Muhterem Okuyucularımız;
İslâm ve müslümanlar, yahudilerin ve hıristiyanların ortak düşmanıdır. Küfür ve düşmanlık hususunda tek millettirler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde: "Küfrün tek millet olduğunu" haber vermişlerdir.
Küffar düşmanlığını iki cihetten yürütüyor; bir taraftan müslümanlara, İslâm ülkelerine saldırıyorlar; diğer taraftan İslâm dini'nin temellerine, iki can damarına; Hazret-i Kur'an'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a, onun sünnetine saldırıyorlar.
Küffar öteden beri İslâm'ı yıkmak ve müslümanları yok etmek niyetindedir. Bunun için her fırsatta ordularıyla saldırmıştır. Bunların Haçlı zihniyeti asla değişmemiştir.
İslâm'ı yıkmak için el altından tarih boyu Haçlıları kışkırtan ve destekleyen yahudiler ise İsrail'in kurulması ile beraber daha büyük düşmanlığı bizzat kendisi yapıyor, yapmaya çalışıyor.
Dikkat ederseniz küffar cepheden saldırmak için fırsat kolluyor, ancak özellikle Türkiye'ye saldırmaya çekiniyor. Zira büyük bir Haçlı tecrübeleri var. Tarihte yaşadıkları hezimetleri unutabilmiş değiller.
Bu yüzden içeriden karıştırmakla, müslümanları birbirine düşürmekle, fırka fırka bölmekle, itikat ve ahlâkı bozmakla, münafık tabiatlı insanları başa geçirmekle netice almaya, İslâm kalesini içeriden yıkmaya çalışıyorlar.
İslâm'ın temellerine saldırmalarının sebebi budur. Zira müslümanların, müslüman Türk milletinin sarsılmaz imanının, birlik ve beraberliğinin, güç ve kuvvetinin nereden kaynaklandığını biliyorlar. Bu gaye ile yüzyıllardır sinsice ve büyük bir gayretle çalışıyorlar. Kur'an-ı kerim'i, Resulullah Aleyhisselâm'ı karalamaya, Kur'an ve sünneti tahrif etmeye çalışıyorlar.
Bu ortamı fırsat bilen küffar İslâm'a olan kinini dışa vuruyor. Artık açıktan hareket ediyor. Kur'an-ı kerim'i ortadan kaldırmak, tahrif etmek istiyor. Kâfir boş durmuyor. En son Fransa'da üç yüz kişinin imzaladığı küstah bildiride olduğu gibi. Kur'an-ı kerim'i tartışma konusu yapmak istiyorlar.
Küffarın saldırı ve küstahlıklarını Hazret-i Kur'an'a alenen dil uzatacak kadar ileri taşıması çok büyük bir cürümdür.
Küffar ne yaparsa yapsın Kur'an-ı kerim ilk günkü gibi hiçbir harfi dahi değişmeden bütün ihtişamı ile nur saçmaya devam ediyor ve kıyamete kadar da devam edecek.
Bu küfür sürüleri aynı zamanda Resulullah Aleyhisselâm'ın şahsına, aziz hatırasına, mübarek Kabr-i şerif'lerine kastetmek, onun Sünnet-i seniyye'sini ortadan kaldırmak istiyorlar.
Mütemadiyen karikatürler yayınlayarak hakaret etmeye cüret etmeleri; Resulullah Aleyhisselâm'ı karalamak için gizli ve özel bir misyonerlik teşkilâtı kurup milyarlarca dolar para ayırmaları; Resulullah Aleyhisselâm'a imanı önemsemeyen, onun yüce değerini hafife alan FETÖ, DAEŞ, Vehhâbilik, Deizm gibi terör ve fitnelere destek vermeleri, Vatikan'ın Suud yönetimi ile Medine'ye kilise açmak için anlaşma yapması küffarın bu murdar niyetinin tezahürleridir.
Bu Haçlıların niyeti bozuktur. Arabistan'ı, müslümanların kutsal beldelerini işgal etmek istiyorlar.
Yahudilerin de niyeti budur, hıristiyanların da niyeti budur.
Binaenaleyh;
Hazret-i Kur'an'a yapılan saldırılar;
Resulullah Aleyhisselâm'a yapılan alçakça hakaretler;
Münafık idarecileri kullanarak Medine'ye kilise açmak suretiyle nüfuz etmeye çalışmaları;
FETÖ, Vehhâbilik, Selefilik, Deizm vb. bölücü fitnelerle Resulullah Aleyhisselâm'dan uzak bir nesil tasarlamaya çalışmaları;
Bunların hepsi küffarın İslâm'a, müslümanlara, İslâm devletlerine karşı başlatmış olduğu saldırıların, İslâm ülkelerini işgal planlarının bir parçasıdır.
•
Bu ay içerisinde idrak edeceğimiz Ramazan-ı şerif bayramınızı tebrik eder, tüm İslâm âlemi'ne hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Allah'tan niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
Kâfir ve münafıklar bu ilahi Kitab-ı kerim'i bozmaya çalışsalar da O Hakk'tan gelmiştir ve koruyucusu da bizzat Hazret-i Allah'tır. Bunlar ilâhî hükümleri kaldırmak, Hazret-i Kur'an'ı tahrif etmek isterler. Ve bu küffarın en büyük kini Resulullah Aleyhisselâm'adır. Bu necis kâfirler küfürlerini yayabilmek için hususiyetle Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e saldırmayı ve hakaret etmeyi düstur edinmişlerdir. Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz'i karalamak için çok büyük paralarla çok büyük teşkilâtlar kurmuşlardır. Bu faaliyetler misyonerlik faaliyetlerinin bir parçasıdır. Elhamdülillâhi Rabb'il âlemin! Allah-u Teâlâ size yine fırsat vermeyecek. Murdarlığınızla kalacaksınız.
"Allah'a ve Peygamber'ine muhalefette bulunanlar, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Halbuki biz apaçık âyetler indirmişizdir. Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır." (Mücâdele: 5)
İslâm ve müslümanlar, yahudilerin ve hıristiyanların ortak düşmanıdır. Küfür ve düşmanlık hususunda tek millettirler.
Âyet-i kerime'de:
"Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar." buyuruluyor. (Bakara: 120)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif'lerinde: "Küfrün tek millet olduğunu" haber vermişlerdir.
İslâm'a ve müslümanlara düşmanlık söz konusu olunca bütün kâfirler ittifak ederler. Güçleri yetmiş olsa, niyetleri; bizi dinimizden döndürünceye, yahut yok edinceye kadar bizimle savaşmaktır. Tarihte böyleydi, bugün de böyledir.
"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara: 217)
Bununla beraber Allah-u Teâlâ dilediği zaman küffarı birbirine düşürmekle, yahut dilediği bir şekilde İslâm'a ve müslümanlara yardım ediyor.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Eğer Allah, insanların bir kısmı ile diğerlerini savmasaydı, yeryüzünün düzeni bozulurdu." (Bakara: 251)
Bugün müslümanların çektiği sıkıntıların sebebi İslâm âlemi'nin bölük-pörçük olmasındandır.
Çıkar, makam, menfaat, kavmiyetçilik ön planda. Din iman, Kur'an arka planda. Kardeşlik hukukuna göre hareket edilmiyor.
Kutsallarımıza bu derece galiz saldırılar oluyor, ve fakat İslâm dünyasından yekvücut gür bir seda çıkmıyor.
Bir taraftan müslümanlara, İslâm ülkelerine saldırıyorlar;
Diğer taraftan İslâm dini'nin temellerine, iki can damarına; Hazret-i Kur'an'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a, onun sünnetine saldırıyorlar.
Küffar öteden beri İslâm'ı yıkmak ve müslümanları yok etmek niyetindedir. Bunun için her fırsatta ordularıyla saldırmıştır. Bunların Haçlı zihniyeti asla değişmemiştir.
İslâm'ı yıkmak için el altından tarih boyu Haçlıları kışkırtan ve destekleyen yahudiler ise İsrail'in kurulması ile beraber daha büyük düşmanlığı bizzat kendisi yapıyor, yapmaya çalışıyor.
İşte görüyorsunuz, bugün Filistin, Suriye bütün İslâm dünyası yangın yerine döndü. Yakın zamanda Lübnan'a, İran'a saldırma niyetleri var. Sırada bütün İslâm ülkeleri var, Türkiye var. (ABD, İsrail, Yunanistan'ın bölgedeki tatbikatlarının çoğunda adı açıklanmayan hedef ülke Türkiye'dir.)
Dikkat ederseniz küffar cepheden saldırmak için fırsat kolluyor, ancak özellikle Türkiye'ye saldırmaya çekiniyor. Zira büyük bir Haçlı tecrübeleri var. Tarihte yaşadıkları hezimetleri unutabilmiş değiller.
Bu yüzden içeriden karıştırmakla, müslümanları birbirine düşürmekle, fırka fırka bölmekle, itikat ve ahlâkı bozmakla, münafık tabiatlı insanları başa geçirmekle netice almaya, İslâm kalesini içeriden yıkmaya çalışıyorlar.
İslâm'ın temellerine saldırmalarının sebebi budur. Zira müslümanların, müslüman Türk milletinin sarsılmaz imanının, birlik ve beraberliğinin, güç ve kuvvetinin nereden kaynaklandığını biliyorlar. Bu gaye ile yüzyıllardır sinsice ve büyük bir gayretle çalışıyorlar. Kur'an-ı kerim'i, Resulullah Aleyhisselâm'ı karalamaya, Kur'an ve sünneti tahrif etmeye çalışıyorlar.
Son zamanlarda yahudi ve Amerika şeytanî bir maharetle FETÖ, DAEŞ gibi terör örgütleri peydahlayıp, besleyip büyütmeyi icat etti. Böylece İslâm'a ve müslümanlara büyük zarar verdi. Hem ayrılıkları, terörü destekleyerek İslâm ülkelerini karıştırdı, hem de bahane ile saldırdı, saldırıyor.
Bu ortamı fırsat bilen küffar İslâm'a olan kinini dışa vuruyor. Artık açıktan hareket ediyor. Kur'an-ı kerim'i ortadan kaldırmak, tahrif etmek istiyor. Kâfir boş durmuyor. En son Fransa'da üç yüz kişinin imzaladığı küstah bildiride olduğu gibi. Kur'an-ı kerim'i tartışma konusu yapmak istiyorlar.
Geçtiğimiz ay Fransa'da aralarında yahudi asıllı eski Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin, üç eski başbakanın, yahudi ve hıristiyan cemaati önderlerinin, yazar-çizer takımının olduğu üç yüz küfür öncüsünün imzası ile Hazret-i Kur'an'a dil uzatan bir bildiri yayınlandı. Bu necis güruh Kur'an-ı kerim'in bazı âyetlerinin çıkartılmasını isteme küstahlığında bulundular.
Küffarın saldırı ve küstahlıklarını Hazret-i Kur'an'a alenen dil uzatacak kadar ileri taşıması çok büyük bir cürümdür.
Oysa Allah-u Teâlâ:
"Onun koruyucusu da elbette biziz." (Hicr: 9)
Buyurarak indirdiği kitabı Kur'an-ı kerim'ini bizzat koruyacağını beyan buyuruyor.
Bu yüzdendir ki yüzlerce yıldır, harcadıkları onca emek ve paraya rağmen amaçlarına ulaşamamışlardır. Kur'an-ı kerim ilk günkü gibi hiçbir harfi dahi değişmeden bütün ihtişamı ile nur saçmaya devam ediyor ve kıyamete kadar da devam edecek.
Fakat küffar da icraatını, asliyetinin icabını yapmaya devam ediyor.
"Onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar." (Âl-i imran: 118)
Bu küfür sürüleri aynı zamanda Resulullah Aleyhisselâm'ın şahsına, aziz hatırasına, mübarek Kabr-i şerif'lerine kastetmek, onun Sünnet-i seniyye'sini ortadan kaldırmak istiyorlar.
Mütemadiyen karikatürler yayınlayarak hakaret etmeye cüret etmeleri; Resulullah Aleyhisselâm'ı karalamak için gizli ve özel bir misyonerlik teşkilâtı kurup milyarlarca dolar para ayırmaları; Resulullah Aleyhisselâm'a imanı önemsemeyen, onun yüce değerini hafife alan FETÖ, DAEŞ, Vehhâbilik, Deizm gibi terör ve fitnelere destek vermeleri, Vatikan'ın Suud yönetimi ile Medine'ye kilise açmak için anlaşma yapması küffarın bu murdar niyetinin tezahürleridir.
Medine-i münevvere Resulullah Aleyhisselâm'ın yaşadığı, Kabr-i şerif'inin emanetinde olduğu, İslâm'ın kalbi, dinin beşiği mübarek bir beldedir.
Küffar Resulullah Aleyhisselâm'ın mânevî mirasına ve mübarek şahsiyetine kastetmeye çalıştığı gibi aynı zamanda Kabr-i şerif'lerinin bulunduğu beldeye, Medine-i münevvere'ye nüfuz etmeye çalışıyor. Gizli emellerini tatbik edebilmek için fırsat kolluyor.
Çünkü kâfirin Ravza-i mutahhara'da yatan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sadece kabrine değil, cismaniyetine, Vücud-u şerif'lerine kastetme niyeti var.
Haçlılar tarih boyu bu niyeti taşımışlardır.
Nitekim 1162 yılında Selçuklu Atabeyi Nureddin Zengi devrinde Endülüs'ten gelen iki gayr-i müslim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Vücud-u şerif'lerini kaçırmak için gizlice tünel kazarken yakalanmışlardır.
Yine "Saltuknâme" isimli eserde haber verildiğine göre hıristiyan hükümdarların papanın huzurunda Türklere karşı yaptıkları bir toplantıda bir tanesi "Peygamberlerinin naaşını kaçıralım." teklifinde bulunmuş ancak Türklerden korktukları için bu fikir kabul edilmemiştir.
Resulullah Aleyhisselâm'ın Vücud-u şerif'lerinin varlığı küffara büyük bir ağırlık veriyor. Tahammül edemiyorlar. Küfürleri onları ona kastetmeye yönlendiriyor.
Bu Haçlıların niyeti bozuktur. Arabistan'ı, müslümanların kutsal beldelerini işgal etmek istiyorlar.
Yahudilerin de niyeti budur, hıristiyanların da niyeti budur.
Binaenaleyh;
Hazret-i Kur'an'a yapılan saldırılar;
Resulullah Aleyhisselâm'a yapılan alçakça hakaretler;
Münafık idarecileri kullanarak Medine'ye kilise açmak suretiyle nüfuz etmeye çalışmaları;
FETÖ, Vehhâbilik, Selefilik, Deizm vb. bölücü fitnelerle Resulullah Aleyhisselâm'dan uzak bir nesil tasarlamaya çalışmaları;
Bunların hepsi küffarın İslâm'a, müslümanlara, İslâm devletlerine karşı başlatmış olduğu saldırıların, İslâm ülkelerini işgal planlarının bir parçasıdır.
Allah-u Teâlâ bu küfür ehlini bize necis-murdar olarak tanıtmıştır. Bu iftiraları, bu alçaklığı, bu pisliği yapmaları, her fırsatta müslüman ülkelere saldırıp bombalamaları bu yüzdendir.
"De ki: 'Murdarla temiz bir olmaz, murdarın çokluğu hoşuna gitse de bu böyledir.'" (Mâide: 100)
"Nihayet murdarı temizden ayıracaktır." (Âl-i imrân: 179)
Bu Allah-u Teâlâ'nın ayırımıdır.
Ahiretteki ayırım ise çok korkunçtur:
"Bu, Allah'ın murdarı temizden (kâfiri müminden) ayırıp, bütün murdarları üstüste koyarak, topunu bir araya yığması ve cehenneme atması içindir. İşte onlar mahvolanlardır." (Enfâl: 36-37)
Bu murdar küffarın niyeti de murdardır, bozuktur.
Yahudiler ahir zaman peygamberinin Medine'de zuhur edeceğini bildikleri için Arabistan'da yerleşmişlerdi. İnşa ettikleri muhkem kalelerde yaşıyorlardı. Medine nüfusunun neredeyse yarısı yahudilerden oluşuyordu.
Ancak bekledikleri peygamber zuhur ettiğinde, sırf kendi milletlerinden olmadığı için ona düşmanlık yapmaya başladılar. İman etmek yerine, müslümanlara, vatanlarına ihanet ettiler, müşriklerle bir oldular. Müslümanlar iki ateş arasında kaldı, büyük bir tehlike atlattılar. Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm üzerlerine ordusu ile vardı ve onları Arabistan'dan sürdü.
Yahudiler bu mağlubiyet ve sürgünü yüzyıllardır sindirememiştir. Bu yüzden Resulullah Aleyhisselâm'a ayrı bir düşmanlıkları vardır.
Arabistan'ı işgal etmek en büyük amaçlarından birisidir.
"Yahudiler Arabistan'ı istilâya hazırlanıyor. Çinliler ise dünyayı istilâ etmek için hazırlanıyor." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, "Kıyamet ve Alâmetleri", s. 23)
Binaenaleyh Suud yönetiminin yahudilerle ve Vatikan'la yaptığı işbirliği, Vatikan'a Allah'ın nûru, âlemlerin gurur ve süruru Hazret-i Resulullah'ın beldesi Medine'de kilise açma izni vermeleri çok büyük bir ihanettir. Basit bir mevzu değildir.
Arabistan'da darbe ile yönetimi ele geçiren Prens Selman'ın tamamen İsrail taraftarı hareket etmesi; yahudinin Kudüs kararında rahat hareket etmesine ve pervasızca Filistinlileri katletmesine zemin hazırladı. Diğer yandan küffar, Arabistan ve şürekasını İran ve Türkiye'ye karşı rahat kullanmaya başladı.
İslâm memleketlerinin başındaki bu gibi münâfık tabiatlıların İslâm adına yaptıkları yanlış işleri; onların ne kadar azgın, hâin, düşman olduğunu; müslümanların da ne kadar gaflette bulunduğunu bir kez daha göstermiş oldu.
Arabistan'da böyle bir yönetimin bulunması, bölge için bir tehlike arzettiği gibi, esasında Arabistan ve dolayısı ile Mekke ve Medine için de büyük bir tehdit ve tehlikedir. Küffar Arabistan'da yaşanan gelişmeleri bir fırsat görüyor.
Medine'de hıristiyan mı var ki kilise açılıyor.
Cenâb-ı Hakk'ın:
"Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir." (Tevbe: 28)
"Onlar murdardır." (Tevbe: 95)
"Şüphesiz ki Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır." (Enfâl: 55)
Buyurduğu bu necislerin, bu murdarların, bu pislerin Medine-i münevvere'de ne işleri var. Bunlara yol veren hareketler gadabullahı celbeder.
Nihayet küffarın hedefi müslümanların kıblesi olan Kâbetullah'tır.
Resulullah Aleyhisselâm bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kapkara, ince bacaklı, koca ayaklı birinin Kâbe'yi taş taş yıktığını görüyorum sanki." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 790)
Bu küfür sürülerinin bütün bu icraatlarının neticesi Allah-u Teâlâ'nın lânetini ve alçaltıcı azabını kazanmaktan başka bir şey değildir.
"Allah'a ve Peygamber'ine muhalefette bulunanlar, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Halbuki biz apaçık âyetler indirmişizdir. Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır." (Mücâdele: 5)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem'ini rahatsız edenleri, üzenleri, çok çetin bir azapla tehdit ediyor:
"Allah'ın Peygamber'ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır." (Tevbe: 61)
Onlar dünyada da ahirette de belâlarını bulacaklar, ebedî azaba uğrayacaklardır:
"Allah'ı ve Peygamber'ini incitenlere, Allah dünyada da âhirette de lânet etmiştir. Onlara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır." (Ahzâb: 57)
"Bunlar Allah'ın lânetlediği kimselerdir. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın." (Nisâ: 52)
Din-i İslâm'ı ve müslümanları büyük tehlike bekliyor. Kâfirler bu kararı aldılar. Yıkmak için buradalar. Adım adım, mütemadiyen, İslâm'a, müslümanlara, İslâm ülkelerine saldırıyorlar.
Bütün İslâm ülkelerini yıkıp parçalamaya, ordularını dağıtmaya çalışıyorlar.
Bu saldırı dalgasının başını yahudiler çekiyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"İnsanlar içerisinde müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri bulursun." (Mâide: 82)
Arka planda onlar var. Öne Amerika'yı sürüyorlar. Amerika yahudi güdümünde bir devlet. Yuları ne tarafa çekilirse oraya gidiyor.
"Amerika demek yahudi demek. Yahudi demek Amerika demek." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Kudüs için bütün dünyayı karşılarına aldılar. Filistinlileri öldürmek rutin icraatları haline geldi.
İsrail Amerika'dan güvence aldı, artık son zamanlarda açıkça Lübnan'ı ve İran'ı vuracağını söylüyor. Suriye'deki İran üslerine saldırmaya başladı. Büyük bir harp çıkarmak için fırsat kolluyor.
İslâm ülkelerini, kardeş ülkeleri birbirlerine düşman ettiler, birbirlerini kırdırma gayretindeler.
Türkiye'ye olan husumetleri de malum. PKK, YPG, PYD, DAEŞ, FETÖ bütün terör örgütlerini himaye ediyor, besliyor, büyütüyor, üzerimize salıyorlar. Muvaffak olamayınca Türkiye'nin Suriye'de önünü kesmek için Arabistan, Mısır, BAE gibi Arap ülkelerinin askerlerini sınırımıza getirmeye çalışıyorlar. Türk ekonomisine zarar vermek için var güçleriyle çalışıyorlar. Sırf Türkiye'ye zarar vermek için hiçbir suçu olmayan bir kamu görevlisini yargılayıp ceza veriyorlar, Türkiye'ye ekonomik ceza kesmeye çalışıyorlar. Türkiye'nin ticaretini engellemeye, Arap ülkelerinden gelen parayı durdurmaya çalışıyorlar.
İsrail ve Amerika artık bir devlet gibi hareket etmiyor, mafya gibi hareket ediyorlar.
Dünyadaki bütün ülkeleri kendi çıkarlarına uygun hareket etmeye zorluyorlar.
Avrupa'nın Haçlı kinini, faşist alt yapısını kaşıyıp ayyuka çıkartmaya, bütün dünyayı birbirine kırdırtıp aradan sıyrılmaya çalışıyorlar.
Hazret-i Allah bunların her arzusuna müsaade etmiş olsaydı bugün yeryüzü tam bir yangın yerine dönerdi:
"(Yahudiler) Ne zaman savaş için bir ateş tutuştursalar, Allah onu söndürür. Onlar yeryüzünde durmadan fesat çıkarmaya koşarlar. Şüphesiz ki Allah fesat çıkaranları sevmez." (Mâide: 64)
Görüyorsunuz fesat çıkarmak için koşup duruyorlar. Sadece İslâm dünyasını değil, bütün dünyayı karıştırmaya çalışıyorlar.
Nitekim Avrupa'daki durumu görüyorsunuz. Avrupa'da müslümanların hayatı gittikçe zorlaşıyor. Müslümanlar saldırıya uğruyorlar. Gerek ırkçıların yaptıklarına, gerek PKK ve FETÖ gibi bölücü terör örgütlerinin Avrupa'daki uzantılarına yol veriyor, destekliyorlar. Müslümanların selâmlaşması, memleketine para göndermesi takibata sebep oluyor.
Diğer taraftan İslâm ülkelerindeki münafıkları kullanıp başa getirmeye çalışıyorlar. Türkiye'de FETÖ'yü başa getirmeye çalıştılar, Hazret-i Allah müsaade etmedi. Ancak Arabistan'da her dediklerini yapacak birisini başa getirmekte muvaffak oldular.
Küffar İslâm'a ve müslümanlara düşmandır, büyük bir kini vardır.
"Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır." (Nisâ: 101)
Ehl-i küfür hiçbir zaman müslümünlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler. Hak-batıl mücadelesi tarihten gelir.
Küffarın bu düşmanlığı hep vardı; dün de vardı, bugün de var. Ancak bugünlerde alenen zâhir oldu, bütün çirkefliği ile meydana çıktı. Gün geçmiyor ki bu kin ve düşmanlığı ortaya çıkartan bir olay yaşanmasın.
Türkiye'nin varlığı küffarın bütün planlarını sekteye uğratıyor. Avuçlarının içindeki Kudüs'te bile ayaklarını dolandırıyor. Mekke, Medine Türkiye'den üç bin km. uzakta ancak, Arabistan'dan daha çok Türkiye'den çekiniyorlar.
Yahudi ve Amerika terör koridoru kurmaya, Türkiye'yi parçalayıp büyük bir terör devleti kurmaya çalıştı. Irak'ın, Suriye'nin petrolünü İsrail'e taşıyacaklar, Doğu Akdeniz'de tek söz sahibi olacaklardı. Ancak Türkiye yüzünden hevesleri kursaklarında kalıyor.
Yahudi ve Amerika FETÖ'yü başa geçirecek, arkasından Irak ve İran'ı harbettirdiği gibi Türkiye ile İran'ı harbettirecek, Rusya ile Türkiye'yi birbirine düşürecekti. Kendisi de keyfine bakacaktı. Türkiye'yi yutmak istiyorlardı, ancak boğazlarına takıldı.
Yahudiler Kudüs'ü işgal edip başkent ilân ettiler. Ancak dünyaya bunu kabul ettiremediler. Nihayet Ortadoğu'yu karıştırıp, Irak'ı, Suriye'yi yıkıp, Arabistan'a, Mısır'a işbirlikçi idareciler hakim olunca fırsatı yakaladıklarına kanaat getirdiler. Amerika'yı arkalarına alıp, yüzlerce yıllık hedeflerini, Kudüs merkezli Küresel Kraliyet hayallerinin ilk adımını atmak istediler. Amerika elçiliğini Kudüs'e taşıyacağını ilân etti. Ancak Türkiye bütün dünyaya öncülük yaptı, İslâm İşbirliği Teşkilatı'nı ve Birleşmiş Milletleri topladı. Bütün dünya Amerika ve İsrail'e karşı durdu. Yapılanların "Hukuksuz" olduğu tescil edildi.
Ancak geri adım atmadılar, geçtiğimiz ay Amerika elçiliğini taşıdı, İsrail barbarlığını, vahşetini dünyanın gözü önünde yine gösterdi, fütursuzca protestocu Filistinlileri katletti.
Türkiye yine sesini yükseltti. Ancak Amerika'yı arkasına alan İsrail hukuksuzluklarından geri adım atmadı. Fakat işini rahat yapamıyor, dünyayı sindiremiyor.
Türkiye Kudüs'ü müdafaa etmekle aslında Mekke ve Medine'yi Anadolu'yu müdafaa etmiş oluyor. Zira küffar bu coğrafyada bir tane bile büyük devlet ve ordu bırakmak istemiyor. Niyetini kurmuş, kararını almış. Türkiye sesini çıkartmasa bile burayı yıkmak niyetinde. Bu sebeple Türkiye'nin ön alması, coğrafyaya sahip çıkması çok lüzumlu, çok yerinde bir hareket. Üstelik İslâm dünyasının, Mekke ve Medine'nin sorumluluğu bize atalarımızdan kalmış bir mirastır. Bütün müslümanlar Türkiye'den ümit beklemektedir. Bu sorumluluktan kaçmak, ne İslâmlığımıza, ne insanlığımıza, ne de Türklüğümüze yakışmaz.
Bu yüzden Türkiye'yi yıkmak istiyorlar. Hedeflerinde Türkiye olduğu için gizli bir silah ambargosu uyguluyorlar. Bir savaş durumunda kendilerine zarar vereceğini düşündükleri S-400 gibi silahları almamızı engellemeye çalışıyorlar. Bölgemizde yaptıkları tatbikatlarda isim vermeden hedef ülke olarak Türkiye'yi koyuyorlar. Ancak cepheden saldırmaya çekindikleri için 15 Temmuz'da olduğu gibi içeriden yıkmaya çalışıyorlar.
Çekiniyorlar, çünkü bin yıllık bir tecrübeleri var, Haçlı seferlerinden kalma büyük bir korkuları var.
1096 yılında başlayan birinci Haçlı dalgası yaklaşık seksen yıl sürdü. Papaların teşviki ve kışkırtması ile bu seksen yılda sekiz sefer Haçlı seferi tertip edildi. Anadolu'ya giren bütün Haçlı orduları Selçuklular tarafından kılıçtan geçirildi. Bu orduların artıkları Kudüs'ü, Urfa'yı, Antakya'yı, hatta İstanbul ve Kıbrıs gibi hıristiyan Bizans'ın elindeki yerleri ele geçirirken büyük vahşetler ve katliamlar yaptılar. Bugün hâlâ bu vahşet belleklerde.
Nihayetinde Türkler bütün Haçlı kalıntılarını temizleyip yok ettiler.
Osmanlı'nın Balkanları ele geçirmesi ile 1364 yılında tekrar başlayan ikinci Haçlı dalgası da yaklaşık seksen yıl sürdü. Sırpsındığı (1364), Birinci Kosova (1389), Niğbolu (1396), Varna (1444), İkinci Kosova (1448) savaşlarında Osmanlı birleşmiş Haçlı ordularını öyle bir imha etti ki Avrupa'nın kalbine "Türkler yenilmez" kanaati yerleşti.
Bu korkularını atamıyorlar. Zira Hazret-i Allah bütün kabahatimize rağmen bizi destekliyor. Atalarımızın, manevî büyüklerimizin duaları hürmetine bu ülke ayakta duruyor. Resulullah Aleyhisselâm bu necip millete teveccüh gösteriyor. Olayları dikkatle irdelerseniz bunu görürsünüz.
Bedir Savaşı'nda Allah-u Teâlâ o gün müslümanları yalnız bırakmamış, onları Mele-i âlâ'dan destekleyerek şereflerine şeref katmıştı.
Âyet-i kerime'sinde:
"Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım." (Enfâl: 12)
Buyurduğu üzere bugün de küffarın kalbine korku veriyor. Ellerinde her türlü silah olduğu halde çekiniyorlar.
Bir savaş esnasında asker için korkudan daha beter hiçbir şey yoktur. Korku olduğunda, silâhın da, herhangi bir imkânın da pek faydası olmaz. Allah-u Teâlâ'nın kullarına yardımcı olması hususunda, bu silâhtan daha güçlü bir silâh yoktur. Çünkü O bunu düşmanlarının kalbine yerleştirir. Bu bakımdan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Bir aylık mesafeye kadar (düşmanlarımın kalbine) korku salmakla yardım olundum." buyurmuşlardır. (Buhârî)
Binaenaleyh, Fırat Kalkanı olsun, Zeytin Dalı olsun dikkat ederseniz düşmanların gönlüne korku salan Hazret-i Allah ordumuzun yüreğine kuvvet ve azim verdi.
Bundan büyük bir lütuf var mıdır?
İçeriden biz küçük görüyoruz ancak Hazret-i Allah Türkiye'yi dışarıdan çok büyük gösteriyor.
Bu yüzden bizi içeriden parçalamaya, halkı birbirine düşürmeye, kendi çıkarlarına hizmet edecek kişileri başa getirmeye çalışıyorlar.
Bu nimetin kıymetini bilmemiz ve çok dikkat etmemiz lâzım. Yoksa Türkiye zaafa düşerse bütün İslâm dünyası zaafa düşer. Bugünkü günümüzü arar duruma düşeriz.
"Allah'a ve Resul'üne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider." (Enfâl: 46)
Küffar bu yüzden, bizi birbirimize düşürmek için Allah ve Resul'üne olan bağlılığımızı sarsmaya çalışıyor, İslâm'ın temeli olan Kur'an-ı kerim'e ve Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetine saldırıyor.
Eğer Hazret-i Kur'an'a ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e imanımızı, saygı ve hürmetimizi, sevgimizi kaybedersek, her şeyimizi kaybederiz.
İslâm'ı nereden yıkacaklarını biliyorlar. Zira Resulullah Aleyhisselâm ümmetine Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'sini vasiyet etmişti.
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ben size iki şey bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi Allah'ın kitabı, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetidir." (İmâm-ı Mâlik, Muvatta)
Küffar da İslâm'a bu iki noktadan saldırıyor. Kur'an'ı ve Sünnet-i seniyye'yi bozmaya, tahrif etmeye, müslümanların bu ilâhî kaynaklara olan bağlılıklarını yok etmeye çalışıyorlar.
Kutsal topraklara, Mekke ve Medine'ye, Resulullah Aleyhisselâm'ın hatırasına nüfuz etmek, İslâm dünyasının kalbine hançer saplamak istiyorlar.
Küffar bir taraftan müslümanların vatanına, canına, malına saldırırken diğer taraftan İslâm'ı, Kur'an'ı tahrif etmeye, yok etmeye çalışıyor.
Fransa'da üç yüz kişilik küfür öncüsü bir güruh, imzalayarak yayınladıkları bildiride Kur'an-ı kerim'i hedef aldılar. Şiddet ve yahudi karşıtı fikirleri yaydığı yalanıyla bazı âyetlerin Kur'an-ı kerim'den çıkarılmasını istediler.
İmzacı sayısının üç yüz olması da tesadüf değildir. Kaynağını İncil'den alır, bir savaşta İsrailoğulları'ndan seçilmiş üç yüz savaşçı hikâyesine dayanır. Bu üç yüz rakamı bir filme de konu olmuştur.
Buradan da bunların kin ve düşmanlık niyetini anlayabilirsiniz. Kâfir budur. İçyüzü budur. Bunlar her zaman İslâm'a, Kur'an'a, müslümanlara düşmandır.
"Onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar." (Âl-i imran: 118)
Allah-u Teâlâ küffarın bu düşmanlığını ve kinini inananlara duyuruyor ve haber veriyor. İlâhî hükümlere, hakikate düşmanlık yapan kâfirlere ise tehdid-i ilâhî'de bulunuyor:
"Âyetlerimiz açık açık kendilerine okunduğu zaman, kâfirlerin suratlarında hoşnutsuzluk sezersin. Onlar âyetlerimizi okuyanlara neredeyse saldıracak gibi oluyorlar. Onlara de ki: "Size bundan (bu kin ve öfkenizden) daha kötü bir şey haber vereyim mi? Ateş! Allah onu kâfirlere vâdetmiştir. O ne kötü bir dönüş yeridir!" (Hac: 72)
Gayeleri İslâm'ı esasından çıkarmak, Hazret-i Kur'an'dan uzaklaştırmak.
"Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler." (Saff: 8)
Bütün gaye ve gayretleri, bütün çabaları O'nun ilâhî nurunu söndürmektir.
Yahudi ve hıristiyanlar kendi kitaplarını değiştirdiler. Din-i İslâm'ın kitabı olan Kur'an-ı kerim'i de değiştirmek için plan ve tezgâhlar kuruyorlar.
İncil'in tahrif edildiğini Kur'an-ı kerim şöyle haber vermektedir:
"Onlardan bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde 'Bu Allah katındandır.' derler. Onlar bile bile Allah'a iftirâ ediyorlar." (Âl-i imran: 78)
Yalan söylediklerini ve bu hususta Allah-u Teâlâ'ya iftira ettiklerini bile bile böyle yaparlar.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Şimdi siz (ey müminler) bunların size inanmalarını mı umuyorsunuz? Oysa bunlardan bir zümre vardır ki, Allah'ın sözünü işitirler de düşünüp akıl erdirdikten sonra bile bile onu değiştirirlerdi." (Bakara: 75)
Rahipler papazlar kendi arzularına, hevâ ve heveslerine göre yazmışlar, hıristiyanlar da onlara uymuş ve onları ilâh edinmişlerdir.
Tevrat'ın tahrif edildiğine dair ise şöyle buyurulmaktadır:
"Verdikleri kesin sözü bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler ve kendilerine belletilenlerin bir kısmını unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan dâima hâinlik görürsün." (Mâide: 13)
Tevrat'ı kendi istekleri doğrultusundaki hükümlerle değiştirdiler. Kitap'ta yazılı olanlara bağlı kalmayarak kendi hükümlerini icrâ ettiler. Tevrat'ta olmayan şeyleri ona kattılar, Kitab'ın hükümlerini yerine getirmediler.
İşte bu kâfirler kendi kitaplarını bozdukları gibi Kur'an-ı kerim'i de bozmak istiyorlar. Ancak Kur'an-ı kerim'in koruyucusu bizzat Allah-u Teâlâ'dır.
"Onlar (Kur'an'ı iptal etmek için) bir tuzak kuruyorlar. Ben de bir tuzak kurmaktayım, (hilelerine karşılık vereceğim). Hele sen o kâfirlere mühlet ver, (onları biraz kendi hallerine bırak!)." (Târık: 13-17)
Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar bu niyetlerinde muvaffak olamayacaklardır.
Bu hareketleri bize gösteriyor ki; müslümanlar her zaman, her an, her daim uyanık olmalı, yahudi ve hıristiyanların oyunlarına gelmemeli, bir ve beraber olmalıdır.
Mescid-i Aksa, 21 Ağustos 1969'da kundaklandığında; o tarihte İsrail'in kadın Başbakanı olan Golda Meir şunları söylemişti:
"O gece sabaha kadar korkudan uyuyamadım…
Zannediyordum ki, Müslümanlar dört bir koldan İsrail'e girecekler. Lakin sabah olduğunda korktuğumuz başımıza gelmedi. İşte o zaman idrak ettim ki, biz dilediğimizi yapabiliriz. Zira bu ümmet uyuyan bir ümmettir!"
Ey müslüman! Uyan!
Hazret-i Kur'an-ı indiren Allah-u Teâlâ kitabının koruyucusunun bizzat kendisi olduğunu beyan buyuruyor:
"Bir zikir olan Kur'an'ı biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz." (Hicr: 9)
Bu küfür ehli ne kadar uğraşırsa uğraşsın. İslâm dini kıyamete kadar payidar olacaktır, Allah-u Teâlâ dinine yardımını değişik tezahürlerle sürdürecektir.
Kâfirler istemese de Cenâb-ı Hakk'ın vaad-i Sübhâni'si var:
"Halbuki kâfirler istemese de, Allah nurunu tamamlayacaktır." (Sâff: 8)
O zaman tamamladığı gibi bugün de nurunu tamamlayacak ve onu kıyamete kadar muhafaza edecek, pâyidar kılacaktır. Bu nur kıyamete kadar aslâ söndürülemeyecektir.
"Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber'ini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar!" (Sâff: 9 - Tevbe: 33) (Bakınız, Fetih: 28)
Hak dini bütün dinlere üstündür ve bütün dinlere hâkimdir.
İslâm dini nâzil olduğu zaman nasıl taptaze idiyse, kıyamete kadar da bu tazeliğini ve ciddiliğini koruyacaktır. O Allah'ın dinidir ve dimdik ayakta kalacaktır, nihayetinde zaferi er veya geç İslâm'a bahşedecektir.
Kur'an-ı kerim öyle büyük bir mucizedir ki, onun benzerini meydana getirmek insan gücünün ötesindedir.
"Muhakkak ki o, elbette çok şerefli bir Kur'an'dır." (Vâkıa: 77)
Hoşnut olunmuş olan bu yüce Kitab-ı kerim'in ismi bizzat Allah-u Teâlâ tarafından verilmiştir. İlimlerin özü ve kaynağıdır. İyilikler ve bereketler membaıdır. Allah katındaki değeri tasavvur bile edilemez.
"Koruma altında olan bir kitaptadır." (Vâkıa: 78)
Onun âyetleri Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesindedir, bâtıl hiçbir surette ona ulaşamaz.
Bin dört yüz yıldan bu yana bir benzeri ortaya konmamıştır, kıyamete kadar da beşer bundan âciz kalacak, hiç kimse lâfzını ve hükmünü değiştiremeyecektir.
Kur'an-ı kerim korunan ve korunacak olan Allah'ın son elçisinin hak kitabıdır.
Resulullah Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'nın nûrudur. Nûraniyeti ile ruhaniyeti ile hayattadır. Tasarrufu ümmeti üzerinde devam etmektedir. Onun varlığı, sevgisi ve bereketi ile imanlar gönüllerde neşv-ü nema bulmaktadır.
Müslümanların imanları, İslâm'a bağlılıkları, her şeyleri ona olan sevgi, sadakat ve teslimiyetlerinden gelir.
"İşte o Peygamber'e inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saâdete erenlerdir." (A'raf: 157)
Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hâzerâtı Resulullah Aleyhisselâm'a böyle değer vermişler, onu canlardan da cananlardan da aziz tutmuşlar, ona gönülden teslim olmuşlardır. Ümmeti de aynı izi takip etmiş, o nûra candan tâbi olmuş, Allah-u Teâlâ'nın Habib'ini canlardan da cananlardan da aziz tutmuşlardır. Hususiyetle Ashab-ı kiram'dan sonra Osmanlılar zamanında adeta ikinci bir asr-ı saadet devri yaşanmış, o nûrun, o nûra can-ı gönülden bağlı olmanın bereketi ile Allah-u Teâlâ büyük yardımlar ve fütuhatlar nasip etmiştir. Ashâb-ı kiram o nurun bereketi ile nasıl ki kısa zamanda bir cihan imparatorluğu kurup, ilimde ve adalette bütün dünyaya numune bir medeniyete sahip olmuşlarsa, aynı muvaffakiyet Osmanlı devrinde de yaşanmıştır.
Küffar bunu bildiği ve hissettiği için hem Resulullah Aleyhisselâm'ın Zât-ı âlilerine düşmanlığa, onu karalamaya devam etmeye çalışıyor, hem de bu sayede Türklerin eski ihtişamına kavuşmasını engellemek istiyor.
Küffar Resulullah Aleyhisselâm'a daima düşmanlık beslemiştir. Onu karalamak istemiştir. Vatikan yıllar yılı bu uğurda büyük paralar harcamış, onu müslümanların gönüllerinden silmeye çalışmıştır.
Dikkat ederseniz son yıllarda Avrupa'da mütemadiyen Resulullah Aleyhisselâm'a hakaret eden, karalamaya çalışan karikatürler yayınlanmaya başlandı.
Bu karikatürler Danimarka, Fransa, Hollanda gibi ülkelerde yayınlandı. Müslümanların büyük tepkisine rağmen, güya medeniyet adı altında çirkefliklerine devam ettiler. Resulullah Aleyhisselâm'a düşmanlık bunların iliklerine işlemiştir. Nitekim Hollanda'nın ırkçı siyasetçisi Wilders yine bir karikatür yarışması düzenleyeceğini açıklamıştır.
Bu gibi aleni ve öteden beri devam eden sinsi karalama kampanyaları sanılmasın ki tesadüfen ortaya çıkıyor.
2004 yılında Almanya'da yayınlanan Welt Am Sonntag gazetesi "Milyonlar Muhammed'e Karşı" manşetiyle bir rapor yayınladı. Bu raporda Vatikan'ın İslâm'ın yayılmasını engellemek ve Hazret-i Muhammed'i karalamak için Katolik Klisesi'ne bağlı gizli bir misyonerlik örgütüne milyar dolarlık fon tahsis edildiği yazıyordu.
Raporda "Congregation for the Evangelization of Peoples" adlı örgütün iki milyona yakın kişiyle misyonerliğin yasaklandığı ülkelerde gizli çalışmalar yürüttüğü, dünyanın değişik bölgelerindeki on binlerce okul, yardım kuruluşu ve sivil toplum örgütünün sistemli bir çalışma içinde olduğu bildiriliyordu. (Bkz. Yenişafak, 2 Haziran 2004)
Bu haber çıktıktan 1 yıl sonra 30 Eylül 2005 tarihinde Danimarka'da Resulullah Aleyhisselâm'a hakaret içeren karikatürler yayınlandı. Bu yayın bütün İslâm dünyasının ayağa kalkmasına, onlarca kişinin öldüğü olaylara sebep oldu. Türk basını bu hakaret yayınını o tarihlerde sümen altı etti. Zira dikkat ederseniz o tarihlerde Türkiye'de "Dinlerarası diyalog" adı altında FETÖ tarafından "Küfrü Hoş Görü" toplantıları yapılıyordu. Yine o tarihlerde Türkiye'deki misyoner faaliyetleri zirveye çıkmıştı. Bu faaliyetlere karşı Hakikat Dergisi'nde peş peşe yayınlar yapıldı. 2004 yılı Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim, Kasım, Aralık aylarında bu faaliyetlerin içyüzünü, küfrün gerçek niyetini, misyonerlerin amacını izah eden yayınlar yapıldı. Bu yayınlar sebebiyle kartel medyası Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ni "Organ Nakli" mevzuunu bahane ederek karalamaya çalıştı,
Binaenaleyh küffar Resulullah Aleyhisselâm'ı karalamak için sinsi bir faaliyet içerisindedir.
Batı medyasında mütemadiyen yayınlanan hakaret karikatürleri bu sinsi faaliyetlerin pervasız, fütursuz, alçakça ortaya çıkmış tezahürleridir.
Yüzyıllar boyunca Haçlı Seferleri için Avrupalıları kışkırtan bu Vatikan'la, Vatikan papazları ile FETÖ nasıl içli dışlı olmuşsa, bugün de yeni Suudi yönetimi ve Vehhâbi türemesi Suud allameleri Vatikan'la ve yahudilerle işbirliği yapıyor.
"O herhangi bir beşer gibi değildir. O her zaman hayattadır. O, nur olduğu için ruhaniyeti ve nuraniyeti her zaman aramızdadır.
İş gören onun nurudur. Hayat kaynağı, feyiz kaynağı, hakikat kaynağı, ilâhî destek ve muzafferiyetin kaynağı odur."
Âyet-i kerime'de:
"Allah'tan size bir nur gelmiştir." buyuruluyor. (Mâide: 15)
Onun aslı nurdur, o nuru kimse bilemiyor.
Bu öyle bir nurdur ki, Allah-u Teâlâ'nın nurudur, bütün âlemlerin gurur ve sürûrudur. Nurundan nurunu yaratmasa idi, âlemler nurunu nereden alırdı, hak ve hakikati nasıl bulurdu?
İnsan bütün yaratıkların en mükerremi, o ise bütün insanların olduğu gibi bütün yaratılmışların en mükerremidir. Niçin? Allah-u Teâlâ'nın nuru olduğu için. İşte bunun içindir ki onu anlamak ve idrak etmek bir beşer için mümkün değildir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın nuru olduğu gibi aynı zamanda ruhudur.
Allah-u Teâlâ kendi ruhundan ona ruh verdi, o ruhtan bütün ruhları yarattı, o ruhtan bütün âlemlere hayat veriyor. O Ebu'l-ervah'tır, bütün ruhların babasıdır.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini:
"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ: 107)
Âyet-i kerime'sine muhatap yapmış, "Rahmeten lil-âlemîn" kılmış, onu âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Onun nuru âlemleri ihâta etmiştir. O "Sebeb-i mevcûdat" tır, o "Rahmeten lil-âlemîn" dir.
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, Yaratan böyle yapmış onu.
Bunun içindir ki âlemdeki her zerre nasibini ondan alıyor. Ay da, güneş de, yer de, gök de, her şey o nurdan alıyor. Nereye baksan o nur. Ona verdiğinden ötürü kâinat onun nuruna muhtaçtır. Çünkü Allah-u Teâlâ kendi nurundan onun nurunu yarattı, o nurdan da âlemleri donattı.
Onun varlığı bütün varlıklara bir rahmettir.
Bir Âyet-i kerime'de de:
"O sizden iman edenler için bir rahmettir." buyuruluyor. (Tevbe: 61)
Kim bu rahmeti kabul eder ve bu nimete şükrederse; dünya saâdetine, ahiret selâmetine erer.
Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara, zâhir ve bâtın her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nasibini alanlar; dünyada da ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar, her türlü kötülüklerden, sıkıntılardan kurtulurlar.
Müminlere rahmettir. Çünkü onlara doğru yolu göstermiştir. Kâfirlere de rahmettir, çünkü azaplarının ertelenmesine vesile olmuştur.
Ondan önce gönderilen herhangi bir peygamberi, ümmeti ısrarla reddettiği zaman; Allah-u Teâlâ onları yere batırma, suda boğma... gibi cezalarla helâk ediyordu. Fakat onu tekzip eden müşriklerin azâbı ise öldükten sonraya tehir edilmiştir.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Sen içlerinde iken Allah onlara azap etmez." buyuruluyor. (Enfâl: 33)
Rahmet peygamberi olduğu için, aralarında bulunmasından dolayı Allah-u Teâlâ bir ikram olarak onlara mühlet vermiştir.
Ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre, dünyanın sonuna kadar âlemlere rahmettir. Hayatı rahmettir, memâtı da rahmettir.
Mübarek vücudları ahirete intikal etmekle, nûrlarına asla bir noksanlık ârız olmamıştır. Ruhâniyeti ve nûrâniyeti kıyamete kadar bâki kalacak, insanlar o nûr sebebi ile hidayete ereceklerdir.
O diri biz ölü. O her zaman hayattadır. Biz ancak onun hayatı ile hayat buluyoruz. Bizim yaşamamız onun hayat vermesi ile kaimdir. Hayat kaynağı o, feyiz kaynağı o, hakikat kaynağı o... Onsuz hayat ölüm.
"(Ey insanlar)! Allah'a ve Peygamber'ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz ve sabah-akşam O'nu tesbih edesiniz." (Fetih: 9)
Onun Ashâb'ı hâl-i hayatında ne kadar tâzim etmişlerse, sonra gelen ümmeti de onu o kadar tazim etmiş ve etmeye devam ediyor.
Küffarın milyonlarca misyoneri ve milyarlarca parası dahi o nûru karalayamaz. Zerre toz konduramaz.
Yalnızca herkes imtihanını veriyor. Kâfir icraatını yapacak, ateşini çoğaltacak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayattadır. Allah-u Teâlâ şehitler için:
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, bilâkis onlar diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara: 154) buyururken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in vefatta olduğunu zannedenler imanlarını kontrol etmelidir.
Nitekim her asra hitap eden Kur'an-ı Azimüşşan'da şöyle buyuruluyor:
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?" (Âl-i imran: 101)
Cesedi yok ama, nuraniyeti, ruhaniyeti aramızda, ümmet-i muhteremesine tasarruftadır.
Onlar fâni hayatı terk ederek ebedî bir hayata ermişlerdir. Onların diğer ölüler gibi olmadıkları apaçık bir gerçektir. Hayat-ı hayâlîden hayat-ı hakikiye geçmişlerdir, hayat-ı hakiki de ölümden sonra başlar.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Bilâkis onlar diridirler, Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar." (Âl-i imrân: 169)
Yerler, içerler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde bir hayat yaşarlar. Onlar diri oldukları gibi, dirilerle de beraberdirler.
Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm-:
"Yâ Resulellah! Getirdiğimiz salâvât size nasıl arz olunur, halbuki siz çürümüş bulunacaksınız." dediklerinde, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle cevap verdiler:
"Allah-u Teâlâ peygamberlerinin cesetlerini yeryüzüne haram kılmıştır." (Ebu Dâvud)
Evs bin Evs -radiyallahu anh-den rivâyete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Günlerinizin en faziletlisi Cuma günüdür. O günde benim üzerime çok salâvât getirin. Zira sizin salât ve selâmlarınız bana arz olunur." buyurdu.
Diğer Hadis-i şerif'lerde ise şöyle buyurulmaktadır:
"Yeryüzünde Allah'ın gezici melekleri vardır. Ümmetimin selâmını bana tebliğ ederler." (Nesâî)
"Üzerime salâvât getirin. Zirâ nerede olsanız, getirdiğiniz salât-ü selâmlar bana ulaşır." (Ebu Dâvud)
Demek ki ölmemiş.
Müşrikler Muhammed Aleyhisselâm ve Kur'an-ı kerim hakkında dillerine gelen her şeyi söylemişlerdi.
Şayet o, Kur'an-ı kerim'e kendiliğinden bazı sözler karıştırmış olsaydı; Allah-u Teâlâ onu muâheze eder ve yeryüzünden alırdı.
Kur'an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm'ın getirdiği kesin bir sözdür. Bu söz âlemlerin Rabb'inden indirildiği hâlde, Muhammed Aleyhisselâm'a izafe edilmiştir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur'an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür." (Hâkka: 38-39-40)
Bütün görülebilen ve görülmeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler üzerine yemin edilmektedir.
Her peygamber bir nûrdur. Toprak onları çürütemez. Allah-u Teâlâ toprağa onları haram kılmıştır.
Resulullah Aleyhisselâm ise nûrların nûrudur. Aynı zamanda Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'den her biri Resulullah Aleyhisselâm'ın alnındaki emanet nûrunu taşıdıkları için ayrı bir şeref ve meziyete mazhar olmuşlardır. O nûr alınlarının sağ tarafının köşesinde durur, alından alına geçer.
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'sinde, onun ne kadar şerefli ve aziz olduğunu bize duyurmak için "Kur'an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür." buyurmuştur.
Allah-u Teâlâ "Şerefli bir peygamberin sözüdür." diye vasıflandırdığına göre, artık burada mahlukun dimağı çalışmaz. Çünkü onu yaratan bizzat onu meth-ü sena ediyor. Burada mahlukun hükmü yoktur.
Ona bizzat o şerefi Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bahşetmiş, beşeriyete Hakk ve hakikati duyurmak için Hazret-i Kur'an'ı ihsan buyurmuştur.
•
"O bir şâir sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!" (Hâkka: 41)
Kur'an-ı kerim'in beyanlarını tasdik etmiyorsunuz.
"Bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!" (Hâkka: 42)
Siz doğru düşünmek kabiliyetinden mahrum bulunuyorsunuz.
Allah-u Teâlâ burada ona şair ve kahin diyenlere cevap veriyor ve onu lütfuyla yâd ediyor.
"Kur'an âlemlerin Rabb'inden indirilmedir.
Eğer o Peygamber, bize karşı bazı sözleri kendiliğinden uydurmuş olsaydı; elbette biz onu kuvvetle yakalardık, sonra da kalp damarını koparırdık. Sizden hiç kimse onu koruyamazdı." (Hâkka: 43-44-45-46-47)
Nitekim bu Âyet-i kerime'lerde, bu sözleri kendinden uydurup katsaydı, onu muhakkak yok edeceğini beyan ediyor. Fakat o böyle bir şeyi hayalinden bile geçirmedi, ilâhi hükmü olduğu gibi tebliğ etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın himayesinde büyümüştü. Âyet-i kerime'lerinde onu nasıl desteklediğini, nasıl barındırdığını, onu kudret eli içinde yaşattığını bize duyuruyor ve şöyle buyuruyor:
"O seni yetim bulup da barındırmadı mı? Sen bilmezken doğru yola eriştirmedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi?" (Duhâ: 6-7-8)
Onu hıfz-u himayeye alan bizzat Allah-u Teâlâ'dır. Onun koruyucusu O'dur.
Onu hidayet nûru ile müşerref eden Allah-u Teâlâ, hakikatleri ona duyurduğunu beyan ediyor. Yani onun mualliminin bizzat Zât-ı akdes'i olduğunu arzediyor.
Onu kendi lütfuyla desteklemiş, mucizeler ihsan buyurmuş, hidayete nasipdar olanları, o mucizelerle hakikate erdirmiştir.
•
Allah-u Teâlâ onu göz alıcı mucizelerle, kesin delillerle desteklemiş, halkettiği yüce sebepler ve azim hikmetlerle onu korumuştur.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Şüphesiz ki sen bizim hıfz-u himâyemizde, gözetimimiz altındasın." (Tûr: 48)
Zül-celâl vel-kemâl Hazretleri her zaman onun üzerine titrediğini, onu daima koruyup gözettiğini ve takip ettiğini ifade buyuruyor. O'nun bütün sevgilileri böyledir. O ise sevgililer sevgilisidir.
Bir kimsenin bir malı ne kadar kıymetli olursa, onu o derece muhafaza etmeye çalıştığı gibi; Allah-u Teâlâ'nın yarattığı mahlûkâtın içinde en kıymetlisi o olduğu için, onu bizzat hıfz-u himayesinde ve tasarruf-u ilâhîyesinde bulunduruyor.
"Allah seni insanlardan korur." (Mâide: 67)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'sinde Resul'ünün insanlara hakkı tebliğ etmesine mukabil, onu anlayamadıklarını ve kendisine düşman kesildiklerini, fakat onu bizzat koruduğunu ferman buyuruyor.
"Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter." (Enfâl: 64)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin yüzü suyu hürmetine, ona tâbi olanları, hem dünyanın tuzaklarından, hem cinlerden, hem de ahirette gelecek tehlikelerden, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini koruduğu gibi koruyacağını haber veriyor.
Yani ona tâbi olanları da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inden ayırmıyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik." (Fetih: 1)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a açık fetih ihsan etmiştir. O'nun verdiği haberler kesin olarak gerçekleşme hususunda, "Meydana gelmiş hadise" gibi sayılacağından, fetihlerin mutlaka gerçekleşeceğini önceden vâdetmiştir. Bu vaad Resulullah Aleyhisselâm'a ve müminlere büyük bir müjdedir.
Ve bu fetihler kıyamete kadar devam edecektir. Bu Âyet-i kerime'de fethin yüceliğini gösteren bir işaret vardır. Ayrıca ileride meydana gelecek birçok fetihler zincirinin başlangıcıdır.
Bu fetihler Resulullah Aleyhisselâm'a Allah-u Teâlâ'nın lütfudur, ihsanıdır, ümmet-i Muhammed'e de ikramıdır.
"Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar." (Fetih: 2)
Bu ilâhî hitabı yalnız ve yalnız ona bahşetmiştir, başka hiç kimseye böyle bir hitap olmamıştır. Bu ise onun ne kadar sevildiğini, seçildiğini, fazilet ve meziyetini göstermektedir.
"Sana olan nimetini tamamlar ve seni dosdoğru bir yola eriştirir." (Fetih: 2)
Resulullah Aleyhisselâm her hususta hiç kimsenin ulaşmadığı itaat, iyilik ve doğruluk üzeredir. Dünya ve ahirette mutlak olarak insanların en mükemmeli ve efendisidir.
Geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı gibi, nimetini de tamamlıyor. O nimeti ancak Allah-u Teâlâ bilir. Bu şerefe de kimseyi nâil etmemiştir, yalnız Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine mahsus olan bir lütuftur.
"Ve sana kimsenin güç yetiremeyeceği bir şekilde şanlı bir zaferle yardım eder." (Fetih: 3)
Âyet-i kerime'lerde Allah-u Teâlâ'nın ona yardımı anlatılmaktadır.
•
Allah-u Teâlâ Peygamber'ini yüceltmek, ona yapılan yardımın büyüklüğünü göstermek için Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurdu:
"Hiç şüphesiz ki Allah bizzat Peygamber'in dostu ve yardımcısıdır. Cebrâil de, müminlerin sâlih olanları da. Bunların arkasından bütün melekler de ona yardımcıdır." (Tahrim: 4)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ı bizzat kendisi koruduğu gibi, Cebrâil Aleyhisselâm ve mukarreb meleklerle koruyacağını, sâlih kullarının da canı ve malı ile yardımcı olacağını bize duyuruyor.
"Bütün melekler" ibaresinden, her meleğin ondan haberdar olduğu ve onun hakkında emir beklediği ifadesi çıkıyor.
Siz bu Âyet-i kerime'yi inkâr mı ediyorsunuz, iman mı ediyorsunuz? Eğer iman ediyorsanız Allah-u Teâlâ'nın dostuna uymanız gerekir, düşman olmak değil. İman etmiyorsanız küfürde olduğunuzu bilin.
"Onu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi." (Tevbe: 40)
Allah-u Teâlâ onu hıfz-u himayesine almış, çepeçevre kuşatmıştır. Cebrâil ve diğer melekleri insanların görmediğini fakat mevcut olduğunu, Resul'ünü onlarla desteklediğini beyan ediyor.
Nasıl bir askerle muhafaza ettiğini yalnız O bilir.
Yahudilerin müstahkem bir kalesi olan Hayber'in fethedilmesi yahudiler için büyük bir mağlubiyet oldu.
Yahudiler Resulullah Aleyhisselâm ile yaptıkları anlaşmaya ihanet etmişler, müşriklerle işbirliği yaparak müslümanları arkalarından vurmaya yeltenmişlerdi.
Bu yüzden Resulullah Aleyhisselâm ordusu ile üzerlerine varmış ve ihanetlerinin cezalarını görmüşlerdi.
Hayber esirleri arasında Nadir oğulları reisi Huyey bin Ahtab'ın kızı Safiye de vardı. Kocası savaşta ölmüş, kendisi esir düşmüştü. Resulullah Aleyhisselâm onu azad ederek İslâm'ı tercih edip kendisi ile nikâhlanmak yahut serbestçe gitmek arasında muhayyer bıraktı. O ise zaten müslüman olmak istediğini ve yahudilerin arasına dönmek istemediğini söyledi.
Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimiz Safiyye'nin müslüman olmasından pek memnûn oldu, onu mü'minlerin annesi olarak şereflendirdi. Hanımları arasına kattı.
Artık Hayber'den Medine'ye dönüş başlamıştı. Safiyye -radiyallahu anhâ- Validemiz Hayber'den birkaç menzil uzaklaşana kadar konaklanmamasını talep etti. On iki mil uzaklıkta es-Sahba mevkiinde konaklandı.
Resûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ilk konaklama yerindeki uzaklaşma isteğinin sebebini sordu. Safiyye -radiyallahu anhâ-Vâlidemiz de:
"Yâ Resulallah orası Hayber'e çok yakındı. Yahudilerin zâtınıza bir kötülük ve zararları dokunur diye korktum." cevabını verdi.
Bu korku sadece Safiyye -radiyallahu anhâ- Validemiz'de değildi. Ebû Eyyub el-Ensâri -radiyallahu anh- de aynı endişeyi taşıyordu. Bu sebepten kendisine bir vazife verilmemesine rağmen o, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in çadırının etrafında gece sabaha kadar nöbet tuttu. Gün ağarırken iki cihan güneşi Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Ebû Eyyûb el-Ensârî -radiyallahu anh-ı bir aşağı bir yukarı gezinirken gördü. Ona ne yaptığını sordu. O da: "Yâ Resulallah size bir kötülük gelmesinden korktum!" dedi. Resulullah Aleyhisselâm onun bu hareketinden pek memnun oldu. Onun muhabbeti karşısında duygulandı ve ona: "Allah da seni muhafaza etsin." diye duâ etti.
Küffarın Resulullah Aleyhisselâm'a düşmanlığı o kadar büyük ki, geçmişte onun cenazesini çalmaya çalıştılar.
Bu hadiselerden bir tanesi Selçuklu Atabeyi Nureddin Mahmud Zengi (1146–1174) devrinde yaşanmıştır. Ömrü Haçlılarla mücadele ile geçen Sultan Zengi'nin Suriye merkezli devleti Mısır ve Arabistan'a kadar uzanmıştı.
1162 yılında iki gayr-i müslim, Endülüs'ten Medine'ye gelerek Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in Vücud-u şerif'lerini kaçırmak niyetiyle müslüman kılık ve kıyafetine girerek hacca gelmiş gibi Medine'ye yerleşmişti. Kılık kıyafetleri ve fakirlere yaptıkları yardımlarla halkın güvenini kazanmayı başaran bu kişiler, geceleri bulundukları evden Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrine doğru gizlice tünel kazmışlar, kazdıkları tünel, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrine iyice yaklaşmıştı.
Bu esnada Nureddin Mahmud Zengi bir rüya gördü. Rüyasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz iki yabancıyı göstererek, "Ey Nureddin! Beni bunlardan kurtar!" diyordu. Dehşete kapılan hükümdar o gece aynı rüyayı üç defa gördü. Hemen kalktı, yanına vezirini de alarak 20 süvari ile hemen yola çıktı. Medine'ye geldiler. Halk kendilerini ilgi ve teveccühle karşıladı. Resulullah Aleyhisselâm'ı ziyaret ettikten sonra Medine halkına hediye dağıttılar. Hükümdar rüyada gördüğü kişileri teşhis edebilmek için hediyelerin dağıtılmasına bizzat iştirak etti. Herkes hediyelerini aldı. Fakat hükümdar bu gelenler arasında kendisine rüyada gösterilen iki kişiyi göremedi. Bunun üzerine; "Hediye almayan kimse kaldı mı?" diye sordu. Orada bulunanlar dediler ki: "Kimse kalmadı. Ancak Endülüs'ten gelen iki kişi var. Onlar kimseden bir şey almazlar. İhtiyaç sahiplerine sadaka vermektedirler."
Hükümdar onların da yanına getirilmesini istedi. Onlar huzura getirildiler. Şahısları tanıyan hükümdar onlarla kaldıkları eve gitti, bir odaya serilen hasırı kaldırmasıyla kazdıkları tünel ortaya çıktı. Halk şaşırdı. Bu iki kişi müslüman olmadıklarını ve peygamberin vücudunu buradan alıp ülkelerine kaçırmak için görevlendirildiklerini itiraf ettiler. "Peygamberin kabrine iyice yaklaştığımız gece, gök gürültüsü ve şimşekler öyle bir sarsıntı meydana getirdi ki, sanki dağlar yerinden oynayacaktı. Bundan fena halde korktuk ve sabahleyin de sizin geldiğinizi haber aldık." dediler.
Nurettin Zengi Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrinin çevresinde derin hendek kazdırdı ve bu hendeği kurşun eriterek doldurdu. Böylece Kabr-i Saadet, çepeçevre kurşunla muhafaza altına alınmış oldu. (H. 557, Miladi 1162)
•
Yine "Saltuknâme" adlı eserde belirtildiğine göre; hıristiyan hükümdarlar bir gün papanın huzurunda toplanmışlar, Türkler'e karşı ne gibi tedbirler alacaklarını konuşuyorlardı. Bir papaz "Peygamberlerinin naaşını çalalım. Türkler'in enselerine sille vurup Peygamber'lerini ziyaret ettirelim!" diye akıl verdi. Küffar beyleri papazın bu fikrini çok beğendiler. Ancak papa, bu suikastin ne büyük tehlikeler doğuracağını tahmin edebilecek kadar zeki bir kimse idi: "Aman ha! Türkler'i üstümüze salarsınız,' Bizim Peygamber'imiz nerede ise biz de oraya varalım!' derler!" diyerek, onları bu sakat ve tehlikeli fikirden vazgeçirmeye çalıştı. (Ebu'l-Hayr-ı Rûmî, "Saltuknâme", s. 315-316)
Avrupa devletlerinde defaatle Resulullah Aleyhisselâm'a hakaret ve karalama maksadıyla karikatürler yayınlanıyor.
Amerika'da da seviyesiz hakâretler içeren, yalan, dolan ve iftirâlarla dolu bir film yapılmıştı.
Bu tür kampanyalar tesadüf değildir. Küffar tarihte de benzer bir kampanya yapmış, Sultan Abdülhamid Han'ın şiddetli müdahalesi ile geri adım atmıştı.
Küffar tarafından kasıtlı olarak hazırlanan ve Avrupa tiyatrolarında sahneye konulmaya kalkışılan, İslâm'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a saldırı ve hakâret maksatlı tiyatro oyunlarına Sultan İkinci Abdülhamîd'in yaptığı müdahale ve koyduğu kesin tavır ile ilgili belgeler, o günün Osmanlı Hâriciye Nezâreti'nde; "Hazret-i Muhammed Aleyhisselatü Ve's-selâm Hazretleri'nin Nâm-ı Kudsiyyeleri'ne karşı tertip olunan oyuna dâir" adı altında dosyalanmış ve günümüze kadar ulaşmıştır. (Dışişleri Bakanlığı Arşivi, nr.: 12, s. 61, Rumuz:TS-TI.)
1889 yılında Fransız senaryo yazarı Vicomte Henri de Bornier, dîn-i İslâm'ı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı küçük düşürmek maksadıyla "Mahomet" adı altında bir tiyatro oyunu hazırlamış; oyununu, Commedie Française'de oynatmak için hazırlıklara başlamıştı.
Resulullah Aleyhisselâm'ı temsilen sahneye birinin çıkarılacağı, tamâmen uydurma ve hayâl mahsûlü hezeyanların, yalan ve iftirâların ortaya konulacağı bu çirkin oyunun muhtevâsı, henüz prova hâlindeyken Sultan Abdülhamîd Han tarafından haber alındı; ulu hâkan sür'atle harekete geçerek, oyun sahneye konulduğu taktirde Osmanlı'nın Fransa ile bütün ilişkilerini koparacağını, bunun Fransızlar için hiç de iyi olmayacağını ilân eden ve oyunun derhâl yasaklanmasını öngören bir irâde yayınladı.
Bu uyarıyı alınca Fransız hükümeti; ister istemez duruma müdahale etmek zorunda kaldı, oyunun bütün Fransa'da yasaklandığını duyurdu. (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y. Prk. HR.: 12/77.)
Kararın ardından dönemin Fransız büyükelçisi Sultan Abdülhamid'e; "Hazret-i Şehriyârî'nin fermân-ı hümâyûn'undaki emrinin ulu iktizâsınca, elinde bulundurduğu hükûmetine icrâ eylediği kat'î tavsiyelere cevâben, zikrolunan fâciânın Fransa'nın bil-cümle tiyatrolarında oynatılmasının men'ine" karar verildiğini haber veriyordu. (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Bkz.: Yıldız Tasnifi, Y. A. Hus. nr. 235/11, nr. 237/50, nr. 242/44, nr. 243/62.)
Bornier, yediği ilk herzenin üzerinden beş yıl geçtikten sonra, bu kez de maksatlı oyununu İngiltere'de oynatma hevesine kapılıp Londra'daki "Lyceum Tiyatrosu" ile anlaşma cür'etkârlığında bulunmuş, Fransız basını da, aynı bugün olduğu gibi; Resulullah Aleyhisselâm'ı ve onu savunan Osmanlı pâdîşâhı'nı seviyesiz ve çirkin iftirâlarla, kalemine ve diline dolama yolunu tutmuştu. (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y. A. Hus., nr.: 237/50.)
Ne var ki Sultan Abdülhamid Hân, bu soytarıların bu yeni teşebbüsünü de haber alarak, yapılan bu ikinci girişimin de kat'î bir sûrette durdurulması için, Londra Büyükelçiliği vâsıtasıyla sert bir ihtarda bulundu.
Sultan Abdülhamid'in bu büyük azmi ve kararlılığı sâyesinde, bu fetbazın çevirdiği ikinci plân da bozulmuş oldu.
Bornier 1893'te Fransız Akademisi'ne seçilmesini fırsat bilerek "oyunun gazetelerde neşredildiğini" ve "biletlerin satıldığını" bahâne edip, piyesi Fransa'da sahneletmek için yeniden teşebbüste bulundu. Sultan Abdülhamid'in artık tehdide varan sözleri karşısında plânları büsbütün altüst oldu ve oyun bu defâ da kat'î ve kesin bir müdahale ile durduruldu.
Küffârın İslâm dînine ve onun ulu Peygamber'ine yönelttiği iftirâ, hakâret ve çirkin saldırılar karşısında, yeryüzündeki müslümanların halîfesi olan İkinci Abdülhamid Hân'ın sergilediği sert ve tâviz vermez tutum bütün müslümanlar tarafından sevinç ve memnuniyetle karşılanmış; dünyanın dört bir yanındaki İslâm devletlerinden dönemin Osmanlı Hâriciye Nezâreti'ne yüzlerce tebrik mektubu yağmıştı.
Nitekim Hindistan'lı müslümanların, Sultan Abdülhamid'e tebrik için gönderdikleri "Ma'rûzât" ta; "Hazret-i Fahr-i Kâinât -'aleyhi ekmelüt-tahiyyât- Efendimiz'den bâhit (iftirâlarla sözeden) ma'hûd (söz konusu) tiyatro oyununuñ mevkı'-i temâşâya vasfını (gösterime konmasını) men' içün taraf-ı eşref-i Hazret-i Pâdîşâhî'den (pâdişah tarafından) Fırânsa hükûmetine icrâ-yı teblîğât buyurulması"nın "Hindistân ahâlî-yi İslâmiyye'since hüsn-i tebriki (güzel bir tebriği) mûcib olduğı" ve "kemâl-i memnûniyyetle telakkî edildiği" belirtiliyor; öte yandan Resulullah Aleyhisselâm'a ve İslâm Pâdişâh'ına iftirâ maksatlı "ba'zı ifâdâtı" içeren hakâretâmiz "risâle" nin toplatılmasının da, Hint'li müslümanlar arasında büyük bir sevinçle karşılandığı haber veriliyordu. (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, a.g.e., nr.: 236/101.)
•
Batılı devletlerin Resulullah Aleyhisselâm'a saldırı ve düşmanlık girişimleri Bornier'in bu teşebbüsüyle kalmamış, aynı rezâlet yine Sultan Abdülhamid Han döneminde, Voltaire'nin "Muhammed'in Cenneti" adlı piyesiyle tekrar sergilenmeye çalışılmıştı. (Ömer Faruk Yılmaz, "Belgelerle Sultan İkinci Abdülhamid Han", s. 299.)
İslâm'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a yöneltilen bu ikinci saldırı ve hakarete karşı Sultan İkinci Abdülhamid Hân tekrar harekete geçecek; Fransız Büyükelçiliği'ne gönderdiği ihtar mektubunda bu rezâlete derhâl son verilmesini, aksi taktirde Osmanlı hükümeti'nin bunu siyâsî bir mesele olarak gördüğünü ve gerektiğinde bütün İslâm âlemini ayağa kaldırıp üzerlerine salmaktan çekinmeyeceğini bildirecekti... Nitekim Sultân'ın bu defâki tehdidi de beklenen neticeyi verdi ve oyun bu kez de henüz prova hâlindeyken, Fransa'nın hiçbir şehrinde gösterilmemek üzere yasak edildi!..
Voltaire de tıpkı Bornier gibi, oyunu ikinci kez İngiltere'de oynatmaya teşebbüs etmekten çekinmedi. Fakat Sultan Abdülhamid Hân İngiltere'ye gönderdiği ültimatomda açıkça; "Eğer bu oyuna derhâl son vermezseniz, Halîfe-i müslimîn olarak; 'İngilizler Peygamber'imizi tezyîf ediyorlar!' diye âlem-i İslâm'a beyannâme neşreder, derhâl Cihâd-ı ekber îlân ederim!..." diyerek, düşmanlarını bir daha harekete geçemeyecekleri bir tehditle sindirdi.
İşte yıkılmaya yüz tuttuğu yıllarda bile Peygamber'ine ve mânevî değerlerine hakâret ettirmeyen Osmanlı!..
(Bkz. Hakikat Dergisi, Mayıs 2006, s. 38-41)
I. Cihan Harbi'nde, Osmanlı Devleti'nin yedi düvelle savaştığı mâlumdur. Hicaz topraklarında da Şerif Hüseyin, İngilizler'in desteğiyle isyan etmişti. Cidde, Mekke, Taif'i ele geçirmiş, Medine'ye gelmişti. O sırada Medine'deki, Osmanlı ordusunun başında Fahreddin Paşa vardı. Medine'ye saldırdılar, Fahreddin Paşa'nın mukavemeti üzerine başarılı olamadılar ve bir daha cephe savaşına girmediler. Fakat kuşatma altında tuttular. 1916 yılında başlayan bu kuşatma 1918 Mondros Mütarekesi'ne kadar sürdü. Hicaz demiryolunu tahrip eden isyancılar böylece Medine'nin bağlantısını kestiler. Medine'de hastalık, kıtlık başladı ve fakat Fahreddin Paşa yine de Medine'yi teslim etmedi. Hayatını Allah için Mekke ve Medine'ye adayan Fahreddin Paşa Resulullah Efendimiz'in huzurunda; "Yâ Resulellah! Son nefesimize varıncaya kadar şehit olmadıkça senin mübarek bedenini düşman eline teslim etmeyeceğiz!" demiş, teslim olalım sözlerine; "Ben Hazret-i Peygamber'i ve kutsal emanetleri düşmana çiğnetmem!" karşılığını vermişti.
Açlık ve susuzluk baş göstermeye başlayınca; çamurlu su içerler, hurma çekirdeklerinden ekmek yaparlar. Açlıktan çekirge yerler. Bütün bu olanlara ve hastalıklara rağmen Medine'yi müdafaa ederler.
Fahreddin Paşa'nın askerlerine şu hitabı manidardır:
"Evlâtlarım! Bir söz verdik, 'İsyancılara bu şehri vermeyeceğiz!' diyerek. Elimizden ne geliyorsa yapmalıyız. Son mermi, son er, son kana dek. Bu azim, dayanma gücü verecektir. Bayrağımıza iyi bakın. O herhangi bir bayrak değildir. Devletimizin düşen kalesi, birçok ele geçen şehri var. Burası devletimizin son kalesidir."
Fahreddin Paşa, İstanbul'dan gelen; "Şehri terk ediniz!" emrini;
"Ben Peygamber'imiz Efendimiz'in mezarını bunlara bırakmam, ben al sancağı indirmem, eğer indirilecekse başka kumandan gönderin. İngilizlere, Araplara teslim olmaktansa kendimi fedâ ederim." diyerek reddetmiş, bir Cuma günü Haremeyn-i Şerif'in minberinden halka şöyle hitap etmişti:
"Ey insanlar! Malumunuz olsun ki, kahraman askerlerim bütün İslâm'ın sırtını dayadığı yer, mânevi gücünün desteği hilâfetin göz bebeği olan Medine'yi son fişeğine, son damla kanına, son nefesine dek muhafaza ve müdafaaya memurdur. Buna müslümanca, askerce azmetmiştir.
Bu asker, Medine'nin enkazı ve nihayet Ravzâ-i Mutahhara'nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet mescidin minare ve kubbesinden al sancağı alınmayacaktır.
Allah-u Teâlâ bizimle beraberdir, şefaatçimiz O'nun Resul'ü Peygamber Efendimiz'dir." demiştir.
Fahreddin Paşa, Ravzâ-i mutahhara'yı her gün kendi elleriyle siler, süpürür, tozlarını da atmaz, saklardı. Gizlice Resulullah'ın yanına kemâli edeple varır, ona halini, mevcut durumu anlatır ve yardım dilenirdi.
Nihayet Osmanlı devleti I. Dünya Savaşı'nda yenildiği için Harbiye Nezareti'nin;
"Direnişe son ver" emrini dinlemiyor, "Hilâfet ve Padişahın iradesi olmalıdır!" diyordu.
Nihayet Padişahın bu emri de ulaşınca yine de; "Halifenin baskı altında böyle emir verdiğini" söyleyip müdafaaya devam ediyordu. Nihayet Paşa'ya; "Medine boşaltılmazsa, İstanbul işgal edilecek" denilerek ikna edilmişti.
İngilizlerle görüşmeyi diğer subaylara bırakan Paşa, Ravzâ'ya çekilir, teslim günü geldiğinde ise Ravzâ'dan çıkmaz, kılıcını İngilizlere değil, Kabr-i şerif'inin başında Resulullah'a teslim etmiştir. Gelenlere; "Peygamber'imi bırakmam, bayrağımı indirmem!" diye bağıran Paşa'yı subaylar bir yolunu bulup Paşa'yı omuzlarına alarak, tören varmış gibi Ravzâ'dan zorla çıkarırlar.
Çok üzgün olan Paşa;
"Hiç utanmaz mısınız, hiç korkmaz mısınız, bu şehri teslim etmeye? Şahit olun! Medine sokakları; ben gitmiyorum, zorla götürüyorlar, Peygamber'imiz şahittir, ben gitmiyorum!" diyordu.
Artık askerimiz teslim olmuştu. Medine'den, Türk askeri çekilirken hem asker ağlıyor, hem Medine halkı ağlıyordu.
Esir alınan Osmanlı askerleri, Mısır'daki esir kampına gönderildi. Yalnızca Hilal-i Ahmer (Kızılay) görevlilerinin yolculuğa çıkamayacak durumdaki yaralıların tedavisi için kalmalarına izin verildi. Feridun Kandemir, Osmanlı askerlerinin ayrılışını hatıratında şöyle nakletmiştir:
"Kimi kolsuz, kimi bacaksız kalmış askerlerin, birbirine sokulup yardım ederek, halsiz, mecalsiz bir durumda son defa Harem'üş-şerif'i ziyaretle Ravzâ'ya yüzlerini sürerek duâ ede ede yaptıkları veda görülecek şeydi. İngiliz altınları ile beslenerek Türklere diş biler hale getirilmiş sözde Araplar bile bu manzara karşısında göz yaşlarını tutamamıştı. Bizimle beraber Medine'de kalıp aylarca süren muhasaranın her türlü sıkıntısını çeken yerli Araplar ise tam bir matem havası içinde hüngür hüngür ağlıyorlardı."
Fahrettin Paşa İngilizlerce Malta'ya sürgüne gönderilmiş, nihayet Paşa iki yıl sonra bir yolunu bulup kaçarak İstiklal Harbi'ne katılmıştır.
Bu Vehhâbi türemesi Suudiler ise Resulullah Aleyhisselâm'a değer vermedikleri için küffarın Medine'ye nüfuz etmeye çalışması umurlarında değildir. Küffarla işbirliği yapmaktan çekinmiyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah'a âittir." (Nisâ: 139)
Buyuruyor ve bize bu ve bunun gibi şerefini kaybetmiş güruhları tanıtıyor.
Allah-u Teâlâ'nın hükmü budur.
"Kim onlarla dost olursa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir." (Mümtehine: 9)
Küffar bütün kin ve düşmanlığını izhar ettiği, İslâm beldelerine saldırdığı ve yeni saldırılar için fırsat kolladığı şu günlerde Suud-i Arabistan tamamen yahudi güdümünde hareket ediyor. Amerika ile işbirliği yapıyor. Onlarla işbirliği içinde.
"Onlardan bir çoğunu, kâfirleri dost edindiklerini görürsün." (Mâide: 80)
"Allah'ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi? Onlar ne sizdendir, ne de onlardan." (Mücâdele: 14)
"Ey iman edenler! Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinmeyin." (Mümtehine: 13)
Bu Vehhâbi türemelerinin ataları Osmanlı'nın son devirlerinde aynı DAEŞ gibi terör yapıyor, müslümanların canına, malına, ırzına kastediyorlardı. Nihayet geçtiğimiz yüzyılın başında İngiliz desteği ile iktidara geldiklerinde Mekke ve Medine'deki bütün sahabe kabirlerini yıktılar, bir dikili taş bile bırakmadılar. Ellerinden gelse Resulullah Aleyhisselâm'ın mübarek Kabr-i şerif'lerini de yıkacaklardı, ancak halktan çekindikleri için yıkmaktan vazgeçtiler.
Binaenaleyh Suud-i Arabistan'a hakim olan Vehhâbiler zaten Resulullah Aleyhisselâm'ın nuraniyetini, manevî değerini inkâr eden bir inanca sahipler. Şimdi bir de bir işbirlikçinin iktidara gelmesi durumu iyice nazikleştirdi.
Kutsal topraklarımız, Resulullah Aleyhisselâm'ın mübarek beldesi, bu küffar kuklalarının idaresi altında olduğu için büyük tehlike altında.
Bunlar yüzünden küffarın buradaki İslâm'ın merkezi mesabesindeki gerek Kâbe'ye gerek Ravza-i mutahhara'ya kastetme niyeti alevlendi.
Bu tehdit ve tehlikeye karşı uyanık ve müdrik olmamız lâzım. İş yine Türkiye'ye düşüyor. Bu Vehhâbi türemelerine kalırsa Mekke ve Medine'yi küffara teslim ederler. Resulullah Aleyhisselâm'ın hatırasına, kabrine kastetmekten geri durmazlar.
Buralarda her ne kadar Suudiler olsa da bu mübarek beldeler bize, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, büyük bir samimiyetle onun yolundan giden atalarımızın mirasıdır, emanetidir.
Yahudi Amerika'yı kullanarak bölgeyi karıştırıp kendi amacına ulaşmaya çalışıyor.
En büyük ve birinci hedefleri Kudüs. Nihai amaçları Arabistan'ı istilâ etmek, vadedilen toprakları ele geçirerek Kudüs merkezli "Küresel Kraliyet"i kurmak.
Bu amaçlarının önünde engel gördükleri her şeye saldırıyorlar. İslâm ülkelerine, İslâm ülkelerinin birlik ve beraberliğine; İslâm'a, Hazret-i Kur'an'a, Resulullah Aleyhisselâm'a.
Türkiye'yi FETÖ'yü kullanarak ele geçirmeye çalıştılar. Ancak muvaffak olamadılar. Eğer muvaffak olsaydılar, "Ilımlı İslâm" adı altında İslâm'ın temellerine yerleştirmeye çalıştıkları dinamit patlamış olacaktı. Suriye'de PKK devleti kurulacak, Türkiye onların taşeronu olacak, İran ve Rusya ile harbin eşiğine gelecekti.
Türkiye'ye FETÖ hançerini saplamış olsalardı İslâm dünyasının kalbine nüfuz etmiş olacaklardı.
Ancak Hazret-i Allah müsaade etmedi. Elhamdülillah.
Fakat küffar pes etmiyor. Türkiye'ye saplayamadığı hançeri Arabistan'a sapladı. Bir darbe ile bütün rakiplerini saf dışı bırakan Prens Selman İsrail ile alenî müttefik oldu.
Artık Arabistan'ın bütün icraatları ve söylemleri müslümanların yüreğine bir hançer saplıyor:
Prens Selman Ilımlı İslâm'a sahip çıkıp "Önceden olduğumuz hale dönüyoruz. Tüm dinlere ve dünyaya açık olan ılımlı bir İslâm ülkesine" diye konuştu.
Kâbe imamı Abdurrahman es Sudeys de Amerika'da iken kendi televizyonlarına "Allah'a hamd olsun ki bugün Suudi Arabistan ve ABD dünyanın iki kutbu. Suudi Arabistan lideri Kral Selman ve ABD Başkanı Donald Trump liderliğindeki bu iki güç, dünyayı güvene, barışa, kalkınma ve refaha taşıyorlar" diye demeç verdi.
Suudi Müftüsü ve Ulema Heyeti Başkanı Abdülaziz Al-i Şeyh ise geçtiğimiz yıl Mescid-i Aksa'da yaşanan olaylarla ilgili bir soruya verdiği cevapta "İsrail'e karşı savaşmanın caiz olmadığını" söyledi.
Görüldüğü üzere tamamen küffarın güdümünde hareket eden Arabistan yönetimi ve Vehhabî allameler İsrail'le ittifak içinde hareket ediyor.
Bugün Arabistan İran'a karşı İsrail ile stratejik müttefiklik yapan, "Filistin bizim sorunumuz değil" diyen, "Ilımlı İslâm'a dönüyoruz" diye açıklama yapan, Medine'de Vatikan'ın kilise açmasına müsaade eden, Amerika istedi diye Suriye'ye, Türkiye sınırına asker göndermeye çalışan bir ülke haline geldi.
Küffar FETÖ eliyle Türkiye'yi ele geçiremedi, ancak Arabistan'ı ele geçirmesi İslâm dünyasına büyük zarar verdi. Arabistan ve Mısır'da bugünkü yönetimler olmasaydı, yahudi Kudüs mevzuunda bu kadar pervasız hareket edemezdi.
İşbirlikçileri oldukları yahudileri ve hıristiyanları kutsal kitabımız bize tanıtıyor:
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez." (Mâide: 51)
Hüküm budur. Allah'a ve Resul'üne iman edenlere bu Âyet-i kerime kâfidir. Müslüman için ölçüdür. İnanan için, inanmayan için değil. Çünkü Cenâb-ı Hakk "Kim onları dost edinirse, o onlardandır." buyurduğuna göre Allah-u Teâlâ burada hükmünü koydu ve kesip attı.
"Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlenceye alanları ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer mümin iseniz Allah'tan korkun!" (Mâide: 57)
Bu nokta iman ile küfrün ayrılış noktasıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde müslümanların dışında kalan kâfir ya da münafıklardan herhangi bir kimseyi dost edinmeyi açık olarak yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Sizden olmayan kimseleri sakın sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenâlık etmekten aslâ geri kalmazlar." (Âl-i imran: 118)
İslâm dışındaki bütün din mensupları, inkârcı ateistler ve münafıklar da bu Âyet-i kerime'nin kapsamına girmektedir.
Bu gibi kimseler İslâm'a daima karşıdırlar ve müslümanlara sıkıntı ve zorluk verecek her şeyi arzu ederler.
"Onlar size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür." (Âl-i imran: 118)
Sinelerinde gizledikleri ise açıkladıklarından çok daha fazladır. Düşmanlıkları yüzlerinden okunur. İslâm'a ve müslümanlara karşı gizledikleri kini aklı başında herkes anlayabilir.
Cenâb-ı Hakk onları bize şöyle tanıtıyor:
"Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın beyanıdır. İşte bu yüzden Hazret-i Kur'an'a saldırıyorlar. Bu yüzden Hazret-i Kur'an'ın âyetlerini kendi kitaplarını değiştirdikleri gibi değiştirmek istiyorlar. Çünkü onlar da biliyorlar ki içlerindekini Hazret-i Allah biliyor ve bildiriyor.
Müslümanlarla savaşmak hususunda tarih boyunca daima dinsizlerden yana olmuşlardır. İki yüz yıl boyunca Haçlı seferleriyle İslâm beldelerine saldıranlar onlardır.
Onlar hiçbir yerde, hiçbir tarihte müslümanlara dost olmamışlardır. Müslümanlarla savaşmakta her zaman için birbirine dost olmuşlardır. İnkâr ve sapıklıkta birleştikleri için, müslümanlara karşı bir el gibidirler.
Bu sert ve şiddetli hüküm, müslümanların onlardan uzak durmalarını ve sakınmalarını ihtar içindir. Bu ilâhî hüküm kesindir, bu böyledir, bunu böyle bilin ve onları öylece tanıyın.
Onlar hakkındaki hüküm ne ise, onları dost edinen hakkındaki hüküm de odur. O artık onlardan bir kimse gibi olur ve Hakk'a değil, onların gayelerine hizmet eder. Ahirette de onlarla beraber haşrolur.
Bu Âyet-i kerime İslâm'a ve müslümanlara karşı küfrün tek millet olduğuna delildir. Allah-u Teâlâ mümin kullarına İslâm'ın ve müslümanların düşmanı olan yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyi yasaklamakta, onların birbirlerinin dostları olduklarını bildirmektedir. Yahudiler birbirlerinin, hıristiyanlar da birbirlerinin dostlarıdır. Ne yahudiler kendilerinden olmayana dost olurlar, ne de hıristiyanlar.
Bunun içindir ki zâhirde gösterdikleri sevgi ve ünsiyete katiyyen itibar edilmemesi gerekir, zira sahtedir. İçleri dışlarına uygun değildir.
Allah-u Teâlâ küfrün birbirleriyle dost olduğunu, inananların onlarla dostluk kuramayacağını beyan buyuruyor:
"Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad (kargaşalık) olur." (Enfâl: 73)
Kâfirlerin arasındaki dostluk, kâfirlik bağından ileri gelmektedir. Müminlerin arasındaki dostluk da iman bağından kaynaklanmaktadır. Bunların birisi nurdur, diğeri ise karanlıktır. Kâfir Allah'ın düşmanıdır, mümin ise dostudur. Öyleyse arayı iyice ayırmak gerekir. Eğer kâfirlerle bağlar koparılmazsa, yeryüzünde çok büyük bir fitne meydana gelir, o da imanın elden gitmesi ve küfrün açığa vurmasıdır.
Küfrü ve kâfirleri Hazret-i Allah bize tanıtıyor ve dost olmamamızı emrediyorken onlarla dostluk ancak Hazret-i Allah ile olan düşmanlığından gelir...
"Allah kahretsin onları! Hakk'tan nasıl çevriliyorlar?" (Münâfikun: 4)
Nasıl ki yahudiler Tevrat'ı kendi arzularına çevirmişler, halk da onlara uyup ilâh kabul etmişti.
Hıristiyan papazlar da İncil'i kendi arzularına çevirdiler, paramparça ettiler. Halk da onlara uyup ilâh kabul etmişti.
İşte delil ve ispatı:
Yahudi ve hıristiyan ulemâsı bir delile isnad etmeksizin birçok mesele ihdas ederek; dinlerinde haram olan şeye helâl, helâl olan şeye haram demişler, avam tabakası da bunları kabul etmişlerdir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa kendilerine, bir olan Allah'a ibadet etmeleri emredilmişti." (Tevbe: 31)
Bu Âyet-i kerime'nin mânâsını bizzat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisi açıklamıştır.
Şöyle ki:
Daha önceleri hıristiyan olan Adiy bin Hâtim, boynunda gümüşten bir haç olduğu halde, İslâm hakkında bilgi edinmek niyetiyle Medine'ye gelmişti. Şüphelerini gidermek için Resulullah Aleyhisselâm'a bazı sorular sordu. "Bu âyet bizi âlimlerimizi, râhiplerimizi rabler edinmekle suçluyor. Halbuki biz onları kendimize rabler edinmeyiz. Bunun mânâsı nedir?" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm "Onlar helâli haram kıldılar, haramı helâl kıldılar. Siz bunu öylece kabul etmiyor muydunuz?" diye sorunca Adiy "Evet böyledir." diye tasdik etti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"İşte bu sizin onları rabler edinmenizdir." buyurdu. (İbn-i kesir)
Nasıl ki onlar Allah-u Teâlâ'nın emirlerini bırakıp rahiplerini, hahamlarını, İsâ Aleyhisselâm'ı ilâh edindilerse; Allah-u Teâlâ'nın kitabını kenara itip, hükmünü bırakıp geri atan saptırıcı imamlara uyanlar da bu imamları ilâh edinmiştir.
Şimdi de müslüman gibi görünen münafıklar da, yahudi ve hıristiyanların yaptıklarını yapacaklar, Kur'an-ı kerim'in hükümlerini değiştirmeye çalışacaklar ve din-i İslâm'ı ortadan kaldırmak için küffarın maşası olacaklardır. FETÖ gibi. Zaten onlar müslüman değillerdir. Zamanla bunların hepsini bekleyebilirsiniz.
Yemen'e hakim olan Habeş valisi Ebrehe, Arapları Kâbe-i muazzama ziyaretinden vazgeçirmek için Sana'da büyük bir kilise yaptırmış ve orasını Araplar için hac yeri olarak ilân etmişti. Fakat buna muvaffak olamadı. Çünkü Araplar bu kiliseye hiç iltifat etmedikleri gibi, hakaretler ettiler, gizlice adam salarak içini kirlettiler.
Ebrehe bunun üzerine Kâbe'yi ortadan kaldırmaya karar verdi. Hazırladığı bir ordu ile Mekke üzerine yürüdü. Ordunun önünde Mahmud adlı büyük bir fil, birkaç tane de eğitilmiş fil bulunuyordu. Haberi alan Araplar yer yer karşı durmak istedilerse de dayanamadılar.
Ebrehe Mekke yakınlarında karargâh kurup, Kureyşlilerin mallarını yağma ettirdi. Yağma edilen mallar arasında Resulullah Aleyhisselâm'ın dedesi Abdulmuttalib'in develeri de bulunuyordu. Mekke'nin lideri durumunda bulunan Abdulmuttalip, Ebrehe ile görüşerek gasbedilen malların geri verilmesini söyledi. Ebrehe'nin bu durum pek tuhafına gitti. "Ben Kâbe'yi yıkmaya gelmişken, sen develerinin derdindesin!" dedi. O ise şöyle cevap verdi "Ben ancak develerin sahibiyim, Kâbe'nin elbet bir sahibi var, onu O korur."
Bunun üzerine Ebrehe develeri iâde etti. Abdulmuttalip dönüşte halkın şehri terketmelerini söyledi.
Ebrehe Kâbe'yi yıkmak için ordusunu ve filini, gösterdiği yöne tevcih etti. Ancak önde yürüttüğü büyük fil olduğu yere çöküp hareket etmedi. Başka yöne çevrilince gidiyor, Mekke'ye doğru çevrilince çöküyordu. Ayağa kaldırmak için ne kadar zorladılarsa da başaramadılar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kasvâ adlı devesi Mekke yakınlarında çökünce "Kasvâ'ya, file mâni olan mâni oldu" buyurmuşlardı.
Sonra Allah-u Teâlâ'nın ezeli iradesi tahakkuk etti, üzerlerine deniz tarafından kırlangıca benzer bölük bölük kuşlar sevketti. Ebâbil adındaki bu kuşlar biri gagasında ikisi ayakları arasında olmak üzere üçer taş taşıyordu. Sürüler halinde Ebrehe'nin ordusunu yukarıdan kuşatıp attıkları taşlarla ölüm yağmuruna tuttular. Çok geçmeden altmış bin kişilik ordu delik-deşik olup mahvoldu. Ebrehe canını zor kurtarıp Yemen'e döndü ise de, parça parça olan etleri çürüyerek ölmüştür. Mekke'den Yemen'e kadar bütün yollar, ilâhî azaptan kaçmaya çalışan Habeşliler'in cesetleriyle doldu.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde Ebrehe ve ordusunun başına gelenleri şöyle haber vermektedir:
"Resul'üm! Görmedin mi Allah (Kâbe'yi yıkmaya gelen) fil sahiplerine ne yaptı? Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?" (Fil sûresi: 1-2)
Tabiatıyla bu bir ilâhî cezadır ki, tuğyan eden bir kavmi yok etmiş, düzenlerini boşa çıkarmış, insanların emniyet yeri olan Beyt'i muhafaza etmiştir.
"Üzerlerine sert taşlar atan sürü sürü Ebabil kuşları gönderdi. Sonunda onları yenilmiş ekin gibi paramparça yaptı." (Fil sûresi: 3-4-5)
Bu kuşlar daha önce hiç görülmedikleri gibi, daha sonra da hiç görülmemişlerdir.
Allah-u Teâlâ onlara bu cezayı vermekle kalmamış, İran'lıları onlara musallat kılmıştır.
Bu kıssa ile önce Mekke'li müşrikler uyarılmakta, sonra da kıyamete kadar Hakk'a ve hakikate saldıranların âkıbetlerinin de buna benzer olacağı haber verilmektedir.
Biz ancak bunları hatırlatıyoruz. Bu Hazret-i Allah'ın bir zikridir. Koruyucusu O'dur.
Âyet-i kerime'de:
"Bir zikir olan Kur'anı biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz." buyuruluyor. (Hicr: 9)
O zamandan bu zamana kadar hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile değişmemiş, bir benzeri ortaya konmamıştır. Kıyamete kadar da beşer bundan âciz kalacaktır.
Küffar silahıyla, fitnesiyle, parasıyla, kendileriyle işbirliği yapan münafıklarıyla İslâm'a ve müslümanlara saldırıyor. Büyük bir saldırı altındayız. Durum gerçekten çok nazik ve tehlikeli. Çok uyanık olmamız, çok dirayetli durmamız lâzım. Bu küffara meydan vermemek için elimizden geleni yapmamız lâzım.
Büyük bir harp var. Küffar saldırıyor. İslâm ülkelerini kim idare ederse etsin küffar niyetini değiştirecek değil. Bugün bunların koynuna giren Arabistan, Mısır gibi ülkeler de hedefte. Çok geçmez bu ülkelerin, küffarla işbirliği yapan iktidarların nasıl yıkıldığını hep beraber görürüz. Bu işbirlikçiler de görür ancak iş işten geçmiş olur.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu küffarın niyetini şöyle haber vermişlerdir:
"Zira hiçbir yahudi yoktur ki müslümanı öldürmek niyetinde olmasın." (İbn-i kesir)
"Yahudiler Arabistan'ı istilâya hazırlanıyor. Çinliler ise dünyayı istilâ etmek için hazırlanıyor. Çinlilerin istilâsı ise bir helâkiyettir." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, "Kıyamet ve Alâmetleri", s. 23)
"Deccal Amerika'dan geldiği zaman, yahudiler ona tâbi olacaklar ve ondan sonra Arabistan üzerine yürüyecek." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, "Kıyamet ve Alâmetleri", s. 19)
"Amerika dört devleti gözüne kestirdi; Irak, İran, Suudi Arabistan ve Mısır.
Amerika'nın bütün gayesi petrolü elde etmek, dünyayı elde tutmak. Ondan sonra büyük bir patlak verecek, dünya kaynayacak."(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Hadis-i şerif'lerde haber verilen kıyamet alâmetleri ve kıyamete yakın senelerde yaşanacak hadiselerden anlaşıldığı üzere Deccal kendisine itaat eden ve etmeyenlere sahte bir cennet ve cehennem yaşatacak. İnsanların büyük çoğunluğu dünya rahatı için imanlarını bırakıp Deccal'e tabi olacaklar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Âdem'in yaratılışı ile kıyametin kopması arasında Deccal'den daha büyük bir fitne yoktur." buyurmuştur. (Müslim)
Zira ilâhlık davasında bulunacak ve bir süre insanları saptıracak. İnsanların saptırılması ve imanlarını kaybetmeleri, Allah indinde hayatlarını kaybetmelerinden daha büyüktür. Zira savaşta hayatını kaybeden şehit oluyor, ancak imanını kaybedenin ebedî hayatı gidiyor.
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:
"Deccâl'in sol gözü yoktur. Vücudu gayet tüylüdür. Cennet ve cehennem namıyla nezdinde iki mevki vardır. Lâkin hakikatte cehennem gösterdiği mevki cennet ve cennet gösterdiği mevki ise cehennemdir." (Müslim)
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilmiştir:
"Resulullah Aleyhisselâm Vedâ haccı sırasında bir ara: "İnsanlar susup dinlesin" buyurduktan sonra hamd ve senâda bulundu, akabinde Mesih ve Deccal'den uzun uzun söz etti:
"Allah'ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla korkuttu. Nuh Aleyhisselâm ümmetini onunla korkuttu, ondan sonra gelen peygamberler de korkuttular.
O sizin aranızdan çıkacak. Onun hâli sizden gizli kalmayacak. Rabb'inizin tek gözlü olmadığı size gizli değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü dışa fırlamış üzüm danesi gibidir." (Buhârî. Fiten 17 - Müslim: 169)
Ashâb-ı kiram Hazerâtı'nın devrinde küçük çocuklara Deccal bilgisi verildiği rivayet edilmektedir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Müslümanlarla yahudiler harbetmedikçe kıyamet kopmaz. Müslümanlar onları öyle bir öldürecekler ki, hatta yahudi taşın ve ağacın arkasına saklanacak, taş veya ağaç da: 'Ey müslüman, ey Allah'ın kulu! Şu arkamdaki yahudidir, hemen gel de onu öldür!' diyecektir. Yalnız Ğargad ağacı bunu demeyecek, çünkü o yahudilerin ağacıdır." (Müslim: 2922)
Allah-u âlem yahudiler Mekke-i mükerreme'ye ve Medine-i münevvere'ye giremeyecek, Medine-i münevvere'ye nötron bombası atsalar gerek. Amma onlar, amma Çinliler. Bütün halk ölecek. Bundan değil müslümanlar, bütün küffar halkı da rahatsız olacak.
Sonra Allah-u Teâlâ onların öldürülmesini murad ettiği zaman, küffar memleketine sığınmış bir yahudiyi dahi ikrah ettikleri için haber verecekler. "Burada yahudi var gel öldür!" diye. Yalnız Amerika haber vermeyecek, çünkü Amerika onlardandır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Bir zaman gelecek ki Medine hayrı ve güzelliği ile boş kalacak, kurtlar ve kuşlar işgal edecek.
İnsanoğlundan en son ölecek olan Müzeyne kabilesinden iki çobandır. Bunlar Medine'ye doğru koyunlarını sürüp gelirken onun perişanlığını görerek korkup, yüzüstü düşerek ölecekler." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 885)
Medine-i münevvere'nin bu metrûk durumu kıyamet saatinin yaklaştığı âhir zamanda meydana gelecektir.
Avf bin Malik -radiyallahu anh- der ki:
"Bir kere Resulullah Aleyhisselâm Mescid-i saâdet'e girmişti. Sonra bizim yüzümüze bakıp şöyle buyurdu:
'Allah'a yemin ederim ki gelecek nesil bu Medine'yi kırk sene kadar zelil bir halde avâfiye bırakacaktır. Avâfiye nedir bilir misiniz? Bakınız ben size söyleyeyim: Kurtlar ve kuşlar!'" (Buhârî, Tecrîd-i sarîh, C. 6, sh: 235)
Muâz bin Cebel -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Beyt-i mukaddes'in mamur oluşu, Medine'nin harap oluşu demektir. Medine'nin harap oluşu, büyük savaşın çıkması demektir. Büyük savaşın çıkması, Kostantiniye'nin fethi demektir. Kostantiniye'nin fethi de Deccal'in çıkması demektir." buyurmuş, sonra eli ile kendisine bunu anlattığı zatın uyluğuna yahut omuzuna vurmuş, sonra da şöyle buyurmuştur:
"Bu, senin burada olduğun, yahut senin burada oturmakta olduğun gibi haktır." (Ebu Dâvûd)
"Medine'ye Deccal'in korkusu girmeyecektir. O gün onun yedi kapısında ikişer melek bekçilik edecektir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 890)
"Medine'nin girecek yerlerinde melekler beklediğinden oraya tâun ve Deccal girmeyecektir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 891)
"Muhakkak iman, yılanın deliğine toplandığı gibi Medine'ye akıp toplanacaktır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 887)
Medine-i münevvere İslâm'ın intişar merkezi olduğundan ve Resulullah Aleyhisselâm'ın orada medfun bulunduğundan dolayı her müslümanın oraya karşı bir muhabbeti, kalbî teveccühü vardır. Bu teveccüh ve muhabbet Asr-ı saâdet'ten beri devam edegelmiştir.
"Mekke ve Medine'den başka, Deccal'in ayak basmayacağı yer kalmayacaktır. Bunların giriş yerlerinde saf saf melekler bekleyecek; sonra Medine üç defa zelzele ile çalkalanacak ve ne kadar münafık ve kâfir varsa Allah onları Medine'den çıkaracaktır. (Deccal'in yanına gideceklerdir)." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 892 - Müslim: 2943)
"Bu beyte (Kâbe'ye) bir ordu gaza etmek için mutlaka kastedecektir.
Fakat yerin bir çölüne vardıkları zaman ortada bulunanları batırılacak, öndekileri sondakilere haykıracaklar, sonra onlarla batırılacaklar. Ve onlardan haber veren serseriden başka kimse kalmayacaktır." (Müslim: 2883)
"Kapkara, ince bacaklı, koca ayaklı birinin Kâbe'yi taş taş yıktığını görüyorum sanki." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 790)
"Kâbe'yi Habeşliler'den incecik baldırlı biri harap edecektir." (Müslim: 2909)
(Bkz. Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, "Kıyamet ve Alâmetleri", s. 87-94)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e verilen mucizelerin en büyüğü ve devamlı olanı Kur'an-ı kerim'dir. Hem mânâsı hem de lâfzı itibârı ile mucizedir. Semâvî kitapların hülâsasıdır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Peygamberlerden hiçbiri yoktur ki, ona beşerin emsaline iman ettiği mucizelerin bir misli verilmiş olmasın. Bana verilen mucize ise ancak Allah'ın bana vahyettiği (Kur'an-ı kerim)dir.
Binaenaleyh kıyamet gününde ben peygamberlerin en çok tâbii bulunanı olmayı ümit ederim." (Müslim: 152)
Diğer Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in mucizeleri yaşadıkları zamanlarda tecellî etmiş, vefatları ile sona ermiş, o mucizeleri o zamanlarda hazır bulunanlardan başkaları görmemiştir. Getirdikleri ve tebliğ ettikleri dinler de kendilerinden sonra ümmetleri tarafından tamamen değiştirilmiştir.
Bedevî bir muhitte, tahsil görmeden yetişen ve okuyup yazması da olmayan ümmî peygamber Muhammed Aleyhisselâm'ın en büyük mucizesi Kur'an-ı kerim'in ise; Asr-ı saâdet'ten zamanımıza kadar hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile değişmemiştir. Kıyamete kadar da asla değişmeyecektir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri onu muhafaza edeceğini ferman buyurmaktadır:
"Bir zikir olan Kur'an'ı biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz." (Hicr: 9)
Bu hitab-ı ilâhî, Kur'an-ı azîmüşan'ın kıyamete kadar bâki ve daim olacağına en büyük delildir.
Kâfir ve münâfıklar her ne kadar bu ilâhî Kitab-ı kerim'i bozmaya çalışsalar da, Allah-u Teâlâ onun bizzat koruyucusu olduğunu beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
•
Bir tek Âyet-i kerime'sini değiştirmeye kalkışan, ilâhî hükmü değiştirmek isteyen kimse; kendi nefsini ilâh edinmiş, arzularını hüküm yerine koymaya çalışmış, bunun için de küfre kaymıştır. Kesinlikle bilin ki bunlar kâfirdirler.
Bin dört yüz yıldan bu yana Kur'an-ı kerim'in bir benzeri ortaya konmamıştır, kıyamete kadar da beşer bundan âciz kalacaktır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"De ki: Yemin olsun eğer insanlar ve cinler bu Kur'an'ın bir benzerini meydana getirmek için bir araya gelseler, birbirine yardım da etseler, imkânı yok onun benzerini getiremezler..." (İsrâ: 88)
Çünkü bu güç yetirilemeyecek bir iştir, onlar ise mahluktur, acizdir. O Hakk'tan gelmiştir ve koruyucusu da bizzat Hazret-i Allah'tır. Münâfıklar ise güya halka kolaylık olsun diye ilâhi hükümleri kaldırmak ve Hazret-i Kur'an'ı tahrip etmek isterler.
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar bütün insanlara ve cinlere hitap ederek şöyle buyuruyor:
"Yoksa Kur'an'ı kendisi mi uydurdu diyorlar? De ki, öyleyse haydi siz de onun benzeri on uydurulmuş sûre meydana getirin. İddiânızda samimi iseniz, Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de yardıma çağırın." (Hûd: 13)
Bu fermân-ı ilâhî ile Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'in i'câzını belirterek onlara karşı delili ortaya koymuştur. Bu delil kıyamet gününe kadar geçerliliğini sürdürecek, hiç kimse Kur'an-ı kerim'in bir benzerini getiremeyecektir.
"Yok eğer yardıma çağırdığınız kimseler size cevap veremedilerse, artık bilin ki Kur'an ancak Allah'ın ilmi ile indirilmiştir. O'ndan başka ilâh yoktur. Artık siz müslüman olmuyor musunuz?" (Hûd: 14)
Allah-u Teâlâ'nın bu hitâbından sonra Kelâmullah'a iman eden müslümandır, iman etmeyen de kâfirdir.
Kur'an-ı kerim'i inkâr ve itirazlar, nâzil olduğu zamanlarda başlamış, müşrikler aleyhde söylemedik hiçbir söz bırakmamışlardı. Sonraki asırlardan günümüze kadar gelen inkârcılar ise, Asr-ı saâdet müşriklerinin sözlerini tekrar edip durmaktan başka hiçbir şey yapmamışlardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş." (Bakara: 118)
Allah-u Teâlâ'nın bunca açık emir ve beyanları karşısında kâfirlerin kalpleri yek vücud olmuş, ilâhi hükümlere hep karşı çıkmak istiyorlar.
•
Cenâb-ı Vâcib'ül-vücud Hazretleri eşi-ortağı olmayan tek ve benzersiz olduğu gibi, Kelâm-ı kadim'i de diğer söz ve kitaplara nispetle eşsiz ve benzersizdir.
İlim ve kudret sahibi olan ve kâinatı hikmetlerle dolu olarak yaratan Hazret-i Allah, kullarını cehalet karanlığından kurtarmak için Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a peygamberlik müddeti esnasında zaman zaman ve çeşitli vesilelerle, ilâhî bir nûr, ilâhi bir düstur ve bir ahlâk fermanı olan Kur'an-ı azimüşan'ı ihsan buyurmuştur.
Bütün kâinat cehalet, dalâlet, vahşet içinde yüzerken Hazret-i Allah, o an ve zamana göre hakikati arzetmekle insanları tenvir etmiş, iman edenlerin dalâlet bataklığından çıkmasına vesile olmuştur. Hidayet nûruna kavuşanlar ebedi saâdet ve selâmeti bulmuşlardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bu Kur'an öyle bir kitaptır ki; Rabb'lerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yegâne galip ve övülmeye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik." (İbrahim: 1)
Bu Âyet-i kerime sözlerimizi teyid etmiş oluyor.
"Bu Kur'an insanlara açık bir tebliğdir." (İbrahim: 52)
İnsanlara indirilmiş apaçık hükümlerdir.
"Bununla hem korkutulsunlar, hem Allah'ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler, hem de akl-ı selim sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar." (İbrahim: 52)
Akl-ı selim sahiplerinin iyice düşünüp Allah-u Teâlâ'nın öğüdünü aldıktan sonra ebedi saâdet ve selâmete kavuşmaları ve kurtuluşa ermeleri, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Teâlâ tarafından insanlara en büyük lütuftur.
•
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah sözün en güzeli olan Kur'an'ı; âyetleri birbirine benzer, uyumlu, ahenkli ve yer yer tekrar eden bir kitap olarak indirmiştir." (Zümer: 23)
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'in, sözlerin en güzeli olduğunu beyan buyuruyor. Çünkü O indirdi.
Birbirine benzediği ve uyumlu olduğu için ezberlenip okunabiliyor, unutulmuyor.
Allah-u Teâlâ ona öyle bir fesahat ve belâğat vermiş ki, bir hafız onu birbirine ekleyerek okuyabiliyor. Akıp giden bir kitap.
Öyle bir ahenk, öyle bir üslup var ki; insan mânâsını anlamasa bile, can kulağı ile dinlediği zaman haz duyuyor.
"Rabb'lerinden korkanların bu Kitap'tan derileri ürperir." (Zümer: 23)
"Sonra hem derileri hem de kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar ve yatışır." (Zümer: 23)
"Bu kitap, Allah'ın hidayet rehberidir. Dilediğini onunla doğru yola iletir. Allah kimi saptırırsa artık ona yol gösteren bulunmaz." (Zümer: 23)
•
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Bu Kur'an doğruluğu şüphe götürmeyen, Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren bir kitaptır." (Bakara: 2)
Düşünüp tefekkür eden veya onu dinleyen kimse, onun Allah katından geldiğinden şüphe etmez.
Öyle bir kitap ki; Allah-u Teâlâ'nın emirlerine sarılmak, nehiylerinden sakınmak suretiyle O'nun gazabından korunan ve itaat etmek suretiyle de azabından kurtulan müminler için yol göstericidir.
"Gerçekten bu Kur'an insanları en doğru yola götürür ve güzel güzel amellerde bulunan müminlere de kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler." (İsrâ: 9)
Bu ilâhi düstura riayet edip ahlâkî fermanlara uygun hareket edenler; ahlâkın yüksek pâyesine vasıl olarak hürmete layık bir millet olmuşlar, allâmeler ve en yüksek medeniyetin yetiştirebileceği en büyük insanlar vücuda getirmişlerdir.
Bu ise Kur'an-ı azimüşan'ın alelâde bir kitap olmadığını, insanları gaflet ve cehalet uykusundan kurtaracak, ahlâksızlık ve fenalığı kökünden kazıyıp, sevgi, doğruluk, merhamet ve cesaret, çalışma ve gayret gibi en kıymetli bilgileri öğreten Rabbâni bir kitap, Rahmâni bir hitap olduğunu göstermeye kâfi bir delildir.
•
Hazret-i Allah büyük bir nimet olarak göndermiş olduğu Kur'an-ı azimüşan'ın şükrünü ifa etmemizi emrederek şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve ondaki hikmeti düşünün." (Bakara: 231)
Allah-u Teâlâ'nın sonsuz nimetlerinin en büyüğü hiç şüphesiz ki Kur'an-ı azîmüşan'dır. Hakk ve hakikati bulmak için bir vesile ve en güzel bir rehberdir. İnsanları kötülüklerden çıkarıp hidayet nûruna kavuşturur.
"İndirdiğimiz bu Kur'an, feyz kaynağı mübarek bir kitaptır." (En'âm: 155)
Şanı büyüktür, feyiz ve bereketine sınır yoktur.
"Ona uyun, emirlerine bağlanın ve Allah'tan korkun. Tâ ki merhamet olunasınız." (En'âm: 155)
Allah-u Teâlâ kullarına olan merhametinden ötürü Kur'an-ı Azimüşan'a nasıl teslim olmamız ve tâzim göstermemiz gerektiğini beyan ediyor. Bu hidayet rehberiyle Hazret-i Allah'a ve Resul'üne varacak yolu göstermektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Vedâ haccı hutbesinde ümmetine bıraktığını açıkladığı ve sımsıkı sarıldıkları takdirde, hiçbir zaman yollarını şaşırmayacaklarını haber verdiği iki şeyden ikincisi sünnettir.
"Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın." (Âl-i imran: 103)
Âyet-i kerime'sindeki Allah'ın ipinden murad Kitap ve Sünnet'tir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz biat alırken, ilk biat şartı olarak Kitap ve Sünnet'te bulunan emirleri dinlemeyi ve itaat etmeyi şart koşmuştu.
Buharî'nin rivayetine göre Cebrâil Aleyhisselâm, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e Kur'an-ı kerim'i indirdiği ve öğrettiği gibi, sünneti de indirmiş ve öğretmiştir.
Kur'an'ı kerim vahiy olduğu gibi, Hadis-i şerif'ler de vahiydir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak kendisine bildirilen vahiyden başka bir şey değildir."(Necm: 3-4)
Abdullah bin Amr -radiyallahu anh- buyururlar ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den her ne işitirsem yazardım. Kureyşliler beni bundan menetmek istediler. Dediler ki; 'Sen her şeyi yazıyorsun. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ise beşerdir. Rızâ halinde de gazap halinde de söz söyler.' Bu tenbih üzerine yazmaktan bir müddet vazgeçtim. Nihayet bu durumu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e arzettim. Mübarek parmağını ağzına götürerek:
"Yaz! Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, buradan hak sözden başkası çıkmaz!" buyurdu." (Ebû Davud: 3646)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in her sözü ilâhî bir vahye isnad eder.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının." (Haşr: 7)
Bu bir emr-i ilâhî değil midir? Bu emr-i şerif'e uyan ancak Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a iman etmiş olur. Fakat bundan sapan da muhakkak ki put batağına batmış olur.
Zaten dikkat edilirse zamanımızdaki münâfıklar Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetini hafife almak, Kur'an-ı azimüşan'ı tahrif etmek, ümmet-i Muhammed'i sapıklığa götürmek istemektedirler. Bunu kendileri için en büyük vazife edinmişlerdir.
Bunun içindir ki gökkubbe altında en şerli insanların âhir zaman ulemâsı olacağını Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bize diğer bir Hadis-i şerif'lerinde haber vermişlerdir:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, İslâm'ın yalnız ismi, Kur'an'ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mâmur, fakat içleri hidayetten mahrum kalacak.
Onların âlimleri gök kubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir." (Beyhakî)
Bu Hadis-i şerif yeryüzünde bunlardan daha kötü bir insan olmadığına dair açık bir beyandır.
•
Bir Âyet-i kerime'de:
"Peygamber'e itaat eden, muhakkak Allah'a itaat etmiş olur." buyuruluyor. (Nisâ: 80)
İşte bu Âyet-i kerime'den de anlaşılıyor ki ona itaat eden Hazret-i Allah'a itaat etmiş olur. İtaat etmeyen Hazret-i Allah'a da ve Resulullah Aleyhisselâm'a da itaat etmemiş, dinden imandan ayrılmış olur. Bu ilâhi bir fermandır, onun hükmünü değiştirmek mümkün değildir.
•
Şu kadar var ki, Kur'an-ı kerim vahyin en yüksek mertebesidir. Lâfzı ve mânâsı ile birlikte vahyolunmuştur. Hadis-i şerif ise vahy-i metlüv, yani okunan vahiy değildir. Lâfzı olmayıp, sadece mânâdan ibarettir. Hazret-i Allah'ın muradını bildirmektedir.
Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz, dinin esaslarını doğrudan doğruya Kur'an-ı kerim'den alırlardı. Açık bir hüküm bulamazlarsa hemen Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e sorarlardı. O da bir taraftan kendisine vahyolunan Âyet-i kerime'leri Allah'tan aldığı gibi arttırma ve eksiltme yapmadan bütünüyle tebliğ ederken, diğer taraftan da onlardan ne gibi mânâlar kastedilmiş olduğunu sözleriyle işleriyle tefsir ve izah eder, sarih hükümleri ortaya koyardı.
Âyet-i kerime'de:
"Resul'üm! Biz sana da Kur'an'ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın." buyuruluyor. (Nahl: 44)
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı azimüşan'ı halkın anlayabileceği şekilde ve olduğu gibi açıklamayı emir buyurmuştur. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ise Hakk'tan gelen hakikatı ümmetine aynen tebliğ etmiştir.
Âyet-i kerime'de:
"Size bilmediklerinizi öğretir." buyuruluyor. (Bakara: 151)
Hiç şüphe yok ki Allah-u Teâlâ'nın bildirmediğini mahluk bilemez. Ancak O'nun bildirmesiyle öğrenmiş olur. İtaat edenler için bu büyük bir rahmettir.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde namazın farz olduğunu bildirdi. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Allah'tan aldığı vahiy ve ilham ile namazın vakitlerini, rekatlarını, âdâb ve erkânını ve nasıl kılınacağını hem anlattı, hem de müslümanların gözü önünde kıldı. Sonra da:
"Beni namaz kılarken nasıl görmüşseniz, siz de öylece kılınız." buyurdu. (Buharî)
Burada hem bir emir, hem de bir öğüt var. Emir, muhakkak kılın demektir. Öğüt ise, benim kıldığım gibi kılın demektir.
Görülüyor ki namaz, Hazret-i Allah'ın kesin hükümlerinden birisidir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise kendisine öğretildiği şekilde ümmetine öğretmiştir. Bunu nefsinin heva ve arzusuna uyarak kaldırmak isteyen kimse apaşikâr kâfir değil midir? Doğru olduklarına dair bir Âyet-i kerime getirebilirler mi? Onlar sadece yalan söylüyor ve halkı şaşırtıyorlar. Bunlar apaçık Hazret-i Allah ve Resul'ünün düşmanıdır.
Oysa Hazret-i Allah ve Resul-i Ekrem'i ile bütün meleklerde bunların düşmanıdır.
•
Oruç Âyet-i kerime'si nâzil olunca, müslümanlar Ramazan orucunun farz olduğunu anladılar ve oruçlarını tuttular. Fakat oruçlu olduğunu unutarak yenilen veya içilen bir şeyin orucu bozup bozmayacağı hakkında Âyet-i kerime'lerde açık bir hüküm yoktu.
Kur'an-ı kerim'de zekâtın farz olduğu bildirilmekteydi. Ancak ne kadar malı olana zekâtın farz olduğu, hangi mallardan zekât verileceği, nisab miktarları belli değildi. Hacc da böyledir.
Âyet-i kerime'lerde temiz olan şeylerin helâl, pis olanların da haram olduğu haber verilmiş, fakat bunların neler olduğu bildirilmemiştir.
Bütün bunları birer birer izah eden Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hadis-i şerif'leri ve Sünnet-i seniyye'sidir.
İnsanları dünya saâdetine ahiret selâmetine ulaştıracak ne varsa hepsini açıklamış, geriye bir şey bırakmamıştır.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Sakın sizden birinizi emrettiğim veya nehyettiğim hususlardan biri kendisine ulaşınca, koltuğuna yaslanıp 'Bilemiyorum! Biz Allah'ın kitabında ne buluyorsak ona uyarız.' derken bulmayayım." (Tirmizi)
Niçin? Çünkü Allah-u Teâlâ onun hakkında buyuruyor ki:
"Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının." (Haşr: 7)
Bu bir emr-i ilâhî değil midir? Bu emr-i ilâhî'ye en küçük bir itaatsizlik yapmak ve itiraz etmek kişinin dinden imandan çıkmasına vesile olur. Zira gerek orucun, gerek zekâtın, gerek namazın, gerekse diğer ibadetlerin muallimi odur.
O Allah'tan ne aldıysa bize onu bildirmiş ve açıklamıştır. Bu da hiç şüphe yok ki iman edenlere mahsustur. Münâfıklara gelince, onlar koltuğuna dayanırlar ve "Biz ne bulduysak ona uyarız!" derler ve helâk olur giderler.