"İçinde bulunduğumuz zaman dünya kurulalı beri görülmemiş fitnelerin bulunduğu âhir zamandır. Bu fitne zamanında Allah-u Teâlâ'nın vazifedar kılması ile bu din bölücüleri ile mücadele ettim. Bunlara ve müslümanlara İslâm dini'nin hakikatlerini tebliğ ettim. Tam bir teslimiyetle İslâm dini'nin hükümlerine tâbi olmayanların, kendi zanlarını hüküm yerine koymaya çalışanların yollarının ve dinlerinin ayrı olduğunu ilân ettim. Bu beyanlarımızı bize maletmek istediler. Halbuki hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'le konuştuğumuz için bunda muvaffak olamadılar. Hiçbir cevap da veremediler.
Bu sebeple bizi susturmaya, karalamaya, halkın nazarında itibarsız duruma düşürmeye çalıştılar. Bunu hem dinimizin dış düşmanları hem de iç düşmanları yaptı. Mahkemelerde bunlarla mücadele ettik. Binaenaleyh biz bu mücadeleyi Allah-u Teâlâ'dan korktuğumuz için, O'nun dininin müdafaası için yaptık. Hakikatleri olduğu gibi neşrettik, kimseden de çekinmedik. Buna kalemle cihad denilir."
Evliyâullah Hazerâtı, Allah-u Teâlâ'nın; âhir son zamanda, dünyanın zeval vakti yaklaştığında; Hazret-i Mehdî henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; bu buhranlı fetret devrinde; adaleti ayakta tutacak olan velilerin hatemi Hatmü'l-Evliyâ'yı göndereceğini haber vermişler, alâmetlerini bir bir sayarak onu müslümanlara tanıtmışlardır.
Yüze yakın Evliyâullah Hazerâtı'ndan her biri Allah-u Teâlâ'nın gösterdiği ve duyurduğu kadarıyla Hâtem-i veli -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bir özelliğini, hayatını, eserlerini, mücadelesini, büyüklüğünü anlatmaya ve duyurmaya çalışmışlar, yüzyıllar öncesinden onun geleceğini haber vererek onunla aynı zamanda yaşayabilmeyi, onu görebilmeyi ve biat edebilmeyi arzu etmişlerdir.
Bin küsür sene önce Tirmiz'de doğan Hâtem-i Veli hakkında ilk ifşaatta bulunan Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Hatmü'l-Evliyâ" isimli eserinde Hatmü'l-Evliyâ'yı şöyle tanıtmışlardır:
"Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtemü'l-velâye'den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah'ın hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ'nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü'n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur." (Hatmü'l-velâye, Fâtih no.: 5322, 168b yaprağı)
Dikkat edilirse "Ondan başka adaleti ayakta tutacak kimse olmaz." buyuruyor.
Bu söz sadece Türkiye'yi değil dünyayı kapsıyor. Bu nur, değil Türkiye'ye, bütün dünyaya yayılıyor.
Bu beyanı ile Hazret-i Mehdi gelmeden evvel adâleti ayakta tutmakla, her ikisini bitiştirmiş oluyor.
Çünkü Allah-u Teâlâ adâleti onunla ayakta tutacak. Daha doğrusu Allah-u Teâlâ onu öne sürmüş. Tek kelime ile o robot gibidir, tecelliyât-ı İlâhiye Allah-u Teâlâ'nındır. Onu O öne sürmüş ve onda tecelli etmiştir.
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş, dinin üstünlüğünü ve adaletini onunla ayakta bulundurmayı dilemiş.
Âl-i imran sûre-i şerif'inin 81. Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere; Allah-u Teâlâ bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'e, Hâtem-i nebi olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in geleceğini haber vermişti. İman edeceklerine ve ona sadâkat göstereceklerine dair onlardan söz almıştı. Binaenaleyh hepsi de onun geleceğini biliyorlardı.
Aynı bunun gibi; ikinci bir hâtem olan Hâtem-i veli'nin gönderileceğini veli kullarına bildirmiştir. Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği birçok veli kulları, Hâtem-i veli'nin âhir son zamanda gönderileceğini Allah-u Teâlâ kendilerine bildirdiği için biliyorlar ve bildiriyorlardı.
Nitekim Şeyhü'l-Ekber Muhyiddin İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri de Hâtemü'l-Evliyâ olan zâtın makam ve mertebesini, Allah katındaki ulviyetini ve Evliyâullah Hazerâtı arasındaki yüce mevkiini beyan etmek için "Anka-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" isminde bir eser yazmış; bu eserde onunla ilgili nice muhteşem ve mükemmel beyanlarda bulunmuştur:
"Hakk Teâlâ en büyük imamı varettiği vakit, evvelkilerin de tâbi olduğu kimse olur. Nitekim şöyle buyurmuştur:
'Sana biat edenler ancak Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli onların eli üzerindedir.' (Fetih: 10)
Bu makama büyük seçkin Peygamber'den sonra, Hatmü'l-evliyâ'dan başkası erişemez." (Anka-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ, Şehid Ali Paşa: 1287, 46b yaprağı)
Böyle bir kimsenin geleceği halk için meçhul, fakat onlar için açıktı. Eserlerinde bu noktaya parmak basıp izahlı bir şekilde ayrı ayrı anlatıyorlardı.
Bu "Hâtem" meselesi gizlidir. Bu iki devir arasında birçok zevât-ı kiram geldi geçti, fakat bu vazife Hâtem-i veli'ye nasip oldu.
Hazret-i Mehdi'nin faziletini herkes biliyor, fakat Hâtem-i veli'yi kimse bilmez. İnsan hafsalası almaz, ilmi de yetmez.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bir beyanları da şöyledir:
"... dünyanın zevâl vakti gelince Allah bir velî gönderir. Bu velîyi seçmiş, kendine yaklaştırmıştır. Evliyâya verdiğini buna vermiş, ona bir de "Hâtemu'l-velâye" tahsis etmiştir. Bu, kıyâmet gününe kadar Allah'ın, diğer velîlere hücceti olur." (Hatmü'l-evliyâ, Hakikat Yayıncılık, s. 247)
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, onunla o ifsadı kaldırır.
Hele dünyanın son zamanında; dinsizliğin, ahlâksızlıkların her türlüsünün son haddine vardığı, bilhassa Deccâl'den daha beter olan sapıtıcı imamların türeyip, din-i İslâm'ı aslından çıkarmak istedikleri bir anda, Allah-u Teâlâ yeni bir din değil de, ancak İslâm dinini kuvvetlendirmek, halkı imana dâvet etmek için bir dâvetçi gönderir.
İşte bu davetçi, Evliyâullah Hazerâtı'nın haber verdiği bu büyük Zât-ı âli, Hatmü'l-Evliyâ olan zât geldi, irşadını yaptı, kendisi ile Hazret-i Mehdî arasındaki fetret devrini atlatabilmeleri için müslümanlara eserlerini, hakikati miras bırakarak bu şehadet âleminden ahiret yurduna irtihal etti. Ancak irşadı ve tasarrufu devam ediyor.
Evliyâullah Hazerâtı'nın bu ifşaatları Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Hatmü'l-Evliyâ" isimli eserinde ve "Kalplerin Anahtarı Külliyatı" nın muhtelif bölümlerinde neşredilmiştir. (Bkz. "Cevâhirullah-1", "Cevâhirullah-2", "Tasavvufun Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri", "Sözler ve Notlar-10", "Saâdete Erenler, Felâkete Kayanlar", "Sırrü'l-Esrar, Rütbe-i Bâlâ")
Yine dergimizde Evliyâullah Hazerâtı'nın Hatmü'l-Evliyâ hakkındaki beyan ve ifşaatları yayınlanmaya devam etmektedir.
Dünyanın zeval vakti yaklaştı. İnsanlık büyük bir buhran yaşıyor. İslâm dünyası keza büyük fitnelerin, kaos ve kargaşanın içinde boğuluyor. Harpler, fitne ve terör ortalığı kasıp kavuruyor.
Ahir zaman alâmetleri iyice zuhur etti. Hadis-i şerif'lerde haber verilen âhir zamanın, bu âhir zamandaki fetret devrinin içindeyiz.
Böyle bir zamanda müslümanlar yol gösterecek, istikamet çizecek, hakikat ile dalâleti, gerçek ile sahteyi ayırt edecek takvâ sahibi, irşad ehli âlimler arıyor.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm'ın yalnız ismi, Kur'an'ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir." (Beyhakî)
Bu zamana "Seyyiat zamanı" denir.
Hakiki İslâm'a ve hakiki İslâm âlimlerine ihtiyaç ve iştiyakın ayyuka çıktığı bir zamandayız. Ancak öyle bir zamandayız ki bu âlimler yok denecek kadar az. Hatta yok.
Zira Evliyâullah Hazerâtı'nın ahir son zamanda geleceğini haber verdikleri "Hatmü'l-evliyâ" olan zât zuhur etmiş, vazifesini bîhakkın ifa etmişti.
Nitekim Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ" isimli eserinde ahir zamanda zuhur edecek "Hatmü'l-evliyâ"nın şöyle söyleyeceğini ifşa etmektedir:
"Ben gizli bir örtüyle geleceğim. Hiç şüphe yok ki Hatm benim! Benden sonra veli de yoktur." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ"; s. 16)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta şöyle buyuruyorlar:
"Bu gerçeği çok iyi bilin ki bizden sonra artık veli gelmeyecek, irşad kapıları kapandı. Veli yok lâkin, onun edebi ve düsturu var. Allah-u Teâlâ bu lütfu ihsan ve ikram etti. Bu karanlık ortam içinde bu nuru O akıttı, bu nuru O yaydı. Bu zülmânât o zaman dağıldı. Bu sözler asırlarca önce söylenmiş. Hâtem-i veli'den sonra niçin veli yoktur? Hâtem olduğu için yoktur. Nasıl ki Hâtem-i enbiyâ'dan sonra enbiyâ gelmeyecekse, Hâtem-i evliyâ'dan sonra da evliyâ gelmeyecek. Gelse de kendi çapında olacak. Yani Resulden sonra gelen nebiler gibi olacak fakat irşada mezun olmayacak.
Ondan çok kısa bir zaman sonra Hazret-i Mehdi ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın devri başlayacak.
Binaenaleyh bundan sonra kapılmayın, hiçbir şeye yeltenmeyin. Bizden sonra şeytan sizi dürtmesin, sizi aldatmasın, şirk batağına düşürmesin...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Sakın aldatıcı şeytan Allah'ın affına güvendirerek sizi yoldan çıkarmasın!" (Lokman: 33)
Bu merdiven üçtür. Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a ihsan ettiği velâyeti Hâtem-i veli'ye düşürmüş, nübüvveti Hazret-i Mehdi'ye, risâleti de İsa Aleyhisselâm'a düşürmüş. Hakikat budur, ötesi zandır. Bir batağa düşersiniz, olmaz bir yere saparsınız, yoldan raydan çıkmış olursunuz." (Hakikat Dergisi, Eylül 2014, 252. sayı, s. 41)
Dikkat ederseniz müslümanlar bu müzayakalı seyyiat zamanında tutunacak bir dal arıyor, ancak bulamıyor. Geçmiş zamanlarda yaşayan Evliyâullah Hazerâtı'na, takva sahibi hakiki İslâm âlimlerine olan iştiyakları ile o hakiki Allah dostlarını, iyi âlimleri arıyorlar ve fakat tâbi oldukları ya da yöneldikleri her kişiyle beraber çölde serap peşinde koşan susuz insan misali ortada kalakalıyorlar.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Âhir zamanda yaşları küçük, tecrübeleri kıt, aklını kötüye kullanan bir zümre yetişecektir. Onlar iyiler gibi peygamberin tebligâtından -âyet ve hadisten- bahsedecekler. Fakat onlar tıpkı okun hedefi delip geçtiği gibi, İslâm'dan hemen çıkıvereceklerdir. İmânları boğazlarından ileri geçmez." (Buharî. Tecrid-i Sarih: 1472)
Hakiki İslâm âlimlerinin yerine ortalığı câhil-cühelâ, yaşı küçük tecrübesi kıt allameler, nefsini ilâh edinmiş sahte âlimler kaplamış vaziyette. Mütemadiyen yangına benzin dökmekle meşguller. Şeytanın yapamadığını "Âlim" maskesi altında yapıyorlar.
Bunları Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bize tanıyor:
"Allah-u Teâlâ ilmi size ihsan buyurduktan sonra (hafızanızdan) zorla çekip almaz. Lâkin âlimleri, ilimleri ile beraber cemiyet içinden alır, ruhlarını kabzeder. Artık kara cahil bir zümre kalır. Halk bunlardan dini ihtiyaçlarını sorarlar, onlar da (Âyet Hadis gözetmeden) kendi düşünce ve arzularına göre fetva verip, hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar." (Buharî. Tecrid-i Sarih: 2174)
Bir taraftan Müslümanlar sapkın fikirlerin, bölücülerin arasında bocalıyor, bir taraftan bu gibiler yüzünden gençler arasında dinsizlik yayılıyor, bir taraftan da sapkın fikirli terör grupları türüyor. Fikirler ve gönüller bulanıyor. Dinde ve vatanda büyük tehlikeler zuhur ediyor. (FETÖ ve DAEŞ örneğinde olduğu gibi) Küffar da bu durumdan ziyadesiyle istifade ediyor.
Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir. Onlar Kur'an okuyacaklar, fakat Kur'an'ın feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır.) Nitekim onlar okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar, bir daha da ona dönemeyeceklerdir. İşte bütün insanların ve hayvanların en kötüsü bunlardır." (Müslim: 1067)
Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Birtakım fitneler olacaktır. O fitnelerin kapıları başında cehennem ateşine çağırıcı kimseler olacaktır. Bir ağacın kökünü ısırır halde ölmen onlardan birisine tâbi olmandan senin için daha iyidir." (İbn-i Mâce: 3981)
Müslümanların bu devirleri aşabilmeleri için sahte âlimlerden, sahte şeyhlerden, kıt bilgisi ile ahkâm kesenlerden uzak durmaları, daha önce yaşamış hakiki âlimlerin, Hatmü'l-Evliyâ olan zatın eserlerine ve irşadına sarılmaları elzemdir.
Evliyâullah Hazerâtı'nın haber verdiği bu büyük Zât-ı âli, Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bugünleri, bu müzayakalı, buhranlı devirleri haber vermişler, imanı ve İslâm'ı tebliğ ve irşad ettikleri gibi, bu sahte önderleri, din ve vatan bölücülerini ifşa ederek müslümanları ikaz etmişler, bu devirleri aşabilmemiz için nasihatlerde bulunmuşlardı:
"Yalancı imamlardan size çok bahsettik. Gerçekten bir imam gelecek, fakat fakirin tahminine göre bu zamana daha otuz sene kadar var. Nasibi olan bu hakiki imamı görür. Çıktığı zaman tereddütsüz biat edin.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Bakalım imamınız kendinizden olduğu halde Meryem oğlu İsa yanınıza indiği zaman durumunuz nasıl olur?" (Buhârî. Tecrîd-i Sarîh: 1406)
Herkes imtihan olacak, böylece iman ile küfür ayrılacak.
Allah-u Teâlâ kime o lütuf nurunu koymuşsa ona tâbi olacak, kime koymamışsa olmayacak.
Önümüzde çok büyük hadiseler, çok büyük sıkıntılar, çok büyük harpler var. Şimdiden Hazret-i Allah'a ve Resul'üne sığınmaya bakın.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Dünyanın geniş vakitlerinde, (yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda) Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun." (Ahmed bin Hanbel)
O gün gelmeden önce tevbe edip Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a yönelenlere ne mutlu! O dilediğini dilediği şekilde kurtarır. Bu gibi kimselerin dünyası saadet, ahireti selâmet olur. Çünkü o Hakk ile idi, halk ile değil.
Hazret-i Allah'a yönelelim, bize O yeter! Kalsak yolunda, gitsek yolunda ölelim inşaallah. Bizim için fayda getirecek budur: Yolunda olalım, yolunda ölelim.
Allah-u Teâlâ'ya yönelmekten daha güzel bir kale olmaz, O'nun kalesinin harici boşluktur. O kalesine kimi aldıysa hayat vardır, hem de hayat-ı ebediye vardır. Bu bir ikazdır, hatırlatmadır, yöneltmedir. O dilediğine hidayet verir. Dilerse O her felâketten kurtarır.
Kitapları daima okuyun ve böylece bu devirleri aşmaya bakın!" (Ömer Öngüt -kuddise sırruh- , "Kıyamet ve Alâmetleri, s. 110-111)
Bu Zât-ı âli'nin beyanlarına baktığınızda hemen hepsinin bu müzayakalı devirlere hitap ettiğini, bu beyanların bugün ortaya çıkan fitnelere karşı imanı, hayatı ve vatanı kurtardığını görürsünüz.
Yine aynı şekilde, zamanın, yaşadığımız her günün; bu Zât-ı âli'nin hayat-ı saadetlerinde çok iyi anlaşılamayan bazı beyanlarını âdetâ tefsir ettiğini, o gün söylediklerinin bugün zâhir olduğunu, bu beyanların bugünleri görüyormuşçasına yapıldığını ve daha birçok mevzunun, hadisâtın satırlar arasında olduğunu görürsünüz.
"Nûr-i Muhammedî":
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri Resulullah Aleyhisselâm'ın nûraniyetini ve Allah katındaki yüce mertebesini eserlerinde itiraza mahal vermeyecek şekilde Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle izah etti.
"Nûr-i Muhammedî" (Hakikat Yayıncılık, 1990, Genişletilmiş Baskı 1995) isimli kitapları bu hususta kaleme aldıkları, eşi bulunmaz, çok müstesna bir eserdir. Resulullah Aleyhisselâm'ın Allah katındaki manevî değerinin inkâr edildiği, ona sıradan bir beşer muamelesi yapan imansızların türediği bir zamanda bu fitneleri söndürüp yok eden ve aynı zamanda Resulullah Aleyhisselâm'ın ulviyetini bugüne kadar hiçbir eserin muvaffak olamadığı şekilde bütün açıklığı ile ortaya seren bir şaheserdir.
Dikkat ederseniz küffarın İslâm'ı aslından çıkarmak, müslümanların imanını çalmak için yaptıkları ilk ve en büyük taarruzları Resulullah Aleyhisselâm'a olmuştur. Küffarın güdümündeki fitnelerde hep bu durumu görürsünüz. FETÖ'nün "Muhammed Allah'ın peygamberidir demese de olur" şeklindeki tezviratları, Selefîlerin ve türemesi Vehhâbilik, DAEŞ gibi grupların Resulullah Aleyhisselâm'ı herhangi bir beşer gibi görmeleri, onun nûraniyetini, ulviyetini, şefaatini inkâr etmeleri bu durumun en bariz örnekleridir.
Halbuki Allah-u Teâlâ onun hakkında:
"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." buyuruyor. (Enbiyâ: 107)
Bu zamanda ortaya çıkan diğer mühim bir husus ise; gençler arasında "Deizm"in (Peygamber kabul etmeyen tanrı inancı) yayılmasıdır. Bunun en büyük sebeplerinden birisi küffarın desteklediği bu gibi sapkın gruplar, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm'ın manevî büyüklüğüne iman edip ona tam bir teslimiyetle bağlanmış, zühd ve takva sahibi alimlerin olmayışıdır.
"Eğitim sistemini nasıl yapalım?" diye dert içindeyiz. Oysa asıl derdimiz "Gençlerimize Resulullah Aleyhisselâm'a sevgi, saygı ve imanı nasıl öğretelim?" olmalıdır. Bunun da çaresi bu eseri ve geçmiş zamanlarda yaşamış büyük zatların bu gibi eserlerini ders kitabı olarak okutmaktan geçer. Kuru bir ağacın kime ne faydası olabilir?
İşte bu Zât-ı âlinin eserleri içinde bulunduğumuz bu seyyiat zamanındaki bu gibi fitneleri yok edip İslâm'ın aslına rücu etmesine vesile olmaktadır. Zira İslâm'ın aslı Resulullah Aleyhisselâm ile kâimdir.
"Tasavvuf";
Yine bu Zât-ı âlî en derin tasavvuf mevzularını, tasavvufun usül ve esaslarını, marifetullah ilminin en derin sırlarını itiraza mahal vermeyecek şekilde Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle izah etti.
Aynı zamanda sahte mutasavvıfları, sahte şeyhleri, sahte vahdet-i vücudçuları ve alâmetlerini ifşa etti.
"Tasavvufun Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri" (Hakikat Yayıncılık, 2000) isimli eserinde tasavvufî esasları anlatmışlardır.
Tasavvuf ve marifetullah ilminin esas gayesinin ve dayanağının yalnız ve yalnız Hazret-i Allah olduğunu izah eden "Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır" (Hakikat Yayıncılık, 1995) isimli kitabı sadece müslümana değil mürşidlere yol gösteren bir eser olmuştur.
"Hakiki Mutasavvıflar, Hakiki Vahdet-i Vücudcular ve Sahteleri" (Hakikat Yayıncılık, 1996), "Hazret-İ Allah'ın Sevdiği Seçtiği Kullarla, Riyakârların ve Sahtekârların İç Durumları" (Hakikat Yayıncılık, 2001) isimli eserleri ise sahtelerin iç durumunu ortaya sermiştir.
Bu neşriyat ile;
Tasavvufun lüzumu, kaynağını İslâm'dan aldığı, Evliyâullah Hazerâtı'nın bu yoldan yetiştiği Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ler ile kesin bir şekilde izah ettikleri gibi; günümüzde ortalığı istilâ eden sahtelerin kurmuş oldukları babadan oğula geçen saltanat düzenlerinin; tarikat maskesi altında İslâm'a ve şeriata uymayan iş ve icraatların; bu ulvî yolu dünyaya, menfaate, alet etmeye çalışanların İslâm'la da, tasavvufla da hiçbir ilgilerinin olmadığını ortaya sermişler, müslümanları bu gibilerin tehlikesinden kurtarmaya çalışmışlardır.
Tasavvufu, marifetullah ilmini, Evliyaullah Hazerâtı'nı, Resulullah Aleyhisselâm'ın nûraniyetini, maneviyatını, Allah katındaki yüce mertebesini, şefaatini inkâr eden vehhabiler hakkında neşrettikleri "İslâm Dini ve Vehhâbilik Dini" (Hakikat Yayıncılık, 2001) isimli eserleri ile Vehhâbilerin fitnesine cevap verdikleri gibi; bütün İslâm dünyasını ve özellikle Arap ülkelerini saran, selefî zihniyetten türeyen DAEŞ ve benzeri fitnelere de bunların zuhurundan önce cevap vermişlerdir. Böylece bu eserler ve irşad sayesinde Türkiye'de bu gibi fitneler dal budak salamamıştır.
"İman ve Vatan";
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri dâima "İman ve vatan" buyururlardı ve bu devlete dua ederlerdi:
"Allah'ım! Ümmet-i Muhammed'i affet! Vatanımızı muhafaza et! Ordumuzu muzaffer et!"
Bayrağın, vatanın kıymetini duyurmaya çalışırlardı.
İşte görüyorsunuz bugün yaşadığımız şu günlerde bu beyanları mücessem bir hal aldı. Küffar bütün orduları ile, terör örgütleri ile İslâm'a ve aziz vatanımıza kastetmeye çalışıyor.
Ülkemizde "Küfrü hoşgörü" modası almış başını giderken, "Medeniyetler arası ittifak" adı altında ülkeler arası görüşmeler yapılırken, misyonerler bütün Türkiye'de elini kolunu sallayarak cirit atarken bu Zât-ı âli tek başına bunlara karşı mücadele etti. "Küffardan dost, domuzdan post olmaz." dedi. "Bunlar düşmandır" dedi.
İşte görüyorsunuz; bugün bu düşmanlar, bu küffar milletleri bütün içyüzlerini gösteriyorlar.
Dergimizin logosuna Türk bayrağını ilâve ettirmişlerdi.
Kendisine komplo kurmak isteyenlere "Siz bu bayrağın değerini bilmezsiniz." diye nasihat etmeye çalışıyor ve onlara şöyle buyuruyordu:
"Daha doğrusu iki gayemiz var bizim; iman ve vatan. Anlatabildik mi? Çünkü ben vatanın ne olduğunu çok iyi biliyorum. Bunun sebebi ben Yugoslavya'da doğdum. O bayrak var ya, siz bayrağın şerefini bilmezsiniz, çünkü bu bayrak altında büyüdünüz. Anladınız mı? Bayrağın şerefini bilmezsiniz. Amma yabancı bir bayrak altında büyüseydiniz o zaman bayrağınızın kıymetini bilirdiniz. Ben bunu çok iyi bildiğim için..." ("İnsanın Yaratılışı ve Organ Nakli", s. 347-348)
Bugün elinden Türk bayrağını düşürmeyen birçokları o tarihlerde Türk bayrağının kıymetini, değerini bilmiyordu. Bayrak kullanana kavmiyetçi nazarı ile bakıyorlardı. Bugün bu bayrağın değeri ve kıymeti bütün ihtişamıyla meydana çıktı. Fas'tan Endonezya'ya kadar bütün müslümanlar bu bayrak ile şeref duyuyor, bu bayrak için dua ediyor.
"Din ve Vatan Bölücüleri";
"FETÖ ve benzeri gruplar"a birçokları müslüman nazarı ile bakarken bu Zât-ı âli "Küfrü Hoş Görme"nin dinden çıkmak olduğunu, bunların vatan haini olduğunu neşrediyordu.
Fetullah Gülen'e herkesin "Hoca Efendi" diye hitap ettiği bir zamanda "Dinden çıkıp küfre kaydığını", "Vatan haini" olduğunu hem dergilerimizde hem de bunlar hakkında eser neşrederek ilân ve ifşa ettiler. Bunların içyüzünü anlatan "Küfrü Hoş Gören Narcıların İçyüzü" isimli eserleri yirmi yıl evvel 1999 yılında yayınlandı.
Bugün bütün Türkiye bu bölücülerin din ve vatan haini olduğunu gözleri ile gördü.
Sadece bunların değil, bütün din ve vatan bölücülerinin içyüzünü ifşa etmişlerdi.
Bu bölücüler ise birçok müslümanın sohbetinde bulunmak istediği bu mübarek zâtı defaatle karalamak istediler. O ise kınanmak, dışlanmak, itibarına kastedilmek vs. hiçbir şeyden zerre kadar çekinmeden bu bölücülerin içyüzünü ortaya serdi. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri önlerine sürdü, en şiddetli müdahalelerde bulundu.
"Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." (Mâide: 54)
Âyet-i kerime'sinin tecelliyâtına tam manasıyla mazhar olmuş bir Zât-ı âli idi.
İnsanlar o gün bu Zât-ı âli'yi anlamakta zorlandılar. Oysa bugün söyledikleri bir bir ortaya çıkıyor. Devlet bu gibi bölücü grupların zararından korunmanın çaresini arıyor. Halk bunların tasallutundan kurtulamaya çalışıyor. O gün beyanlarına kulak verilseydi, bu kadar büyük sıkıntılar çekilmemiş olurdu.
"Hakikat";
Hikmet tahtında düşündüğünüzde kuruculuğunu yapmış oldukları vakfa (Hakikat Vakfı), yayınevine (Hakikat Yayıncılık) ve dergimize (Hakikat Aylık İslâm Dergisi) vermiş oldukları "Hakikat" isminin dahi hususiyetle içinde bulunduğumuz bu zamana hitap ettiğini müşahede ediyoruz. Zira dikkat ederseniz küresel şeytani bir düzen kurmaya çalışan mihraklar ve yerel uzantıları bütün insanlığı yalanlarla ve sahte algılar oluşturarak yönlendirmeye çalışıyorlar. En son Afrin operasyonunda dahi ülkemize atılan iftiralar, dünya kamuoyuna pompalanan algılar karşısında insan "Nerede hakikat? Nerede medeniyet?" diyor. Aynı şekilde FETÖ olsun, PKK olsun bu gibi terör örgütlerinin ve sahte din kurucularının hep yalanları, sahtekârlıklarını "Gerçek" olarak pazarlamaya, insanları yönlendirmeye çalıştıklarını görürsünüz. Dini ticaretine, ahlaksızlığına, sahtekârlığına alet edenlerin ortalığı kaplayıp ifsat ettikleri bu zamanda "Hakikat" insanların aradığı, susadığı, ulaşmaya çalıştığı, bu zamanda en çok eksikliği hissedilen şey haline gelmiştir.
İşte bu büyük Zât-ı âli "Hakikat" ismi altında neşriyat yaparken iman ve İslâm hakikatlerini neşrettiler.
Aynı zamanda sevenlerine şu ikaz ve irşadda bulundular:
"'Hakikat Vakfı' bu vakfın ismidir. Sakın ha, bunu yolumuza atfederek bölücülüğe sapmayın. Sakın sizde bir isimle bir bölücü daha türemesin. Gayemiz 'İSLÂM'dır, isim değil. Muradımız 'HAZRET-İ ALLAH VE RESUL'Ü'dür, bölücülerden herhangi biri değil."
Zirâ o hükm-ü ilâhî'ye, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lere gönülden, tam bir teslimiyetle teslim olmuş, Kur'an-ı azimüşşan'ın tecelliyatına mazhar olmuş bir Zât-ı âli idi:
"İnsanları Allah'a çağıran, kendisi de sâlih amel işleyen ve "Doğrusu ben müslümanlardanım!" diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?" (Fussilet: 33)
•
Her biri bir isimle ortaya çıkan, imana ve İslâm'a ihanet eden, dinde ve vatanda bölücülük yapan sahte müslümanları, cemaat adı altında din kuranları, sahte şeyhleri, müslümanları ifsad eden âhir zaman âlimlerini isim isim ifşa ettiler. İman ve İslâm'a, tasavvuf ve marifetullah ilmine dairneşrettikleri onlarca eserinin yanında aynı zamanda bu gibi bölücü ve sahteleri ifşa eden; müslümanları imanlarını korumaya, "İlâhî Görüş Birliği"ne davet eden; din ve vatan için mücadele uğrunda eserler neşrettiler:
• "Küfrü Hoş Gören Narcıların İçyüzü" (Hakikat Yayıncılık, 1999),
• "Süleymancıların İçyüzü" (Hakikat Yayıncılık, 1993),
• "Refah Dini'ne Mensup Mahmud Efendi'nin Mollarına Cevaptır" (Hakikat Yayıncılık, 1996),
• "Dinine ve Vatanına İhanet Eden Nankör Bölücü, Sahte Halife, Sahte Kahraman Cemalettin Kaplan ve Oğlunun İçyüzü" (Hakikat Yayıncılık, 1991),
• "Ahir Zaman Alimleri (Hadis-İ Şerif'te Şöyle Buyuruluyor: "Onların Âlimleri Gökkubbe Altındakilerin En Şerlileridir. Fitne Onlardan Çıktı, Yine Onlara Dönecektir." (Beyhâkî) Bunlardan Birkaçı: Yaşar Nuri Öztürk, Edip Yüksel, İskender Evrenesoğlu, Nazmi Sakallıoğlu, Refet Kayserilioğlu.)" (Hakikat Yayıncılık, 1999),
• "İlahi Görüş Birliği'ne Davet" (Hakikat Yayıncılık, 1991),
• "Her İsim Bir Dindir" (Hakikat Yayıncılık, 1995),
• "Biz Küfrü Hoş Görenlerden Değiliz" (Hakikat Yayıncılık, 2005),
• "İslâm Dini'ne ve Vatanımıza İhanet Eden Hainlerin İçyüzü" (Hakikat Yayıncılık, 2006),
• "Hâin Tezgâh" (Hakikat Yayıncılık, 2010),
• "Hazret-i Kur'an'da Yahudilerin Hıristiyanların ve Münafıkların İçyüzü" (Hakikat Yayıncılık, 2000),
• "Hakikat İle Dalalet'i Bilmemiz Lâzım" (Hakikat Yayıncılık, 1990),
• "Hakiki Mutasavvıflar, Hakiki Vahdet-i Vücudcular ve Sahteleri" (Hakikat Yayıncılık, 1996),
• "Hakiki Müslümanlar ve Sahteleri" (Hakikat Yayıncılık, 1996),
• "Hazret-İ Allah'ın Sevdiği Seçtiği Kullarla, Riyakârların ve Sahtekârların İç Durumları" (Hakikat Yayıncılık, 2001),
• "Hizbullah'a Tâbi Olanlar, Hizbüşşeytan'a Tâbi Olanlar, Hizbülvahşet'e Tâbi Olanlar" (Hakikat Yayıncılık, 2001),
• "İnsanın Yaratılışı ve Organ Nakli" (Hakikat Yayıncılık, 1992, genişletilmiş baskı: 2005),
• "İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini" (Hakikat Yayıncılık, 2001),
• "Küfrü Hoş Gören, Dinine ve Vatanına İhanet Eden Sahte Kahramanlar" (Hakikat Yayıncılık, 2006),
• "Öyle Bir Zaman Geldi ki, Nice Türemeler Üredi, Allah'lık Dâvâsında Bulunan Firavunlar Yine Türedi" (Hakikat Yayıncılık, 2000),
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri; bu eserlerinin yanında diğer bazı eserlerinde de bu mühim konuya temas etmişler, bu mücadeleyi büyük bir azim ve kararlılıkla yürütmüşlerdi.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin en büyük düsturlarından birisi;
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz, onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime'si idi. Bugün kimi cemaat, kimi tarikat adı altında faaliyet gösteren bir çokları, maddî menfaat ve dünya saltanatı peşinde koştukları için bu gibi hakikatleri duymak dahi istemezler. Bu büyük Zât-ı âli'nin irşad ve ikazlarını düşmanlık gibi algılarlar. Hâlbuki bu Zât-ı âli isim vererek haklarında eser neşrettiği birçoklarını önce uyarmıştır. Bu ikaz ve uyarıyı dinleyenler istikametini düzelttikleri gibi, dinlemeyip müslümanları ifsat etmeye devam edenleri ifşa etmişlerdir.
Bu ifşa olanlar istikametlerini Din-i İslâm'a, Hazret-i Kur'an'a, Sünnet-i seniyye'ye uydurmayı tercih etmek yerine büsbütün yoldan çıktıkları gibi bu Zât-ı âli'ye düşmanlık yapmışlar, iftira atmışlar, karalamaya çalışmışlardır.
Bu Zât-ı âli'yi karalamak için kendisini din adına ortaya çıkan sahtekârlarla aynı kefeye koymaya böylece bir algı operasyonu yapmaya çalışmışlardır.
Bunlardan bir tanesini Fetullah Gülen'in avanesi yapmıştır. Bu Zât-ı âli'yi Ergenekon tertibinin içine sokmaya çalışmışlardı. Tabi tertibi süslemek için yanına da İskender Evrenesoğlu isimli bir sahte imamı da katmışlardı. Bu tertip üzerine bu Zât-ı âli "Hâin Tezgâh" isimli eseri neşretmişler, bu tertibin arkasındakileri daha o gün ifşa etmişlerdi.
Bu Zât-ı âlinin öteden beri iman ve vatan üzerinde durması, din ve vatan bölücülerini ifşa etmesi sebebiyle bütün din ve vatan bölücüleri öteden beri bu Zât-ı âli'yi bu şekilde karalamaya çalışmışlar, birilerinin adamı gibi göstermek istemişlerdir.
Bu hususta "Hâin Tezgâh" isimli eserlerinde şöyle buyurmuşlardı:
"Bizi tanıyanlar, sevenler bilirler; bütün rahatsızlıklarıma rağmen, bütün zorluklara rağmen Allah ve Resul'ünün nurunun yayılması için gayret ediyorum. Yaklaşık 20 yıldır İslâm dininde bölücülük yapan, kendi nam ve hesabına İslâm kalesini yıkmaya çalışan fitnelerle mücadele ediyorum, eserler neşrediyorum. İslâm dininde bölücülük yapanların vatanda da bölücü olduklarını ilân ediyorum. Bunların İslâm'dan çıktıklarını Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle ispat ediyorum.
Biz rahatı ve istirahati, süsü ve lüksü terkettik. Hayatımızı İslâm dini'nin selâmetine adadık. Bu bölücüler gibi para toplamadık, banka kurmadık. İslâm dininin hükümlerini arkamıza atmadık. Adam toplamak, taraftar kazanmak için İslâm dininin hükümlerini değiştirmeye kalkışmadık. Allah'ıma sığınırım.
Bilakis Hazret-i Allah'ın Âyet-i kerime'lerini hatırlattık. Fakat dinlemediler.
"Kendisine Rabb'inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir? Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız!" (Secde: 22)
Oysa bu zâlimlerin, bu bölücülerin hepsi bunları yaptılar. Taraftar toplamayı İslâm dininden üstün tuttular. Paraya taptılar.
Hadis-i şerif'te:
"Dînuhum dinâruhum = Onların dinleri para olacak." buyuruluyor. (Münâvi)
Topladıkları paraları koyacak yer bulamayınca banka kurdular. Kendi kurdukları dinlerini İslâm dininin yerine koymaya çalıştılar.
"İşte onlar hidayet karşılığında sapıklığı satın almışlardır. Bu alış-verişleri kendilerine kâr sağlamamıştır, doğru yolu da bulamamışlardır." (Bakara: 16)
Biz onları Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a, Resulullah'a çağırdık. İslâm'ın emir ve hükümlerini önlerine sürdük. İman ile küfür arasına berzah koyduk. Dinlemediler, bizi düşman bildiler. Nasihatteki hikmeti bilemediler. Büsbütün uzaklaştılar.
Bizim bu mücadelemiz birçok sahtenin menfaatine, kurmuş olduğu dine zarar verdi. Her türlü iftirayı, ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalıştılar. Bizi halkın nazarından düşürmeye çalıştılar. Eserlerimizin okunmasını engellemek için her yolu denediler.
Allah-u Teâlâ onlara hitaben buyuruyor ki:
"Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın." (A'raf: 86)" ("Hâin Tezgâh", 2010, s. 7-8)
Yine iki binli yılların başlarında "Küfrü Hoş Görü" furyasından cesaret alan misyonerlerin ülkemizde cirit attığı, bu güzel vatanın her yanında kilise evlerinin açıldığı bir zamanda bu Zât-ı âli misyonerlerin ve küffarın içyüzünü ortaya seren peşi sıra dergiler, broşürler neşrederek bütün Türkiye'de ve hatta Avrupa ve Amerika'da büyük bir irşad ve cihad faaliyeti yürütmüşlerdi. Bu mücadelenin hemen ardından o günlerde "Kartel medyası" tabir edilen medyanın bir parçası olan Sabah gazetesi ve ATV'de bir tertip düzenlenmiş, bu Zât-ı âli röportaj vermediği halde, ziyaretçi gibi gelen muhabirler röportaj yapmış gibi bu Zât-ı âli'nin "Organ Nakli" hakkındaki beyanlarını "Korkunç Fetva" şeklinde yansıtarak algı operasyonu yapmaya çalışmışlardı. Bu algı operasyonundan sonra bu kampanyaya karşı yürütülen hukuk mücadelesini organ nakli hakkında bilinmeyenleri havi "İnsanın Yaratılışı ve Organ Nakli" isimli eser yayınlandı.
Bu Zât-ı âli'nin hiçbir siyasi maksatı yoktu:
"Eserlerimiz incelendiğinde siyasi hiçbir şey bulamazsınız. Gayemiz İslâm'dır, isim değil, muradımız Hazret-i Allah ve Resul'üdür, bölücülerden herhangi biri değil.
Bizim bütün gayemiz budur, Allah ve Resul'üdür, Hazret-i Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktır.
"Taraftarımız çok olsun!", "İktidar bizim olsun!" diyenlerden; kendisini mehdi ilân edenlerden; dünya saltanatı için İslâm dininin hükümlerini ortadan kaldırmaya çalışanlardan; dünya menfaati için, onun, bunun veyahut yabancıların adamı olanlardan değiliz. Başkaları gibi ABD'den ahkâm kesmiyoruz, kendi ülkemizde Allah ve Resul'ü adına irşad hizmetimizi sürdürme gayreti içindeyiz." ("Hâin Tezgâh", s. 106-107)
Halbuki bugün dikkat ederseniz; kiminin cemaat, kiminin tarikat adı altında faaliyet gösteren birçoklarının dünya saltanatı, maddi menfaat, nefsanî arzular ve hatta devlet kademelerini ele geçirmek için çalıştıklarını görürsünüz.
Dini dünyaya alet edenlere karşı milletimizin ve devletimizin uyanık olması icabediyor.
İşte bu gibi güruhlar bu Zât-ı âli'yi hâlâ karalamaya devam etmek istiyorlar. Eserlerinin yayılmasını engellemek istiyorlar. Devletin, basının, belediyelerin içine sızmış adamlarını kullanmak istiyorlar.
Bu durum bu Zât-ı âli her ne kadar vefat etmiş olsa da irşadlarının devam ettiğinin, bu gibi kimselerin bu irşaddan hâlâ tedirgin olduklarının en büyük delilidir.
Bunun bir örneğini en son çıkan bir haberde gördük.
Geçtiğimiz aylarda basında sahte mutasavvıfların, nâehil allamelerin beyanlarının gündeme geldiğini gördük. Bu haberlerin İslâm'ı karalamak ve memleketimizi karıştırmak için maksatlı yapıldığına dair yorumlar yapıldı.
Güya bu durumu haber yapan bir yazı 2 Mart 2018 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yayınlandı.
"28 Şubat döneminde Ali Kalkancı, Fadime Şahin gibi kişiler ve olaylar üzerinden İslam'a, dini ve insani taleplere, Müslümanların temsil makamlarına hakaret içeren kampanyanın bir benzeri yeniden sahneye koyuldu. Medya her kötülüğün ve olumsuzluğun müsebbibini din olarak yansıtmaya başladı." spotu ile başlayan yazıda 29 Aralık 1996 tarihli "Böyle Basıldı" manşetli Hürriyet gazetesi küpürü ve ikinci olarak 5 Ocak 1997 tarihli "İşte Fadime'nin Suçladığı Adam" manşetli Sabah gazetesi küpürü kullanıldı. Ancak üçüncü bir küpür olarak 28 Şubat'ın yaşandığı 1997 yılından tam 7 yıl sonra yayınlanan 30 Kasım 2004 tarihli Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ni karalamak gayesi ile yayınlanan "Korkunç Fetva" başlıklı Sabah Gazetesi küpürü de vardı.
Bu haberi hazırlayanlar böylece Muhterem Ömer Öngüt'ü Ali Kalkancı gibi karakterlerle bir tutmaya çalışmış, yazıda bir kelime "Ömer Öngüt" geçmediği halde bu küpürü kullanarak bu Zât-ı Âli hakkındaki kötü niyet ve karalama amacı ortaya konmuştur. "İtibar Suikasti" başlığı altında "dini kurumlara itibar suikasti yapılıyor" deniliyor ama Muhterem Ömer Öngüt'e itibar suikasti yapılıyor.
Bu küpürleri; Yusuf Özkır isimli şahıs mı yoksa Yenişafak gazetesi mi hazırladı bilemiyoruz. Ancak her halükârda Yeni Şafak gazetesinin bu art niyete alet olması, farklı konu ve tarihli haberlerin bir kazanda kaynatılması bir gazeteci için de bir müslüman için de büyük bir zuldür. 28 Şubat zulmünü bizzat yaşamış bu Zât-ı muhterem'i bu piyonlarla aynı kefeye koymak kast-ı mahsusa değilse bile büyük bir gaflettir.
Kaldı ki o günkü Sabah Gazetesi bu manşeti hükümete yahut bir camiaya bel altından vurmak için değil, bizzat ve sadece Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ni hedef almak için atmıştı.
Zira bu manşetten önce 30 Kasım 2004'e gelmeden önceki 6 ay boyunca Hakikat Dergisi'nde peş peşe şu konular işlenmişti:
129. Sayı, Haziran-2004: "Biz Küfrü Hoş Gören Kâfirlerden Değiliz!"
130. Sayı, Temmuz-2004: "Ey Küfrü Hoş Görenler! Size Allah-u Teâlâ'nın Hükümlerini Beyan Ediyorum!"
131. Sayı, Ağustos-2004: "Küffara Elbirlik "Dur" Diyelim, Avrupa Gerçeği ve Küffarın Öz Niyeti"
133. Sayı, Ekim-2004: "İslâm Dini ve Hıristiyanlık, Hıristiyanlık ve İncil, Hıristiyanların İçyüzü."
134. Sayı, Kasım-2004: "İslâm'ın Âlîliği, Küfrün Âdîliği Meydana Çıktı"
Ayrıca aynı yıl "Hıristiyanları Hidayet ve Gerçek Kurtuluşa Davet" başlıklı bir broşür yayınlanmış, hemen bütün Avrupa dillerine çevrilerek Avrupa ve Amerika'da dağıtılmıştı.
Misyonerlerin ülkemizde cirit attığı, her tarafta misyoner evlerinin açıldığı bir zamanda bu dergilerimiz ve broşürler bütün Türkiye'de ve hatta Vatikan'a kadar bütün küffar milletlerinde dağıtıldı. Küffar memleketimizde hıristiyanlığı yaymak isterken bizzat can evinden vuruldu. Büyük bir rahatsızlık duydu. O günkü Sabah Gazetesi ile paralel çalışan Merkez Medya isimli basın kuruluşunun başındaki Savaş Ay Muhterem Ömer Öngüt'e muhabir gönderdi. Muhabirler ziyaretçi gibi gelip resim çektirdiler. Hiçbir röportaj yapmadıkları halde bu Zât-ı âli'nin organ nakli hakkındaki beyanlarını çarpıtarak röportaj yapmış gibi yayınladılar. Bununla yetinmediler, televizyonda karanlık bir mizansen uydurarak program yapmaya kalktılar. Fakat ne olduysa bir anda programın konusunu değiştirdiler.
(Bu karalama kampanyasının ayrıntılarını ilerleyen sayfalarımızda arzediyoruz.)
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin din ve vatan bölücüleri hakkındaki eserleri ve beyanları sebebiyle bu güruhlar kendisine hâlâ düşmanlık yapmaya, hedef göstermeye çalışıyorlar. Kendisine allame, molla süsü verip cemaat adı altında, tarikat adı altında; siyaset ve ticarette bir yerlere gelmeye çalışan bu güruhlar tevbe edip İslâm'ın iman ve ahlâk kaidelerini uygulamak yerine menfaat ve düzenlerine tehdit gördükleri bu zâtâ düşmanlık besliyorlar.
Biz bunları ve niyetlerini biliyoruz. Gerekirse bunlar hakkında, bunların içyüzünü daha sarih bir şekilde neşredip bütün Türkiye'ye yaymaya azimliyiz.
Bu azimden şüpheniz olmasın. Bizler sadece Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin şu nasihatını takip ediyoruz:
"Ortalığın vehametine bakıyorum; bu alay alay dinden çıkan gruplara bakıyorum ve belki bizden sonra ortalık karışabilir. Bu ortalığın karışması ile, gönül ister ki bu bulanık suya girilmesin. Bir fırkadan başka hiç kimse Allah için çalışmıyor. Herkes lideri için, önderi için ve mal için çalışıyor. Bunun içindir ki hududu muhafaza edin, sakın be sakın hiçbir zaman hiçbir şekilde bu bulanık suya girmeyin, kimsenin işine karışmayın, dakik ve uyanık bulunun, büyük kan dökülebilir!
Binaenaleyh bu yoldan çıkmış sapıklar için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Bunlar hayvandan daha aşağıdır!" buyuruyor. Bunların üzerinde durmayalım. Bunlara söz söylemek hayvana söz söylemekten beterdir. Artık hayvana söz söylemek yersiz, söylersen kabahat senin. Hiçbir bölücü ile de uğraşmayın. Hiçbir imansızın, yoldan çıkmışın üzerinde durmayın, bu aklınızda olsun. Ancak müslümanın irşadı için, ikazı için çalışın, İlâhî rızâ yolundaki hudud dahilinde çalışın. Ve böylece sizde: "Ben rızâ-i ilâhi için nasıl kazanırım? Nefsimi ileriye sokmadan, kendime bir paye vermeden, kimseyi tahkir etmeden ben bu işi nasıl yapabilirim?" düşüncesi olsun.
Allah-u Teâlâ bu hududun içine aldığı için bulunduğunuz hâle şükredin, din-i mübin'e yararlı işler yapın, ebedi saâdete ermek için çalışın.
Bize Hazret-i Allah, Kitabullah, Resulullah gerekir. Yani bunu haber veriyoruz, bu aklınızda olsun." ("Kıyamet ve Alâmetleri, s. 239)
"Bu yazıları mülkün sahibi olan ve beni imtihan sahasına gönderen Hazret-i Allah'tan korktuğum için yazıyorum. Allah-u Teâlâ'nın bildirdiğini, duyurduğunu, bildirmeye ve duyurmaya çalışıyorum.
Zira;
"Ey kulum! Din-i mübin'i paramparça yapmak, vatanı bölmek isteyenleri görmedin mi?"
"Gördüm yâ Rabb'i!"
"Benim sana bildirdiklerimi tebliğ ettin mi?"
"Ettim yâ Rabb'i!"
"Şâhidin var mı?"
"Var yâ Rabb'i!" diyebilmek için.
Bütün devletteki insanlara duyurmaya çalıştım. Hiç kimseden korkmadım, hiç kimseden bir şey beklemedim. Bunu sırf Hazret-i Allah'ın huzurunda cevap verebilmek, küfre düşenleri kurtarmak, düşmek üzere olanları tutmak için yaptım. Yoksa hiçbir gayemiz yoktur. Hiç kimseye buğzumuz yoktur.
Benim hiç kimseye kinim yok amma, dinime ve vatanıma el uzatana da hiç müsamaham yok.
Satılan gerek kitaplardan, gerek mecmuadan bir tek lira dahi cebime girmez. Allah'ım nasip etmesin. Bütün bu işleri rızâ-i Bâri'yi tahsil etmek için yapıyorum. Bizim mükâfatımız âlemlerin Rabb'i olan Allah'a aittir.
Bu tebliği yapmakla ben de kendimi kurtarmak istiyorum. İlâhî huzura çıktığımda:
"Onlara karşı ne gibi bir müdahalen oldu?" denildiği zaman:
"Yâ Rabbel-âlemîn! Senden korktuğum için, sana sığınarak; elimden geldiği, gücümün yettiği kadar dinden sapanlarla mücadele ettim! Senin dinini, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Sünnet-i seniyye'sini zedelemek isteyenlerin üzerine amansızca gittim!" diyebileyim.
Hiçbir gayemiz ve maksadımız olmaz, fakat hakikati söylemekten de hiçbir zaman geri kalmayız.
Bütün gayem Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümlerinin mevcudiyetinin, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, Sünnet-i seniyye'sinin varlığının dimdik ayakta durmasıdır.
Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümlerine gözü yumuk bakıyorlar, anlamak bile istemiyorlar. Neden onların gözünü açmayayım?
Bâtıl inançlarla beyinleri bozulmuş, hakikat ile neden onların beyinlerini parçalamayayım?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur." (İsrâ: 81)
Eğer ilâhî hükümlere uymazsanız artık suçu kendinizde arayın.
•
Bunlar İslâm âlemine, bilhassa Türkiye'ye büyük bir zulmet çöktürdüler.
Her tarafı zulmet bürüyüp ortalık kararınca Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bu nur ışığı ile "Hakikat ile dalâlet"in ayrılmasını murad etmiş ve bugün bu ilmi indirmiş.
Bu ilim ile bu nur ile bu Bayraklılar, cesaretle bu karanlığın üzerine yürüyünce; bu türemeler, güneş çıkınca karların eridiği gibi eridiler. Ne bu din kurucular kaldı, ne de türemeleri kaldı, hepsi de sükût-u hayâle uğradılar. Maskeleri indi. Müslüman gibi görünenlerin durumu belli oldu. Hakikat ile dalâlet ayrıldı ve kötülükleri ortada kaldı.
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir yâ Resulellah?
Benim ve ashâbımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)
Hadis-i şerif'i mucibince cennetlikler bir fırkada kaldı, cehennemlikler ise yetmiş iki fırkaya ayrıldı.
İşte bu berzah, Allah-u Teâlâ'nın indirdiği nur sayesinde belli oldu." ("Hatmü'l-Evliyâ Ömer Öngüt -kuddise sırruh-", s. 352-353)
"Gayemiz "İSLÂM"dır, isim değil.
Muradımız "Hazret-i Allah ve Resul'ü"dür, bölücülerden herhangi biri değil.
Biz kendimizi hâdim-i dervişan olarak ilân etmişizdir. İslâm'dan daha büyük şeref olamaz.
Bizim yolumuzun diğer yollardan asıl ayrılış noktası şudur:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar." buyuruyor. (Yâsin: 21)
Ne para toplarız, ne de talebelerden ücret alırız. Bütün yaptığımız iş ve icraatlar kendi gayretimizledir. Çalışanlar yalnız rızâ-i ilâhî için çalışırlar. Bize gelince bu böyledir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Sizden bir kimse rızkından firar etse bile, rızık ölüm gibi kendisini bulur." buyuruyorlar. (Münâvî)
"Kimseden bir şey istemeyin, geleni reddetmeyin." diye ilân etmişizdir. Bize gelince bu böyledir.
Onlar ise avuç açmakla geçiniyorlar, isteyip de topluyorlar. Bu doğru değildir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Cenâb-ı Allah haris (aç gözlü) ve çekiştirilen (tenkit edilen) isteyicilere buğzeder." (C. Sağîr)
"El açıp isteyenler, o el açıp istemelerindeki zül ve hakareti bilselerdi, dünyada hiçbir zaman dilencilikte bulunmazlardı." (C. Sağîr)
"Haberiniz olsun ki, dünyâ melundur. İçindekiler de melundur. Ancak Allah-u Teâlâ'yı zikretmek ve O'nun rızasına uygun şeylerle, bilen ve öğreten kimse müstesnâdır." (Tirmizî)
Biz hiç kimseye bağlı değiliz, kimseden de bir şey beklemiyoruz. Biz ancak Hazret-i Allah ve Resul'üne -sallallahu aleyhi ve sellem- sığınırız. Onun içindir ki, cesaretle konuşuyoruz. Kimseden de korkumuz yok.
Biz "İlâhî Görüş Birliği" ne dâvet ederiz. Gelenlerin gönüllerine Hazret-i Allah ve Resul'ünün -sallallahu aleyhi ve sellem- muhabbetini ve emirlerini koymaya, her türlü bölücülükten arındırmakla yalnız Hazret-i Allah ve Resul'ünde -sallallahu aleyhi ve sellem- birleştirmeye, aralarında gerçek bir kardeşliğin tesisine gayret ederiz.
Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.
Muhakkak iç ve dış din ve vatan düşmanlarına karşı yekvücut olmamız lâzım." ("Hatmü'l-Evliyâ Ömer Öngüt -kuddise sırruh-", s. 355-356)
•
"Ey kardeşler!
Sizi kurtuluşa, yani o bir fırkaya dâvet ediyorum. Bu, İLÂHÎ GÖRÜŞ BİRLİĞİNE DÂVET'tir.
Kitabımız birdir; o halde Allah ve Resul'ünde birleşmemiz gerekiyor. Bu da hiçbir zaman madde, menfaat, önderlik, liderlik istememek şartıyla gerçekleşir.
Bugün herkes haklı olduğunu iddiâ ediyor, başkalarının dalâlette olduğunu söylüyor. Halbuki o bir fırka ehlince mâlumdur.
Diyeceksiniz ki "Ehlince mâlum olan bu fırka nasıl ayırdedilir?"
Bu fırka, Fırka-i nâciye'dir. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar.
Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır. Dünyâ hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır. Allah'ın verdiği sözlerde asla değişme yoktur. Bu en büyük saadetin tâ kendisidir." (Yunus: 62-63-64)
Bu fırka bunlardır.
Bu fırkanın alâmeti ise; Onlar Allah ve Resul'üne davet ederler. Gönüllere Allah ve Resul'ünün muhabbetini sokmaya gayret ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar. Bu kimseler gerçekten Hakk'ın hizmetçisidirler ve ancak Allah'a hizmet ederler.
Âyet-i kerime'de:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." buyuruluyor. (A'raf: 181)
Diğerleri ise, şeytanın hizmetindedirler. "Cihad, cihad..." derler. Onların cihadı dinardır. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunlar hakkında "Dînuhum dinâruhum = Onların dinleri para olacak." buyuruyorlar. Bunlar cihadı gerçekte mevki ve maddeye açmışlardır. Her biri kendi dalâlet yollarına davet ederler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün yere bir çizgi çizerek "Bu Allah yoludur."buyurdular. Yine bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler daha çizdikten sonra "Bunlar da yollardır, bu yolların her birisinde insanları o yola çağıran birer şeytan bulunur." buyurdular ve:
"İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyun. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah'ın yolundan ayırmasın." (En'am: 153) Âyet-i kerime'sini okudular. (Dârimî-Sünen)
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'de:
"Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın.' buyuruyor. (A'raf: 86)
Zan ilmi hiçbir zaman hakikata erişemez."
("İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet", s. 127-130)
"Ey Resul! Rabb'inden sana indirileni tebliğ et." (Mâide: 67)
Âyet-i kerimesi mucibince, Allah'tan korktuğum için, Hazret-i Allah'ın kelâmını, Resulullah Aleyhisselâm'ın beyanını yani Hadis-i şerif'lerini açık açık herkese duyurmaya çalıştım. Mesul olmamak için.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor.
"Rabb'inin dosdoğru yolu işte budur. Biz öğüt alacak bir topluluk için âyetleri uzun uzadıya açıkladık." (En'âm: 126)
"Böylece âyetleri uzun uzun açıklıyoruz ki, suçluların yolu belli olsun." (En'âm: 55)
Bu fesatçılara, ifsatçılara, din kuruculara, türemelere, deccallere, sahte İsa, sahte dabbetül-arz gibi yalancılara, süleymancılara, narcılara, kaplancısına, refahçısına ve bütün bölücülere açık açık ilâhi hükümleri tebliğ ettim. Kitaplar yazdım, bütün dünyaya duyurmaya çalıştım.
Onlara yakınlık göstermek şöyle dursun, meyletmek bile insanı ateşe müstehak kılar. Bu kadar izah ve ispattan sonra Hakk'tan sapar onlara meylederseniz, ateşin size dokunacağını katiyetle bilin! Şayet imanınız varsa!
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Zulmedenlere meyletmeyin, sonra size de ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra yardım da görmezsiniz." (Hûd: 113)
Kendilerinde zulüm bulunan kimselere meyletmek insanı ateşe götürürse, zulmü kökleşmiş olanlara eğilim duymanın, üstelik tamamen meyletmenin neticesini düşünmek gerekir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Yoksa siz de onlar gibi olursunuz." (Nisâ: 140)
Onlardan hiçbir farkı kalmaz. Çünkü kişi sevdiği ile beraberdir. Dünyada hemhâl oldukları gibi, cehennemde de beraber bulunacaklardır.
Bu nur ışığı altında müslümanları Allah ve Resul'de birleştirmeye çalışıyoruz. Başka isimlerle din kuranları ve bunlara uyanları da İslâm'a dâvet ediyoruz. Bu birleşme Hazret-i Allah ve Resul'de birleşmekle olur. Ahmet'te Mehmet'te değil.
Bizim gayemiz bu fitnenin sönmesi, ümmet-i Muhammed'in Hazret-i Allah ve Resul'ünde birleşmesidir. Başka hiçbir gayemiz yok. Ben kendimi Hazret-i Allah'a boyun bükenlerin hizmetçisi olarak ilân etmişimdir. Hiç kimseden bir şey beklemiyorum.
Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, bu berzahlara dikkat edin. İmanla küfrü, müminle kâfiri, hakikat ile dalâleti ayırıyorum. "Bu söyledikleriniz doğru değildir." diyenlerden de cevap bekliyorum. İslâm lâf işi değildir. Ben sizin dininize tâbi değilim. Bunları sırf bir kişi için yazıyorum. "Acaba kurtulur mu?" diye!
Zira bu kadar bölücüye karşı durmam için Allah-u Teâlâ bu ilmi bahşetti. Ölünceye kadar bu bölücülerle mücadele etmeye azimliyim.
Allah-u Teâlâ'dan şöyle bir niyazım var:
"Ayaklarımı rızânda sâbit kıl, lütfunla destekle. Alıncaya kadar değil, aldıktan sonra da mücadeleme devam ettir."" ("Kıyamet ve Alâmetleri", 2003, s. 246-248)
İslâm'ın ilk devirlerinde de İslâm garipti, bu zamanda da İslâm garip duruma düşmüştür.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.
Ne mutlu gariplere!" (Müslim)
"Garipler kimdir?" diye sorulduğunda şöyle buyurmuşlardır:
"Garipler o kimselerdir ki, halk tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslah ederler, öldürülmüş olan sünnetimi de ihyâ ederler." (Tirmizî)
Bunun da sebebi Allah-u Teâlâ'nın bunlara Asr-ı saâdet hayatının benzerini yaşatması, din-i İslâm'ı bütün hükümleri ile ayakta tutmak için her türlü mücadele ve mücahedeyi yapmalarıdır.
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise buyururlar ki:
"Garipler sayıları pek az olan sâlih kişilerdir. Bu kişiler sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur." (Ahmed bin Hanbel)
Bugün imanı muhafaza etmek çok zor, imandan kaymak çok kolaydır. Her an imandan kayma tehlikesi olduğu için onlara bu derece verilmektedir.
Dünya kurulalıdan beri İslâm için böyle bir tehlike gelmemişti.
İslâm'ın ilk yıllarında İslâm garipti, nur ile nurlanıyordu. Bugün de İslâm garip hâle düştü, ihvan ile nurlanıyor. Garip hâle gelen İslâm yeniden diriliyor ve hayat buluyor.
Bunların bu derece faziletli oluşları nereden geliyor?
Böyle bir ortamda bir avuç müslüman Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a sığınarak adalet-i ilâhî'yi ayakta tutmaya çalışıyorlar.
Hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeyerek bu zulümâtı delmek için, nûr-î ilâhî'yi yaymak için, insanları Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a götürmek için azimle, gayretle cihad ediyorlar.
Böyle bir şey aslâ duyulmamış ve görülmemiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey imân edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslâh etmeye bakın, siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zarârı olmaz!" (Mâide: 105)
Rivâyete göre Ashâb-ı kirâm'dan Ebû Sa'lebetü'l-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bu Âyet-i kerîme'nin tefsîrini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
"Yâ Ebû Sa'lebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış! Ne zaman ki; aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünyâ âhiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hale gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak!..
Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevâbı kadar sevap vardır."
Ashâb-ı kirâm:
"Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevâbı kadar sevâbı vardır değil mi? (Yâni 'Sizden' kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)" diye sorduklarında buyurdu ki:
"Hayır! Sizden elli kişinin sevâbı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar." (Ebû Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz insan hayatının her safhası için, her sınıftan insan için, imanda, ibadette, ahlâkta müstesna bir numunedir.
Hayatı Kur'an-ı kerim'in canlı bir tatbiki ve tefsiriydi. Onun vekili de öyledir.
Hadis-i şerif'lerinde:"Âlimler peygamberlerin varisleridir." buyuruyorlar. (Buhârî)
O hakiki peygamber vekili idi, onun ve yolunun bağlısıydı.
Ömrünü Allah-u Teâlâ'ya adamıştı. Hayatı boyunca dalâlet fırkalarının ve âhir zaman ulemâsının saptırıcı telkinlerini Ümmet-i Muhammed'den uzaklaştırmaya ve İslâm ahkâmını hakkıyla korumaya çalıştı. Onun tek hedefi Kur'an-ı kerim'i ve Sünnet-i seniyye'yi tahriften korumak, müminlerin imânını kurtarmaktı. Bütün ömrünü bu yolda ve bu uğurda harcadı.
Hayatını İslâm'a adamıştı. Her işi ona göreydi. Allah-u Teâlâ'ya, O'nun hükümlerine, İslâm dini'ne tam bir teslimiyet ile bağlı idi. Allah-u Teâlâ'nın emaneti din-i mübin-i İslâm'ı muhafaza ve müdafaa etmekte herhangi bir beşerin tahayyül dahi edemeyeceği büyük bir azim, büyük bir kararlılık ve vazife sahibi idi.
Kendi zannını İslâm dini'nin yerine koymaya çalışanları ikaz ve irşad etti. Dinlemeyenleri ifşa etti. Tarih boyu yaşamış büyük İslâm mücahidlerinin, İslâm müdafilerinin yaptığının bir benzerini hatta daha büyüğünü kalemle yaptı. Gerçek bir İslâm müdafii olduğu için kendisini susturmak isteyenler her türlü iftirayı reva gördüler. Ahir ömründe, cismanî ibtilâ ve ızdıraplar içerisindeki bir zâta bu iftiralar ile zulüm ettiler, üzüntü ve ızdırabını arttırdılar.
Allah-u Teâlâ ve Resulullah Aleyhisselâm'dan başka hiç kimseden emir almayan, hiç kimsenin ama hiç kimsenin yönlendirmesine, akıntısına kapılmayacak derecede dirayetli bir zâta çok büyük iftiralarda bulundular.
1950 yılından beri insanları irşad ile tenvir eden bu zâtı herkes tanırdı. Hiçbir zaman şahsi menfaat, şöhret ve nam peşinde olmadı. Her suale hak ve hakikat ölçüsünde cevap verdiği gibi, yoldan sapanları ikaz etmekten de çekinmedi. Bu sebeple sevenleri kadar sevmeyenleri de oldu.
O; bütün muhteşemliğine rağmen Allah-u Teâlâ'nın halkın nazarından gizlediği, kendi adına veli olarak kullandığı, iradesi kendi elinde olmayan, Allah-u Teâlâ'nın hakikatinin kendisinde görüldüğü, Allah-u Teâlâ'nın sahiplendiği, ehl-i tasavvufun önderi bir Zât-ı âli idi. Her türlü delilin işaret ettiği üzere Hatmü'l-Evliyâ olan zât o idi.
•
O Allah için çalıştı, Allah yolunun hizmetkârı idi. Gayesi, maksadı, menfaati yoktu. Fisebilillâh hayatı mücadele ile geçti. Allah ve Resul'ünü sevdirmeye, Allah ve Resul'ünde birleştirmeye, Nur-i Muhammedî'nin yayılmasına, kalplere Hazret-i Allah'ı ve Resulullah'ı yerleştirmeye çalıştı. Hazret-i Allah ve Resul'ünü örnek aldı. Ömrü ibadetle ve taatle geçti. Bütün gecelerini ibadetle geçirirdi.
Hazret-i Allah'a giden nurlu yolu tarif etti, mahviyet ve istikamet üzereydi, bunu tavsiye etti, öğretti. Ölçüsü Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniye idi...
İlim ve Allah yolunda hizmetlerinden dolayı vakıf kurdu. Memleketin 20 küsür iline aşevleri açtırdı. Sadece Manisa'da 7000 fakir kişinin yemek yediğini duyduğunda sevincinden ağladı.
•
Bu ümmete en büyük hizmetlerinden biri de Kur'an-ı kerim'in tefsiri mahiyetinde olan ve tüm Âyet-i kerime'lerin içine dercedildiği "Kalblerin Anahtarı" külliyatını Ümmet-i Muhammed'e hediye etmesidir. Hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ten konuşurdu. Allah yolunda "Hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeden" cihad etti.
•
Onun, Allah için ikazlarını anlamayanlar, kendilerine düşmanlık yaptığını zannettiler. Hayır! O Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif ile konuşurdu, mânen danıştı, yanlış olduğunu ikaz etti, doğru gördüğünü destekledi. Gayesi müslümanlar birleşsin, vatan selâmette olsun idi. "Devlet ittifaktan, devletsizlik ise nifaktan doğar!" buyurdu.
Ümmet-i Muhammed'in uhuvveti, birlik ve beraberliği için çalıştı. "Müslümanlar, diğer memleketler bu vatanı gözlüyor, bu vatana ümit bağlamışlar, bekliyorlar." buyururlardı.
O kimseye bağlı değildi, kimsenin adamı, elemanı da değildi. O Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a bağlı samimi bir mümin, vazifeli olan bir veli idi. Bilen bildi ona iltifat etti, bilmeyen dinlemedi, göremedi. Bildi ama ikazları ağır geldi.
Son günlerinde hastanede iken bir sabah söylediği şu sözler son nasihat ve vasiyetleriydi:
"Din emanettir, dinine hıyanet eden, imanını kaybetmiş olur. Bunu duyurun. İster uyar, ister uymaz."
O:"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112) Âyet-i kerime'sini düstur edindi, bütün hayatında tatbik etti.
O müşfik bir baba, dertlilerin sığınağı, hastaların şifâ kaynağı idi. Garipleri, yetimleri çok severdi. Çocukların gözle terbiye edilmesini, karı-koca hakkına çok dikkat edilmesini tavsiye ederlerdi.
Küçük büyük herkesle ayrı ayrı ilgilenir, değer verir, hatırlarını sorar, dertlerini dinler, sıkıntılarını gidermeye çalışırdı. Onu görmek insanı huzura erdirir, Allah'ı hatırlatırdı. Hep "Allah..." der, hep Allah'tan bahsederdi. Herkese güleryüz gösterirler, şefkat ve merhamet saçarlardı, Her şeyde hikmet ararlardı. Gösterişi hiç sevmezlerdi. Tevâzuda son derecede idiler. Çok cesaretli ve çok zeki idiler, hiçbir şeyi unutmazlardı.
Bosna savaşıyla çok yakından ilgiliydi. Bilgi alır, gereken yardımı verirdi.
Alia İzzetbegoviç'i severdi. Çeçen davasında da olup biteni takip eder, maddî ve mânevî desteğini esirgemezdi. Cevher Dudayev'i methederdi. Kıbrıs davasında Denktaş'ı çok tutardı.
Efkâr-ı umumiyeyi çok iyi takip eder, hadiselerin memleketimize, İslâm âlemine zarar vermemesi için tefekkür eder, duâlar ederdi.
İhvanına şu dûâyı yapmalarını tavsiye ederlerdi:
"Allah'ım! Ümmet-i Muhammed'i affet, muhafaza et, muzaffer et! Bu güzel vatanımızı da bize bağışla."
Yeri geldiğinde yazıyla ikaz eder, yahudi ve hıristiyan milletlerin dost olmayacağını, bu yüzden AB'ye almayacaklarını söylerdi. Memleketimize en ufak bir halel gelmesini istemezdi. Her bakımdan memleketin üstün ve kuvvetli olmasını isterdi. Filistin'e özel önem verirdi. Katliamlar karşısında çok üzülür, "Amerika yahudi; yahudi Amerika" buyururdu.
"'Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, kitapta (Levh-i mahfuz'da) yazılıdır.' (İsrâ: 58)
Âyet-i kerime'sini her gün okurum. Bu Âyet-i kerime büyük bir tehdit!" buyururdu.
Ticarette numune idiler, az kârda çok bereket olduğunu söylerlerdi. Bankadan uzak durun derlerdi.
Herkesi hoş, kendilerini boş görürlerdi. Kötülerden ve kötülüklerden değil, iyilerden ve iyiliklerden misaller verirlerdi. Çok cömert idiler. İhvanda ciddiyet ve resmiyet ararlardı, lâubaliliği hiç sevmezlerdi. Emir yerine ricâ kullanırlardı. Helâl lokma üzerinde çok dururlardı.
Lâtif konuşurlardı. Çocukları ve çiçekleri çok severlerdi. Mecbur kalmadıkça kadınlarla fazla görüşmezlerdi. Az yer, az uyurlardı. Uzun seneler su içmediler.
"İnsanın; içi, dışı, işi, dişi temiz olacak" buyururlardı. Sadeliği severdi. Temiz giyinir, nezafeti her defasında vurgulardı.
Kimseden bir şey istemezler, kimseden bir şey beklemezler, verdikleri bir şeyi de aslâ geri almazlardı.
Yazdıkları kendi kitaplarını bile, bir dergiyi bile kendi paraları ile alırlardı.
Ömrü; gündüz çalışma, gece ibadetti. Geceleri uykusu 2-3 saatti ve yatmak icabettiğinde halının üstünde yatarlardı. Teheccüd ve tesbih namazlarını yolculuk ve şiddetli hastalık hariç hiç bırakmamışlardı. Nafile namazları; işrak, duha, evvabin mutlaka kılarlar ve tavsiye ederlerdi.
Hayatı hep Allah idi, hep O'nunla oldu, hep O'ndan bahsetti. Her konuşması, kelimesi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif idi. Her haliyle tam bir numune mümin, kibar ve nazik bir zât idi. O istikamet üzere yaşar, ihlâs ve mahviyete değer verirdi.
"Yol var adama muhtaç, adam var o yola muhtaç. Biz adama muhtaç olan yollardan değiliz. Bize Allah gerek!" buyururlardı.
Keramete hiç değer vermezlerdi. Büyük bir mahviyet ve istikamete sahiptiler. Allah-u Teâlâ'nın azameti, varlığı, uluhiyeti karşısında ifna olmuşlardı. Bütün beyanlarında Hazret-i Allah'ın varlığını ve tecelliyatını duyurmaya çalışırlardı. Talebelerini de bu minval üzere, bu mahviyet ve istikamet üzere yetiştirirlerdi.
Tevâzu ve mahviyet halleri o kadar ileri idi ki:
"Elimizden gelse, ismimizi kitaplardan kazımak isteriz." buyurmuşlardı.
Kitaplar ilk çıktığı zaman "Ömer Öngüt" isminin kitaplara konulmamasını istemişler, rica minnet, karışır endişesiyle "Peki" demişlerdi.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin hayât-ı saadetleri tetkik edildiğinde görülecektir ki ömrü ibtilâlar, imtihanlar, sıkıntılar, eziyetler, ezâ ve cefâlarla geçmiştir.
Zât-ı devletleri'ne bunların yazılması, not alınması sorulduğunda şöyle buyurmuşlardı:
"Bunlar ayrı bir mevzu olduğu için, bu gibi şeyleri hiç yazmasanız da olabilir. Bunlar bizim hususi hayatımıza âit şeyler. Bunlara hiç değer vermeyiz. Mânevî cihetteki noktalara değer veririz.
Siz arzu ettiğiniz için bunları ilâve ediyoruz. Yoksa bizim için bunlar basit gelir. Bizim için mühim olan, Hakk'tan gelen feyzi nakildir. Yani sohbet esnasında geçecek olan sözler Hakk'tan geldiği için, feyz-i ilâhiye olur. Biz onlara değer veririz ve onların kayıtlı bulunmasını isteriz. Ki o sözlerden kendim dahi ileride istifâde edebileyim. Ve keşke zamanında tutulsaydı da, bugün talebeliğini yapabilseydim. Bir zamanlar her akşam sohbet yapardık. O zamanki feyz bambaşka idi. O zamanlar tutulsaydı şimdi mükemmel istifade ederdik."
Evvelâ çocukluğunda beş yaşında düşüp ayağını burkmuş ve fakat bir daha tedavi edilememiştir. Doğduğu memleket olan Yugoslavya şimdiki Sancak'ın Yenipazar şehrinde babasını 6 yaşında kaybettikten sonra sıkıntılı günler başlamış, Zât-ı âlileri 9 yaşına geldikleri zaman annesi ve kardeşleriyle beraber Türkiye'ye hicret etmişlerdir.
Bu zamandan sonrasını kendileri şöyle anlatmışlardı:
"Fakat babamız orada vefat etti, takdir öyleymiş, orada kaldı. Yabancı bir devletin içinde küçücük çocuklarız.
Sonra Rabb'imizin lütfuyla, Yugoslavya'dan Türkiye'ye geldik.
Babamız zengindi, tüccardı, ona göre bir hayatımız vardı. Buraya gelince bu zenginlik bitti. Biz çok küçük yaşta hayata atıldık. 16 yaşındayken esnaf olduk. Dolayısıyla hayatın her yolunu biliyoruz. Zenginliği de, fakirliği de, yoksulluğunu da, yetimliğini de biliyoruz."
Annesine ve kardeşlerine bakabilmek için küçük yaşta ayakkabıcılık mesleğine başlar. O zamanki Türkiye ve dünya şartları bir hayli zordur.
Çektiği ibtilâlar daha gençlikte başlamış, bunu gören anneleri; "Oğlum! Bakıyorum gençlikte çok ibtilâlar geliyor başına, Allah'ım sana ihtiyarlıkta rahatlık versin" şeklinde duâ buyurmuşlardı.
O günler hakkında;
"Hakikaten gençlikte çok çalıştım, çok para kazandım. 16 yaşımda dükkân açtım.
"Çok defter kapattım! Hep âlemin üstüne kaldı. 48 senelik esnafım." buyurmuşlardı.
Kirada oturduğu yıllarda soğuk bir pencereden girer diğerinden çıkardı, bu yüzden ciğerlerini de üşütmüştü. Buna rağmen; "Tutunmaya çalıştık!" buyurmuştu.
Hayatı; 18-19 yaşlarına geldiğinde mânevi tahsile başlamasıyla değişmiştir. Artık zamanın kutbu Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'ne intisap edip bağlanmıştır. Kısa bir zaman sonra genç yaşta kardeşi Yusuf Efendi'yi kaybeder. Bir yıl sonra şeyhi Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'ni, hemen sonra da vâlidesi Çelebiye Hanım Efendi'yi kaybeder.
Arka arkaya gelen bu acılar, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hayât-ı saadetlerinde geçen ve müslümanların "Hüzün Yılı" diyerek isimlendirdiği o yılları anımsatır.
Zât-ı âlileri'ne bırakılan mânevi yolun emanetini tenvire, tebliğe başlamalarıyla da birçok düşmanlar çıkmış, Düzce'de gerek ailevi yaşantısına iftira atmışlar, gerek kendilerine suikast tertip etmişler, gerek gıyabında ve sevenlerinin nezdinde hakaret ve iftiralara uğramışlar, daha birçok çirkefliklere, saldırılara maruz kalmışlardır.
Yine kendilerini tasavvuf ehli zanneden bir kısım mukallitlerin, gerek hizmetlerini yapmasına engel oldukları, gerek nasiplilerin yolunu kesmelerine sebep oldukları görülür. O ise bunlara sabır ve sükut ile mukabelede bulunmuş, hiç durmadan Ümmet-i Muhammed'i tenvir etmek için çalışmıştır. Kimseden korkmadan, çekinmeden İlâhi davayı tebliğe devam etmiş, yılmadan, yıkılmadan bu hizmete, bu nurun yayılmasına gayret etmiştir. Kimseden bir şey beklememiştir.
Hacc dönüşü ile ilgili bir durumlarını şöyle anlatmışlardı:
"Hacc dönüşü Bolu dağından inerken içime bir gariplik geldi. Herkesin evinde sobası var, bekleyeni var diye düşünürken; "Senin evinde de Allah ve Resul'ü var!" buyurdular."
Düzce'de hep yemeklerini kendisi yapmış, bulaşıklarını yıkamış, sobasını yakmış, çamaşırlarını yıkamıştır. Gelen tüm misafirleri ile kendisi ilgilenir, ikramlarını bizzat kendileri hazırlar, kendileri doldurur ve ikram ederlerdi. Bu hususta da; "Allah-u Teâlâ bize acımış, yıllarca yalnız yaşatmış, yoksa kadın, çoluk-çocuk fitnedir. Kitap okuyamazsın, ibadet yapamazsın. Bunlar olsaydı bunca kitap husule gelmezdi." buyurmuştur. Bir keresinde bir bayram günü bir arkadaşı yardımına gelmiş öğlene kadar ziyaretçilere; koku, şeker ya da şerbet ikram ettikten sonra yorulmuş. "Buna akıl sır ermez, biz şurada hemen yorulduk!" demiştir.
Bu hâlini gören Efendi Hazretlerimiz:
"Efendim! Bizim bütün ömrümüz böyle geçti!" buyurmuşlardır.
"Hayatınız çok ibtilâlı geçti!" denilmesi üzerine şöyle buyurmuşlardı:
"Elhamdülillâh. Bunu fakir şöyle tarif eder:
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- "İbtilânın belli başlı menzili oldum, nereden kopsa beni bulur!" buyuruyorlar.
Elhamdülillâh. Allah-u Teâlâ oradakini fakire çevirmiş. Nereden kopsa bulur. Sonra ibtilâ rızık gibi ezelden taksim edilmiştir. Bitecek, atacak. Bunlar hep esrâr-ı İlâhi'ye, ama lütuf. Sana lütfunu yerleştirecek ki o sermayeyle iş göresin. Mahlûka ait hiçbir şey yok. Fakat insan zanneder ki kendisinin yaptığını. Burada işte aldandığı yer burası. Ben, ben, ben! Davul çalar gibi çalar amma sesi duyulur fakat içerde hiçbir şey olmaz."
Ömrü hep uykusuz ve fakat ibadetle geçmiş olduğundan vücut yorgundu. Sevenleri etrafında pervane olmak isterken o seneler senesi yalnız yaşadı. Kendi işini kendisi görürdü. Kimseye yük olmadı, azmi ve dirayeti, cesareti her şeyin fevkinde idi.
Adapazarı vakıf binasına geçtiklerinde dahi vakfın çorbasını içmediler. Halbuki aşçılar vardı.
Bu konuda şöyle buyurmuşlardı:
"Kalemle mücadele etmeye vazifeliyim. Benim için can ve mal, böyle bir şey düşünülmez. Bu yol Allah yoludur.
Her zaman arzettiğim gibi, vakıfta oturuyorum, vakfın yemeğini bile yemiyorum. Buranın yemeği helâldir. Bütün masrafımı kendim yaparım. Kendi çamaşırımı kendim yıkarım. Kendi ütümü kendim yaparım. Kendi yemeğimi kendim yaparım. Aşağıda aşcı var. Hayır! Ben iyi bir numune olmaya çalışıyorum. Ve şöyle niyazım var; Allah'ım bana kuru ekmeği sevdir, fakat kitaplardan 40 parayı nasip etme... Emrolunduğum vazifeyi yapmak zorundayım."
Tasavvuf'a intisabı ile beraber başlayan ahirete intikaline kadar geçen yetmiş yıla yakın hep takibat altında kalmış, taciz edilmiştir. Sevenleri de bu sıkıntılara uğramışlardır. Bilhassa, gerek ihtilâllerde, gerek muhtıralarda çok sıkıntılar çekmiş, sıkıyönetim mahkemelerinde de yargılanmıştır.
1980 ihtilâlinde ifadesini almak için görevini yerine getiren ve daha sonra ihvanı olan bir kardeşimizin o döneme ait bir hatırasını arz edelim:
"12 Eylül 1980 ihtilalinde Bolu Komando Tugayı'nda, sıkıyönetim harekât ve istihbarat kısmının sorumlusu Astsubay olarak görev yaptım. 1981 yılı başlarında Efendi Hazretleri hakkında Düzce'den bir ihbar mektubu gelmişti. Bu mektupta tarikat faaliyeti yürüttüğünü, tarikat şeyhi olduğunu ve ziyaretine gelip, giden çok sayıda kişi var gibi beyanlardan bahsedilmekteydi.
(O tarihte izinsiz olarak üç kişinin bir araya gelmesi suç sayılırdı.)
Bu ihbar mektubunu bir yazı ekinde, Bolu Emniyet Müdürlüğü'ne gereği yapılmak üzere gönderdim. (O tarihte Düzce ilçe idi ve Bolu iline bağlıydı.) Bu yazımız üzerine Polis yaptığı tahkikatını bize iki sayfalık bir rapor hazırlayıp göndermişti. Raporda yazılanlar özetle Efendi Hazretleri hakkında tarikat şeyhi olduğu ve Türkiye'nin çeşitli yerlerinden iki bin kadar müridinin olduğu gibi malum faaliyetler anlatılıyordu.
O zaman Tugay komutanımız rahmetli Eşref Bitlis paşaydı, kendisine sıkıyönetim ile ilgili evrakları imzalatmak için çıktığımda durumu anlattım ve polisin sadece rapor göndermekle yetindiğini, soruşturmanın derinleştirilmesi gerektiğini, (O zamanki düşünceme göre) sıkıyönetim ortamında böyle faaliyetlere izin vermemek gerektiğini beyan ettim. Bunun üzerine bana "Ne yapmak istiyorsan gerekeni yap!" dedi.
Bunun üzerine çalışma odama geldim ve bir yazı ekinde polisin raporunu soruşturmanın derinleştirilerek gerekli işlemin yapılması için Bolu Emniyet Müdürlüğü'ne tekrar gönderdim.
Gönderdim göndermesine de, ben o gece bir rüya gördüm.
Rüyâmda; yeryüzü yemyeşil çimenler ve gökyüzü açık, göz alabildiğine uçsuz bucaksız bir yerdeyim, ufukta yer ile gök birleşiyordu, başka hiçbir şey ve benden başka hiç kimse yoktu. Ayakta ellerim dua eder gibi açık halde: "Yâ Hazret-i Mevlâna!" diye üç defa yüksek sesle bağırdım. (Rüyâm devam ediyor) Rüyâmda sabah oluyor uyanıyorum, fakat kendime çok kızıyorum. "Bre günahkâr sarhoş! Sen kimsin Mevlâna kim? Senin Mevlâna ile ne işin olur?" Öyle yüce bir şahsiyeti benim gibi günahkâr bir sarhoşun anmaması gerektiğini ve buna lâyık olmadığımı, Mevlâna Hazretleri'ne saygısızlık olacağını düşünerek resmi elbiselerimi giydim evden çıkıp servis aracına bindim. Tugay'a gittim, mesaimiz başladı ve evrak imzalatmak için kurmay başkanımız Kurmay Yarbay Akan Akay'a çıktım. O evrakları imzalarken kendisine: "Komutanım! Ben bu gece rüyâmda üç defa: 'Yâ Hazret-i Mevlâna!' diye bağırdım, amma Mevlâna'yı göremedim." dedim. O da bana: "Göreceksin, göreceksin, göreceksin!" diye karşılık verdi ve uyandım.
Uyandığımda sabah olmuştu. Hemen kalktım, amma rüyamdaki kızgınlığım bütün şiddetiyle devam ediyordu. Kendi kendime Mevlâna Hazretleri'ne bir saygısızlık içindeymişim gibi bir pişmanlık duyuyordum. Rüyânın etkisi ile şaşkınlık içindeydim.
(Kendi kendime rüyâmın yorumunu şu anlatacağım olaya yormuştum. Bolu'da Diyanet'e bağlı bir yatılı okul vardı bu okulda çeşitli yerlerden gelen imamlar bir yıl kadar kurs gibi bir öğretim görüyorlardı. Oradaki bir imam öğrenci İran'da birilerine mektup yazıp, Türkiye hakkında karalayıcı propaganda yapıyor. Bu mektubu Milli İstihbarat ele geçirmiş ve sıkıyönetim komutanlığı olarak bize gereği yapılmak üzere göndermişti. O gün akşam yatsı vaktine yakın bir saatte bu okula bir baskın yapıp arama yaptık ve o şahsı gözaltına almıştık. O gece de bu rüyâyı görünce, rüyâmı bu olaya yordum ve "Öğrencilere haksızlık mı ettik acaba?" diye düşünmüştüm.)
Rüyâ gördükten tam üç gün sonra Bolu Emniyet Müdürlüğü ekipleri Efendi Hazretleri'ni Sıkıyönetim komutanlığına getirmek üzere gözaltına almışlar, evinde bulunan birkaç kitabı da yanlarına alıp akşam saat 10.00 - 11.00 sıralarında Bolu Emniyet Müdürlüğü'ne getirmişler. Bolu Emniyet Müdürlüğü'nde nöbetçi Emniyet amiri Efendi Hazretleri'ni makam odasına alıp, sabaha kadar sohbet etmişler. (Emniyet amiri Rize-Hemşinli idi, ismini hatırlamıyorum. Sonradan birlikte birkaç defa Efendi Hazretleri'ne ziyarete gitmiştik.) Sabah olunca erkenden Efendi Hazretleri'ni Komando Tugayı'na getirip nöbetçi amirliğine teslim etmişler.
Sabah Tugay'a vardığımda nöbetçi âmiri olan bir subay bana polislerin iki sakallı şahıs getirdiğini ve aşağıdaki odada olduklarını söyledi. Gelenlerin üç gün önce haklarında işlem yapılmak üzere polise gönderdiğim yazıda bahsedilen tarikat şeyhi olduğunu anlamıştım. "Tamam!" dedim. (Zemin katta gelen şahısların konduğu sıkıyönetime ait iki ranza yataklı bir oda vardı) Hemen aşağıya indim ve Efendi Hazretleri'nin kaldığı odaya girdim. Efendi Hazretleri'ni ilk defa orada gördüm. Yanında bir şahıs daha vardı, ben o şahsın kim olduğunu hâlâ bilmiyorum. Ayağa kalktı ve ilk sözü şu oldu:
"Efendim, biz Allah ve Resul'ü deriz, başka hiçbir gayemiz yoktur!"
Efendi Hazretleri'ni görünce bir anda içim kaynamıştı, nur yüzlü ve güler yüzlü biriydi. "Buyurun oturun efendim" dedim. Oturduktan sonra ben kendisine tarikat faaliyetlerinin zararlı olduğunu beyan ettiğimde, kendisi tekrar güler yüzle aynı sözleri tekrarladı:
"Efendim, biz Allah ve Resul'ü deriz, başka hiçbir gayemiz yoktur!"
Ben de kendisine tarikat faaliyetlerinin zararlı olduğuna dair elimizde bilgiler olduğunu beyan ettim ve: "Bunu size göstereceğim." dedim, odadan çıktım. Ülkemizi tehdit eden iç ve dış güçleri anlatan bir döküman vardı. Sanki bir delil olacakmış gibi bu dökümanı inceledim. Bugünkü tüm bölücülerin, zararlı faaliyetler içinde olduklarından bahsediliyordu. Fakat Nakşibendî tarikatı hakkında hiçbir bilgi ve delil olacak bir şey de yoktu. Tekrar Efendi Hazretleri'nin kaldığı odaya geldim ve: "Siz haklısınız, o evrakta tarikatlardan bahsetmiyor efendim" dedim.
Bunun üzerine bana dedi ki;
"Efendim bir rüyânız var mı?" diye sordu.
Ben de yukarıda arz ettiğim rüyâmı kendisine anlattım.
Rüyâmı dinledikten sonra buyurdular ki:
"Efendim, Mevlâna demek efendi demek, siz mânevi bir efendi ile karşılaşacaksınız. Fakat bu komutanın sayesinde olacak." dedi.
Ben de: "Allah, Allah! Bu mânevi şahıs kimmiş acaba?" dedim. Efendi Hazretleri sadece tebessüm etti, cevap vermedi. Bunun üzerine ben kendilerine: "Efendim buyurun yukarı çıkalım!" dedim ve yanındaki şahıs ile birlikte çalışma odama çıktık. Ben kendilerine bir şeyler ikram etmek istedim, kabul etmedi, teşekkür etti. Israrlarım karşısında; "O zaman açık bir çay içeyim" dedi ve gelen çayın da yarısını içti öylece bıraktı.
Benim, Efendi Hazretleri'ne karşı içimde bir muhabbet uyanmıştı ve sohbete başladık. Kendisine sorular soruyordum ve çok güzel cevaplar alıyordum, öyle ki kendisini hiç bırakmadan konuşup sohbet etmek istiyordum. Odamızın kapısı açık duruyordu, kapı önünden geçen subay ve astsubaylar merakla bize bakıp geçiyorlar, fakat içeri giremiyorlar, koridorda dolaşıp duruyorlardı. Bu arada saatler geçiyordu. Biz sohbetimize devam ediyorduk, bir ara şube müdürüm olan Binbaşı Kemal S. odamızın kapısına gelerek işaretle beni dışarıya yanına çağırdı, (o bile odamıza giremiyordu) yanına vardım, dedi ki; "Ben komutana imza için çıkıyorum, bu şahıslar hakkında ne yapacaksın?" dedi.
Ben de; "Bunların herhangi bir suçu yok, bırakacağım." dedim. Binbaşı Kemal S. evrakları imzalatırken durumu komutanımız Eşref Bitlis Paşa'ya aktarınca, Komutan: "Tembih edin! Toplantı yapmasınlar ve bırakın gitsinler." demiş. İmza sonrası şube müdürüm Binbaşı Kemal S. komutanın talimatını bana söyleyip: "Gönder gitsinler!" dedi.
Ben de: "Tamam gönderirim." dedim. Fakat Efendi Hazretleri ile sohbetimiz bana çok hoş geliyordu ve göndermeye hiç de niyetim yoktu, ne kadar çok konuşursam benim için ayrı bir haz duymama vesile oluyordu.
Sohbetimizden hatırımda kalanlar şöyle idi:
"Şeriat hakkında ne düşünürsünüz?" dedim. Şöyle buyurdu:
"Efendim şeriat nasip meselesidir, Cenâb-ı Allah bu millete şeriatı nasip etmişse sizin ordularınız sokaklara dökülse engel olamazsınız. Cenâb-ı Allah bu millete şeriatı nasip etmemiş ise bu millet sokaklara dökülse şeriat gelmez." dedi ve devamla;
"Efendim, şeriatın yüzde doksan sekizi kişinin kendisini ilgilendirir, yüzde ikisi devleti ilgilendirir. Siz önce yüzde doksan sekizini yapın ki geri kalan yüzde ikisini isteyebilesiniz."
Bir ara Binbaşı kapı önüne gelerek işaretle Efendi Hazretleri'ni göndermemi istedi. Ben de işaretle: "Hayır!" dedim ve daha geniş başka bir çalışma odamız vardı, oraya geçtik. Sohbetimize devam ediyorduk ve Efendi Hazretleri'nin çok temiz bir zât ve duâsı makbul biri olduğunu düşünüyordum. Efendi Hazretleri gelmeden iki ay önce ben bir trafik kazası geçirmiştim. Aldığım yaralar sebebiyle yüzümde, dudaklarım ve çenemde hasar oluşmuştu ve şekil bozukluğu vardı. Efendi Hazretleri'nin elleri ile hasar olan yüzümdeki yerlere duâ ederek sürse iyileşeceğimi düşünmeye başladım. Bu düşüncemi kendisine söylemeye birkaç defa niyetlendim. Fakat aynı yukarıda anlattığım rüyâmdaki kızgınlık gibi kendi kendime kızarak, günahkâr biri olduğumu, böyle temiz bir zâtın duâsını hak etmediğimi ve bunun istismar olacağını düşünerek bu isteğimi Efendi Hazretleri'ne söyleyemedim.
Sohbetimize devam ediyorduk.
Ruh ve madde ile ilgili kitaplar okuduğumu, terapi, hipnoz, özellikle ruhu bedenden ayırma konusuna çalıştığımı anlattım.
Bu konuda ne düşündüğünü sorduğumda;
"Bu işleri bırakmamı söyledi. Bu yolla yapacağınız her şeyin istidraç olacağını ve Allah'ın rızasının olmayacağını söyledi. Dini yaşayıp, Allah'a yönelmemi söyledi ve Allah dilerse bu gibi özellikleri verir, o zaman burada Allah'ın rızâsı vardır. Allah'ın rızâsının kazanılması ancak İslâm dinini yaşamak ile mümkün olacağını söyledi ve: Allah'ın öyle kulları vardır ki devenin hendeği atladığı gibi şu kapıdan çıkıp bir adım atar ve dilediği yerde olur. Başka türlü yollardan elde edilerek keramet gösterse, hatta gökte uçsa bile itibar edilmez. Çünkü Allah'ın rızâsı yoktur." dedi.
Bu arada öğle vakti olmuş ve yemek saatimiz gelmişti. Efendi Hazretleri ve yanındaki şahıs ile birlikte yemek için yemekhaneye gittik. İçeride bir masaya hep birlikte oturduk. Herkes merakla bize bakıyordu ve önümüze yemekler geldi. Ben yemeğe başladım, fakat Efendi Hazretleri ve yanındaki şahıs yemiyorlardı. Kendilerine; "Buyurun!" diyerek, yemeklerini yemelerini söyledim. Bana yemek istemediklerini söylediler. Ben de: "Olur mu efendim, geceden beri açsınız, yemeğinizi yiyin!" dedim.
Bana:"Efendim biz kendi kestiğimiz veya emin olduğumuz birinin kestiği hayvanların etini yeriz, Besmele çekilmeden kesilen hayvanların etini yemeyiz. Besmele çekildiğinden emin olmaz isek yemeyiz. Biz hemşiremizin evinde dahi yemek yemeyiz." buyurunca bir daha hiç üstelemedim, çünkü kendisinin çok inceliklere dikkat eden bir müslüman olduğunu idrak ettim. Ben yemeğimi yedim ve "Buyurun efendim gidelim!" dedim. Yemekhaneden dışarı çıkınca Efendi Hazretleri'ne dedim ki:
"Efendim! Benim karşılaşacağım mânevi Efendi siz olmayasınız?" (Çünkü sabahtan beri konuşmamız ve yemekhanede geçen hadise beni böyle düşünmeye sevk etmişti.)
Buyurdu ki:"Efendim aslında böyle şeyler söylenmez, bizim annemiz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in soyundan gelir, babamız ise Yugoslavya Türklerindendir. Bizim adresimiz sizde mevcut, siz Düzce'ye de sık sık geliyorsunuz, Düzce'ye geldikçe bize uğrayın efendim." dedi.
(Benim Düzce'ye sık geldiğimi nerden bilmişti?)
Sıkıyönetim hizmetlerinde kullanmak üzere Yol Su Elektrik Kurumu'na ait pikap ve şoförü benim emrimde idi. Doğruca bu aracın yanına kadar vardık. Efendim sizi Düzce garajına bırakalım oradan gidersiniz dedim. "Hayır, biz gideriz efendim!" dedi. Fakat hava çok soğuk ve karlı idi, bu durumda yaya olarak bırakmam mümkün değildi, hava normal olsa bile böyle bir zâtı yaya göndermem söz konusu değildi. Polisler Efendi Hazretleri'ni getirirken kendisine ait bazı kitapları da getirmişler. Kitapları da aldım ve Efendi Hazretleri ile yanındaki şahsı Bolu'daki Düzce yazıhanesine bıraktım, oradan ayrılırken elini zorla öptüm (resmi elbiseli olduğum için halkın içinde elini öptürmek istememişti) ve kusura bakmamasını söyleyerek ben oradan ayrılıp Tugay'a döndüm.
Efendi Hazretleri ile ilk tanışmamız böyle oldu. Sonra Düzce'ye gittiğimde kendisini ziyaret ederdim. Ben görevim gereği iki günde bir Düzce'ye gider, gelirdim.
Efendi Hazretleri'mizin vefatına kadar geçen sürede sıkıyönetime gelişi ve bu yaşananlarla ilgili bana hiçbir şey sormadı. Yalnız vefatından kısa bir zaman önce en son görüşmemizde ellerini öptüm, buyur etti oturdum, hâl hatır sorduktan sonra rahatsız olduğundan hemen kalkmak için müsaade istedim.
"Otur be yahu!" buyurdular.
Biraz sonra;
"Efendim Mevlâna'yı hatırlıyor musun?" diye sordular.
Gözlerim doldu ve "Evet efendim" dedim. 30 yıl evvel 1980 ihtilâli sırasında Bolu Sıkıyönetim Komutanlığı'na geldiğinde arz ettiğim rüyâmı bana ilk kez hatırlattılar ve bu son görüşmemiz oldu."
Aynı kardeşimizin diğer bir hatırası:
"1981 veya 1982 yılında (tarihini tam olarak hatırlamıyorum.) Donanma ve Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde görülen bir davada, sanıklardan biri Efendi Hazretlerimiz hakkında tarikat şeyhi olduğu, bu konuda kitap yazdığı gibi çeşitli suçlayıcı beyanlarda bulunarak kendisi ile ilgili davaya karıştırmak için ifade vermiş.
Bunun üzerine Donanma ve Sıkıyönetim Askeri Savcılığı Efendi Hazretlerimiz hakkında soruşturma başlatarak Düzce Emniyet Müdürlüğü'nden, Efendi Hazretleri'mizin yazdığı kitabı incelenmek üzere gönderilmesini istemiş. Sıkıyönetim Askeri Savcılığı'nın bu talebinin gereğini yapmak için, Düzce Emniyet Müdürlüğü'nün İstihbarat Şube Müdürü (Arif isimli bir emniyet amiriydi) Bolu Sıkıyönetim Komutanlığı'na gelip bize bilgi verdi.
Benim Efendi Hazretleri'mizin ziyaretine gittiğimi asker, polis herkes biliyordu ve hatta birçok kişiyi götürüp tanıtmaya çalışıyordum. İstihbarat şube müdürü bana dedi ki;
"Nuri astsubayım (Efendi Hazretlerini kast ederek) bu sefer hocanın işi zor!"
Ben de kendisine dedim ki;
"Ona hiçbir şey olmaz, ona hiç kimse bir şey yapamaz. Kitabı bende var size vereyim gönderin, hocama gidip de rahatsız etmeyin."
Düzce Emniyet Müdürlüğü'nün İstihbarat Şube Müdürü'ne, Efendi Hazretleri'nin kitabını Donanma ve Sıkıyönetim Askeri Savcılığı'na göndermesi için verdim. Efendi Hazretleri'mizin kitabı Düzce Emniyet Müdürlüğü'nce Sıkıyönetim Askeri Savcılığı'na gönderildi. Aradan tahminen 3-5 ay kadar geçmişti. Sıkıyönetim Askeri savcılığı soruşturmayı tamamlamış ve "KOVUŞTURMAYA YER OLMADIĞINA" karar vermiş. Bu kararı Bolu sıkıyönetimi olarak bize ve bir nüsha da Efendi Hazretleri'mize göndermişler.
Kovuşturmaya yer olmadığı kararının gerekçesinde hatırladığım kadar şu cümleler çok önemliydi.
"BU ZÂTIN KİTAPLARININ DEĞİL YASAKLANMASI, BİZZAT OKUTULMASININ TAVSİYE EDİLMESİ VATANIMIZ VE MİLLETİMİZ İÇİN FAYDALI OLACAĞI KANAATINA VARILMIŞTIR" denilmekteydi.
Efendi Hazretlerimiz bu karar yazısını almış ve hiç açmamış. Nihayet hafta sonu ziyarete gelenlere, Efendi Hazretleri; "Bize bir zarf geldi, şurada duruyordu, bu neymiş bir bakınız!" diyorlar. Zarfı açıp, okutuyorlar;
"Müjde efendim sıkıyönetim Askeri Savcılığı beraat kararı vermiş" diyorlar.
Efendi Hazretlerimiz; "EFENDİM BİZ O BERAATI, O MÜJDEYİ İKİ AY ÖNCE BURSA'DAN EMİR SULTAN HAZRETLERİ'NDEN ALDIK" buyuruyor."
Hayât-ı saadetlerinde imtihan vesilesi olan birçok mevzular vardır. Bu imtihanlar birçok kişinin dökülmesine sebep olmuş, "Biz denizde fırtınada boğuşurken, kenarda olan düşmüş, gözünün yaşına bakmayız!" buyurmuşlardır.
1991 yılında Adapazarı'na geldiler. Düzce'deki evlerini, eşyalarını, dükkânlarını olduğu gibi bıraktılar, sadece bir çanta ile ayrıldılar. Hatta bir kardeşimiz;
"Efendim! Orada her şeyinizi bıraktınız. Dayalı döşeli evleri, dükkânları nasıl bıraktınız?" dediğinde;
"Efendim! Zaten bırakacak değil miyim, bir gün evvel bıraktım, aklımdan bile geçmiyor." buyurmuşlardı.
Adapazarı'nda 2 ayda bir herkesin istifade edebileceği feyizli, bereketli mânevi sohbetlerine 1995 yılına kadar devam ettiler. Gelenlerden hiçbir şey talep edilmez; yerler, içerler ve giderlerdi.
İki defa göz ameliyatı, iki defa fıtık ameliyatı olmuştu. 83 yaşında böbreklerini kaybetmiş, iki yıl süren tedavi süresinde de altı-yedi ameliyat geçirmişti.
Hülâsa, hayatının her safhasında olduğu gibi son iki yılında rahatsızlığı vesilesiyle numune bir tevekkül, teslimiyet, sabır ve şükür timsaliydi.
Bu hususta da şöyle buyurmuşlardı:
"Benim gayet rahat ve müsterih bir halim var. Rahatım, memnunum. O'ndan geldiği için gayet memnunum. En küçük bir şikâyetim, sıkıntım yok. Hiç hasta gibi durmuyorum. Bu Cenâb-ı Hakk'ın verdiği azametten geliyor. Bunun için hasta olduğuma kimse inanmıyor. Dışarıdan öyle görünüyor. Ne büyük lütuf elhamdülillâh. O karışıyor işe..."
"Takdir böyleymiş diyorum, üzülmüyorum. Memnunum, müteessir değilim. Buna şükür. Ne demek bu? Hep şükür, hep şükür, ibtilâdayız, imtihandayız, hep şükür, hep şükür, sonsuz şükür...
Buna rütbe-i bâlâ denir. Yani Hakk'tan gelen rütbe denir. Hazret-i Allah'ın rütbesi bu şekildedir. Kimse görmez. O, rütbeyi takar, o rütbeyle O'na gidersin. Allah-u Teâlâ'nın rütbesidir."
Bir ömür ki hep iman ile, cihad ile, hizmet ile geçti.
Bir ömür ki hep ibtilâ ile, imtihan ile, çile ile geçti.
1997'nin o çalkantılı, muzayakalı zamanlarında da Zât-ı âlileri ve kurucu olduğu vakıf için tahkikatlar yapılmış, hatta vakfa kapatma davası açılmıştı. Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla vakıf mahkeme kararıyla aklanmıştı.
Yakınlarının üzüntüleri, emanet-i ilâhi'nin hassasiyetin verdiği üzüntüler... Çünkü o birini sevdiği zaman Allah için sever, o birine buğzettiği zaman Allah için buğzederdi. Hakk'tan emir alır, hakikati söylerdi. Çünkü onun tek derdi vardı; Din-i mübin'di, İslâm idi.
Bu süreçte gerçekten büyük sıkıntı yaşadılar. İbtilâların yanında Din-i İslâm'ın müdafaası için mücadele ettiği bölücü gruplar; Süleymancısı, Narcısı, Refahçısı, Zât-ı âlileri'ni mahkemeye verdiler. Hatta; "Dini nikâha, İslâm nikâhına gerek yok!" dediği için eski diyanet işleri başkanına da ağır bir yazıyla ikaz ettiğinden hakkında dava açılmıştı.
Vazifesini yaparken yakınım deyip yaklaştıktan sonra gazete ve dergilere kadar gidip iftira atanlar oldu, bunlar onu çok üzse de hep tevekkel idiler.
Röportaj vermediği halde, gazetelerde; organ nakli mevzu bahanesiyle komplo kurdular, kendisini kamuoyunda küçük düşürmeye çalıştılar, ardından adli takibatla mahkemelere gitmesine sebep oldular.
Ve nihayet bütün bu davalardan, iftiralardan Hazret-i Allah onu haklı çıkarıp aklayınca, hain tezgâh ile onu ve yolunu karalamaya çalıştılar. İsmini gayri meşru oluşumların içine sokmaya çalıştılar. Bu dönemde de gittiği yerlere, hastanelere kadar kendilerini de yakınlarını da takip ettiler. Çok üzdüler, çok rahatsız ettiler, çok eziyet ettiler.
Vakfın etrafına kameralar koydular, gelen gideni izlediler. Çok taciz ettiler, çile çektirdiler. O ise hiç metanetini kaybetmedi. Sabır ve sükût halini hiç bozmadı, Hazret-i Allah'a tevekkül etti.
Kendisinin böyle gayr-i kanuni yapılarla işinin olmadığını biz biliyorduk ve Zât-ı âlileri ahirete irtihal ettikten sonra Zât-ı âlileri'nin de, yakınlarının, sevenlerinin de takibata uğradığı, telefonlarının dinlendiğini öğrendik. Nihayet böyle oluşumlarla ilgisi olmadığı yargı makamları tarafından ilân edildi, ama o da üzüldüğüyle, üzüntüsüyle gitti.
Hiç kimseden korkmadan ve çekinmeden hakikati neşreder, Ümmet-i Muhammed'i tenvir eder, fitne ve fesadın sönmesi için can pahasına çalışır, "Allah uğrunda, Allah yolunda bir değil, bin canım olsa fedadır!" derlerdi.
O kendisine Hazret-i Resulullah'ı numune, Hazret-i Kur'an'ı düstur edinmişti. Bütün ömrünü Allah için, Allah yolunda, Allah rızâsı için geçirmişti.
Her zaman kendilerini gizlemişler, şöhretten kaçmışlar, nam, makam için değil Hazret-i Allah ve Resululullah için çalışmışlar, hiçbir kimsenin kınamasından çekinmeden yalnız ve yalnız doğru olanı, bildirileni, mânevi olarak işaret edilenleri duyurmaya gayret göstermişlerdir. Din-i İslâm'ın ilk tazeliğini, Asr-ı saâdet devrinin yaşanmasını tüm hayatı boyunca sağlamaya çalışarak, etraflarına numune olmuşlar ve gelenlere yalnız Allah ve Resul'ünün sevgisini doldurarak, gerçek bir mümin, örnek bir müslüman, numune bir insan olmalarına gayret ederek irşad etmişlerdir. Beşeriyetin istifadesi için mübarek dillerinden dökülen sohbetleriyle gönüllere ışık saçıp yol göstermişler, eserler neşrederek Ümmet-i Muhammed'i tenvir etmişlerdir.
...
Hazret-i Allah Hadis-i kudsî'de Yahya Aleyhisselâm'a vahyederek şöyle buyurmuştur:
"İzzet ve Celâl'ime yemin ederim; ben onu öyle bir gönderişle göndereceğim ki, Nebi'ler ve Resul'ler dahi ona gıpta edecekler!" ("el-Muhabbe li'l-Muhâsibî"; s. 23)
Gıpta etmelerinin sebebi ve hikmeti; onu Allah-u Teâlâ gönderdiği için, irşadını O yaydığı için, bu nuru bütün dünyaya O sirayet ettirdiği içindir.
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ-i Muğrib fî Marifeti Hatmü'l-Evliyâ" isimli eserinde Kur'an-ı kerim'in Nisâ sûresindeki bazı Âyet-i kerime'lerde onun hakkında şöyle buyurulduğuna işaret ediyor:
"Etkili ve keskin bir uyarı için geleceği, öteden beri sürüp geleni (dini) parça parça böldürmeyeceği ve onun (Hâtem-i veli'nin) mertebesinin ve yerinin (makamının) selim akıllılar için apaçık ortada olduğuna dâir dört âyet vardır."
Hazret-i Allah âhir zamanda, bu karanlık devirde göndermiş. Hâtem kılmış; Evliyâullah Hazerâtı onun hakkında kitaplar yazmış, ifşaatlarda bulunmuş, yolunu, eserlerini, icraatlarını anlatmışlar, hatta asırlar evvel hakkında talebelerine dersler vermişlerdir. Bir lütuf ki Hazret-i Allah'ın ikramı, ihsanıdır. Âhir zamanda gönderdiği hediye-i İlâhi'sidir...
Bugün öyle şeyler cereyan ediyor ki, bu iftiracıların dışındaki hemen herkes "Ne kadar doğru söylüyormuş" diyerek hayret ve taaccüblerini ortaya koyuyorlar. Hiç tanımadığımız kişiler bize gelip"Meğer bugüne kadar yaptığınız neşriyatlar ne kadar doğru imiş." diyor.
Bunu bize itiraf etmeyin. Kendi kendinize hayıflanın. Çünkü bunlar bizim beyanlarımız değildi. Muhterem Ömer Öngüt'ün -kuddise sırruh- şahsî fikirleri de değildi. O Allah ve Resul'ünün hükmünü ortaya koyuyordu. "Bize maletmeyin." diyordu.
O Zât-ı âli Hazret-i Allah ve Resul'ünün hükümlerini ortaya serdiğinde "Müslümanım" diyen her fert "İşittik iman ettik" demiş olsaydı bugün bu kadar sıkıntı yaşanmazdı. O zamanki imanın kıymeti de ona göre olurdu.
O Zât-ı âli'nin verdiği cevaplara ve yayınladığı ifşaatlara rağmen bu iftiralara destek çıkanlar, bugün"Ne kadar yanılmışız" diyerek hatalarını itiraf etmeye başladılar. İçinde yaşadığımız günler bu Zât-ı âli'nin haklılığını ortaya koydu. Hazret-i Allah bu iftiracıların içyüzünü ortaya serdi. Bu zâtın suçsuzluğu yargı kararları ile tescillendi.
Hazret-i Allah'a sonsuz hamd-ü senalar ederiz, Habib'ine nâmütenâhi salat ve selâmlar ederiz. Zira o nuru iftiralarıyla lekelemek istediler fakat Hazret-i Allah akladı. Nur, nâr ile örtülemez, temiz pislik ile kirletilemez. Güneş balçıkla sıvanmaz.
"Çek elini ey dil-i siyah,
Püf demekle hiç söner mi, meş'ale-i nûr-i ilâh."
Bütün tuzakları kendi başlarına döndü.
Zira o Hazret-i Allah'ın sevgilisi idi, ona düşmanlık edenler Hazret-i Allah'a harp ilân ettiklerini bilmiyorlar ya da bilmek istemiyorlardı.
Nitekim Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmuştur:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim." (Buharî. Tecrid-i Sarih: 2042)
Bu âli zâta düşmanlık edenlerin, iftira atanların her birisi ne durumlara düştü, daha da başlarına gelecekleri Allah bilir. Çünkü Hazret-i Allah'ın mahrem-i esrarı olan Evliyâullah Hazerâtı'na düşmanlık edenler, iftira ile yalan ile incitip üzenler Hazret-i Allah'a harp açtıklarını bilsinler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunları tarif ederken bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Azîz ve Celîl olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyuruyor:
'Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.'" (Tirmizî)
Allah-u Teâlâ bunlar hakkında; bu dilleri şekerden tatlı, yumuşak ve güzel huylu görünen; ancak dinlerini dünyalığa âlet eden ve daha kötüsü gönülleri kurt gönlü gibi olanlar hakkında; "Öyle ağır bir musibet vereceğim ki aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır." buyuruyor.
Bunu Resulullah -salallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz haber veriyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kötü tuzak ancak sahibine dolanır." (Fâtır: 43)
2004 yılında Organ Nakli mevzuu Zât-ı âlileri'ni karalama kampanyasına alet edilmek istenmişti.
Şöyle ki;
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin İslâm'ı müdafaa maksadıyla yaptığı neşriyat ve "Hıristiyanları Hidayet ve Gerçek Kurtuluşa Davet" başlığı altında yayınladığı broşürlerin ülkemizde ve küfür memleketlerinde halka duyurulması bazı mahfilleri rahatsız etmiş, bu Zât-ı âlî'yi hedef göstermek isteyenler "Organ Nakli" hakkındaki eserini kullanarak kendisine komplo kurmaya çalışmışlardı. 2004 yılında Merkez Haber Ajansı'nın genel müdürü olan Savaş Ay'ın muhabirleri Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri röportaj kabul etmediği halde randevusuz olarak kendisini misafir sıfatıyla ziyarete geldiler, merak ettiklerini söyleyip hatıra kalması için resim çekmek istediklerini söylediler. "Sizde kalacaksa çek, kalmayacaksa çekme!" diye açıkça ikaz edilmelerine rağmen, organ nakli ile ilgili röportaj da vermedikleri halde çektikleri fotoğrafı 30 Kasım tarihli Sabah Gazetesi'nde "Korkunç Fetva" başlığı altında röportaj vermiş gibi yayınladılar. Bu görüşme kasete alındığı için komploları meydana çıktı, rezil oldular, tekzipler yayınlamak zorunda kaldılar. Her birisi bir yere savruldu.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri "İnsanın Yaratılışı ve Organ Nakli" isimli eserinde bu hususu şöyle ifade buyuruyorlar:
"Sahibi olduğum Hakikat Aylık İslâm Dergisi'nin 2004 yılının Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim ve Kasım sayılarında gerek misyonerlik, gerekse dış devletlerin bu maske altında yürüttükleri faaliyetler hakkında neşriyat yapılmıştır. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerifler'in nuru ile bu fitne ve fesada karşı yapılan yayınlara halkımız çok büyük teveccüh göstermiştir. Ayrıca gerek "Hıristiyanları Hidayet ve Gerçek Kurtuluşa Davet" etmek, gerekse halkımızın İslâm dininin Hıristiyanlık hakkındaki hüküm ve beyanlarını öğrenmeleri gayesiyle çok sayıda broşür basılmıştır. Ecnebi dillerine de çevrilerek Hıristiyanlara hakikati, İslâm'ın tevhid esaslarını duyurmak için çalışmalar yapılmıştır.
Akabinde "Organ Nakli" hakkındaki görüşlerimizin çarpıtılarak ve röportaj yapılmış gibi gündeme getirilmesi; bu haberlerin yukarıda ifade ettiğimiz faaliyetlerle bağlantılı olduğunu düşünmemize sebep olmuştur.
Bununla beraber bu yayınlar "Organ Nakli" hakkındaki yanlış kanaatlerin bertaraf edilmesi, konu hakkındaki İslâm hükümlerinin duyurulması gibi bir hayra vesile olmuştur.
İleride arzedeceğimiz üzere bu haber sebebiyle gazete mahkeme kararıyla tekzip yayınlamak zorunda kalmıştır." (İnsanın Yaratılışı ve Organ Nakli, s. 345-346)
Bir hikmet-i İlâhi bu haberleri yapan Merkez Haber Ajansı muhabiri Ercan Sarıkaya komşusu tarafından park mevzusundan bıçaklanmış, ölümden dönmüştü. Bu haberi yaptıran Savaş Ay da kısa süre sonra kanser olmuş ve sesini kaybetmişti...
"Hâin Tezgâh" isimli eserlerinde bu karalama kampanyasından şöyle bahsetmişlerdi:
"Bir kısım medya organlarında "Organ Nakli" hakkındaki eserimizi kullanarak bir iftira kampanyası başlatıldı. Kendilerince bizi buradan vurabileceklerini zannettiler. Röportaj vermediğimiz halde hem Sabah Gazetesi'nde hem de ATV Televizyonu'nda röportaj vermişiz gibi yaygara yaptılar.
Sonunda bu basın organlarının her biri mahkeme kararları ile tekzipler yayınlamak zorunda kaldı. Tekzip yayınlamayı gururlarına yediremediler, bu sefer de yayınladıkları tekzipleri dillerine doladılar, "Böyle âyetle hadisle tekzip mi olur?" dediler. Ancak şimdi nerede bunlar? Hepsi yerinden oldu." (Hâin Tezgâh, s. 21)
Binaenaleyh bu iftira ve karalama kampanyaları bu Zât-ı âli'nin neşrettiği hakikatlere cevap veremeyenlerin kendilerini karalayarak susturmak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Kendi ifadeleri ile;
"Bu iftiralar;
"Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." (Mâide: 54)
Âyet-i kerimesi'ni düstur edindiğimiz için, hakikatleri korkmadan, çekinmeden neşrettiğimiz için oluyor."
Merkez Haber Ajansı'ndan gelen muhabirlerle yaptıkları görüşmeleri orada hazır bulunan yakınları tarafından kayda alınmıştı. Bu kayıtlar tekzip için açılan mahkemelerde yargı mercilerine arzedilmiştir. Bu gazeteciyim diyenler röportaj dedikleri görüşmenin kasetini mahkemeye arzedemedikleri için sayfa sayfa tekzip yayınlamak zorunda kaldılar.
-Nasılsınız efendim, ne âlemdesiniz, ne hâldesiniz?
-(Muhabir) Teşekkür ederim.
- Artık bizden röportaj geçmiş, yaşım seksen. Sonra bu mevzuatta birçok değişiklikler oluyor, hoşuma gitmiyor, sade hayatı yaşamayı tercih ediyorum. Sonra hakikaten bilinmesi gereken bir şey varsa, biz herşeyi açık açık yazıyoruz, hiç çekinmeden. Bunun için kitaplardan mecmualardan her istediğiniz röportajı alıp yazabilirsiniz. Fakat bizim yaşımız artık seksen. Hadise çok, işlerimiz çok. Bu gibi işler de üzücü iş oluyor. Bir gün Hürriyet'le görüşüyoruz. "Bu sözler sizde kalsın. Bu resmi madem ki istedin, basma!" Fakat peki diyor, hiçbir tanesini yapmıyor. Başka bu hususta bir arzunuz olur mu?
- (Muhabir) Ben fotoğraf çekebilir miyim?
-Efendim, yaymazsanız istediğiniz kadar çekin. Daha doğrusu şöyle arzedeyim. Ben hayatta şöhretten çok kaçarım. Çünkü Resulullah Efendimiz buyururlar ki:"Şöhret âfâttır." Hiçbir şey bilinmemesi, görülmemesi... Sizde kalsın. Hürriyet'e de öyle arzettik. "Sizde kalsın amma yaymayın!" O yaydı. İşte olmuyor.
-(Muhabir) Ben merak ettiğim için de gelmiştim.
-Şöhretten çok kaçınırım. Daima hükümsüz olmayı... Hatta daha birinci kitapta şöyle bir beyanımız var. "Herkesi hoş, kendini boş..." Yani Allah-u Teâlâ'nın her yarattığına değer ver, amma nefsine değer verme. Biz bu yol üzerinde yürüyoruz. Meselâ bu neşriyatı ilâhî bir lütuf olarak kabul ediyoruz. Hiçbir zaman:"Ben bu kitapları yazdım." diyemem, demem. ...
Efendim bu hususta, röportajdan başka ne isterseniz sizinle görüşebilirim. Fakat görüşebilirim diyeceğim amma, durumum elhamdülillâh şöyle. Bir mevzuâta merak ediyorum. Bakıyorum bir-iki sayfa okuyorum hemen kapatıyorum. Dimağ artık yetmiyor, çalışmıyor. Çünkü çok yüklüyüm. Şimdi çıkmış olan bu kadar kitap var.
...
Meselâ şöyle dikkat edin. Bu mecmua bir milyona mâlolur mu hiç?
-Olmaz.
-Bunu bir milyona veriyoruz, broşürü de veriyoruz. Türkiye'nin ucuna kadar da gidiliyor. Bunlar yalnız Allah için yapılıyor. Hiçbir menfaat gözetilmiyor. Ben kendim kırksekiz senelik esnafım, hiçbir şeye ihtiyacım yok. Amma bu girdaptan kurtarabilir miyim, hem kendimi hem yandaşlarımı kurtarabilir miyim? Daha doğrusu iki gayemiz var bizim. İman ve vatan. Anlatabildik mi? Çünkü ben vatanın ne olduğunu çok iyi biliyorum. Bunun sebebi ben Yugoslavya'da doğdum. O bayrak var ya, siz bayrağın şerefini bilmezsiniz, çünkü bu bayrak altında büyüdünüz. Anladınız mı? Bayrağın şerefini bilmezsiniz. Amma yabancı bir bayrak altında büyüseydiniz o zaman bayrağınızın kıymetini bilirdiniz. Ben bunu çok iyi bildiğim için... Ben aslen Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat Efendimiz'in aslındanım, Medine-i münevvere'denim. Orada kalabilirdim. Hatta 52'de kalmaya da gittim ve fakat baktım ki oranın halkı Resulullah Efendimiz'e karşı çok lâubali. "Ben lâubâli yaşamaktansa hasretle yaşayayım daha hayırlı." dedim, buraya geldim.
Sonra bir zaman... Hacı Sami efendiyi tanır mısınız? O zât-ı muhterem'in damadı vardı Ömer Kirazoğlu, o Suûdî Arabistan'ın baş mühendisi idi. Hatta Kıbleteyn'i o yapmıştı. Birgün ona orada bir kitap verdik. Şöyle dedi:"Allah-u Teâlâ Vetekaddes Hazretleri sizin kitabınızı kapatmayacak, kıyamete kadar açık kalacak." dedi. "Sen ne yapıyorsun?" diye sorduk. "Makale yazıyorum, kendimi aldatıyorum!" , yani kendimi kandırıyorum diyor. Çok muhterem bir zâttı, Allah'ım nur etsin, çok güzel bir insandı.
Onun için gaye rızâ. Allah'ım rızâsından ayırmasın.
Arzettiğimiz gibi iki gayemiz var: İman ve vatan.
Ve bütün kitaplara bakın bunu bulursunuz.
....
Efendim hususi bir arzularınız var mı?
-Fotoğraf ricâ ediyor efendim.
-Sizde kalacaksa çek, kalmayacaksa çekme. Çünkü hayatta şöhretten kaçarım. Niçin? Size bir şey söyleyeyim. İnsanın yaratılışı bir damla kerih su. O bir damla kerih suyu bu hâle getiren Hâlik-ı Azîmüşân'dır. Binaenaleyh benim aslım bu, üzerimdeki varlık O'na âittir. O'nunla O'na mı tefahür edeceksin be kardeş? Anladınız mı? Neyin var ki neyinle tefahür ediyorsun. Onun için hayat boyunca şöhretten çok kaçarız. Çünkü büyüklük Hazret-i Allah'a mahsustur, başka büyük yok.
Siz de kalacaksa çekin, sizde kalmayacaksa çekmeyin. Çünkü dediğim gibi gazeteye koymayın, şöhretten çok kaçıyorum.
...
Hususi bir arzunuz var mı?
--(Muhabir) Sadece bir şeyi merak ettim, gideceğim. Organ bağışı yapmak dinen câiz değil mi?
-Efendim ben şimdi size kısa bir şey söyleyeyim. Bütün yaratıklar bir yana olsa, Hazret-i Allah'ın emri esastır. Mahlûkun hükmü yoktur. Biz Allah'tan korktuğumuz için Âyet-i kerime Hadis-i şerif, Âyet-i kerime Hadis-i şerif, Âyet-i kerime Hadis-i şerif... Hiç lâf konuşmayız biz. Onun için lâf konuşanlara da meydan vermeyiz.
--(Muhabir) Allah râzı olsun.
-Ben Allah'tan korkarım, çünkü ben huzur-u ilâhî'ye çıkacağım, beni hiç kimse kurtaramaz.
--(Muhabir) Müsaadenizle efendim.
-Peki yavrum, Allah'a emanet olun. Efendim, Hakk'a emanet olun, Allah selâmet versin, güle güle yavrum.
•
İşte görüyorsunuz organ nakli ile ilgili tek kelam etmediği halde nasıl da çarpıtmışlar. Nasıl bir tezgâh kurmuşlar.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, Hazret-i Allah'ın sevip seçtiği, ilminden ilim verdiği, vazifedar kıldığı büyük bir Zât-ı âli idi. İrşad ile geçen ömr-ü saadetlerinde "İman" ve "İslâm" hakikatlerini, Hazret-i Allah'tan gelen maneviyat ilmini; neşrettiği eserleri ile Ümmet-i Muhammed'in istifadesine arzetti. ("Kalblerin Anahtarı" isimli 39 ciltten müteşekkil külliyatı aynı zamanda Kur'an-ı kerim tefsiri mahiyetindedir.)
Bu meyanda -Hazret-i Allah'ın vazifedar kılmasıyla- âhir zaman fitneleriyle de mücadele etti. Bu fitneleri çıkartanların içyüzünü ortaya koyan eserler neşretti. İslâm binasını yıkmaya çalışanlarla mücadele etti.
Bu mücadele sebebiyle iç ve dış düşmanlıklara maruz kaldı, kendisine cevap veremeyenler onu yalan ve iftiralarla karalamaya çalıştılar. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin karşısına çıkamadıkları için, iftira ile bu Zât-ı âlî'yi susturmak istediler.
Hazret-i Allah'ın biricik Habibi Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e de vazifesini yaparken birçok iftiralar atılmış, değişik suikast ve tertipler yapılmıştı.
Onun vekiline de bunlar reva görüldü. Fakat Hazret-i Allah ne murat ederse o olur.
Bu Zât-ı âli başkaları gibi menfaat çarkı ve saltanat düzeni kurmak istemiş olsaydı en âlâsını yapabilirdi. Ancak o, zerre menfaate tevessül etmedi, hatta düşmanlık celbetme pahasına Allah-u Teâlâ'nın hükmünü tebliğ etti. Saltanat ve menfaat peşinde koşanları ifşa etti.
Allah-u Teâlâ'nın dini uğrundaki bu gayreti sebebiyle takdir edip, hakikate tâbi olması gerekenler İslâm dini'nin hükümlerine tâbi olmak yerine kendi düzenlerini devam ettirmeyi tercih ettiler, Bu zâta düşmanlık beslediler, iftira attılar, tuzak kurmaya çalıştılar.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ni, hâin bir tezgâhla, yalan ve iftiralarla "Birilerinin adamı, elemanı" , "Gayr-i kanuni maksatlar için kullanılabilecek bir kimse" olarak göstermeye çalışmışlar, ona ve yakınlarına büyük tuzak kurmuşlardı. Gayeleri hem fitne ve huzursuzluk çıkarmak, hem de bu mübarek zâttan, yazdıklarından dolayı intikam almaktı.
85 yaşında ömrünü müslümanların irşadına adamış; hiçbir dünyevî maksadı olmayan; hiçbir menfaate tevessül etmeyen; iman ve vatan için mücadele eden; ömrü iman ve İslâm uğrunda eser neşretmekle geçen; Allah-u Teâlâ'nın hükmünü yaşamakta ve yaşatmakta büyük bir âzim ve irade sahibi olan; Hazret-i Allah'a, Resulullah Aleyhisselâm'a, Hazret-i Kur'an'a karşı beşer takatinin ötesinde bir hürmet ve edep hali yaşayan bir zâta tuzak kurmaya çalışanlar, böyle bir iftira atanlar aslında en büyük zararı kendilerine verdiklerinin farkında değillerdi.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Kötü tuzaklar kuranlar, Allah'ın kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden veya kendilerine hiç ummadıkları bir yerden azabın gelmeyeceğinden emin mi oldular?" (Nahl: 45)
"Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çok şiddetli bir azap vardır ve onların kurdukları tuzaklar da mutlaka boşa çıkacaktır." (Fâtır: 10)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri haklarındaki iftiralara Hakikat Dergisi' nin Temmuz 2009 tarihli sayısında cevap verdiler. Bu iftiranın içyüzünü, bu iftiralarla hiçbir ilgisi olmadığını, bu iftiraların arkasında kimlerin olduğunu ve niçin bu iftiraların yapıldığını delilleri ile ortaya koydular.
Şöyle buyurmuşlardı:
"Bu haberi tekzip ediyorum. Kasten yapılmıştır, yalandır, yalan söylüyorlar! Gayeleri ortalığı karıştırmak, fitne ve huzursuzluk çıkarmaktır. Bu tertibin arkasındakiler, yazdığımız yazılarından dolayı bizden intikam almaya çalışıyorlar. Elbette, bundan sonra daha şiddetlisini yazacağız."
Aynı zamanda ciddi bir hukuki mücadele verdiler. Televizyonlara, gazetelere, internet sitelerine tekzip ihtarnameleri gönderildi. Yayınlamayanlar mahkemeye verildi, suç duyurularında bulunuldu. Mahkemeler televizyonların tekzip yayınlamasına karar verdi.
Daha geniş cevapları, yapılan hukuki mücadeleyi, iftiraya ortak olan yayın kuruluşlarının mahkeme kararları ile yayınlamak zorunda kaldıkları tekzipleri de içine alan "Hâin Tezgâh" isimli eserlerini 2010 yılında yayınladılar, yalan ve iftiraların içyüzünü ilân ettiler.
Kendileri bu iftiralar çıktığı zaman cevap mahiyetinde yazdıkları "Hâin Tezgâh" isimli eserinde şöyle söylemişlerdi:
"Belge diye yayınlanan kendisi mi uydurmadır, yoksa ele geçirilen bazı verilerin içine bu uydurma yalan ve iftiralar eklenerek mi servis yapılmıştır, veyahut hazırlayan mı kasıtlıdır bilmiyoruz, ancak şunu biliyoruz ki bizim hakkımızdaki iddialar katıksız iftiradır, yalandır, uydurmadır."
Bugün öğreniyoruz ki bu iftirâ ve tezgâhlar sebebiyle Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri ve yakınları gizlice soruşturulmuş, teknik, fiziki, takibe alınmış ve telefonları dinlenmiş. Mahkemelerin verdiği gizli dinleme kararları defalarca uzatılmış. Nihayet hiçbir şey bulunamadığı için "Kovuşturmaya Yer Olmadığı" na dair yargı kararları verilmiş, kanun gereği tutulan kayıtlar imha edilmiş. Gelen tebligatlarla bu durumu öğrenmiş olduk.
Bu Zât-ı âli'nin suçsuzluğu meydanda idi, yargı kararları da bu durumu tescillemiş oldu. Bu kararlar ona kurulan hâin tezgâhı, atılan iftirayı ortaya koymuş, hakikat ortaya çıkmıştır. Onun temiz, nezih ve suçsuz olduğuna dair bu kararlar vicdanları rahatlattı. Biz zaten onun tertemiz pir-ü pak olduğunu biliyorduk, çünkü temizi pis lekeleyemez. Bugün onun bu iddia ve ithamlardan aklanarak çıkması, yargı kararları ile suçsuz olduğunun tescil edilmesi; Hazret-i Allah'ın onun bu tertemiz, ulvî halini beşer de görsün diye zahir etmesidir. Zaten temizdi, şimdi tescillendi.
Buna rağmen bunca dinlemenin yapılmış olması böyle pâk bir zâtın suçlu imiş gibi mahremine riayetsizlik yapılması bizleri ziyadesiyle rencide etmiştir. Bu duruma sebep olanların, art niyetli hareket edenlerin hakkında Hazret-i Allah hükmünü hem bu dünyada hem de ahirette verecektir. Zira onun sahibi Hazret-i Allah'tır.
Nitekim bu iftirayı yapan FETÖ'nün içyüzü ve ihaneti bugün bütün açıklığı ile meydana çıktı. Hazret-i Allah bunları daha dünyada iken rezil rüsva etti. Kendilerinden olmayanları tezgâhlarla hapislere atmaya çalışıyorlardı, kendileri terör örgütü yaftası ile hapislerde çürüyorlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." (Yunus: 62)
Hadis-i kudsî'de de şöyle buyuruluyor:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim." (Buharî. Tecrid-i sarih: 2042)
Düşmanlık yapanların, bu duruma sebep olanların durumu budur. Bu büyük bir fermân-ı ilâhidir.
Ahir ömründe uydurulan yalan haberler, atılan iftiralar Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'ni çok üzmüştü, sağlık ve sıhhatine zarar vermişti. Ama o hiç metanetini kaybetmemiş, Hakk yoldan, hak bildiği davadan ayrılmamıştı. Onun gayesi Allah ve Resul'ü, davası İslâm idi.
Gazetelerde haberler ilk çıktığında Zât-ı âlileri'ne bu husus arzedilmiş ve hülâsa olarak şunları beyan buyurmuşlardı:
"Ben kimsenin adamı değilim, kimseye bağlı değilim, benim bağlılığım bir tek Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'adır. Biz yalnız ve yalnız Hazret-i Allah ve Resul'ü için çalışır ve nurunun yayılmasına gayret ederiz."
"Yaydıkları fitneye bakın bunların hangisi İslâm dini'ne sığıyor? Kasten yapılmıştır, yalandır, iftiradır. Yalan söylüyorlar, gayeleri ortalığı karıştırmak, fitne ve huzursuzluk çıkarmaktır.
Bu tertibin arkasındakiler yazdığımız yazılardan dolayı bizden intikam almaya çalışıyorlar."
"Bizim asla onlarla ilgimiz yok, yollarıyla da ilgimiz yok."
"Gayeleri ortalığı karıştırmak, kendileri kenarda kalmak."
"Bunların hangisi İslâm dini'ne sığıyor? Bunların cesareti nereden geliyor?
Cehaletlerinden ve münafıklıklarından.
Şu yaydıkları fitneye bakın.
"Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür." (Bakara: 191)
Bunlar İslâm'a yakışıyor mu? Bir müslüman bunu yapar mı? Ölmeyecek miyiz? Kabre girmeyecek miyiz? Azap görmeyecek miyiz? Şimdi küffârın perdesi altında konuşuyorlar, hakiki müslüman vatana gelir, vatanı için çalışır, ama fitne çıkarmaz. Fitne büyük günahtır, büyük azaptır. Bunlar olacak efendim;
Şeyh Esad Erbili -kuddise sırruh- Hazretleri şehit edildi, oğulları idam edildi. Efendi Hazretleri'nin hastalığı şimdi benim hastalığım, aynı üzerime geldi.
Onun için bunlar gelecek, Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz'in şehadetini düşünüyorum, niçin öldürüldü? Hem Resulullah Aleyhisselâm'ın sevgilisi, hem dünya-ahiret arkadaşı, hem damadı... Buna rağmen takdir böyleymiş diyelim...
Onların vücutları yok oluyor, ruhlarına hiçbir şey olmuyor, ebedî saadete kavuşuyorlar. Onun için üzülmemeli, takdire güzel boyun eğmeli...
Ama onların bütün gayesi bizden intikam almak..."
"Ben hiç kimseye bağlı değilim. Benim Allah'ım var, ben O'na bağlıyım, O'ndan başka kimseye tapmıyorum. Bunu çok iyi bilin!
Ey Rabbü'l-âlemin! Bizim Mevlâmız sensin! Bizi ve bize bağladıklarını Zât'ından başkasına muhtaç etme, âhirette de bizi hesaba çekme."
"Hiç kimseden ümidim yok, Rahman'dan ümit kesmiş değilim, Mâlik'in mülkünde 'Hiç'ten başka bir şey değilim." ("Hatmü'l-Evliyâ Ömer Öngüt -kuddise sırruh-", s. 359-360)
•
"Şunu çok iyi bilin ki, biz Hakk tarafından desteklenip çalışıyoruz. Bunu bir mahlûkun yapması mümkün değildir. Bize o azmi veren Hazret-i Allah'tır, bizi destekleyen Hazret-i Allah'tır, bizim yollarımızı açan Hazret-i Allah'tır. Çünkü Allah namına ortaya girmişiz. Ben bunu halk için yapmıyorum. Ben Allah'tan korkuyorum. Rabb'imi seviyorum, yolunu seviyorum.
Bu yolda biz canımızı, başımızı zaten ilk günden koymuşuz. Onun için bizim için can, mal mevzu değil. Bizim gayemiz İslâm'ın yayılması, O'nun nurunun yayılması, küfrün ortadan kalkmasıdır."
Bu Zât-ı âli'nin manevî feraset ile ilâhi nur ile kaleme alınan "Hâin Tezgâh" isimli kitabı ve buna mümasil beyanları bu kirli oyunu bozmuştur.
Hadis-i şerif'te:
"Mü'min-i kâmil'in ferasetinden korkunuz. Çünkü o Aziz ve Celil olan Allah'ın nûru ile bakar." buyuruluyor. (Münâvî)
Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez." (Fâtır: 14)
Ve bu Zât-ı âli'nin Hazret-i Allah'ın duyurması ile haber verdiği bu hakikatler bir bir bugün ortaya çıkıyor.
Hiç şüphemiz yoktu, çünkü o hem dinini hem vatanını çok severdi. Din ve vatana zarar gelmemesi için hakkı söylemekten, doğruları yazmaktan hiç çekinmezdi. Hikmet-i ilâhî onun buyurdukları, duyurdukları; kitaplarını okuyanlar, sohbetlerini takip edenler bilirler ki kendi zannı ile değil, ilhâmat-ı ilâhîye iledir, bir bir çıkmaktadır ve çıkacaktır.
Hazret-i Allah'ın nûru, nâr ile örtülemez, Hazret-i Allah'ın temizlediği pisletilemez. Güneş balçıkla sıvanmaz.
Allah-u Teâlâ'nın peygamberlerine, velilere, müminlere tuzak kurmak isteyen zâlimler güruhu her devirde olmuştur. Herkes aslının icraatını yapıyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet tattırsak, hemen âyetlerimiz hakkında bir tuzak düşünürler. De ki: Allah'ın tuzağı daha çabuktur. Şüphesiz ki kurduğunuz tuzakları elçilerimiz yazıyorlar." (Yunus: 21)
Allah-u Teâlâ yola gelmeyenleri derece derece azaba yaklaştırır ve mühlet verir ki, suçlular aslâ ceza görmeyeceklerini sanırlar. Halbuki onlar kendilerine verilen sürenin içinde bulunmaktadırlar. Sürenin bitiminde cezaları ansızın başlarına gelir.
"Resul'üm! Onların yüzünden tasalanma. Aleyhinde kurdukları tuzaklardan sıkıntı duyma." (Neml: 70)
Kötü tuzak ancak sahibini yakalar.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde müşriklerin Resulullah Aleyhisselâm'ı kimvurduya getirip ortadan kaldırma plânlarından şu şekilde söz etmektedir:
"Resul'üm! Hatırla o zamanı ki, kâfirler seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek ya da seni (Mekke'den) sürmek için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar sana tuzak kurarlarken Allah da tuzaklarını bozuyordu. Allah tuzaklara karşılık verenlerin en hayırlısıdır." (Enfâl: 30)
Allah-u Teâlâ tuzak kuranlara önce ümit verir, sonra da tuzaklarını boşa çıkarır, kendi başlarına geçirir.
Halbuki Resulullah Aleyhisselâm'ın aralarında bulunması onlar için büyük bir nimet, büyük bir rahmet idi. Hicret edince o rahmet de kalkmış oldu. Kısa bir zaman sonra cezalarını fazlasıyla buldular.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde bu hakikati açık bir şekilde beyan buyuruyor:
"Resul'üm! Onlar seni bu yerden söküp atmak için rahatsız edip dururlar. O takdirde kendileri de senden sonra yurtlarında pek az kalabilecekler." (İsrâ: 76)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile onları tehdit etti. Resulullah Aleyhisselâm'ı Mekke'den çıkarırlarsa orada çok az bir süre kalabileceklerini bildirdi. Bu apaçık bir gayb haberiydi. Nitekim öyle olmuştur. Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine yardım etmiş, azılı düşmanları Bedir savaşında helâk olmuşlar ve sonunda Mekke'nin fethini nasip buyurmuştur.
Kur'an-ı kerim'in haber verdiği bu haber de bir mucize olarak az bir zaman sonra gerçekleşmiştir.
Bu ise Allah-u Teâlâ'nın başlangıçtan beri süregelen kanunudur:
"Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimiz hakkındaki kanun da budur. Bizim kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın." (İsrâ: 77)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Kureyş müşriklerinin Resulullah Aleyhisselâm'a ve müslümanlara tuzak kurdukları gibi, onlardan önce gelmiş geçmiş kâfirlerin de peygamberlere ve inananlara tuzak kurduklarını, fakat Zât-ı akdes'inin bu tuzakları kendi başlarına geçirdiğini beyan etmektedir:
"Onlardan öncekiler de tuzak kurdular. Oysa bütün tuzaklar Allah'a âittir. Herkesin ne kazandığını O bilir. Kâfirler de bu yurdun sonunun kime âit olduğunu yakında bilecekler!" (Ra'd: 42)
Güzel sonucun kimin, kötü âkıbetin kimin olacağı yakında belli olacak.
Allah-u Teâlâ hadd-i zâtında hile ve tuzak kurmaktan münezzehdir. O'nun tuzağı Peygamber'ine ve müminlere kurulan tuzağı savuşturmak ve geçersiz kılmak içindir. Tuzak kuranların tuzağını önlemesinde müminlere hayır olduğu gibi, tuzak kuranlara haddini bildirmek, bazılarının tevbe edip o işten vazgeçmesine sebep olmak bakımından o işi yapanlar için hayırdan başka birşey değildir. İşte bundan dolayı Allah-u Teâlâ "Hayrül-mâkirîn" dir.
İbrahim Aleyhisselâm'ı tuzak kurarak ateşe atıp yakmak istemişlerdi fakat ateş yakmadı. Akarsuların gül bahçelerinin ortasına selâmetle iniverdi. Allah-u Teâlâ nârı nur eyledi.
Bütün melekler bu hadiseyi hayranlıkla seyrettiler.
Müşriklerin tuzaklarını defedecek bir gücü bulunmayan ve tek başına olan bir zâtın üzerine o esnada kudret eli müdahale etti.
"Böylece ona bir tuzak kurmak istediler, fakat biz onları daha çok hüsrana uğrattık." (Enbiyâ: 70)
Allah-u Teâlâ düzenlerini başlarına geçirdi. Bütün çalışmaları semeresiz kaldı, emekleri boşa gitti, tuzakları kendi aleyhlerine neticelendi. Dünyada rezil ve rüsvay oldukları gibi, ahirette de şiddetli azaba müstehak oldular.
"Ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz de onları alçak düşürdük." (Sâffât: 98)
İbrahim Aleyhisselâm'ın şânı yükseldi, hak üzere olduğu tezahür etmiş oldu.
Bu mübarek peygamber, Nemrut'un ateşine göğüs germek ve kimseden istimdat etmemekle bu büyük imtihanı kazanmış oldu.
İsrâiloğulları Romalılar'ın esareti altında zillet içinde yaşıyorlardı. İsa Aleyhisselâm'ın elinden o kadar parlak mucizeleri gördükleri hâlde, dâvetine icabet etmediler. Çünkü kurtarıcı bir Mesih bekliyorlardı. Bu Mesih'in çok mücadeleci bir kişi olacağına ve diğer milletlerin esaretinden kurtararak Yahudileri dünyaya hâkim kılacağına inanıyorlardı. İsa Aleyhisselâm'ı çok yumuşak ve merhametli gördükleri için, onun Mesih olduğuna inanmadıkları gibi, dâvetine kulak vermekten insanları alıkoymaya çalıştılar.
Fakat başvurdukları her teşebbüs neticesiz kaldı. İman etmek şöyle dursun, Yahya Aleyhisselâm gibi İsa Aleyhisselâm'ı da öldürmeye karar verdiler.
İçlerinden birini inanmış gibi göstererek Hâvâriler'in arasına soktular. Toplandıkları yeri ve zamanı öğrenip baskın yapacaklardı.
Fakat Allah-u Teâlâ:
"Kötü tuzak, ancak sahibine dolanır." (Fâtır: 43)
Âyet-i kerime'si mucibince, kendi kurdukları tuzağa kendilerini düşürdü, plânlarını boşa çıkardı.
Daha sonra Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm'ı öldürmek için tuzak kuranlar hakkında bilgi vererek şöyle buyurdu:
"(Yahudiler gizlice) tuzak kurdular. Allah da onların tuzaklarına karşılık verdi. Allah tuzak kuranlara karşılık vermekte en güçlü olandır." (Âl-i imrân: 54)
Onlardan daha sağlam tuzak kurar, onları kendi kazdıkları kuyuya düşürür. Cezaya çarpılanın nereden geldiğini bilemeyeceği bir şekilde ceza vermeye en çok muktedir olandır.
Allah-u Teâlâ kulu ve Resul'ü İsa Aleyhisselâm'a vahiyle durumu haber verdi, tuzak hazırlayanların bu tuzaklarını nasıl başarısızlığa uğrattığını açıkladı
"O vakit Allah şöyle buyurdu: 'Ey İsa! Ben seni eceline yetireceğim ve seni nezdime yükselteceğim.'" (Âl-i imrân: 55)
Allah-u Teâlâ bu beyanı ile İsa Aleyhisselâm'ı yahudilerin elinden kurtaracağını ve kendisine hiçbir eziyet edilmeden, sağ salim göklere kaldıracağını müjdelemektedir.
"Seni inkâr edenlerden tertemiz ayıracağım." (Âl-i imrân: 55)
Artık onlarla bir ilgin kalmayacak, onlar sana bulaşamayacaklar.
"Sana tâbi olanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin üstünde tutacağım." (Âl-i imrân: 55)
Bu müjde müslümanlara âittir. Çünkü hem İsa Aleyhisselâm'a hem de diğer bütün peygamberlere gerçek mânâda tâbi olanlar Muhammed Aleyhisselâm'ın ümmetidir.
"Sonra da dönüşünüz bana olacak." (Âl-i imrân: 55)
İnananların da inkâr edenlerin de gidecekleri yer kıyamet gününde Allah-u Teâlâ'nın mahkeme-i kübrâsıdır.
"İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim." (Âl-i imrân: 55)
İhtilâflarda kimlerin haklı, kimlerin haksız olduğu o gün apaçık tecellî edecek. Mümin ve muvahhid olanlar ebedî olarak mükâfata erecekler, münkir ve müşrik olanlar da ebedî azaplarla cezalanacaklar.
"İnkâr edip kâfir olanları, dünyada da ahirette de şiddetli bir azaba çarptıracağım. Onların hiç yardımcıları da olmayacak." (Âl-i imrân: 56)
Onlardan herhangi birini ilâhi azaptan kurtaracak bir fert de bulunmayacak.
•
"Ben onlara mühlet veriyorum. Şüphe yok ki, benim tuzağım metindir." (Kalem: 45)
•
"Eğer Allah sana bir zarar bir sıkıntı verirse, onu senden kaldıracak O'dur. Eğer sana bir hayır ve iyilik dilerse, lütfuna kimse mâni olamaz. O bunu kullarından dilediğine eriştirir. O çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (Yunus: 107)