Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Allah-u Teâlâ'nın Sevgililerinin İfşaatlarına İzah ve Açıklamalar (145) - İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârukî Serhendî -Kuddise Sırruh- (3) - Ömer Öngüt
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârukî Serhendî -Kuddise Sırruh- (3)
Allah-u Teâlâ'nın Sevgililerinin İfşaatlarına İzah ve Açıklamalar (145)
Dizi Yazı - Hatm'ül Evliya Hakkında İzah ve Açıklamalar
1 Temmuz 2018

 

Allah-u Teâlâ'nın Sevgilileri'nin İfşaatlarına
İzah ve Açıklamalar (145)

İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârukî Serhendî -Kuddise Sırruh- (3)

 

Bütün Âlemi Saran Umumi İrşad:

Allah-u Teâlâ Hâtem-i enbiyâ'ya ne ki lütfetmişse velâyetinde lütfetmiş. Velâyet bâtındır. Verilen ona veriliyor. Ona verilen aynı şekilde ona intikal edince, zaten onundu, oraya intikal ediyor.

Oraya intikal edince o demektir. Bunlar çok gizli işlerdir. Fakat bunlar mahlûka âit değildir, hep murâd-ı ilâhîdir, öyle dilemiş, öyle olmuş.

Velâyetin hakikisi bu zamanda tezahür etti. Şimdi artık o irşadın yayılma zamanı gelmiş.

Böyle bir karanlık devir içinde Allah-u Teâlâ böyle bir nuru indirdi. Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, Allah-u Teâlâ'nın onun irşadını yayacağını beyan buyuruyor ve yaydı.

Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "260. Mektub"unda:

"Kararmış olan âlem onun zuhur nuruyla aydınlanır. Onun hidayet ve irşad nurları bütün âleme yayılır." buyurmuşlardır.

Diğer bir beyanları işe şöyledir:

"Onun hidayetinin nurları bahr-ı muhid gibi bütün âlemi sarmıştır." (260. Mektub)

Görüyorsunuz ki bu irşad dünyaya yayılıyor. Allah-u Teâlâ'nın murad ettiği yere kadar gidiyor. Öyle ki Amerika'ya, İngiltere'ye, hatta Avusturalya'ya kadar gidiyor. Almanya'daki kardeşler on devlete girip çıkıyor.

Bu ilim, bu mânevî yol, dünyaya hiçbir zaman bu kadar yayılıp ilerlemedi. Hâtem olma hasebiyle, gizli kalan ilmin izhariyle bu ilim açılmak ve yayılmak durumunda kaldı. Artık vakit saat gelmiş, Allah-u Teâlâ murat ettiği ana kadar bu nur yayılacak. Gizli kalan ilim budur işte.

Bugün zuhur eden bu gibi hâdisat da bu gizli ilimden doğuyor. Çünkü Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ı kandil olarak yaratmış, onu da kandil olarak yaratmış. O küllî, bu cüz'î. Küllî cüz'îye geçince o da küllî oluyor. Velâyetiyle, nübüvvetiyle, risaletiyle hepsiyle küllî oluyor. Bugün hepsi var. Velâyet de var, nübüvvet de var, risâlet de var. Niçin? O mevcut olduğu için var. Fakat insanlar bunu bilmez, aklı da almaz.

Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:

"O resul ve nebilerin vekilidir, işte peygamberler bunu vekil etmişlerdir." (Fütûhü'l-Gayb)

Bu nasıl bellli olur? Hiçbir gün tahsilim olmadığı halde, hiçbir şey bilmediğim halde, hiçbir şey de olmadığım halde, bu icraatların meydana gelişinden anlaşılıyor ki; bu doğrudan doğruya ilâhî bir destektir, ilâhî bir lütuftur, ilâhî bir vergidir. Burada artık mahlûkun yeri yok, bunun bir mahlûkla hiçbir ilgisi yok. Bu ilâhî lütfun onda tecellî etmesi murad edilmiş. Ne zamana kadar? Murad ettiği zamana kadar.

 

Onu O Yürütür, O İdare Eder:

Bütün tecelliyat Allah-u Teâlâ'ya âittir; lütuf, ihsan ve ikram O'na âittir, aslâ mahlûka âit değildir. Kişi ile elbisesi arasında bir ilgi var mı? Yok! Kişiyi O yaratıyor, ruh veriyor, elbise cansız, işte o kadar. Bunun tarifi budur.

Onu sevmiştir, seçmiştir, onu O yürütür, O idare eder, idare edeni kimse görmez. O onda tecellî etmiştir. Görünüşte berikisi, fakat her şeyi O idare ediyor.

Nitekim İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:

"Bu ilimlerin ve mârifetin sahibi, bu binin müceddididir. Ki bu, ona bakanlara gizli bir mânâ değildir." buyuruyor. ("Mektûbât"; 317. Mektûb)

Yani; "Onu görmüyorsan, ona Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiğini de mi görmüyorsun, oradan da mı tanımıyorsun?" demek istiyor.

Abdullah-ı Bosnevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerhü'l-Fusûs li'l-Bosnevî" adlı eserinde şöyle buyurur:

"Ruhu; ruhlar arasındaki herhangi bir ruhtan değil, vâsıtasız olarak Allah'tan istimdâd eder."

Tâ ezelden Âyân-ı sâbite'sinde yerleştirmiş, kandillere koymuş, peygamberlere dahi oradan almasını emretmiş. Amma bu hiçbir şekilde beşere âit değildir. Öyle murad etmiş. Bu doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'ya âittir de, beşeri perde olarak gösteriyor. Çünkü O'nun zuhur etmesi mümkün değildir, dilediği kulda tecellî ediyor, icraatını o kul vasıtası ile yapıyor. İşin aslı budur. Kendisini bildirmek için öyle tecellî etmiş. "Ben ona bildirdim, beni oradan öğrenin." mânâsına geliyor.

Müeyyedüddin-i el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu Şerhü'l-Fusûs" adlı eserinde buyurur ki:

"O hiçbir kimseden istimdâd etmez; ilâhî vergiler hususunda herkes onun kandilinden istimdâd eder. Zira o, Allah'tan vâredildiği için, ilâhî isimlerin hazîrelerinden biri olmuştur."

Cenâb-ı Hakk'a sonsuz şükürler olsun ki, bu zamanda bu ilmi indirdi. Bu ilim Allah-u Teâlâ'ya âittir, ilm-i billâhtır ve en son ilimdir, gizlinin de gizlisi bir ilimdir.

Siz bunların sadece ismini duyuyorsunuz, anlar gibi görünüyorsunuz, amma o noktaya çıkmadığınız için anlamıyorsunuz.

Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri ise "Fusûsu'l-Hikem" isimli eserinde şöyle buyurmuşlardır:

"Bu ilim, ilm-i billâh'ın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir." (Fusûsu'l-Hikem ve't-Ta'lîkat aleyhi, s. 62)

İlm-i billâh'ın âlâ'sı olduğunu söylemesi, onun ilminin Allah tarafından geldiğini gösterdiği gibi "O Cebrâil Aleyhisselâm'ın aldığı yerden alır." buyurması ise, doğrudan doğruya Allah tarafından gönderildiğine, O'nun hükmünde ve idaresinde hareket ettiğine delildir.

Cebrâil Aleyhisselâm'ın aldığı yerden alması demek; yani o bir peygamber değil, Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra peygamber gelmeyecek, fakat peygamberlik vazifesi ile gönderilecek. Hâtem olduğu için hayatta bu bir kişiye nasip olmuş, bir daha bir kişiye nasip olmayacak. Çünkü Ulü'l-azm peygamberlerin vazifesini yapmak için gönderilecek.

Muhyiddîn-i İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu husustaki tasdikini "Fusûsu'l-Hikem" adlı eserinde:

"O, zâhirde tâbi olduğu hükmü, bâtında Allah'tan alır." sözü ile ifade etmiştir. (s: 45)

Doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş ve desteklenmiş olduğundan ötürü Allah-u Teâlâ bu karanlığı bu nur ile dağıtmıştır. Buradan da anlaşılıyor ki; Hakk'tan alıyor, halktan almıyor.

Sadreddin-i Konevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbü'l-Fukûk" isimli eserinde Hâtem'ül-evliyâ ile Hâtem'ül-enbiyâ arasındaki şer'î bağlılığın mâhiyetini beyan etmek üzere şöyle buyurmuşlardır:

"Hâtemü'l-evliyâ, Hâtemü'r-rüsul'ün şeriatına tâbi olduğu için şeriatı zâhirde ondan alır. Bâtında ise vahiy meleğinin Hâtemü'r-Rüsul'e onu aksettirdiği yerden, aynı kaynaktan alarak, şeriat hususunda Hâtemü'r-rüsul ile denkleşir."

("Kitâbü'l-Fukûk fî Müste'nedâti Hikemü'l-Fusûs"; sh. 31)

Ne lütfederse, ne ihsan ederse ve ne murad ederse orada veriyor. O oradan alıyor. Çekecek ki söyleyecek, söylediğini sana bildirecek. Amma sana söylerken de kimse duymayacak, kimse bilmeyecek. Bu ise harfsiz hurufatsız olur. Onun için yanyana olacak ki, O buyuracak, sen anlayacaksın.

Bu makam o makamdır, mukarreb meleğin dahi sokulamayacağı makamdır. O anda arada hiçbir vasıta yoktur.

Bunların hiçbir tanesi bana âit değil. Bana âit olmadığı için zerresini bile kendime mâletmem. Lâyık olmadığımı, hiç olduğumu, hükümsüz olduğumu biliyorum. Bunun Zât-ı akdes'inin lütfu olduğunu görüyorum. Zerresini mâletmekten Allah'ıma sığınırım. Allah'ım! Sana sonsuz şükürler olsun, senindir, sendendir. Vallâhi bu söylenenler karşısında, lâyık olmadığımı bildiğim için çoğu zaman utanıyorum. Fakat O'nun ve O'ndan olduğunu da biliyorum.


  Önceki Sonraki