ümmetinden en fakir bir kimsenin yaşayışı gibi hayat sürmeyi, sadelik içinde yaşamayı tercih etti.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ahirete irtihal ettiklerinde hâne-i saâdetlerinin durumunu şöyle beyan buyuruyorlar:
"Resulullah Aleyhisselâm vefat ettiğinde, evimin dolabında bir parça arpadan başka canlının yiyeceği hiçbir şey yoktu. Arpadan uzun müddet yedim durdum, nihayet kileye vurdum da tükendi."
Resulullah Aleyhisselâm günlerce aç susuz kaldığı, üç gün yemek yiyemediği, karnına taş bağladığı rivayet edilir.
Allah-u Teâlâ onlara sırf maneviyat bahşetti. Dünya nimetlerini onlardan almış, hep ahiret nimetlerini bahşetmiş.
Biz ise dünya nimetlerine daldık, ahiret nimetlerini unuttuk.
Kanaat; bulunduğu hâle râzı olmak ve bu taksimin "Âlemlerin yegâne rızıklandırıcısı" olan Allah-u Teâlâ tarafından yapıldığını tasdik etmek, böylece nefsânî zevklerden ayrılıp rûhanî zevki ele geçirmek hâlidir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:
"Müslüman olup, kendisine yetecek kadar rızık verilen ve Allah'ın verdiğine kanaat eden kimse saadete ermiştir." (Müslim)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Dünya hayatında onların maişetlerini kendi aralarında biz taksim ettik." (Zuhruf: 32)
Kullarının geçim işini kendilerine bırakmayıp bizzat üzerine almıştır.
Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
"İnsanoğlu ecelinden kaçtığı gibi rızıktan da kaçsa; ecel, her nerede olsa onu bulduğu gibi rızık da kendisini arar bulur." (Câmiü's-sağir)
Böyle olunca "Nahnü kasemnâ"yı gözeten "Biz taksim ettik." fermanına inanan bir kimse, hırstan, tamahtan ve buna bağlı kötü huylardan kurtulmuş, huzur ile ömrünü geçirmiş olur. Çünkü taksimatta ayrılmış olan rızkın kişiye ulaşmasını dünyadaki bütün insanlar birleşip mâni olmaya kalksalar mâni olamazlar. Bütün insanlar bir araya gelseler, taksimatta ayrılmamış olan rızkı veremezler.
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:
"Cenâb-ı Hakk'ın verdiğine kanaat, tükenmez bir maldır." (Câmiü's-sağir)
Zenginlik aradım, onu da kanaatte buldum. Kanaatteki zenginliği hiçbir şeyde bulamadım.
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:
"Asıl zenginlik malın çokluğu değil, gönül zenginliğidir." (Müslim: 1051)
Birçok zenginler vardır ki gönülleri fakirdir, çünkü ellerindeki malı çoğaltmak için geceyi gündüze katarlar. Gönlü zengin olan ise Allah-u Teâlâ'nın takdirine râzıdır, daima tok gözlüdür. İşte asıl zenginlik budur.
Bir müslüman dünyadaki nasibini alırken daima ahiretini ön planda tutmakla vazifeli iken, bugün insanlar sanki hiç ahiret yokmuş gibi hareket ediyor. Şuursuzca dünyanın peşinden koşuyor. Gelişen teknoloji ile hayatımıza giren birçok iletişim aracı insanı tefekkürden uzaklaştırıyor.
Dünyayı isteyenden dünya kaçar, ondan kaçanın da peşine düşer.
Cenâb-ı Hakk dünyaya hitaben:
"Ey dünya bana hizmet edene sen hizmet et." diye ferman buyuruyor. (Münâvi)
Dünya hakikaten o kişiye hizmet eder.
İnsan bunu bilse dünyanın peşinden koşmaz. Sen O'nun yolunda bulun, O senin ihtiyacını sana verir.
•
Mümin; rızkının Allah-u Teâlâ'nın takdiri ve tedbiriyle olduğunu bildiği için, ilâhi taksime râzı olur, rızkı ne kadar az da olsa kalbi rahat eder. Kâfirin ise kanaatı olmadığından, rızkı ne kadar çok ve zengin de olsa kalp darlığından kurtulamaz.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Cenâb-ı Hakk'ın verdiği rızka kanaat eden mümin cennete dahil olur." (Münâvi)
Hadis-i şerif'te öyle bir müjde var ki, kanaatkâr olan kimse dünyada iken cennete girmiş oluyor. Çünkü o sahibinden râzı, Mevlâ da o kulundan râzı.
"Rızık için çekme kasavet,
'Nahn-ü kasemna'yı gözet.
Kula ifşaya ne hacet,
Derû Mevlâ'yı gözet..."
Onun için Hakk kapısını gözetlemek lâzım. O ezelden ne ayırdıysa verir. Telâşa lüzum yok...
Resulullah Aleyhisselâm bir ara hanımlarına incinmiş onlara kızmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm "Meşrebe" diye anılan çardakta bir ay kadar yalnız başına kaldı, sabah ve akşam yemeğini yalnız başına yedi.
Bu durumu öğrenen Ashâb-ı kiram telâşa kapıldılar, Resulullah Aleyhisselâm'ın hanımlarını boşadığını sandılar. İçlerinden bazıları Mescid'de mahzun mahzun oturuyor, küçük çakıl taşlarıyla oynayarak içlerindeki sıkıntıyı açığa vuruyorlardı, bazıları da ağlıyordu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- izin alarak Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna girdi. Beline bir ihram bağlayıp hurma lifinden yapılmış bir hasır üzerine uzanmış olduğunu gördü, selâm verdi. Vücudundaki hasır izlerini görünce dayanamadı, ağlamaya başladı.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Niye ağlıyorsun yâ Ömer!" diye sorduğunda:
"Yâ Resulellah! Ne diye ağlamayayım ki? Kisrâlar, Kayserler dünyanın zevk ve sefâsını sürerken, siz Allah katında en seçkin kul olduğunuz halde böyle bir hayat sürüyorsunuz!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
"Yâ Ömer! Dünya onların, ahiretin de bizim olmasına râzı değil misin?"
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: "Râzıyım!" diye cevap verdi. Daha sonra hanımlarını boşayıp boşamadığını sordu.
"Hayır boşamadım." buyurdu.
Bu cevap karşısında: "Allah-u Ekber!" demekten kendini alamadı ve:
"Bütün Ashâb üzüntü içindeler, gidip de kendilerine durumu haber vereyim mi?" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm: "Olur!" buyurdu. Ve mübarek simâsından üzüntüsü dağılıncaya kadar konuştu. Nihayet yüzü gülmeye başladı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- huzur-u nebevî'den ayrılarak Mescid'in kapısına geldi ve yüksek sesle: "Resulullah Aleyhisselâm hanımlarını boşamamıştır!" diye bağırdı.
Hazret-i Hasan -radiyallahu anh- şöyle demiştir:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-, bizzat insanlara yardım eder, izarını deri ile yamardı. Allah-u Teâlâ'ya kavuşuncaya kadar aralıksız üç gün hem sabah hem akşam yemeği yememiştir. Sabah yemiş ise akşam yememiş, akşam yemiş ise sabah yememiştir."
Enes -radiyallahu anh- diyor ki:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- yüksek masa üstünde yemek yemedi. Ölünceye kadar buğday unundan yapılma ince yufka ekmeği yemedi."
Diğer bir rivayette şu ziyade vardır:
"Allah Resul'ü, ölene dek hiçbir vakit kızartılmış bütün bir koyun yemedi."
İbn-i Abbas -radiyallahu anh- diyor ki:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- ile âile efradı, akşam yemeği bulamadıkları için peşpeşe birkaç gece aç yattıkları olurdu. Ekmekleri ekseriye arpa ekmeği idi."
Enes -radiyallahu anh-diyor ki:
"Bir gün Fâtıma -radiyallahu anhâ- babasına bir parça arpa ekmeği verdi. Resulullah Aleyhisselâm, Fatıma'ya:
'Babanın üç günden beri yediği ilk yemektir.' buyurdu."
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- diyor ki:
"Bir gün Peygamber Efendimiz kendisine ikram edilen sıcak bir yemeği yiyip bitirdikten sonra:
"Elhamdülillah! Şu kadar zamandan beri mideme sıcak yemek girmemişti!" buyurdu."
İbn-i Abbas -radiyallahu anh- anlatıyor:
Ebu Bekir -radiyallahu anh- günün sıcak bir vaktinde mescide gitmişti. Ömer -radiyallahu anh-in şöyle dediğini duydu:
"Yâ Ebu Bekir! Bu saatte niçin dışarıya çıktın?" O ise bu saatte kendisini dışarıya çıkmaya mecbur eden sebebin açlık olduğunu söyledi. Ömer -radiyallahu anh- de "Benim çıkmama sebep de vallahi bundan başka bir şey değildir." dedi.
Bu şekilde dertleşirlerken birden Resulullah Aleyhisselâm çıkageldi ve kendilerine bu saatte niçin çıktıklarını sordu. Onlar da şiddetli açlıktan dolayı çıktıklarını söylediler.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, beni de dışarı çıkaran şiddetli açlıktan başka bir şey değildir. Kalkın benimle birlikte gelin." buyurdu.
Yürüyüp Ebu Eyyub el-Ensârî -radiyallahu anh-in kapısına geldiler. Ebu Eyyub, Resulullah Aleyhisselâm'a her gün yemek veya süt ayırırdı. O gün Resulullah Aleyhisselâm geç kaldığından, ayırdığını çocuklarına yedirmiş, kendisi de hurmalığa çalışmaya gitmişti. Kapıya geldiklerinde dışarıya hanımı çıktı. Resulullah Aleyhisselâm'a ve yanındakilere:
"Hoş geldiniz!" dedi. Resulullah Aleyhisselâm "Ebu Eyyub nerede?" diye sordu. Bu sırada Ebu Eyyub ise hurmalığında çalışırken Resulullah Aleyhisselâm'ın geldiğini duydu ve koşarak geldi. O da "Hoş geldiniz!" dedikten sonra "Yâ Resulellah! Bu zaman sizin gelme vaktiniz değil!" dedi. Resulullah Aleyhisselâm "Doğru söyledin." diye mukabele etti. Ebu Eyyub -radiyallahu anh- gidip üzerinde kurusu, olgunu ve tazesi bulunan bir hurma salkımı getirdi.
Resulullah Aleyhisselâm "Ben bunu istemedim, bize kuru hurma topla." deyince, Ebu Eyyub -radiyallahu anh- "Yâ Resulellah! İstedim ki hem kuru, hem olgun, hem de tazesinden yiyesiniz. Değil kuru hurma, ben size bununla beraber bir hayvan da kesebilirim." dedi. Resulullah Aleyhisselâm Ebu Eyyub'a kesecek olursa sağılanını kesmemesini söyledi. Bunun üzerine tutup bir oğlak kesti ve hanımına "Sen de bize hamur yoğurup ekmek yap! Sen iyi ekmek yaparsın." dedi. Oğlağın yarısını alıp haşladı, yarısını da kızarttı. Yemek pişip de Resulullah Aleyhisselâm ve ashabının önüne getirilince, Resulullah Aleyhisselâm oğlaktan biraz alıp bir ekmeğin içine koydu ve Ebu Eyyub'a "Bunu Fâtıma'ya götür. Zira günlerdir o böyle yemek görmedi." dedi. O da derhal alıp Fâtıma -radiyallahu anhâ-ya gitti.
Yemeği yiyip doyduklarında Resulullah Aleyhisselâm "Ekmek, et, kuru, taze ve olgun hurma!" dedi ve gözleri yaşararak ilâve etti:
"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, işte bunlar kıyamet gününde hesabını vereceğiniz nimetlerdir."
Bu söz Ashab'a ağır geldi. O zaman Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
"Şu kadar var ki, böyle nimetlere kavuşup onları yerken Bismillâh deyiniz. Doyduğunuz vakit de 'Bizi doyuran, bize nimetler veren ve iyilik eden Allah'a hamdolsun.' deyin. Zira ancak hamd ile bu nimetlere mukabele edilir." (Kenzül-ummâl: 4/40)
Oysa o, âlemlere rahmet olarak gönderildi. Bir veliye dahi verilen onun yüzüsuyu hürmetinedir.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Her asırda benim ümmetimde sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur. Haklarındaki inayet ve merhamet-i ilâhi o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla def ve ref olur." (Nevadir-ül usûl)
Bir veliye bunca ihsan, bunca ikram. Ya Hazret-i Allah'ın biricik Habib'i, halili, nûru olan Resulullah Aleyhisselâm'a neler verilmiştir? Buna rağmen o Ehl-i beyt'i ve Ashab-ı kiram'ı aç ve susuz kaldılar, karınlarına taş bağladılar.
Bu, şımarık, azgın, çılgın insanlara bir derstir. Senin peygamberin böyle yaşadı. Ya siz ne yapıyorsunuz? Durumunuza bir bakın!
•
Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in huzuruna Habeşî Eymen girmişti. O sırada Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-nın üzerinde kalın Yemen bezinden yapılmış, beş dirhem kıymetinde bir libâs bulunuyordu.
Darlık zamanlarını yâd ederek;
"Ey Eymen! Gözünü cariyeme doğru kaldır da bak! O, üzerimdeki libãsı şimdi ev içinde giymekten arlanıp utanır. Hâlbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- zamanında benim bu nevi bir elbisem vardı. Medine'de nikâh için süslenen her kadın onu âriyet (ödünç) almak üzere muhakkak bana haber gönderirdi." demiştir. (Buhârî; 1144)
Onlar böyle zühd ve takvâ hayatını yaşamış, sadelik ve tevâzuya yönelmişler, riyâ ve gösterişten kaçmışlar, Allah ve Resul'ünü tercih etmişlerdi.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivâyete göre, eşi Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ-nın bir ara evdeki el değirmenini çevirmekten eli kabarmıştı. Bir hizmetçi istemek üzere Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-e gelmiş fakat onu bulamamıştı. Âişe -radiyallahu anhâ-ya dileğini söyledi.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- gelince, Âişe -radiyallahu anhâ-, Fâtıma -radiyallahu anhâ-nın geldiğini haber verdi ve isteğini anlattı.
Bunun üzerine Peygamber Aleyhisselâm bize geldi. Yatağımıza yatmıştık. Kalkmaya davranırken bize "Kalkmayınız!" buyurdu ve ikimizin arasına oturdu. Hatta ben göğsüme değen mübarek ayaklarının serinliğini duydum.
Sonra Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
"İyi dinleyiniz! Sizin benden istediğiniz esir hizmetçiden daha hayırlı bir şey öğreteyim mi?
Yatağınıza girince otuz dört defa "Allah-u Ekber", otuz üç defa "Sübhânellah", otuz üç defa "Elhamdülillah", dersiniz. İşte bu zikirler size hizmetçiden hayırlıdır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1498)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- buyurur ki:
Fâtıma -radiyallahu anhâ- Resululllah -sallallahu aleyhi ve sellem-e gelerek bir hizmetçi talep etmişti.
Ona hizmetçi edinmekten daha hayırlı olan şu duâyı okumasını beyan buyurdu:
"Allah'ım! Sen yedi semânın Rabb'i, Arş-ı âzâm'ın Rabb'isin. Sen bizim Rabb'imizsin ve her şeyin Rabb'isin. Tevrat, İncil ve Furkan indiren, tohum ve çekirdekleri açansın. Her şeyin şerrinden sana sığınıyorum. Her şeyin nâsiyesi senin elindedir. Evvel sensin, senden önce bir şey yoktu. Âhir sensin, senden sonra da bir şey kalmayacak. Sen Zâhir'sin, senin üstünde bir şey mevcut değildir. Sen Bâtın'sın, senin dışında bir şey yoktur. Benim borcumu ödeyiver, beni fukaralıktan kurtar, beni zengin kıl!" (Tirmizî)
Buradaki bütün gayemiz ne? Onlar hep Hakk'ı, hakikati, ebediyâtı düşündü, en büyük fazileti onu bildiler. Yoksa isteseydi sevgili kızına bir hizmetçi değil, birkaç hizmetçi verirdi. Fakat onlar hep ebedi saadeti düşündüler. Onlar Allah dediler, ahiret dediler.
Ey azgın, şaşkın, müslümanım zannedenler!
Şu senin Peygamber'inin yaşadığı hayata bir bak! Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in en sevgili zevcesinin, en sevdiği kızının hayatına bir bak. Bir de kralların, padişahların yaşadığı hayata bir bak. Dalmayın dünya hayatına. Dünya bir hayâldir, ne ki varsa seri-üz zevâldir.
İbn-i Ömer -radiyallahu anh-den şöyle rivayet edilmiştir:
"Bir defasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- kızı Fâtıma -radiyallahu anhâ-nın evine gelmişti. Fâtıma -radiyallahu anhâ-nın yanına girmemişti. Sonra Ali -radiyallahu anh- geldi. Fâtıma`yı üzgün gördü. Fâtıma da ona olayı anlattı. Ali -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e:
"Yâ Resulullah! Evimize gelip de Fâtıma'nın yanına girmemeniz, onu kederlendirmiştir." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Hakikaten geldim, fakat onun kapısında türlü renklerle nakışlı bir perde gördüm. Benimle bu ziynetli dünya arasında ne münâsebet var?" buyurdu.
Ali -radiyallahu anh- Fâtıma -radiyallahu anhâ-ya gelip durumu anlattı.
O da:
"Resulullah bu perde hakkında ne dilerse onu bana emretsin!" dedi.
Bu söz Resulullah Aleyhisselâm'a erişince:
"Fâtıma bu perdeyi muhtaç bir âile sahibi olan filâna gönderir!" buyurdu." (Buhârî; 1138)
•
Sahabe-i kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz'in hayatlarında bunun birçok misalleri vardır. Burada teberrüken numune-i imtisal olması bakımından yolumuzun büyüklerinden iki güzide ashâb-ı kiram Efendilerimizin nezih hayat-ı saadetlerini arz edelim.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-, pek faziletli ve ziyâdesiyle cömertti. Mal varlığının hemen hepsini Hazret-i Allah ve Resul'ünün -sallallahu aleyhi ve sellem- yolunda harcamaktan çekinmedi. Bu sebeple hakkında şu Âyet-i kerime'ler nâzil oldu:
"O en muttaki olan kimse ondan (cehennemden) uzak tutulur. O ki temizlenip arınmak üzere malını hayra verir." (Leyl: 17-18)
İslâmiyet'le müşerref olduğu zaman kırk bin dinar serveti vardı. Malını Allah yolunda sarfetmekten müstesna bir zevk duydu. Mekke'li müşriklerin ağır işkenceleri altında kıvranıp inleyen kadın ve erkek birçok müslüman köleleri satın alıp kurtarmaktan geri durmadı. Mekke'de yaptığı gibi, Medine'de de cömertçe harcadı.
Birçok muhterem ve mübeccel şahsiyetler onun delâleti ile müslüman olmuştur.
Cennetle müjdelenen; Osman bin Affan -radiyallahu anh-, Abdurrahman bin Avf -radiyallahu anh-, Zübeyr bin Avvam -radiyallahu anh-Sa'd bin Ebi Vakkâs -radiyallahu anh-, Talha bin Ubeydullah -radiyallahu anh- gibi Ashâb-ı kiram'ın önde gelenlerinden birçok kimsenin müslüman olmasına o vesile olmuştur.
Tebük seferinde dört bin dirhem gümüşten ibaret bulunan servetinin hepsini getirip Resulullah Aleyhisselâm'a teslim etmişti.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: "Resulullah Aleyhisselâm bir gün mal bağışında bulunmamızı emretti. Bu da, elimde önemli miktarda servet bulunduğu bir zamana rastladı. Kendi kendime: Ebu Bekir şimdiye kadar beni hep geçti, ben de bugün onu geçeceğim dedim."
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- servetinin yarısını getirip Resulullah Aleyhisselâm'a verdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Yâ Ömer! Ev halkına ne bıraktın?" diye sorduğunda:
"Bir bu kadarını bıraktım." dedi.
Sonra Ebu Bekir -radiyallahu anh- geldi, yanında bulunan servetinin hepsini verdi. Resulullah Aleyhisselâm ona da:
"Yâ Ebu Bekir! Ev halkına ne bıraktın?" diye sorduğunda:
"Onlara Allah'ı ve Resul'ünü bıraktım." dedi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ağlayarak: "Yâ Ebu Bekir! Hayır yolunda hiçbir yarış yapmadık ki, sen beni geçmiş olmayasın! Artık anladım ki hiçbir şeyde seni geçemeyeceğim." dedi. (Ebu Dâvud - Tirmizî)
Resulullah Aleyhisselâm; "Hiç kimsenin malı, benim için Ebu Bekir'in malı kadar faydalı olmamıştır." buyurduğu zaman gözlerinden yaşlar aktı ve "Yâ Resulellah! Ben ve malım sadece senin için var değil miyiz" dedi. Değil malını, canını bile fedâ etmeye her an için hazırdı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Kim bize bir iyilikte bulunmuşsa mutlaka karşılığını ödemiş bulunuyoruz. Ancak Ebu Bekir müstesna. O öyle iyiliklerde bulunmuştur ki karşılığını ancak Allah-u Teâlâ kıyamet gününde ona ihsan buyuracaktır. Hem sonra, başkasının bağışladığı mal, Ebu Bekir'in bağışladığı kadar bana faydalı olmamıştır."(Tirmizî)
Vefat ettiğinde neyi var, neyi yok bağışlamışlar, kendisinden sonra gelecek olan İslâm halifesine teslimini istemişlerdi.
Geride; bir köle, bir devesi vardı, getirdiklerinde Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:
"Şimdi o kendisinden sonra geleni derin bir şekilde düşündürdü." demiştir.
Vefatında, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz onun hakkında şöyle söylemiştir:
"Sen fırtınaların, en şiddetli kasırgaların kımıldatamadığı bir dağ idin. Resulullah'ın dediği gibi sen bedeninde zayıf, Allah'ın dininde kuvvetli, gönlünde mütevâzı, Allah katında ve yeryüzünde makamı yüce, müminlerin nezdinde büyük idin. Sende hiç kimsenin kini, hiç kimsenin değersiz bulduğu bir tarafı yoktu. Senin katında kuvvetli olan hak alıncaya kadar zayıf, zayıf da hakkını alıncaya kadar kuvvetli idi. Allah senin sevabından bizi mahrum etmesin. Senden sonra bizi saptırmasın."
Selman-ı Fârisî -radiyallahu anh- Efendimiz de ne kadar arza şayandır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- devrinde Medâin şehrine vali tayin edildi. Bu makam onun hayatında bir değişiklik meydana getirmedi. Köle olduğu zamanlarda nasıl giyinir nasıl gezerse, Medâin valisi olduğu zaman da aynı halde olmuş, debdebeden uzak kalmıştır. Doğru dürüst bir elbisesi bile yoktu. Tek bir âbâsı ile hem hutbe okur, hem de gece olduğunda yarısını altına serer, yarısını da üstünü örter öylece yatardı.
Valiliği sırasında şehrin ve halkın her türlü işi ile uğraşırdı. Normal bir kıyafetle halkın arasına çıktığı için görenler onu tanıyamaz, vâli olduğunu bilmeden yük taşıttıkları olurdu. Tanındıktan sonra, yükü sırtından almak isteyenler olursa izin vermez, gidecekleri yere kadar yükleri götürüverirdi. Ücret verirler almazdı.
Tevâzuda, iş bilmek ve bitirmekte, geçim ehli olmakta herkese numune oluyordu.
Geçimini temin etmek için bir dirheme satın aldığı hurma yaprağından sepet ördükten sonra onu üç dirheme satardı. Üç dirhemin birini tekrar hurma yaprağı örmek için ayırır, kazandığı iki dirhemin birini ise ev halkının nafakasına ayırır, diğerini de Allah için infâk ederdi. Eline ne geçerse muhtaçlar arasında taksim ederdi. Yemez yedirir, giymez giydirirdi. Kendisi ihtiyaç sahibi olduğu halde, hiç kimseden sadaka kabul etmezdi. Sadakadan çok çekinir, hatta fakirlere bile sadaka kabul etmemelerini tavsiye ederdi.
Kisrâ'ların mülkünü idareye memur edilmiş iken, beş bin altın gelirin başında olduğu ve idaresi altında yirmi bin insan bulunduğu halde, onun bu yolu seçmesi, zühd ve kanaatinin kemâline şahittir.
Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- "Ölümden korktuğum, dünyaya bağlı olduğum için ağlamıyorum. Onun vasiyetini tutamadık diye ağlıyorum" dedi.
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bizden bir ahid aldı. Hiçbirimiz onu koruyamadık. O bize;
"Sizin dünyadaki geçimliliğiniz bir yolcunun azığı kadar olsun." buyurmuşlardı."
Halbuki o anda sahip olduğu eşya bir leğen, büyükçe bir çanak, bir su kabı ve kilimden ibaret idi. Bütün eşyasının değeri 15-20 dirhemi geçmezdi.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle beyan buyurmuşlardı:
"Muhtaç olmamak için tabii ki çalışacağız, kazanacağız. Amma sizi zengin olmaya da teşvik etmiyorum.
Eğer Allah-u Teâlâ beni zengin yapmayı murad etseydi, inanın sırayla apartmanlarım olurdu. Çünkü 1942'de işe başladım. 1944'te zaten Düzce zelzelesi oldu; o zaman evde bir atölyem vardı, dört tane kalfa çalışırdı. Bu kalfalar da Ankara'dan, İstanbul'dan temin edilmiş kalfalardı. Düzce'de böyle bir iş yapan da yoktu, bu şekilde işe başladım.
Tâ on altı yahut on yedi yaşlarında bu işe başladık, hepsi on dokuz, yirmi yaşımıza kadar sürdü. İntisap ettik, hâlen; "İşini küçült, küçült!.." dediler de indirdik. Yoksa zengin olmak icap etseydi apartmanlarım olurdu. Çünkü o zaman ona göre bir iş vardı.
İkincisi; bir kardeş geldi, "Dükkân çalışıyor, atölye de çalışıyor, biz bir kavafiye açalım!" dedi. Bir istihare yapayım dedim; yaptım, çıkmadı, memnun olmadılar. "Mehmet, pek müsaade edilmedi!" dedim. O zaman kavafiyeye başlayanlar zengindi, amma bizim yapacağımız kavafiye de ayrıydı.
Onun için Allah-u Teâlâ beni tuttu, kuru ekmeği bana sevdirdi. O kadar işim parlaktı ki, o parlak işi sıfıra indirdim.
Hiç unutmam; elimde marul vardı, oranın eşrafından bir zât geçiyordu, "Aa! Bu zât yalnız salata mı yiyor?" dedi. O kadar işimi indirdim ki, yalnız o gün yiyeceğim kadar çalışıyordum, yarını düşünmüyordum.
Bütün ömrüm de üç saat uykuyla geçti. Fakat o günler gitti, bir daha da gelmiyor. Şimdi o tâkat yok. Demek ki Sahib'im bana bunu sevdirmiş, ondan sonra tekrar, yavaş yavaş çalışmaya başladım.
Fakat evvela biz o parlak işi sıfıra indirdik. Çünkü gençtik, çizme yapar Türkiye'ye yayardık. Kadın ayakkabısı da yapardık, her şeyi yapardık. Bu işi biz birdenbire yok ettik.
Günlük ihtiyacımın teminine başladım, o gün ne ihtiyacım varsa onu temine çalışırdım. Mevlâ'ya şükürler olsun beni zengin olmaktan korudu. Zengin olmam lâzım değildi ki. Apartman sahibi olmak da hiçbir şey değildir.
Beni Sahib'im korudu, tuttu, ben de size bunu duyurmaya çalışıyorum. Siz ilim yaymaya çalışın, âlem para kazansın! Kitap satın, mecmuâ satın, şunu satın bunu satın, ilim yayın. Bu meyanda dünya ihtiyacınızı da temin edersiniz.
Amma illa; "Zengin olmak!" diyorsanız, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan kifayet fevkinde (ihtiyacından fazlasını) alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur." (C. Sağir)
İkinci bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Ümmetimin fakirleri zenginlerinden yetmiş yıl önce cennete girer." (Ahmed bin Hanbel)
Zaten senin ömrün o kadar!
Onun içindir ki değmez. Eğer zenginliğe değseydi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu beyanlarında böyle buyurmazdı.
Allah-u Teâlâ her ihtiyacınızın, lütfu ile teminini ihsan buyursun. İhtiyacınız için çalışın, fakat sizin geliriniz âhiret geliri olsun. Bu da ilmi yaymakla olur. Âlem toplasın efendim!
Bunları hep hazırlıklı olmanız için yapıyoruz, tamaha dalmayasınız diye!
Dalanlar dalsın efendim. Yalnız Hazret-i Allah'ın zerreden hesap soracağını unutmayın. Bu kadar paranın hesabı nasıl verilir? Bir düşünün yani, bir düşünün!"
•
"Halimize şükredelim. Zenginlik onların olsun, Allah'ım bize iman ve huzur ihsan etsin, hayırlı lokma ikram etsin. Çünkü gidiyoruz işte. Düzce'de oturduğumuz odanın badanalı olmasını dahi istemezler; 'Yarın kabirdesin değmez.' buyururlardı."
•
"İnsan ömrünü yemekle, içmekle israf etmemeli. Çünkü dünyaya bir daha gelecek değil. İbadetini yapsın da derecatı artsın. Yeme, içme, yaşama ise Hazret-i Allah onların hepsini ahirette hazırlamıştır. Bir insan bir ömür boyu çalışıyor da bir bina yapamıyor, ya cenneti kazanmak için nasıl çalışmalı?
Bunlar vasiyet, nasihat. Yemekle, içmekle zevkinin peşine düşersen nefsinin peşine koşmuş olursun. Atın yemini, suyunu, arpasını ver, bin, git. Çünkü nefis binektir. Onunla yol alacaksın."
•
"Bizim hayatımız şuna benzer: Bir insan bir evden diğer bir eve taşınırken, bütün eşyalarını taşır. Eski evde hiçbir şey kalmaz, sadece bir ceketi vardır. Çağırdıkları zaman gelir ceketini alıp, gider.
Benim dünyada kalmamla ahirete göçmemin durumu budur. Şu, bu hayır! Bir ceketim var, çağırdıkları zaman alır çıkarım. Elhamdülillâh... Allah'ım beni dünyaya bağlamamış, hiçbir ilgim yok. Her şeyi vermiş ama O'ndan gayrisini yaşatmamış. Benim için ne mal, ne para, ne kadın; hayır! Benim sadece ceketim var, ceketi alıp giderim. Onun için değmez efendim."
•
"Bütün dünya senin olsa; hiç! Madem ki hiç ne diye değer veriyorsun? Gel de nefse anlat."
•
"Dünya başkasının olsun. Çünkü helâl ise hesabı var, haram ise azabı var."
•
"Biz nasıl ki hiçbir madde ile ilgilenmek istemiyor, her maddeyi kendimizden uzaklaştırmak istiyorsak,; sizler de o şekilde hiçbir madde ile uğraşmayın. Zarar görürsünüz. Bize mâneviyat yeter. Faydalı bir şey olsa biz de meşgul oluruz."
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında hasır üzerinde uyumuşlardı. Uykudan kalktığında, hasırın vücudunda iz bıraktığı görüldü.
Bunun üzerine orada bulunanlar:
"Yâ Resulellah! Sizin için yatak tedarik etsek olmaz mı?" diye sorunca:
"Benim dünya ile ne işim var? Ben, dünyada bir ağaç altında gölgelenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim." buyurdu. (Tirmizî)
Yolcu ise eline çantasını almış yol almakla meşguldür.
Senin de çantan elinde bulunsun. "İrcıîy!" dâvetinin ne zaman geleceği belli değil, amma gelecek. Her aldığın nefes seni kabre doğru çekiyor, ömrün tükeniyor. Hayat yolculuktur, sen yolcusun.
Otelde olduğunu, muhakkak ki evine gitmen gerektiğini daima göz önünde bulundur.
Bir gün yolculuk bitecek, yolcu evine varacak. Amma orası öyle bir ev ki dönüşü yok, amel sandığı.
Sonra, kabirde bulunanların hâli ile hallenmemiz tavsiye ediliyor. Şimdiden kabre girmiş gibi. Çünkü ölüme mahkumuz.
Kabir ehlinin hâliyle yaşayan insan dünyadan zevk almaz. Dünyadaki zevki Hazret-i Allah ile ve Allah dostları ile olduğu zamandır.
Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!" buyuruyorlar. (Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif çok incedir.
"Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol!"
Yani o hale bürün. Garip azmaz, taşmaz. Hakaret etmez. Garip insanın hiçbir şeyi olmaz. Malı olmaz, mülkü olmaz, varlığı olmaz.
Yolcu olduğunu bil, âlem-i dünyadan âlem-i berzah'a yolcusun. Yolcu bir insan artık; "Şu işi yapsaydım!" yahut "Şunu yapayım!" demez. Ya ne der? "Dünyaya tutunmaya gelmez, yolcuyum!" der. Çantasını alır, ebedî hayatın yolcusu olduğunu bilir. Yaptığı şeyleri kalbiyle yapmaz da eliyle yapar, diliyle yapar, kalben yapmaz. Yani onun muhabbetini kalbine koymaz. Mühim olan kalbin işgaliyetten kurtulması. Nefsin, şeytanın, şeytanlaşmış insanların iğvasından kalbi kurtarmak. Kalb-i selim hale gelirse Allah ona yeter.
"Nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!"
Niçin? Ehl-i kubur haliyle yaşayan insan dünyadan zevk almaz. Dünyadaki zevki Hazret-i Allah ile ve Allah dostları ile beraber olduğu zamandır. Dikkat ederseniz Allah-u Teâlâ sevgili peygamberlerine dünyaya ait muhabbet bağlatmamıştır.
Muhabbet çok güzel bir bağdır. Hangi muhabbet? Gaye, menfaat, maksat olmayan bir muhabbet.
"Fakat siz dünya hayatını ahirete tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir." (A'lâ: 16-17)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Dünyaya muhabbet büyük günahların en büyüğüdür." (Deylemî)
Neden? Seni dünya mı yarattı, dünya mı donattı, dünya mı seni besliyor? Allah-u Teâlâ yoktan var etti, nimetlere gark etti, merzuk etti, hayat verdi, sıhhat verdi. Şimdi bu yaratıcıyı bir insan unutup da değersiz şeye taparsa değersiz olur. Değer verirse değer bulur. Herkes kendisine bu aynada iyi baksın. Yapacağı işi ona göre yapsın.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İnsanın gönlünü çeken kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşler, salma ve güzel atlar, sağmal hayvanlar ve ekinler sevgisi insanlara hoş gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici birer menfaatıdır.
Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır." (Âl-i imrân: 14)
Su geminin içine girerse batar. Altında olursa gemiyi yüzdürür. Dünya muhabbeti kalbe girdi mi batırır. Dünya geçici bir sahnedir. İmtihanını vereceksin ve seni çekecek, hepsi bu kadar. Onun için O'nunla olmak hayattır, O'nsuz olmak vefattır.
En büyük sevgi Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a, Resulullah'a ve sonra Vekil'inedir.
Hazret-i Allah'a edep gerekiyor. Resulullah'a edep gerekiyor. Hazret-i Kur'an'a edep gerekiyor. Kitabullah'a olan edep ahkâm-ı İlâhi'ye riayet etmektir. Resulullah Aleyhisselâm'a olan edep hem Sünnet-i seniyye'sine sarılmak ve yaşamak, hem de vekiline tazim etmektir. Mürşid-i kâmil'deki edep ise Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği emanete riayet etmektir.
Onun için edep haline bürünürsek, yaşamak çok kolaylaşır. Edebi terk edersek işimiz iştir.
Hülasâ-i kelâm; azma, taşma, yolcu olduğunu bil. Çantan elinde olsun. Davetin ne zaman geleceği belli değil, an meselesi. Kabir hayatını yaşa. Çünkü bugün üstte, yarın alttasın. Burası misafirhane, burası bir otel. Senin evin orada. Fakat kabir hayatını yaşayabilmek için insan kendi nefsini ona göre yetiştirecek, daima kabirde olduğunu düşünecek. Bugün üstte, yarın evimdeyim. Acaba oradaki durumum ne olacak diye muhasebesini yapacak.
Nefsini de öldür, azdırma. Yarın kabirdesin, oradaki halin ne olacak? Şimdiden hesabını, kitabını yap.
"Size verilen her şey dünya hayatının bir geçimliği ve ziynetidir. Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (Kasas: 60)
Ey nefis! Buralı değilsin, yolcu olduğunu unutma!
Ömür en kıymetli sermayedir. Ömür bitince sermaye toplamak için ikinci bir hayat yok. Şu halde bu kıymetli sermayenin değil dakikasını zerresini bile zayi etmemek lâzım. O alıncaya kadar sen yolunda bulun. Dünya da O'nun, ahiret de O'nun...
Bugün üstte, yarın alttayız. Ama mühim olan ebediyât. İman-ı kâmille göçtükten sonra, ebedî saadete erdikten sonra hayat başlar.
Nasıl ki insan, sinemadayken ışıklar yandığı zaman heyecandan utanırsa, ya hayalâthaneden hakikate geçtiği zaman durumu ne olur? Acaba ne yaptım, ömrümü nerelerde geçirdim, nereye gideceğim diye düşündüğü zaman artık hesabını nasıl yapması lâzım.
Ben dünyayı bir gün olarak biliyorum. Niçin? Yarın yaşayacağını biliyor musun? Şu halde mühim olan bugün...
Ama bu inceden inceye bir hesap. Bu hesabın yapılması için Hazret-i Allah'ın emirlerine itaat, nehiylerinden ictinap etmek, daima Hazret-i Allah'a yönelik işlerle meşgul olmak lâzım. Bir taraftan da mütemadiyen el kârda, gönül yarda gerek.
El çalışacak dünya için, kalp çalışacak Allah için.
•
Geldik gitmek için. Bugün varız yarın yokuz. Bugün üstte, yarın alttayız. Bu akşam yatakta, yarın akşam topraktayız.
Ne oldu?
Öldü!
Nasıl öldü?
Bunu Resulullah Aleyhisselâm haber veriyorlar:
"Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz." (Münâvî)
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Kadın olsun erkek olsun, her kim mümin olarak sâlih amel işlerse, biz onu (dünyada) mutlaka çok güzel bir hayat ile yaşatırız." (Nahl: 97)
Cenâb-ı Hakk dilerse sâlih kulunu yaşatır. Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu iman edip sâlih amel işleyenlere bir vaad-i Sübhânî'dir. Şu halde inanan ona göre çalışsın.
Bu; "Çok güzel bir hayat" nedir?
O'nunla olmak. O'nunla olursan sana huzur verir. Huzurla yaşadığın zaman kuru ekmek dahi sana tatlı gelir. Huzursuzsan para, yemek seni doyurmaz. Huzur doyurur. O huzur da ancak O'ndan gelir. Bugün huzur hacıda yok, hocada yok, zenginde yok, fakirde yok, dervişte yok.
Huzur neyle meydana gelir? Huzurun kaynağı nasıl temin edilir?
Hazret-i Allah bir kula lütfuyla tecelli ederse.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Sana gelen her iyilik Allah'tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir." (Nisâ: 79)
İnsanın bunu kavraması mümkün değil. Niçin? Cehaletinden.
Niçin? Allah-u Teâlâ'ya yakın olmadığından.
Bütün iyilikler Allah'tan gelir derken, bir kere o huzuru kazanmak için sermaye O'ndan gelir. O sermaye ile sen O'na samimi bir şekilde yöneleceksin, aşk ile ibadet edeceksin. Bu aşk ile ibadet nasıl olur? Herkes uyurken sen uyanık ol, herkes gülerken sen ağla. Bu şekilde merbudiyet O'na olsun. Bu merbudiyet O'na olunca; "Bu kul benim!" der, ilk olarak ihsanı huzur olur. Ve o kul huzur bulur. Kuru ekmeği dahi olsa O'na şükreder, hiç başka bir şey aramaz. Bu kul ubudiyetine devam eder. Huzurdan sonra ona huşu ihsan eder. Daha derine dalar. Mahiyetinde bulundurur. Çok daha ilerlerse kurbiyet husule gelir. İşte bunlar ilâhi lütfundan başka bir şey değildir. Ancak Allah-u Teâlâ'nın lütfu olacak ki, bunlar olacak. Bir kulun bunlara ermesi mümkün değil. Huzuru kimse bulamıyor, huşuyu nasıl bulsun?
Şimdi herkes "Yaşayayım!" diyor. O kadar! Ama ruhu mu yaşıyor, nefsi mi yaşıyor o belli değil. Bu dediklerimiz ruhu yaşayan insanlara ait.
Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruluyor:
"Bir kulum benim zikrimle meşgul olmasından dolayı kendi ihtiyaçlarının talebini unutursa ben o kuluma kendisi istemezden önce in'am ve ihsan ederim." (Tirmizî)
Sen, sen ol, O'nunla ol! Zira nefis perde olmak ister. Rabb'im şerrinden korusun.
Onun için şu duâyı çok sık yaparız:
"Allah'ım gözümü açıp kapayıncaya kadarki mesafede beni nefsime, şeytana, şeytanlaşmış insanlara bırakma. Lütfettiğin güzel nimetleri benden alma. Af ve afiyetini diliyorum. Beni lütuf rızândan ayırma."
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Yarışanlar bunun için yarışsınlar, (imrenenler buna imrensinler)." (Mutaffifîn: 26)
Yarışanlar rıza için yarışsın. Fakat dünya zevkini isteyen onu arasın. Hakk'ı isteyen Hakk'a kavuşsun. Fakat dünyada aradığınız hepsi burada.
Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki, dünyadan el etek çekmek esas değildir, Müslümanların meşru surette dünyadan faydalanmaları gerekir. O ziynetlerin, o temiz yiyeceklerin başlıcası müminlerin istifadesi için yaratılmıştır. Mümin olmayanların bunlardan bu dünyada istifade etmeleri ise geçici bir zamandır. Ahirette bu nimetlere kavuşamayacakları gibi birçok cezalara ve azaplara maruz kalacaklardır.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"İman edip sâlih ameller işleyenlerin kötülüklerini elbette örteriz ve onları yaptıklarının daha güzeli ile mükâfatlandırırız." (Ankebût: 7)
Şu halde en büyük dostun Allah. O'nunla olacaksın. Yaratıyor, yaşatıyor, donatıyor.
Ben kendimi yaranın kabuğu kadar görüyorum, ama siz yalnız bunun ismini işitiyorsunuz. Allah-u Teâlâ bize cismini gösteriyor. Bir yaranın kabuğunun ne hükmü var? Hiç. Atılır. Hepsi O'nun, O'ndan. Senin ne hükmün var? Madem ki yaranın kabuğunun hükmü yok, senin de hükmün yok. Hüküm O'nun. Bunu benimsemek lâzım.
Hazret-i Allah ümmet-i Muhammed'i muhafaza etsin. Gerçekten büyük bir afat yaşanıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz aşağıdaki mucize Hadis-i şerif'lerinde hem bu devri tarif ediyor, hem de "korunma ve kurtulmanın yolu"nu gösteriyor.
Ashâb-ı kiram'dan Sâlebetü'l-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Âyet-i kerime'sinin tefsirini sorduğunda, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Yâ Ebu Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman KENDİNİ KURTARMAYA BAK VE HALK TABAKASINI BIRAK!
Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır."
Ashâb-ı kiram: "Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani 'Sizden' kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)" diye sorduklarında buyurdu ki:
"Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar." (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
İşte o zaman bugün. Çok nazik davranmak lâzım, çok dikkatli davranmak lâzım.
Cenâb-ı Hakk'tan kopmayacaksın, Hakk ile olacaksın, Hakk ile vazife göreceksin. Fazla sivrilmeyeceksin. "Düzelteyim!", "Yapayım!" zamanı değil, kurtulma zamanı.
Zira Resulullah Aleyhisselâm'ın "Kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak!" buyurduğu zaman bu zaman. Halk tabakasını bırakıp kendini kurtarma zamanı. Rabb'im kurtardıklarından etsin.
Bu emre Âyet-i kerime mucibince ehl-ü iyali de dahildir:
"Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." (Tahrim: 6)
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Erkek âile fertlerinin muhafızı durumundadır ve onların hukukundan sorumludur." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 487 - Müslim: 1829)
Müslümanların gerek kendilerine ve gerekse âilesine karşı mükellefiyetleri çok ağırdır.
Çocuk şayet iyi terbiye edilmezse kötü bir insan olur. Anne-baba onun kötülüğünden mesuldürler. Günahına da ortak olurlar.
Câhiliyet devrinde kız çocuklarını diri diri gömerlerdi. Fakat kız masum olduğu için cennete giderdi. Zalim baba ise cehenneme giderdi.
Eskiden cehalet vardı. Şimdiki cehalet çok daha büyük. Hâlâ farkında değilsiniz. Zalim anne baba, canım yavruyu kendi elleriyle cehhenneme koyuyor. Kendi de gidiyor.
Çocukların İslâm ahlâk ve âdâbına uygun olarak yetiştirilmeleri ilâhî bir emirdir:
Çocuğa abdesti, gusülü, namazı öğretmez, ehl-i beyt'i, Kur'an'ı, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-i, Allah dostlarını sevdirmezsen ondan hayır bekleyebilir misin?..
•
Binaenaleyh kendimizi ve ailemizi kurtarmaya bakalım. Halk israf ediyor, biz etmeyelim. Moda adı altında tefahür, gösteriş yapıyor, caka satıyor, biz Hazret-i Allah'a sığınalım, O'na yönelelim, emir ve hükümlerinden ayrılmayalım.
Kalabalığa uyanların durumu şudur:
"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, onlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanna uyarlar ve yalandan başka söz de söylemezler." (En'âm: 116)
İçinde bulunduğumuz bu ahir zamanda durum çok daha vahimdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, öldürme ve zorbalıktan başka yolla devlet idaresine sahip olunamayacaktır. Gasp ve cimrilikten başka yolla zenginliğe, dinden çıkma ve nefsânî duygulara tâbi olmaktan başka yolla da (diğer insanların) sevgisine ulaşılmayacaktır. Kim bu zamana ulaşır ve zengin olması mümkünken fakirliğe sabreder, sevgilerini kazanma mümkünken nefretlerine sabrederse, aziz (onurlu haysiyetli) olmaya gücü yeterken zillete sabrederse, Allah o kuluna beni tasdik eden elli sıddık sevabı verecektir." (Tahavî)
Dikkat ederseniz bu Hadis-i şerif yukarıdaki "Yâ Salebe! ...kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak!" Hadis-i şerif'i ile birleşmiş oldu.
Öyle bir zaman ki, kurtulmak neredeyse mümkün değil, ancak kurtardıklarının da faziletini kavramak mümkün değil. Yani bu kadar zor, bu zorluğa göre de bu derece kıymetli. Sayıları da o kadar az, hatta azın da azı!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise buyururlar ki:
"Garipler SAYILARI PEK AZ olan sâlih kişilerdir. Bu kişiler sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur." (Ahmed bin Hanbel)
İşte öyle bir zaman ki, sâlih bir kimse içinde bulunduğu toplumda sevilmiyor. Dünya bütün cazibesi ile önlerinde durduğu halde, fakirliğe sabrediyorlar; halkın sevgisini kazanmak çok kolay olduğu halde, nefretlerine sabrediyorlar; itibarlı olmak imkânı varken, zillete sabrediyorlar.
Binaenaleyh rahat aramakla, nefse uymakla, hükm-i ilâhî'yi terkeden kalabalığa karışmakla kurtulmak, bu mazhariyete erişmek mümkün değildir.
Değerli insanlar, Hazret-i Allah'ın değer verdiği şeylere değer verdikleri için değer bulmuşlardır. Değerli olana değer vermeyenler değerden mahrum olurlar.
Değerli insan değersiz dünyaya meyleder ve severse değerden düşer. Değersiz olan şeylere değer vermeyen bir insanı da Hazret-i Allah değerlendirir. Nefsimiz bunu hem anlamıyor, hem de anlamak istemiyor.
Bu değerler Hakk'a dayanır. Bu değer gerçekleştiğinde değere değer verdiği için dilerse Hazret-i Allah o kulunu değerlendirir. Salih kullarından eyler.
Bir Hadis-i şerif'te; "Günahların en büyüğünün dünyaya muhabbet" olduğu beyan buyurulmuştur.
Neden? Seni dünya mı yarattı, dünya mı donattı, dünya mı seni besliyor? Allah-u Teâlâ yoktan vâretti, nimetleriyle garketti, merzuk etti, hayat verdi, sıhhat verdi. Bir insan bu güzel Yaratıcı'yı unutup da değersiz şeye taparsa, değersiz olur. Değere değer verirse, değer bulur. Herkes kendisine bu aynada iyi baksın, ona göre hareket etsin.
Kimi insanlar vardır değersize değer verirler değerden düşerler, kimi insanlar da vardır değerliye değer verirler ve değer bulurlar. İnsanlar için geçerli olan bu keyfiyet O'nun inşa ettiği cemiyet için de geçerlidir. Kıymeti hesapsız derecede yüksek olan kişiler gibi maddi-mânevi varlıklar da dünya ve içindekilerden daha fazla kıymet ifade ederler.
Câbir İbn-ü Abdullah -radiyallahu anh-dan rivayet edildiğine göre, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Allah katındaki yerini bilmeyi arzu eden kişi, kendi öz hayatında Allah'ın emirleri ve yasaklarının tuttuğu yere baksın. Zira Allah, kendisine değer verildiği ölçüde kişiye değer verir." (Mecmaüz-Zevâid)
Bir oda altının var, ruhunu almaya geldiler, o anda o altının kırk para kadar değeri var mı? Kıymeti var mı? Şu halde kıymetli olana değer ver, değersize değer verme!..
Sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini Allah için sevmemek çok kârlı işlerdendir.
Hadis-i şerif'te imanın en sağlam kulpu olarak vasıflandırılmıştır.
Allah için sevgi, Allah için buğz imanın en sağlam kulpudur. İmanın tekâmülünde en büyük âmildir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir." (Ebu Dâvud)
İnsan bunu ayırdedemezse, ne kadar ibadet ederse etsin dalâlettedir. Allah-u Teâlâ ile arasında çok büyük bir uzaklık meydana gelir, rahmet-i ilâhî'den kovulur.
Kitabullah'ın hükmüne rızâ göstermeyenleri dost edinmenin insanı İslâm hudutları haricine çıkaracağı kesinlikle bilinmelidir. Bir müminin her şeyden önce dininde ve imanında samimi olması gerekir. Küfre rızâ göstermek de küfürdür.
Hazret-i Allah burada kulundan çok razı olur. Hatta ne kadar ibadet ederse etsin, bunu ayırt edemezse dalâlettedir. İbadetlerinden fayda göremez. Çok ince bir noktadır.
Bir insan nefsine şeytana uyarsa değerini kaybeder ve düşer. Nefis zâlimdir, kâfirdir, insanı helâk eder. En büyük şer nefsimizdir. Şeytan ve şeytanlaşmış insanlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Çok iyi bilin ki, o kendi nefsini ilâh edinmiş, ona tapıyor, o bir puttur. O putuna taptığı gibi, ona iltihak ve ittibâ edenler puthaneye girmiş ve o puthanede tapınmış oluyorlar. Çünkü o kendisi puta tapıyor, ona bağlı olanlar da o puthanede tapınıp duruyorlar.
Mesrûk -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Bir kimseye ilim olarak Allah'tan korkar olması yeterlidir. Bir kimseye cehâlet olarak da kendini beğenmesi, nefsine mağrur olması yeterlidir." (Câmiü's-sağîr: 6240)
Bu en büyük tehlikeyi hiç kimse bilmiyor ve görmüyor.
Diğer bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:
"Bir insanın kendini beğenmesi yetmiş senelik ibadetini mahveder." (Câmiü's-sağîr)
Kibriya ve azamet Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. Büyüklük ve ululuk ancak O'na yakışır. Kula yakışan tevâzudur, alçak gönüllülüktür.
Kendi nefsini beğenip değer verenlerden nefret ettiğim zaman şöyle düşünüyorum;
"Ben kendimi beğenip nefsime değer verirsem, ya Rabb'im ne kadar nefret eder!"
Hakkı bilmeyerek dünyaya sarılmak, gölgenin peşinde koşmaya benzer. Kişi ne kadar koşarsa koşsun, hiç gölge tutulur mu? İpek böceğinin hâli de mâlumunuzdur. Kozayı yapar, kendisi içerde kalır. Sonra kozayı fırına verirler, onu yakarlar, ipeğinden istifade ederler. İşte ehl-i dünyanın da malından ipeğinden başkası istifade eder, kendisi ise cehenneme girer.
Yeri gelmişken cuâl adındaki pislik böceğini de misal verelim. Pisliği toplar, yuvasına kadar getirir. Fakat topladığı pislik büyük, yuvasının ağzı küçük olduğu için, onu orada bırakır içeriye girer. Biz de öyle toplarız toplarız, gel dedikleri zaman hepsini bırakırız. Hesabı bize mal başkasına kalır.
İhtiyaç için çalışılacak, fakat cidden çok sakınmamız lâzım. Dünyaya değer verirsek dünya adamı oluruz. Ahirete değer verirsek ahiret adamı oluruz.
Allah'ımız şiddetli kıştan evvel odun ve kömür almanın lüzumunu hisseden dünya aklını vermiş olduğu gibi; kabrin karanlığını görmezden evvel onu nurlandırmanın lüzumunu anlayıp kavrayabilecek bir ahiret aklını da cümlemize ihsan buyursun.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Size verilen her şey dünya hayatının bir geçimliği ve ziynetidir. Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (Kasas: 60)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb'ı ile birlikte pazar yerinde dolaşırken bir oğlak ölüsüne rastladı. Kulağından tutarak:
–"Hanginiz bunu bir dirhem mukabilinde almak ister?" diye sordu. Ashâb:
–"Bundan daha az paraya bile olsa almayız. O bizim ne işimize yarar ki?" dediler. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
–"Parasız verilse ister misiniz?" buyurdu.
–"Vallahi, esasen bu diri olsa bile, kulaksız olduğundan dolayı kusurludur, ölü iken ne yapalım?" dediler.
Bunun üzerine buyurdular ki:
–"Vallahi, bu sizce nasıl kıymetsiz ve değersiz ise, Allah'a göre de dünya bundan daha değersizdir." (Müslim)
Evvelce denmişti ki, değer vermekle değer bulunur. Değere değer vermek ne demek bilir misiniz? Değer nereden geliyor, değersizlik nereden geliyor? Hiç umulmayan yerden.
Üç noktada toplayalım. Üçü de gizli ilim.
1- Değersizlik şuradan geliyor:
Bir insan vücudunu "Benim!" derse değerini kaybeder.
Vücud bir elbisedir. Ruhtur onu tutan. Ruh ise Allah-u Teâlâ'nın emridir. Ruh çıkınca vücudun hiç değeri kalmaz. "Benim!" derse dalâlettir.
Hakikat ehli bilir ki kendinin zerre kadar değeri yoktur. Değer hep O'nun.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz bu hususu şöyle dile getirirler:
"Bizâtihi hiç kimseden bana hayır yok,
Hiç kimseden de ümidimi kesmiş değilim.
Kendi halime baktığım zaman,
Baştan başa tek dane bile değilim!"
Mevlânâ Cami -kuddise sırruh- Hazretleri ise:
"Bekâ bahçesinde ne gül oldum ne diken,
Ne fenâ şarabının sarhoşuyum ne de ayık,
Kendi değerimi tarttım ve evet dedim,
Ben hiçim ve hatta hiç bile değilim,
Ne hiçten ne hiç bile olmayandan hayır gelir." buyuruyorlar.
İnsanların bu esrârı kavrayamayışı, kendi vücudunun elbise olduğunu bilmeyişindendir.
Hakikat ehli Hakk'tan konuşur, diğeri nefisten konuşur. Hakk'tan konuşan der ki; "Hakk" diğeri der ki; "Ben!".
Yani birisi Hakk'ı görüyor, kendini görmüyor. Diğeri kendini görüyor, Hakk'ı görmüyor.
2- Kişi kendini beğenirse bundan büyük dalâlet olmaz. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Bir insanın kendini beğenmesi yetmiş senelik ibadetini mahveder." (C. Sağir)
"Bir kimseye ilim olarak Allah'tan korkar olması yeterlidir. Bir kimseye cehâlet olarak da kendini beğenmesi, nefsine mağrur olması yeterlidir." (Câmiü's-sağîr: 6240)
Bir insanın hiçbir günahı olmasa, kendisini beğenmesi helâk olması için kâfidir.
3- Değer neye verilir?
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir kimsede tecelli ederse, Allah ve Resul'ü onda olduğu için o çok değerlidir. Ne kadar tecelli ederse o kadar büyüktür. O büyüklük ise Allah-u Teâlâ'ya aittir, mahlûka ait değildir.
Meselâ bir şişenin içinde değerli bir şey vardır. Gören şişeyi görüyor. Şişe şişedir, hiçbir değeri yok. Ancak içindekinden dolayı değer taşır. Hazret-i Allah kişide böyle tecelli eder.
Tecelliyat hususunda Efendi Hazretleri'nin bir beyanı var.
"Ben, ben değilim. Bir benliğim var, benden içeri!" buyuruyorlar.
Burada Efendi Hazretleri "Allah"ı anlatıyorlar. Yani "Görünüşte benim, aslında bir kabuğum, içimde O var!"
Hazret-i Allah onun içinde, o görüyor, biliyor, fakat anlatamıyor. Anlatana da anlatamıyor.
Her şey Hazret-i Allah'a perdedir, içinde O var. O her şeyden her şeye yakın. Her şey O değil, fakat hiçbir şey de O'ndan ayrı değil.
Âyet-i kerime'de:
"Allah o Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyum'dur. (Ezelî ve ebedî hayat ile bâkidir. Zât ve kemâl sıfatları ile her şeye hâkim olup, bütün varlıklar O'nunla kâimdir)." buyruluyor. (Bakara: 255)
"Lâ ilâhe" dendiğinde, kişi gerek kendisini gerek bütün mevcûdatı ölü olarak görmedikçe bu esrar ona açılmaz. "İllâ Hüvel Hayy'ül Kayyûm" denildiğinde, ancak O vardır, yalnız O diridir ve her şey O'nun varlığı ile kâimdir.
"Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir." (Hadîd: 4)
Âyet-i kerime'sindeki bu beraberlik zâta ve zamana taallûk eden bir beraberlik olmadığı gibi, hulûl ve ittihad yoluyla da değildir. Aksine bütün zuhur mahallerinden şimşek ziyâsı gibi, sadece zuhur ve huzur suretiyledir.
Âyet-i kerime'de:
"O Evvel'dir, Âhir'dir, Zâhir'dir, Bâtın'dır." buyuruluyor. (Hadîd: 3)
Allah-u Teâlâ "Evvel"dir, ezelîdir. O'ndan evvel hiçbir şey yok idi. Zât-ı Akdes'i için asla başlangıç tasavvur olunamaz. O'nun varlığı Zât-ı Akdes'inin gereğidir. Var olan her şeyin varlığı O'ndandır.
"Âhir"dir; ebedîdir, sona ermekten münezzehtir. Varlığının başlangıcı olmadığı gibi, nihayeti de yoktur.
"Zâhir"dir; her görünen varlık O'nun kudretinin eseridir, O'nun varlığı ile kâimdir. Zerreden kürreye kadar ne ki varsa O'nun Zâhir ism-i şerif'i ile zâhir olmuşlardır. Canlı ve cansız bütün mevcudat O'nun varlığı ile kâimdir. "Ol!" diyor oluyorlar, "Öl!" dediği zaman her şey yok oluyor.
İnsan da bütün yaratılmışlar da "Ol!.." Emr-i şerif'i ile zâhir olmuşlardır.
Zâhirde gördüğün bütün mükevvenât şuna benzer:
Elinde bir fener var. Yakıyorsun, karşındaki görünüyor. Söndürüyorsun, görünmüyor.
Âyet-i kerime'de:
"Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri sadece "Ol!" demekten ibarettir. O da hemen oluverir." (Yâsin: 82)
O ışığı yakmasıyla her şey zâhir oluyor. "Olma!" dediği zaman her şey mahvoluyor. İşte Hazret-i Allah budur. Yalnız O var.
"Bâtın"dır; Ulûhiyet sırları her zerrede mevcuttur, gizlidir ve her şeye vakıftır, varlık da vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. Olması için bir emre bakıyor. "Kün feyekûn", "Ol!" buyuruyor, her şey oluyor. O'nunla oluyor. Hepsi bir cesetten, bir elbiseden, bir perdeden ibarettir.
Hakikatte ise O'ndan başka müstakil bir vücud yoktur. Kendi Zât'ına mahsus olan azâmet ve ulûhiyet sıfatlarını kendisinin dışında hiçbir varlığa vermemiştir.
Mükevvenat bir perdeden ibarettir. Senin varlığın "Azâmet-i ilâhi"yi görmene, kudretini tefekkür etmene mâni oluyor. O duvarı yıkamadığın için "Var"ı göremiyorsun.
Allah ve Resul'ünün bir kimsede tecelli etmesi ne demektir?
Hazret-i Allah'ın muhabbetinin o kimsede bulunması demektir. Bunlar milyonlarda bir kişidir.
Muhabbet ve aşk verilen kimse, gerçekten büyük bir lütfa nail olmuştur. Bunun içindir ki:
"Aşkın mecâzi dahi olsa vazgeçme. Çünkü mecâzi aşk hakikate köprüdür." demişlerdir.
Âyet-i kerime:
"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu hiç?" (En'âm: 122)
Bir insan dünya malı gibi değersiz şeylere değer verir, haram olan şeyleri irtikab ederse, değer verdiği şeyler onun içinde olur. Hazret-i Allah bulunmaz.
Âyet-i kerime'sinde bunu açık olarak buyuruyor:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
Cenâb-ı Hakk idrak sahiplerinin adedini artırsın. O, dilediğine hidayet eder. Duâları kabul eden, Resulullah'ın yoluna koyan O'dur. O'nun lütfu olmadan hiç kimse hidayete eremez, Resulullah'ın nuruna ulaşamaz. O'nun nurundan kâinatı yarattı, kâinatı o nurla donattı. O nura erişen Hakk'a erişir.
Bütün tâzim ve hürmet, salât-ü selâm ona, âl ve ashâbına olsun.
"Âlem makam-rütbeden bahseder,
Fâkir kendine nazar eder,
Kendi hâlimi gördüğümde,
Bir çöp dahi değilim!" (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, "Sözler ve Notlar 2", s. 161-171)
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, itaat eden erkekler ve itaat eden kadınlar, sâdık erkekler ve sâdık kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, huşû duyan erkekler ve huşû duyan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve iffetlerini koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve Allah'ı çok zikreden kadınlar; İşte Allah bunlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır." (Ahzâb: 35)
O mükâfatın dünyada iken tasavvuru mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ'nın hükmüne teslim olan, itaat eden, iffetini koruyan bir kimse kadın olsun erkek olsun Allah katında değerli olur. Allah-u Teâlâ bu gibi müminler için mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.
"Allah ve Resul'ü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için, artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur.
Allah'a ve Resul'üne başkaldırıp isyan eden kimse hiç süphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur." (Ahzâb: 36)
Resulullah Aleyhisselâm'ın verdiği hüküm, Allah-u Teâlâ'nın verdiği hükümdür. Çünkü o, hevâ ve hevesine uyarak konuşmaz.
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece: "İşittik ve itaat ettik!" demekten ibarettir. İşte saâdete erenler onlardır.
Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr: 51-52)
Ona itaat, onun Sünnet-i seniyye'sine uymaktan ibarettir. Bunun içindir ki Sünnet-i seniyye'ye uymak imanın gereğidir.
Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, ahlâkı ile ahlâklanıp edebi ile edeplenmeyi gerektirir.
Ona itaat etmek, verdiği hükme râzı olmak, söylediği söze boyun eğmek, getirdiği her şeyi tereddütsüz kabul etmek, mümin olmanın şiarıdır. Aksi taktirde inanmanın mânâsı kalmaz. Ona muhalefet ederek Allah-u Teâlâ'ya itaat etmek düşünülemez.
Bu Âyet-i kerime hususi bir hadise hakkında nâzil olmakla beraber hükmü umumidir. Buradaki emir ve talimat kıyamete kadar geçerlidir.
Hiçbir müslüman fert ve milletin, Allah-u Teâlâ'nın ve Peygamber'inin hüküm verdiği bir hususta kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Müslüman kalmak, müslümanca yaşamak ve müslüman olarak ölmek isteyen bir kimse mutlaka Allah-u Teâlâ ve Resul'ünün emir ve arzusuna boyun eğmek: "İşittim ve itaat ettim!" demek zorundadır. Boyun eğmeyi kabul etmezse, ne kadar müslüman olduğunu iddiâ etse de boştur. Bu gibi kimseler İslâm dairesinden çıkmış, kalbinde imandan bir eser kalmamıştır.
Müminler o kimselerdir ki;
"Onlar büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar." (Şûrâ: 37)
Âyet-i kerime'si mucibince hareket ederler.
Üzerine tehdit gerçekleşen veya şer'î cezayı gerektiren, yahut açıkça yasaklanmış olan günahlardan kaçındıkları gibi; çirkinliği açık ve aşırı olan günahlardan da sakınırlar.
"Kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar, affederler." (Şûrâ: 37)
Kızgınlık halinde kusur örtmek gibi büyük hususiyet ancak onlara yakışır ve onlar ona lâyıktırlar.
"Rabb'lerinin dâvetine icabet ederler." (Şûrâ: 38)
İlâhî emir ve nehiylere samimi bir kalp ile bağlanırlar ve icaplarını yerine getirirler.
Bu yolun zâhirî kısmı vardır, bâtınî kısmı vardır.
Zâhirî kısmı; girmiştir çalışıyor, çabalıyor, askerlik gibi. Bâtınî kısım ise Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
"İçinizde!... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
O içindekiyle meşgul, öteki dışındakiyle.
Bir kardeşin babası çok hasta idi. Kendisine geldiğinde bir kardeşe söylemiş: "O şimdi burada idi."
Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri dilediğinin ruhaniyetini hâlk eder, ruhaniyetten de lâtifeler hâlk eder. Lâtifeler ruhaniyetin askeridir. Allah-u Teâlâ dilerse onları yürütür.
Hataya düşenler nereden düştüğünü, kaybedenler nereden kaybettiğini bilmiş olsun. Ve bunlar mânevi nasip alsalardı bu duruma düşmezlerdi. Yolun zâhirinde kalmışlar. Zâhirinde kaldığı için içeri nüfuz edememiş.
Zâhirî yol, bâtınî yol.
Edep üzerine, mânevi hâl üzerine yetişen bâtınî yoldadır.
Mânevi yolun da zâhirî kısmı vardır, bâtınî kısmı vardır. Bâtınî kısmında alınanlar, zâhirî kısmında çalışanlar. Zâhirî kısmında çalışıyor, hizmet ediyor, yolun içindeyim, önderiyim diyor ama boş. Aşı tutmamış.
İhvanın zahirî kısmı kapıdan girmiştir. Avluda geziniyor. Hizmet ediyor, şunu yapıyor, bunu yapıyor ama terbiyeye alınmadığı için edepten mahrumdur. Çünkü o terbiye onun tekâmüliyetine vesiledir. Tekâmüliyet ile birlikte her şey yavaş yavaş sırası ile verilir. Bu verilme ile beraber varlığını alır. Ona dilediği kadar verildikçe dilediği kadar varlığını alırlar.
Terakkiyat-helâkiyat mevzuu bunun içindir. Binaenaleyh insan manevî yolda taht-ı terbiye gördükçe varlığı da yavaş yavaş alındıkça aşağı iner iner iner hükümsüz kalır. Hüküm O'nundur. Fakat yan tarafa giden varlık toplar toplar "Benim" der, kayar gider. Rabb'im korusun.
Kimi içeriye almışlarsa onu tekâmül ettirmeye gayret ederler. Sessiz sedasız hiçliğe iner.
Kişi kendisi görsün nerede olduğunu. Hakk'ın yürüttüğü ayrı, şeytanın yürüttüğü ayrıdır. Helâkiyet kısmına girenlerin başı hep yukarıdadır, hep boşluktadır.
Bir de Hakk'ın yürüttüğü kullar vardır, şeytanın kulları vardır. Bunların hepsi aynı yoldadır. Şimdi bir gibi görünür; taş ile pirinç o zaman ayrılır.
İlim, amel, ihlâs, mahviyet lâzım. Bunlar olmadıkça terakkiyat mümkün değil.
İlim nedir?
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." (K. Hafâ)
Amel nedir? Emr-i şerif mucibince yürüdüğün müddetçe hattın üzerindesin.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesna. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler." (Keşf-ül Hafâ)
İşin özü budur. Bunun haricinde olanlar kaydı. Kendisinden haberi yok, yaratandan haberi yok. Bir şeyin içerisine girmiş, bocalayıp duruyor. Çok şükretmemiz lâzım. Mahviyet olmadıkça bu iş de olmuyor.
Hazret-i Allah'ın fakire iki lütfu var:
Birisi lütfediyor, birisi mahvediyor. Birisi her şeyi duyuruyor, birisi hiçbir şeyi mâl etmiyor. Yani alıyor, kendi varlığını koyuyor. Çok büyük iki lütfu var.
Nefse mâl etmek, puta mâl etmek gibidir, farksızdır. İhsan-ı İlâhi'yi nefse mâl etmek puta mâl etmek gibidir. Fakat bunlar bidayete tekâmül edinceye kadar olur.
O'nu bil, aslını bil. Senin yaratılışın bir damla pislik. Var edene sonsuz şükürler olsun. Bunu her gün talim ediyorum: Beni yoktan yaratan, nimetlerle donatan, terbiye eden, bana en güzel hayat veren, cennet gibi âlemde yaşatan Sahib'imi hem anarım hem zikrederim. O'nu bilmek lâzım, O'ndan bilmek lâzım. Fakat buraya erişemeyen nefsini biliyor, oradan gidiyor.
Yalnız burada büyük bir ruhsat var.
"Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız." (Âl-i imrân: 110)
Bu Âyet-i kerime'nin büyük bir kapsamı var. Kurtarırsa "Geç kulum!" derse.
Bu Hadis-i şerif süzgeçtir. Süzülebilen kurtuluyor, tortuda kalan atılıyor. Tortuda kalanları Allah bilir. Süzülen geçiyor. Ve süzülenlerin inceldiği nispette mertebesi yükselir, Hakk yanında makbuliyeti, fazileti, derecesi yükselir. Hiç ol! Var O.
Onun için varlıktan Var'a sığınırım. Varlıktan var olan Hazret-i Allah'a sığınırım.
•
Bütün insanlar seni Arşurahman'a çıkarsa hiçbir kıymet ifade etmez. Senin hiçbir şeyin yok ki.
Üstelik eğer sana bir lütufta bulunursa, ona ayrıca şükür lâzım. 'Ben yaptım.' değil. İşte zâhirle bâtını ayıran öz nokta budur. Birisi: 'Allah yaptı!' der, yaptırdığı için şükreder. 'Allah-u Teâlâ resmi yürütüyor!' der, yürüttüren Allah'a şükreder.
Ötekisi Allah-u Teâlâ'yı unutur ve: 'Ben yaptım!' der, O'nu geri bırakır. Hiçbir zâhir ehli bu mânevî bâtınî noktaya intikal edemez. Nefsi hep: 'Ben!' der, o nefis bir puttur, ortaya put çıkıyor. Birçok iyi işler yapar, şu yapar bu yapar, amma put ortada duruyor.
İnsanoğlu bir değildir, bakarsın çok güzel, biraz sonra içine kurt girmiş, içini bozmuş. Bu gibi kimseler yolu bozar. Kurt şeytandır. Kurt girince içini çürütür. Helâk ediyor, mahvediyor, ebediyâtını götürüyor. Bir anda niyetini bozar, kişinin işi biter.
Bu iş emirledir. Arzu ile değil, keyifle de değil. Mahluk nedir? Hiç. Ancak O emrederse emir nispetinde yürümeye mezundur. Hükümsüzdür, değersizdir. Hüküm Hazret-iAllah'ta ve hükmündedir.
Kimsenin keyfine göre hareket etmem. Her şeye karışmaya çalışıyorum, karışmasam vakıf yürümez. Herkes kendine göre yürütmeye çalışır. Hayır, madem ki ben hükümsüzüm diyorum, niye hükmediyorsun kendine.
Vazife çok faziletlidir. Faydası çok büyüktür. Fakat çok mesuliyetlidir. Vazifeyi bilen yanına sokulmaz. Allah-u Teâlâ bir idareci sebebiyle varid ettiği feyz-i ilâhîyi ihvanlar alır, fakat ihvanların aldığı feyzi o varid olduğu için büyüğü ona gelir, sonra vazifedar nispetinde taksim olur. Fakat idareci bir hata yaparsa Allah-u Teâlâ feyz-i ilâhî'yi keser, bütün ihvanların kurumasına vesile o olduğu için ebedî hayatını mahveder.
Meselâ orduda yüksek rütbeli bir subay muvaffakiyet gösterirse askeri de muvaffak olur, fakat yanlış bir hareketle orduyu mahvederse bütün ordunun mesuliyetini taşır. İdarecilik bu kadar mesuliyetlidir.
Vazifeden kaçana vazife verin. O Allah'tan korkuyor, mesuliyetten korkuyor, korkandan fayda var. Korkmayandan hiç fayda yok.
Vazife isteyene vazife vermeyin. Çünkü onun nefsi önderlik istiyor. O nam peşinde koşuyor, çok tehlikeli.
Hakkında açık ve kesin hüküm bildirilmeyen meselelerde müminlerin birbirleriyle istişâre yapmaları ilâhi bir emirdir.
Âyet-i kerime'de:
"İşlerinde müminlerle istişare et. Müşâvereden sonra bir kere de azmettin mi, artık Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah kendisine bağlananları sever." buyuruluyor. (Âl-i imrân: 159)
Hazret-i Allah istişareyi emrettiği gibi, istişâre ile iş görenleri de övmektedir:
"Onların işleri kendi aralarında istişare iledir." (Şûrâ: 38)
Herhangi bir görüşü yalnız başlarına benimsemezler, o hususta müşavere ederler, aralarında toplanarak sözü bir etmesini bilirler. En doğru, en faydalı ve en muvafık olanı ne ise, onu ittifakla kabul ederler.
İnsanlar akıl ve zekâ bakımından eşit olarak yaratılmamıştır. Herkesin her hakikati anlamak hususundaki kabiliyetleri bir değildir.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır." (Yusuf: 76)
İstişâre sünnettir. Zirâ istişâre, meselelerin kolaylıkla hallolmasına sebeptir.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Müminlerin güzel gördüğü şeyler Allah katında da güzeldir." buyuruyorlar. (Münâvî)
İslam'ın istişâre emir ve tavsiyesini ilk tatbik eden Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri "Ben Resulullah'dan daha çok istişâre eden hiçbir kimse görmedim." buyurmuşlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kur'an-ı kerim'in açık ve kesin hüküm getirmediği dünya işleri ile ilgili bazı hususlarda Ashâb'ının görüşlerini almıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, Ashâbı ile istişâre etmesinin hikmeti; onların gönüllerini almak, aradaki irtibat ve muhabbeti artırmak, ümmetine de istişârenin ehemmiyetini benimsetmektir.
Bir Hadis-i şerif'lerinde meâlen şöyle buyuruyorlar:
"Biliniz ki Allah ve Resul'ü istişâre etmeye muhtaç değildirler. Şu kadar var ki, Allah-u Teâlâ bunu ümmetim için bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişâre ederse doğruluktan ayrılmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulamaz."
Bedir savaşına hazırlanırken, Ashâbı ile istişâre yapmıştı. Ashâb-ı kiram kendilerine nasıl değer verildiğini görerek fevkâlade mahzuz olmuşlar ve şöyle söylemişlerdi:
"Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz. Kavminin Musa Aleyhisselâm'a dediği gibi 'Sen ve Rabb'in varın savaşın, biz burada oturacağız.' demeyiz, fakat biz deriz ki 'Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız."
Savaş düzeni için karargâh yerinin uygun olup olmadığı hususunda onların görüşünü almış, kuyuya yakın bir yerde bulunmanın isabetli olacağı söylenince de bu fikri benimsemiştir.
Uhud savaşında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Medine'de kalıp müdafaa yapılmasına taraftar iken, büyük çoğunluğun düşmanı Medine dışında karşılamak istemeleri üzerine onların fikirlerine iştirak buyurmuştur.
Din ve dünyasına faydalı olan işlerinde müminlerin takvâ sahibi, bilgili ve tecrübeli kimselerle istişâre yapmaları emr-i Peygamberî'dir:
"İstişâre olunacak zât, tam bir emniyet ile mevsuf olmalıdır." (C. Sağir)
"Fâsıklarla istişâre etmeyiniz. Zirâ onlar doğru ve isabetli bir reye sahip değillerdir." (Münâvî)
Mümin her işini Hakk ile yapmalı, neticenin hayırlı olması için Cenâb-ı Hakk'a niyaz etmelidir. {"Kalplerin anahtarı, Sözler ve Notlar 1" s. 201}
•
İstişare bir emr-i ilâhidir. Sünnet-i Resulullah'tır. İstişareyi ehlini bulmak, ehli ile yapmak lâzımdır. Yoksa seni yanlışa sevk eder ve seni helâk eder.
1. Akıllı insanlarla yapılır.
2. Akıllı ile akılsızı biz nasıl ayırt ederiz?
3. Aklıllı insan az konuşur çok düşünür.
4. Akılsız ise çok konuşur boş düşünür. Yalnız kendisinin bildiğini zanneder. Soysuzluğuna cehalet damgasını vurur.
5. Bunu ayırt edin, akıllıları seçin ve onlarla istişare yapın, az kişi de olsalar.
•
Akıllı olanlar işi Hakk'a bırakır, akılsız olanlar işi nefse, şeytana bırakır ve kendilerinin en üstün akla sahip olduklarını, en iyisini kendilerinin yaptığını, başkasının bilmediğini zannederler.
Şimdi numune-i imtisal olması bakımından Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ilk hanımı ilk müslüman olan Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'i, kızı Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'i ve eşleri Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'i kısaca arz edelim:
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de gençliğinde ticaretle uğraşmış, doğruluk ve dürüstlüğü ile temayüz etmişti. Onun bu yüksek vasıflarını duyan Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz kendisine ortaklık teklif etti ve bir ticaret kafilesi ile Suriye'ye gönderdi.
Üç ay süren bu yolculuktan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz büyük bir kârla döndü. O senelerde bu kadar bir kâr yapan olmamıştı. Aralarındaki münasebet böylece başlamış oldu. Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bu ticari kazançtan ziyade, o büyük insanın doğruluk ve insanlığına hayran olmuştu. İş bahanesi ile sık sık görüşür, hediyeler gönderirdi. Nihayet içindeki bu sevgi aşka tahavvül etti. Araya vasıtalar girerek evlenmeleri kararlaştırıldı. Böylece ilk refikası olmak şerefine nâil oldu.
Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz yüksek bir ruha sahipti. Engin ahlâkı yüzünden cahiliyet devrinde de İslâmiyet devrinde de Tâhire diye anılırdı. Pakize bir kadındı.
Peygamberlikten önceki hayatında olduğu gibi, peygamberliğin en sıkıntılı günlerinde de; sevgisiyle, kalbinin rikkatiyle, imanının kuvvetiyle sadakat ve faziletiyle, akıl ve zekâsıyla Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in en yakın desteği ve yardımcısı, vefâkar ve cefâkar bir hayat arkadaşı oldu. Etrafında pervane gibi döndü. Dertlerini paylaştı. Her güçlüğe göğüs gerdi, her sıkıntıya katlandı.
Onu o kadar sevdi ki, ona öyle bağlandı ki; onun irade ve düşüncesi dışında hiçbir dileği kalmadı.
Hazret-i Allah'ın biricik Habib'ini ilk tasdik eden, ilk İslâm şerefi ile müşerref olan odur. Nasıl ki Havva Vâlidemiz bütün insanların annesi ise, o da İslâm'ın annesidir. Hem müminlerin annesi, hem İslâm'ın annesi...
O ki, İslâm'ın beşiğini salladı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ilâhi tebliğin ilk vahyinde hasıl olan heybet ve ürperme ile Hira'dan evine döndüğü zaman "Korkma! Allah seni asla üzüntüye uğratmaz" diyerek onu teselli etti.
Hira dağında inzivâya çekildiği günlerde ona yiyecek taşırdı.
Bir defasında Cebrâil Aleyhisselâm:
"Yâ Resulellah! İşte şu uzakta görünen Hatice'dir. Yanında yiyecek ve içecek bulunan bir kapla sana doğru gelmektedir. Yanına geldiğinde ona Rabb'inden ve benden selâm söyle ve onu cennette, gürültüden ve meşakkatten uzak inciden yapılmış bir köşk ile müjdele." buyurmuştu. (Buharî)
Vahyin kesildiği üç yıllık devrede tek teselli kaynağı o idi.
Müslümanlar muhasara altında iken de her şeyini feda etti.
Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bu üç yıl içinde yalnız bir mahalleye veya Mekke-i mükerreme'ye değil, gelecek bütün dünya kadınlarına numune olacak fedakârlıkta bulundu. Kadının hor görülmemesi gerektiğini ispat etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz servet, mal ve mülklerini bu üç yıl içinde İslâmiyet uğrunda aç kalanlara, yoksul düşenlere harcamışlardır. O kadar ki kuşatma bittiği zaman artık fakir düşmüştü. Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz sönmeye yüz tutan her ocağı yakmakla beraber kadın, kız ve çocukların bozulan morallerine eğildi. İbadetten boş kalan zamanlarını onlara verdi.
Kısa zamanda herkesin yüzü güldü, direnme güçleri arttı.
Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz onlara verdiği öğütlerin yanında elbirliği ile neler yapılabileceğini gösterdi.
Kadınlardan, kızlardan, çocuklardan yardımlaşma, bakım, nakış, dikiş, temizlik, ev idaresi, yemek, sağlık, çocuk yetiştirme kolları kurdu. Mahallenin uygun yerlerine ilkyardım teşkilâtı açtı. Çocukların oyun yerlerini ayırdı. Büyükler ve kızlar için gösteriler tertipledi.
Kim bir şeyi en iyi biliyorsa, diğerlerine öğretiyordu. Belki dünya yüzünde ilk hemşire teşkilâtı bu abluka sırasında Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ-nın şefkati ve önderliği altında kuruldu. Çoğalan hastalar, yaralılar, işkence edilenler âkıbetlerine bırakılmamıştı ve onların bakımıyla iyileştiler.
Erkeklerin üzerinden kadınların ve çocukların yükü kalkınca Resulullah Aleyhisselâm'ın çevresinde daha rahat, huzurlu çalışma fırsatı buldular.
Bütün bu sıkıntılara rağmen Resulullah Aleyhisselâm tebliğ görevini aralıksız yürütüyordu.
Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz Allah-u Teâlâ'nın Resulullah Aleyhisselâm'a ilk emrinin "Oku!" ile başladığını daima hatırlıyordu. Derhal kadınlar, kızlar, çocuklar için mektep açtı. İslâmiyet'in ilk muallimi o oldu.
Artık hiç kimse mahalle dışını aramıyordu. Aksine bir gün bu hayatın biteceğine üzülüyorlardı.
Erkekler evlere dönünce her işin bitmiş, her tarafın tertemiz olduğunu görüyorlar, kadın ve çocukları onları giyimli, güler yüzle karşılayıp uğurluyorlardı. Ev içinde, komşuda sürüp giden geçimsizlikler, dedikodular bitmişti. Çünkü o büyük annenin himayesi ve gözetimi altındaydılar...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ondan çok memnundu.
"Bana Hatice'nin sevgisi verildi." buyurmuşlardır.
Vefatından sonra da onu takdirle ve rahmetle anar, hatırasına çok hürmet ederdi. Koyun kestiği zamanlar, etinden onun sadık arkadaşlarına gönderirdi.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz hiç görmediği halde onu çok kıskanırdı.
Arada bir "Yâ Resulellah! Yeryüzünde sanki Hatice'den başka kadın yokmuş gibi davranıyorsun?" diye tarizde bulunurdu.
O da "Hatice şöyle idi, Hatice böyle idi..." diyerek meziyetlerini sayar ve:
"Ondan çocuklarım var." buyururdu. (Buharî)
Bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Zamanındaki dünya kadınlarının en hayırlısı İmran kızı Meryem'dir. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı ise Huveylid kızı Hatice'dir." (Buharî)
Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in yerini kızı Fatıma -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz doldurdu.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in erkek çocuklarından Kasım ve Abdullah peygamberlikten önce, İbrahim Medine devrinde çok küçük yaşta vefat etmişler, kızları ise müslümanlıkla şereflenmişlerdir.
Kızlarının en küçüğü, fakat akıl ve zekâ, ilim ve edep, zühd ve takvâ cihetiyle en üstünü ve en sevgilisi, gönlüne en yakın olanı Hazret-i Fatıma'tüz-Zehrâ -radiyallahu anhâ-dır. O kadar faziletli idi ki, anneleri Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ-yı andırırdı.
Bütün Ehl-i beyt, peygamber sülâlesi onun neslindendir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in diğer kerimelerinin çocukları olmayıp, onlar da küçük yaşta vefat ettiklerinden, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in nesl-i pâki Hazret-i Fatıma'nın evlâd ve ahfadına münhasır kalmıştır.
En büyük sevgilinin en büyük sevgilisidir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz o kadar derin bir sevgi ile severlerdi ki "Kızım Fatıma insan hurisidir."buyururlardı.
Bir gazâdan veya bir seferden döndüklerinde, ilk önce mescide gidip iki rekât namaz kılarlar, sonra hemen Hazret-i Fatıma'ya uğrarlardı. Mübarek başını öper, saçlarını koklar ve "Ben cennet kokusu kokladım." buyururlardı. Sonra hanımlarını ziyaret eder, daha sonra da halkın ziyaretlerini kabul ederlerdi.
Hazret-i Fatıma -radiyallahu anhâ- bir çok yönleriyle babasını andırırdı. Ona o kadar benzerdi ki, Ashab-ı kiram arasında Bintü Ebîhâ, babasının kızı diye anılırdı. Huzur-u saâdet'e ne zaman varsa, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onu ayağa kalkarak karşılar, kendi yerine oturturdu.
Bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Fatıma benden bir parçadır. Onu gadaplandıran beni gadaplandırmış olur." buyurmuşlardır. (Buhari)
Mübarek yüzleri ay gibi parlak olduğu için Zehrâ denilmiştir. Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz "Ben karanlık gecede Fâtıma'nın yüzünün aydınlığı ile iğneye iplik geçirirdim." buyurmuşlardır.
Dünyadan uzak ve hep Allah'a yöneldiği için, bir lâkabı da Betül'dür. Eşi bulunmaz demektir.
Hazret-i Fatıma gelinlik çağına geldiğinde, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kızına hayırlı bir kısmet vermesini Cenâb-ı Hakk'tan dilemişti. Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ile Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- birbiri ardından kendilerine istemelerine rağmen "Ben Fatıma hakkında Allah'ın emrini bekliyorum."buyurmuştu.
Nihayet Hazret-i Allah, kızı Fatıma -radiyallahu anhâ-yı Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e nikahlamasını emir buyurması üzerine düğün hazırlıklarına başlandı. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- memnuniyetinden şükür secdesine kapanmış ve ağlamıştır.
Bedir harbinden sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından nikâhları kıyılmıştır. Düğünleri kendilerine has ve pek mütevâzı; zahmet ve külfetten, israf ve ölçüsüzlükten uzak bir şekilde yapılmıştır. Hazret-i Fatıma evlendiğinde on beş yaşını altı ay geçiyordu.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz nikâh kıyıldıktan sonra "Eğer Allah-u Teâlâ amcamın oğlu Ali'yi yaratmasa idi kızım Fâtıma'ya denk bir eş bulunamayacaktı." buyurmuştur.
Allah-u Teâlâ Hazret-i Ali'ye Hazret-i Fatıma hayatta iken başkasıyla evlenmesini haram kılmıştı.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in "Kızım Fâtıma! Sen Ali'ye câriye ol ki, o da sana köle olsun." buyurmaları, ölçü olması bakımından ne kadar arza şâyândır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in evlâtları kendisinden önce vefat etmişlerdir. Ancak Hazret-i Fatıma -radiyallahu anhâ- babasının vefatından altı ay sonra âhirete intikal etmiştir.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
"Resulullah Aleyhisselâm, vefatı hastalığında kızı Fâtıma'yı istemişti. Fâtıma yürüyerek geldi. Onun yürüyüşü hilkaten Resulullah Aleyhisselâm'ın yürüyüşünü andırırdı. Ona 'Merhaba kızım!' buyurdu ve yanına oturttu. Sonra kendisine gizlice bir şey söyledi. Fâtıma ağladı. Sonra ona gizlice bir şey daha söyledi, bu defa güldü.
Ben o günkü gibi, gülmenin ağlamaya, sevinmenin üzülmeye bu derece yakın olduğunu görmemiştim. Bu ağlamasının ve gülmesinin sebebini sordum. 'Resulullah Aleyhisselâm'ın sırrını ifşâ edecek değilim.' dedi. Resulullah Aleyhisselâm vefat edinceye kadar söylemedi. Sonra yine sordum. 'Bu hastalıkta hayatının sona ereceğini bana haber verdi. Buna ağladım. Sonra Ehl-i beyt'i ve ailesi halkından kendisine ilk önce benim kavuşacağımı ve cennet kadınlarının ulusu olacağımı müjdeledi. Buna da sevindim, güldüm.' dedi."
Nitekim buyurdukları gibi olmuştur. Hazret-i Fatıma -radiyallahu anhâ-nın bu altı ay zarfında bir kere bile güldüğü görülmemiştir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in defin işi bittikten sonra Enes -radiyallahu anh- Hazretleri'ne "Ey Enes! Derin bir muhabbetle sevdiniz. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in üstüne toprak atmaya gönlünüz nasıl râzı oldu?" diye bir hüzün ve keder sorgusunda bulunmuş ve fakat Enes Hazretleri teeddüben bir cevap vermemiştir.
Peder-i âlîleri Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in irtihâl-i dâr-ı bekâ buyurduklarında bir defasında Ravza-i mutahhara'yı ziyaret etmişti. Son derece saygıyla eğilip üzerinden bir avuç toprak aldı, kokladı ve gözlerine sürerek şu mersiyeyi söyledi:
"Üzerime öyle musibetler döküldü ki, bu musibetler gündüzler üzerine dökülseydi, o nûrlu gündüzler kapkaranlık gece olurlardı."
Ebu Bekir -radiyallahu anh-in âilesi ile birlikte Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz de onlarla beraber Medine'ye gelmişti.
Önceleri Medine'nin havasına alışamadığı için rahatsızlandı, kısa bir süre sonra sağlığına tekrar kavuştu.
Resulullah Aleyhisselâm Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'le Mekke'de iken nişanlanmışlardı. Hicret'ten yedi-sekiz ay sonra Medine'de evlendiler.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e buyurdular ki:
"Rüyamda sen bana üç gece gösterildin. Melek seni bana ipek parçası içerisinde getirdi ve 'Bu senin hanımındır, aç onu!' dedi. Ben de açtım, bir de ne göreyim, içindeki sendin! 'Eğer bu rüya Allah katından ise onu gerçekleştirsin.' dedim." (Buhârî - Müslim)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz çok mükemmel bir âile terbiyesi görmüştü. Kuvvetli bir zekâya ve anlayış kabiliyetine sahipti. Dokuz yıllık beraberliklerinde Resulullah Aleyhisselâm'dan pek çok istifade etmiş, dînin inceliklerine vâkıf olmuş, 2210 Hadis-i şerif rivayet etmişti. Kadınlara âit dînî hükümlerin pek çoğu ondan nakledilen Hadis-i şerif'lere dayanmaktadır. Resulullah Aleyhisselâm'ın âile hayatı ile ilgili bilgiler ondan öğrenilmiştir.
Yetişmesini ve şahsiyetinin olgunlaşmasını Peygamber evi'nde tamamlama imkânı bulan Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz, Resulullah Aleyhisselâm'a karşı beslediği derin sevgi yanında ona itaat ve emirlerine dikkat etmekle de temayüz etmişti.
Geceleri namaz kılar, gündüzlerinin çoğunu oruçla geçirirdi. Kimsenin aleyhinde konuşmayı sevmezdi. Kanaatkârdı. Daima mahviyet halinde bulunurdu. Mütevâzı, aynı zamanda vakur ve cömert idi. Yetim ve fakir çocukları himayesine alır, onların terbiye ve yetiştirilmesine itina eder, sonra da onları evlendirirdi. Bir çok köle ve câriyeyi azad etmiştir.
Hanımları arasında Resulullah Aleyhisselâm'ı en fazla kıskanan ve sevgisini kazanmak için en çok gayret sarfeden o idi. Resulullah Aleyhisselâm'ın çok sevdiği ve hatırasını daima canlı tuttuğu Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'i bile kıskanır ve bu husustaki hislerini Resulullah Aleyhisselâm'a ifade etmekten çekinmezdi.
Ashab-ı kiram Resulullah Aleyhisselâm'a sunacakları hediyeleri onun odasında bulunduğu günlerde takdim ederlerdi.
Resulullah Aleyhisselâm, hanımları arasında Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den sonra en çok onu sevmiş, dünyada en çok kimi sevdiği sorusuna cevap olarak da onun adını vermiş ve bu sevgisini dile getirmiştir. Hanımları içinde yalnızca onunla birlikte bulunduğunda vahiy geldiğini açıklamıştır.
Onunla bir arada bulunmaktan, bilhassa gece seyahatlerinde kendisiyle sohbet etmekten, dâvetlere onunla birlikte katılmaktan, sorularına cevap vermekten pek memnun olurdu. Onu çok sevdiği için "Ayşe", "Uveyş", "Âiş" diye de hitap ederdi. Ayrıca beyaz tenli olduğu için "Humeyrâ" diye hitap ettiği de olurdu. Bazı râviler ondan rivayet ettikleri Hadis-i şerif'lerin senedinde "Allah'ın sevgilisinin sevgilisi" ifadesini kullanmışlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hakk'a giriftar olduğu zaman o âleme dalıyor, içeriye girip kayboluyor, deryaya dalar gibi istiğrak haline bürünürdü. Sahv haline gelip ayılmak istediğinde Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e; "Kelâm et, konuş ya Hümeyra!" buyururlardı. O âlemden bu âleme dönmek için.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mübarek başı onun kucağında olduğu halde vefat etti ve onun odasına defnedildi.
On sekiz yaşında dul kalan Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz, Peygamber hanımlarının başkaları ile evlenmelerini yasaklayan Âyet-i kerime'nin hükmüne uyarak bir daha evlenmedi. Kırk yedi yıl daha yaşadı ve altmış beş yaşında iken bir Ramazan gecesi Vitir namazını kıldıktan sonra vefat etti. Vefatı Medine'de büyük bir üzüntüyle karşılandı. Kadınlar da dahil olmak üzere Medine ve civarındaki bölgelerde yaşayan bütün halk geceleyin Cennet'ül-Baki'ye geldiler. Cenaze namazını mezarlığın ortasında Medine vali vekili Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- kıldırdı, vasiyeti üzerine de oraya defnedildi.
Ey azgın, şaşkın, "Müslümanım" diyen kadınlar!
Cennet-i âlâ'nın en üstün derecesine sahip olan bu mübarek hanımların yaşantısına bakın, bir de kendi durumunuza!
•
Bu muhterem ve mübarek hanımlar böyle yaşadılar, böyle güzel numune oldular, hayırlı ün bıraktılar.
Onlara bir bak! Onlar nerede, biz neredeyiz?
Şimdi diyeceksiniz ki: "Bu dünyada namuslu kadın, cennetlik kadın belli mi?" Belli!
Rahman sûre-i şerif'inin 56. Âyet-i kerime'sine bakalım:
"O cennetlerde bakışlarını yalnız erkeklerine çevirmiş eşler vardır." (Rahman: 56)
Bunlar cennetlik olduğuna alâmettir.
Tatlı bakışlarını yalnız eşlerine dikerler. Başkalarına kesinlikle ilgi duymazlar, hatırlarından bile geçirmezler. Ayrıca bakanın bakışlarını da kendilerine çekerler.
Bakışları da duyguları da tertemizdir, iffet doludur.
Kadının en mühim hususiyeti onun hayâsı ve iffeti olduğu içindir ki; Allah-u Teâlâ cennet nimetlerinden bahsederken, kadının güzelliğinden önce hayâsını ve iffetini anmıştır.
"Bu kocalarından önce, kendilerine ne insan ne cin dokunmamıştır." (Rahman: 56)
Bilâkis onlar bakiredirler. Bu kadınlar, daha önce içinde hiç hayvan otlamamış koruluklar gibidirler.
Bu kadınlar dünya kadınlarıdırlar. Dünyada iken ister evli ister bakire olsunlar, ikinci yaratılıştan sonra bunlarla hiç kimse ilişki kurmamıştır.
Oranın kadınlarının hiçbir erkeğe gözü kaymaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Kendisinden kocası râzı olduğu halde ölen her (müslüman) kadın, cennete girer." (Tirmizî: 3/457)
Kadında övülen diğer bir vasıf da itaatkâr olmasıdır.
Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Kadın beş vakit namazını kılar, ramazan orucunu tutar, ırzını, namusunu korur, kocasına itaat ederse cennete girer." (Câmiu's-sağir)
Bir kadına dört şey emredilmiştir. Aynı zamanda her tarafını kapatması lâzımdır. Yani örtü ile emrolunmuştur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İyi kadınlar, itaatkâr olanlardır." (Nisâ: 34)
İtaatkâr olmak, mümin bir kadınının imanının ve sadakatinin vazgeçilmez hususiyetlerindendir.
Mümin bir kadın itaatkârdır. Erkeğin, evin reisi olması sebebiyle ona itaat etmek kadının en mühim vazifelerinden birisidir. Bu vazife mehir üzerinde anlaşıp, nikâh akdinin yapılmasıyla başlar ve ölünceye kadar devam eder. Çünkü mehirde ve nikâhta, kadın için erkeğin hakimiyetini kabul ile, onun riyâseti altına girmeye rızâ gösterme mânâsı vardır. Erkeğin riyâsetini kabul etmek ise, ona itaat etmeyi gerektirir. Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ kadınlara kocalarına itaat etmelerini emretmiş ve bunu sâlihat-ı nisâdan olmanın şartlarından biri saymıştır.
Kocalarına itaat yanında "İyi kadın" olmanın diğer bir şartı da, onların yokluğunda karı-koca münasebetlerini ve âileyi ilgilendirip de saklanması gereken, Allah-u Teâlâ'nın da sakladığı ve saklanmasını emir buyurduğu sırları saklamaktır.
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi koruyan kadınlardır." (Nisâ: 34)
İşte sâliha hanımların vasfı budur, sâliha olmalarının icabı da budur. Allah-u Teâlâ onlara gaybı koruma hususunda muvaffakiyet verdiği ve kendilerini koruduğu için onlar da gizliyi korurlar.
Sâliha hanımlar kocaları yanlarında bulunmadığı zaman, ırzlarını namuslarını korurlar; kocalarının evlerini, mallarını muhafaza ederler. Kocalarının sırlarını da saklarlar. Bunu, Allah-u Teâlâ onları muhafaza ettiği için yapabilirler. Çünkü bu imkânı onlara bahşeden O'dur.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Dünya bir metâdır, o metânın en hayırlısı ise sâliha bir kadındır." (Müslim: 1467)
Böyle bir kadının, hayatı müddetince kocasını ne derece mesut edeceği izaha muhtaç olmayan bir hakikattir.
"İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?" (Rahman: 60)
Dünyada iyilik ve güzellikte bulunan müminler, ahirette iyilik ve güzellikle mükâfatlandırılırlar.
Güzelliğin karşılığı güzellik, güzel iş yapanın sevabı güzel sevaptır.
•
Mekke-i mükerreme fethedildiğinde namazdan sonra Resulullah Aleyhisselâm Safâ tepesine çıktı. Burada kendi istekleriyle İslâm'a giren Mekke'lilerin ayrı ayrı biatlarını kabul etti.
Erkeklerden sonra kadınlar da biat merasimine katıldılar.
Erkekler "İslâm ve cihad" üzerine biat etmişler, kadınlardan da "Allah'a ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zina yapmamak, çocuklarını öldürmemek, asî olmamak" üzere biat alınmıştı.
Bu biat müslümanların bozmaması gereken birtakım hususlara bir numunedir. Çünkü biat, Allah-u Teâlâ'ya ve Resul'üne verilmiş bir ahiddir.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana gelip;
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamaları,
Hırsızlık yapmamaları,
Zina etmemeleri,
Çocuklarını öldürmemeleri,
Elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri (başkalarının doğurduğu veya başka erkekten gayr-i meşru kazandıkları bir çocuğu kocalarına nispet etmemeleri),
İyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana biat ederlerse onların biatlarını al." (Mümtehine: 12)
Âyet-i kerime'de sayılan hususların kadınlar hakkında hususiyetle belirtilmesi, bunların kadınlar arasında çok görülmesinden dolayıdır.
Yasak olan bu altı husus, İslâm'da yasak olan şeylerin esaslarıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in eli kesinlikle nâmahrem olan hiçbir kadının eline dokunmamıştır.
•
Muavviz kızı Rübeyyi -radiyallahu anhâ-dan şöyle rivayet edilmiştir:
"Biz kadınlar Allah'ın Resul'ü -sallallahu aleyhi ve sellem- ile beraber gazada bulunurduk. Mücahidlere su verir ve onlara hizmet ederdik, yaralıları tedavi ile onları ve şehidleri Medine'ye nakleylerdik." (Buhârî, Tecrid-i sarih: 1216)
Nasıl ki erkeklerin cihada ihtiyacı varsa, kadınların da var. Nûr-i Muhammedî'nin yayılması için, dalâletin kalkması için ne kadar ihtiyaç varsa, kadınların daha büyük ihtiyacı var.
Çünkü zenginler sarhoş, kadınlar çılgın, orta tabaka şaşkın bir hâle gelmiş. Bu necip millet bu hale gelmiş.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Ümmetimden bir tâife kıyamet gününe kadar hak için muzaffer bir şekilde mücadeleye devam edecektir." (Müslim: 156)
Şu halde Hakk'a yönelmiş bir kimse, Hazret-i Allah'ın rızasını kazanmak maksadıyla, nuru yaymakla, dalâleti kaldırmaya çalışırsa, kadınların içine girdiği zaman anlatabilir. Çünkü kadın çocuk yetiştirecek, kadın yetişirse, çocuğu yetiştirir, yetişmezse, ne yetişecek?
Çünkü çocuğun yetişme yeri üçtür;
Ana kucağı, muhit ve eğitim.
Ana kucağında; beş, altı, yedi yaşına kadar ne alırsa alır.
Muhit; iyi bir arkadaşı olursa güzel bir numune olur, ama bugün iyi arkadaş bulmak çok zor. Çünkü helâl lokma yok.
Eğitim; malum.
Onun için Allah'ımız bizi rızasına nail, lütfuna dahil edip hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhisinde bulundursun.
Demek ki bugün bir kadının çok çalışması lâzım. Bunu hanımlar, hanımlar arasında konuşacak ve kendi aralarında seçme yapacaklar ve bir nevi irşad memuru olacak. Herkes bir mıntıka seçecek. Sen bu mıntıkaya, sen bu mıntıkaya irşadla vazifelisin. Nasip ne kadarsa olur. Onun niyeti onu kurtarır.
Cenâb-ı Hakk bizi rıza yoluna koymuş, yürütüyor.
•
Bu yol Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a ait bir yol, halka âit değil. Hazret-i Allah'a edeb, Hazret-i Resulullah'a edeb, mürşid-i kâmile edeb lâzım ki, kurtulasın. Bu meyanda her işte iki rehber: Kelâmullah, Hadis-i şerif. Bu iki noktadan ayrılmadıkça, istikamettesiniz. Fakat ahkâmdan ayrılan kimse benden değildir.
Ahkâmdan ayrılan kimseden artık hayır gelmez. Onun için dâima ahkâm mucibince yaşamalı, farz ve sünnetleri ayırmamalı. Ölçü Kur'an-ı kerim'dir, iz Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in yoludur.
İtaat etmeyen, nefsine zulmeden ve ihanet edenler ise zelil olurlar. Hem dünyada hem ahirette. Nuh Aleyhisselâm'ın ve Lut Aleyhisselâm'ın karısı gibi.
Nuh Aleyhisselâm ve Lut Aleyhisselâm peygamber olduğu halde, hanımlarını kurtaramadılar. Neden kurtaramadılar? İhanet ettikleri için...
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah, inkâr edenlere Nuh'un karısı ile Lut'un karısını misal gösterir. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kulun nikâhı altında iken onlara hâinlik ettiler." (Tahrîm: 10)
Gece gündüz o iki peygamberin yanında onlarla birlikte yiyip içtikleri, en ileri derecede onlarla beraber bulundukları halde küfür ve nifakta ihanet ettiler. İman hususunda onlara uygun bir tavır takınmadılar.
Halbuki her ikisi de büyük bir nimet içindeydiler. Allah-u Teâlâ'nın iki sevgili kulu ve peygamberinin zevcesi olmuşlardı. Fakat bu ihanetleri ile bu nimeti ellerinden kaçırmışlardı.
"Kocaları da Allah'tan gelen azabı onlardan savamadı. O iki kadına: 'Cehenneme girenlerle beraber siz de girin!' denildi." (Tahrîm: 10)
İlâhî azaba karşı o kadınlara herhangi bir faydası olmadı.
Nuh Aleyhisselâm'ın karısı o aziz peygamberin getirdiği dini kabul etmemiş din düşmanları ile işbirliği yapmıştı. Neticede de boğulanlarla beraber o da boğulmuştu. Ahirette ise Allah dostlarının yakınları olmayan diğer kâfirlerle beraber cehenneme girecektir.
Lut Aleyhisselâm'ın karısına gelince; bütün ömrünü onunla beraber geçirdiği halde inanmamış, her an yanında bulunan ilâhî ışıktan yararlanmamış, imandan mahrum bulunmakla da Lut Aleyhisselâm'ın ehl-i beytinden olmak şerefini kaybetmişti.
Gerçi karısı, kavmi gibi o fuhşiyatı bizzat işlemiş değildi, fakat Lut Aleyhisselâm'a gelen misafirleri kavmine haber vermekle ihanet ettiği için, bağlı kaldığı canilerle birlikte helâk olup gitmiştir. Çünkü küfre rıza küfür, masiyete rızâ masiyettir.
Lut Aleyhisselâm'ın karısı hainlik yaptığı için kâfir oldu. Zina yaptığı, fıska düştüğü için değil, Cenâb-ı Hakk'tan uzak olanlarla bir ve beraber olduğu için onlarla beraber helâk oldu.
Allah'ın dostu dururken, Allah'ın düşmanları ile gizli anlaşma yapıyordu. Onları dost edindiği için Allah-u Teâlâ onu, dostluk yaptıkları ile beraber haşr etti. Bu budur. Kiminlesin, onunlasın. Peygamber hanımı amma niçin onları dost edindi. Allah-u Teâlâ da Âyet-i kerime'sinde "Dostları ile beraber" buyurdu.
"Cehenneme girenlerle beraber siz de girin!" (Tahrîm: 10)
Çünkü her şeyi en iyi bilen O'dur. intikamların en güzelini O alır.
Âyet-i kerime'de:
"Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra yardım da görmezsiniz." buyuruluyor. (Hûd: 113)
İşte budur. O dokundu işte. Allah-u Teâlâ bir kulunu kendisine çekerse, kâmil imanla alırsa, kurtuluş ancak ondan sonra olur.
İbn-i Abbas -radiyallahu anh-den rivayete göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Bana cehennem gösterildi. Bir de ne göreyim? İçindekilerin çoğu kadın idi. Zira onlar küfrederler."
– Yâ Resulellah! Allah'a mı küfrederler?
"Onlar kocalarına karşı küfran ederler. Kendilerine alınanlara, giyecek ve yiyecek gibi nimetlere nankörlük ederler. Onlardan birisine oldukça ihsan etsen de bir defasında senden ufak bir itiraz görse, ben senden bu ana kadar hiçbir hayır görmedim der." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 27)
•
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Cennete muttali oldum, halkının çoğunun fakirler olduğunu gördüm.
Cehenneme muttali oldum, halkının çoğunluğunun kadınlar olduğunu gördüm." (Müslim: 2737)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çoğunlukla cehennemliklerin kadınlar olduğunu gördüğünü söylediği zaman Ashab-ı kiram "Ne sebeple yâ Resulellah!" diye sordular.
"Küfretmeleri sebebiyle." cevabını verdi.
"Kadınlar Allah'a küfreder mi?" diyenler oldu.
Buyurdular ki:
"Evet. Onlar kocalarına karşı nankörlük ederler, iyiliğe karşı küfranda bulunurlar. Onlardan birine ilelebet iyilik etsen, sonra senden bir şey görse, hemen 'Senden hiçbir hayır görmedim.' der." (Müslim: 907)
•
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir bayram günü kadınlara öğütlerde bulundu. Sonra onlara:
"Tasadduk ediniz, zira çoğunuz cehennem odunu olacaksınız." buyurdu.
Bunun üzerine karayağız bir kadın kalkarak "Niçin yâ Resulellah!" diye sordu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Çünkü sizler halinizden çok şikâyet eder, kocalarınızın nimetine karşı küfranda bulunursunuz." buyurdu.
Derken, kadınlar kendi ziynetlerinden tasadduk etmeye başladılar. (Müslim: 885)
•
Bu ilâhî beyanlar imanlı kadını titretir, imansız kadını ise cehennem titretir. Onlar katiyyen bunları duymazlar. Bu gibi tertiple düşünen bir kadın, ev kadını sayılmaz. Her ne kadar kendisini ev kadını zannediyorsa da, o el kadını sayılır.
•
Kadın yuvasını sevmeli, kanaatkâr olmalı, israftan kaçınmalı, çocuklarına şefkatli davranıp ahkâma uygun olarak yetiştirmeli, kocasına karşı daima saygılı olmalı, aile sırlarını korumalı, her işte onun rızâsını kazanıp gönlünü hoş etmeye çalışmalı, yapacağı bütün işlerinde onunla istişare etmeli, kendinden evvel kocasını düşünmeli, hakkında iyilikten başka söz söylememeli, ahkâma aykırı olmayan meşru bütün hallerde kocasına mutlak surette itaat etmelidir.
•
Bugün bir kadını idare etmek, bir orduyu idare etmekten zordur. Bunun sebebi, şeytan kadına çok çabuk giriyor, kandırıyor. Kadında nefis daha çok olduğu için şeytan iğvasını daha çabuk ekiyor.
Bir kadın efendi olacak, ağır olacak, iffetli, namuslu olacak, itaatkâr olacak. Yolun usül ve esaslarına riayet edecek, nefsiyle mücadele edecek, evinin içine derinliklerine çekilecek. Hakk'ın tarafında olacak, şeytanın adımlarına uymayacak, ahkâm mucibince yaşayacak. Fitne ve fesattan uzak duracak. Vazifesini ihlâs, istikamet, mahviyet ile yapacak. Varlık ve benlikten uzak duracak.
•
Kadınlara ne dersem az. Kadına nasihat etsen, sana içinden güler, alay eder. Nefsi alay eder seninle. Çünkü nefsi azmış, artık gidiyor.
Bir temsil getirelim:
Mudanya'da deniz kenarında otururken; "Kapalı kadın mı sağlam, açık mı?" diye aklımızdan geçti. Sorduk: "Hiç fark yok, aynı!" dediler.
Namuslu kadın, canını verir, namusunu vermez.
Namussuz kadın, şehveti için imanını verir.
•
Düzce'de "Derdin" isminde bir köy var. O köyde meşhur bir hamam var. Kaplıcasının suyu, dünyada ikinci olarak kabul ediliyor. Hamamın ortasında yıkanma yeri var ve oranın yüksekçe bir camı var.
Bir kadın, kocasıyla hamama gelmiş yıkanacak. Kadın diyor ki kocasına:
"Efendi, ben soyunacağım, belki birisi camdan görür, sen dışarıya çık da, oralarda gezin kimse beni görmesin."
Dostuna da diyor ki: "Ben onu dışarıya çıkaracağım, sen onu vur!"
Kadın yani, akıl almaz. Ve öyle oluyor. Adamcağız karısına inanıyor, oralarda, camın yanında gezinirken o düşmanı vuruyor. Bu sefer kadın bağırıyor; "Filân kişiler vurdu, kaçarken gördüm!" Bak bir de iftira atıyor. Başkasına iftira atıyor. Fakat olacak ya, oranın bir uzatma onbaşısı vardı. Bu adam, bunun peşine düşüyor evine gidiyor. Allem ediyor, kallem ediyor kadına söyletiyor. Sarı Zeki diye bir ceza hakimi vardı, arkadaşımızdı, onun eline düşüyor iş. Kadına diyor ki: "Sen şimdiye kadar siyah çarşaf giyiyordun, şimdi artık beyaz çarşaf giydirileceksin!"
Sonra ne oldu, onu astı mı, asmadı mı? Bilmiyorum. Kadını öğrendiniz mi? Kadın bu! Tarifi mümkün değil. Şeytanı hayrete düşürür. Hiç gözünü kırpmadan seni harcar yani. Yapar mı? Kadın yapar! Şehveti için namusunu veriyor, imanını veriyor. Seni de hiçe sayar.
Ama namuslu kadın namusu için canını verir. Bu bir ayırım, mihenk noktasıdır.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Bir kul zinâ ettiği zaman, iman nûru kalbinden çıkar, bir gölge gibi başının üstünde durur. Ancak tam bir tevbe ettiği zaman dönüp kalbine girer." (Camiüs-sâğir)
Binaenaleyh; bir kadın şehveti için imanını, dinini, iffetini, izzetini, namusunu seve seve veriyor; diğer taraftan öyle kadın var ki; kendisinden hiç ummadığın halde gerek namusunu, gerek imanını kurtarmak için seve seve canını verir, imanını da kurtarır. Bu yüzden şehit olarak gider. Bu kadın da cennet halkının şereflilerindendir. Hurileri dahi hayrette bırakır. Böylece ebedî saâdet ve selâmete kavuşmuş olur.
Şehit olarak Hakk'a vâsıl olduğu için, onun güzelliği ve itibarı o kadar büyük olur ki; cennet ehlini hayrette ve hayranda bırakır.
•
Kötü kadınların ruhları, leş torbasına konulacak...
İyi kadınların ruhları, kefenlenecek, güzel kokulanacak.
Sözümüz kötü kadınlaradır, iyilere ise sözümüz yok.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde kötü kadını şöyle tarif buyuruyor:
"Bir kötü kadının kötülüğü, bin kötü erkeğin kötülüğüne bedeldir." (Râmuz-ül Ehadis)
•
Düzce'de bir hanım vardı. Bir gün dedim ki: "Sizin evde hiçbir şey duyulmuyor." Dedi ki: "Her baca tüter, bazı baca duman vermez."
Ne kadar olgun bir gelin. Zaten kadının kendisi de olgun bir kadın. Zâhiren olgun. Fakat her baca tüter bazı baca duman vermez. Yani sanma ki burda da yok. Fakat ben örtüyorum. diyor.
•
Kadınlarda şu çok olur. Hatır, görsünler-desinler, bir de riyâ... Bunlardan artarsa rızâ.
Bu üç şey kadınları kaydırıp götürüyor.
Onun için Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Cennete baktım, ehl-i cennetin çoğunun fakirler olduğunu gördüm. Cehenneme de baktım, oradakilerin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1340)
Meselâ; bir kadının iki yüzü vardır: Bir yüzüne bakarsınız hayran kalırsınız. "Ne kadar takvâlı, ne kadar dindar, ne kadar güzel irşad ediyor, ne kadar zarif, ne kadar güzel konuşuyor!" dersiniz.
Diğer yüzü ise Allah-u Teâlâ'nın hakikati bildirdiği kimseleri hayrete düşürür. "Bunu da mı bu kadın yaptı?"
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kadınları "Miraç Gecesi" kimisi göğüslerinden, kimisi ayaklarından başaşağı asılmış olduğu halde görmüş, Cebrâil Aleyhisselâm da bunların, "Zinâ eden ve çocuklarını öldüren kadınlar!" olduğunu haber vermişti.
•
Şöyle bir söz vardır:
"Şems-i şitâ"ya, "Nasihat-i adû"ya, "Ülfet-i umerâ"ya, "Takvâ-i nisâ"ya güvenme.
Kışın güneşine aldanma!
Düşmanın nasihatine aldanma!
Amirin iltifatına aldanma!
Kadının takvâsına aldanma!
Bir kadın kendisini cehenneme attı, acıma!
Ağlamasına aldanma...
Birçok erkekler kadınları yüzünden ermiştir. Birçok kadınlar da erkeklerin huysuzluğu yüzünden ermişlerdir. Yani bedavaya vermiyorlar.
Tatlı tatlı idare etmek lâzım. Sertliğimiz kadın ve çocuk üzerine olmamalıdır. Çünkü onlar zayıftır.
Zulmetme! Hazret-i Allah, zâlimleri sevmez. Zâlimin zulmü varsa, mazlumun Allah'ı var. Allah'ın gücü her gücün üzerindedir. İşte insan bunu kavrayamıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Kadınlar hakkında Allah'tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah'ın emaneti olarak aldınız. Onların ırzlarını Allah'ın kelimesi (nikâh akdi) ile kendinize helâl kıldınız." (İbn-i Mâce: 3074)
Binaenaleyh iki günlük hayat, tatlı geçerse güzel olur. Bu tatlı hayat da huzur ile mümkün olur. Bu arada birçok şeyleri görmemek lâzımdır. Ahkâma muğayir olmayan hudut dahilindeki hususlarda idare etmek lâzımdır.
Bu noktada bir hususu arz edelim:
Halife Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz çok celâlli bir zât-ı âliydi, şeytan bile korkardı.
Hanımından sıkılmış ve bunalmış olan bir zât bir gün Halife'ye giderek hanımını şikâyet etmek ister, fakat daha Halife'nin yanına girmeden Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'in hanımının kendisiyle çekiştiğini duyar ve "Ben kimi kime şikâyet ediyorum." diyerek geri döner.
Tam dönerken Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz önüne çıkar. "Niye geldiğini" sorar, o da: "Ben hanımımdan bizar kalmış, bunalmış ve onun için şikâyete gelmiştim. Fakat sizin hanımınızın size söylediği sözleri duydum; benim hanım bu kadar ileri gitmiyor, kimi kime şikâyet edeceğim diye dönüyorum." der.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:
"Benim hanımım evimi muhafaza eder, çorbamı pişirir, çocuklarıma bakar, cehennemde bana perdedir. Bu yaptığı hareket ahkâm dairesindedir. Onun haricinde olsa ben onu yok ederim." buyurarak "Senin hanımın bunları yapıyor mu?" diye sorar.
"Yapıyor!" cevabını alınca;
"Daha ne istiyorsun?" diyerek o zâtı gönderir.
Şu halde çok dikkat etmek lâzım. İnsan huzur ile şerefi ile yesin de kuru ekmek yesin. Onunla da karnı doyar. Amma para ile altın ile doyulmaz.
Özü; kalpte huzur, evde huzur. Bu da Hakk'a tekarrübiyetle olur.
Huzur olması için helâl lokmaya dikkat edin, gece ibadetini artırın. Nefse, şeytana yol vermeyin.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Nezafet imandandır." buyurdular.
Amma her yönde, her alanda...
Söz, dikenden beterdir; söz, kalbi kırar. Kabalık, sertlik, terslik bu yolda yakışmaz. Niçin? Hakk yolu olduğu için.
•
Hanımından şikâyet eden bir kardeşe sözleri:
Bir hanede Cenâb-ı Allah'ımızdan korkulursa, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in yolundan yürünürse, kadın da efendisine itaat ederse, o hanede huzur ve saadet vardır.
Hanım tamamen ters olursa, manen çöküntüye sebep olur.
Hazret-i Allah, onu size ibtilâ olarak kılmışsa o hep isyanla meşgul olacak, sizi hep üzecek. Hidayete mazhar edecekse, o da kapanacak, sizin de ibtilânız bitecek. Ona daima bazı sert bazı yumuşak telkinat yapacaksınız, rica edeceksiniz. Hazret-i Allah'ın tecellisi nasılsa öyle olur. Onu, O bilir.
•
Çok yakın bir arkadaşımız ailesinin huzursuzluğundan şikâyet etmişti.
Ona; "Bu kadının namusundan emin misiniz?" diye sorduk. "Eminim" dedi. "O zaman başka hususlarını hoş görün" dedik. Çünkü bugün namus mevzuatı çok mühimdir, kadınların durumu çok perişandır. İffetli bir kadın namusu için canını fedâ eder, fakat çok mükemmel dediğiniz kadın da şehveti için imanını fedâ etmekten hiç de tereddüt etmez.
Kadını şer'i hükümlerle idare etmek lâzım. Hiç taviz vermemek lâzım. Şer'i hudutlar tamamsa, diğerleri eğri de olsa eğri ile idare etmek lâzım.