Ebû Abdullah -rahimehullâh- buyurdu ki:
Nefisle yapılan zikre karşılık istemekten hâli olur ve isteyen sadece nefsi cihetinden isterse, o heva ve hevesi ile beraber demektir.
Nefsin isteğine karşı O'nun zikriyle meşgul olan ise, isteyenlerden hiçbirine verilmeyen en üstün şeye ulaşmış demektir.
Şu halde O'nun zikriyle meşgul olmanın sevap ve karşılığı nasıl bir şeydir? Heyhât!.. Allah'ın kendi safvet ve tasfiyesini tahsis edip kendisini için seçtiği kimse dışında, halk işte bu muhteşemliği mütâlaa etmekten acizdir. Allah bu ilmi onun için saklı tutar ve gizlice ona hissettirip öğretir.
Mümin O'nun dünyasında yine O'nun dünyası ile meşgul olur. O, O'nun mülkünden bir mülktür.
Zâhid: "Dünya mülküne rağbet eden nasıl ki âhiret mülküne karşılık onunla meşgulse, ben de dünya mülküne karşılık âhiret mülkü ile meşgulüm!" der.
Sıddîk: "Siz O'nun mülküne karşılık nasıl ki bu ikisiyle meşgulseniz, ben de bu ikisine karşılık O'nun mânevi mülkü ile meşgulüm!" der.
Ârif ise: "Ben mülkün Melîk'i ile meşgulüm! Sen nasıl ki bu ikisine karşılık O'nun mülküyle meşgulsen ey sâdık; ben de mülküne karşılık mülkün Seyyid'i, yani Efendi'si ile meşgulüm!" der.
İlk rağbet sahibi O'nun dünyası ile meşguldür.
Zâhid, O'nun âhireti ile meşguldür.
Sıddîk, O'nun mânevi mülkü ile meşguldür.
"Ferd" olan Ârif ise bizzat Rabb'i ile meşguldür. Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in: "Yürüyün! Müferridler en öne geçtiler!" sözü onun hakkındadır.
Bu Hadis'i bize nakleden Hafsa bin Ömer'in Muhammed bin Bişr el-Abdî'den, onun Ömer bin Râşid el-Yemâmî'den, onun Yahyâ bin Ebâ Kesîr'den, onun Ebâ Seleme'den bildirdiğine göre; Ebâ Hureyre -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Yürüyün! Müferridler en öne geçtiler!
Dediler ki:
"Yâ Resulullah! Müferridler de kimdir?"
Şöyle buyurdu:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah'ın zikrine bütün benlikleriyle dalmışlardır. Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir, kıyâmet gününde hafif olarak gelirler."
(Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, IV, s. 92; Hakîm et-Tirmizî, Nevâdirü'l-Usûl, I, s. 613)
"Benliğiyle dalan" Arap lûgatında o kimsedir ki; aklı O'na dönmüştür. O aradan kaldırılmanın, yok olup gitmenin ihsânı içindedir; tâ ki O'nu hayâl edip, aklı sanki hiç yokmuşçasına, ilahi Kelâm'dan kendisini kaybedip sarhoş olmuşçasına kelâm etsin.
[88b] O'nun zikrine bütün benliğiyle dalanlar ise o kimselerdir ki; bizim kullanmakta olduğumuz akılları sönmüş ve kendileri kullanılır hâle gelmişlerdir. Çünkü onlar ilahi kabza (himâye) içindedirler, onun içinden işitirler; O'nunla görür, O'nunla tutar, O'nunla yürür ve O'nunla düşünürler. Bu sıfat, Zübeyr'in Âişe -radiyallahu anhâ-dan, onun Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den, onun ise Azîz ve Celîl olan Rabb'inden rivâyet ettiği Hadis'le; yine Abdülkerîm el-Herevî'nin Enes'ten, onun Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den, onun Cibrîl Aleyhisselâm'dan ve onun da Rabb'inden rivâyet ettiği bir Hadis'te bize gelmiştir.
O'nun kalbini kendi mülküne, sevap ve ikâbının mülküne ve dünyasının mülküne göre kendisiyle meşgul ettirdiği bu kul, kalbi "Vahdâniyyet" ve "İnfirâd billâh" mülkünde boğularak O'nunla ferdleşmiştir. O'nunla birlikte nazar ederek bakar; O'nunla bakar, O'na bakar. Çünkü kendisine nazar ettiği eşya da O'nun varlığı ile birliktedir. Dolayısıyla onu kendisiyle meşgul ettirmesi nedeniyle, eşya için O'ndan başkasının hâkimiyeti (onun için) söz konusu olmaz. Çünkü Rabb'i ondan, eşyanın gâlip gelen hakimiyetini alır ve (onu) kendisiyle meşgul ettirerek eşyadan men eder.