Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Başyazı - "Ey Allah'ım! Muhammed Âilesinin Rızkını Yetecek Kadar Ver." (Hadis-i Şerif) - Ömer Öngüt
"Ey Allah'ım! Muhammed Âilesinin Rızkını Yetecek Kadar Ver." (Hadis-i Şerif)
Başyazı
İsmail Yavuz
1 Ağustos 2017

 

"Sizi Yaratan, Sonra Rızıklandıran, Sonra Öldüren, Daha Sonra da Dirilten Allah'tır."
(Rum: 40)

"Dünya Hayatı Aldatıcı Geçimlikten Başka Bir Şey Değildir."
(Âl-i İmran: 185)

"Siz Geçici Dünya Malını İstiyorsunuz. Oysa Allah Ahireti Kazanmanızı İstiyor."
(Enfâl: 67)

"Kim Nefsinin Mala Olan Hırs ve Cimriliğinden Korunursa, İşte Onlar Saâdete Erenlerdir."
(Haşr: 9)

"Ey Allah'ım! Muhammed Âilesinin Rızkını Yetecek Kadar Ver."
(Hadis-i Şerif)

 

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Ey Allah'ım! Muhammed âilesinin rızkını yetecek kadar ver." (Müslim: 1055)

Ne kadar güzel buyurmuşlar. İnsan ihtiyacını temin ettiği zaman her şeyi yerine gelmiş oluyor. Fazlası yük… Hesabı çok ağır, azabı şiddetli. Değmez…

Bu da bizlere bir ölçü. Böyle bir rızık sahibi ne fakir ne de zengin sayılır.

"Rızık için çekme kasavet, / 'Nahn-ü kasemna'yı gözet.
Kula ifşaya ne hacet, / Derû Mevlâ'yı gözet..."

Onun için Hakk kapısını gözetlemek lazım. O ezelden ne ayırdıysa verir. Telâşa lüzum yok.

(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)

 

Her türlü fitnenin zuhur ettiği ahir-son zamanda yaşıyoruz.

Bu zamanın en büyük fitnelerinden birisi de insanların dünyaya, maddeye, menfaate dalması, dünya menfaatini ahirete tercih etmesidir.

Bu gibi haller ve bu fitnelere düşen insanlar her devirde olmuştur. Ancak bu zamanda adeta umumi bir hâl almıştır. Büyük bir selin önüne çıkan her şeyi süpürüp götürdüğü gibi bu afat da önüne çıkan her insanı alıp götürüyor, imanını alıyor, dünya kuyusunun dibine yuvarlıyor. Bu hâl müslümanlar için, müslümanın akıbeti için büyük bir tehlike arzediyor. İmanlar kuruyor.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar saâdete erenlerdir." (Haşr: 9)

Mülk Hazret-i Allah'ındır. Mülkünü dilediğine verir ki o da imtihanını versin.

Dilediğine servet verir, dilediğine de vermez.

"Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah'ındır." (Fetih: 14)

Dünya malına tamah etmek; "Zengin olayım!" derdinde olmak; makam, mevki, şöhret peşinde koşmak; insanın hem dünyasını hem ahiretini mahvetmesine sebep olur. Çünkü hırs nefsânidir.

Âyet-i kerime'de:

"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah ahireti kazanmanızı istiyor." buyuruluyor. (Enfâl: 67)

Dünyasını imar edip, ahiretini harap eden, hiç ahirete gitmek ister mi?

"Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler." (Nahl: 107)

Dünya gerçekten muvakkat bir zaman içindir, günleri mahduttur, itimada şayan değildir, geçicidir, gönül bağlamaya değmez.

Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde;

"Malı pek çok seviyorsunuz." (Fecr: 20)

Buyurarak insanı ikaz ederken;

"Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Bâki kalacak olan sâlih ameller ise, Rabbinin katında hem sevapça daha hayırlıdır, hem de ümit etmeye daha lâyıktır." (Kehf: 46)

Buyurarak sâlih amellere davet etmektedir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

"Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan kifayet fevkinde (ihtiyacından fazlasını) alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur." (C. Sağir)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Ey Allah'ım! Muhammed âilesinin rızkını yetecek kadar ver." (Müslim: 1055)

Ne kadar güzel buyurmuşlar. İnsan ihtiyacını temin ettiği zaman her şeyi yerine gelmiş oluyor. Fazlası yük… Hesabı çok ağır, azabı şiddetli. Değmez… Bu da bizlere bir ölçü.

Bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:

"Bir kimse Cenâb-ı Hakk'ın ihsan buyurduğu az bir rızka râzı olursa, Cenâb-ı Hakk da o kimseden az bir amel ve ibadetle râzı olur." (Münâvî)

Cenâb-ı Hakk'ın verdiği rızka kanaat etmeyen kimse Hazret-i Allah'a güvenmemiş, O'na itaat etmemiş sayılır.

Dünya ve içindekiler insan için gaye değil, âhireti kazanmak için bir vasıtadır. Bu vasıtalardan faydalanırken, onları gaye haline getirmemelidir.

"Allah-u Teâlâ dünyayı âhiret niyetine göre verir." (Camius-sağir)

Hadis-i şerif'i gözden uzak tutulmamalıdır.

Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:

"Her ümmet için bir fitne vardır. Ümmetimin fitnesi de maldır." (Tirmizi)

"Benden sonra size dünya nimetlerinin ve ziynetlerinin açılıp onlara gönlünüzü kaptıracağınızdan korkuyorum." (Buharî-Müslim)

Kişi o malı elde etmek için bir çok tehlikeyi göze alabilir.

Fakat mal sahibi, serveti ile hem Yaratan'ının hem de insanların haklarına riâyet ederse o mal güzel bir şeydir.

Diğer bir Hadis-i şerif'te:

"Sâlih bir insan için helâl mal ne güzeldir!" buyurulmuştur. (Münâvi)

Meşru yollardan helâl kazanç elde etmeye çalışmak dinimizin emridir. İnsan bu meşru yoldan çalışma neticesinde Allah-u Teâlâ'nın verdiğine kanaat edip, hakkına râzı olmalı ki, haram kazançlarda gözü olmasın.

Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Müslüman olup, kendisine yetecek kadar rızık verilen ve Allah'ın verdiğine kanaat eden kimse saadete ermiştir." (Müslim)

Bir müslüman dünyadaki nasibini alırken daima ahiretini ön planda tutmakla vazifeli iken, bugün insanlar sanki hiç ahiret yokmuş gibi hareket ediyor. Şuursuzca dünyanın peşinden koşuyor. Gelişen teknoloji ile hayatımıza giren birçok iletişim aracı insanı tefekkürden uzaklaştırıyor.

Dünyayı isteyenden dünya kaçar, ondan kaçanın da peşine düşer.

Cenâb-ı Hakk dünyaya hitaben:

"Ey dünya bana hizmet edene sen hizmet et." diye ferman buyuruyor. (Münâvi)

Dünya hakikaten o kişiye hizmet eder.

İnsan bunu bilse dünyanın peşinden koşmaz. Sen O'nun yolunda bulun, O senin ihtiyacını sana verir.

Hakkı bilmeyerek dünyaya sarılmak, gölgenin peşinde koşmaya benzer. Kişi ne kadar koşarsa koşsun, hiç gölge tutulur mu? İpek böceğinin hâli de mâlumunuzdur. Kozayı yapar, kendisi içerde kalır. Sonra kozayı fırına verirler, onu yakarlar, ipeğinden istifade ederler. İşte ehl-i dünyânın da malından ipeğinden başkası istifade eder, kendisi ise cehenneme girer.

Yeri gelmişken cuâl adındaki pislik böceğini de misal verelim. Pisliği toplar, yuvasına kadar getirir. Fakat topladığı pislik büyük, yuvasının ağzı küçük olduğu için, onu orada bırakır içeriye girer. Biz de öyle toplarız toplarız, gel dedikleri zaman hepsini bırakırız. Hesabı bize mal başkasına kalır.

İhtiyaç için çalışılacak, fakat cidden çok sakınmamız lâzım. Dünyaya değer verirsek dünya adamı oluruz. Ahirete değer verirsek ahiret adamı oluruz.

Allah'ımız şiddetli kıştan evvel odun ve kömür almanın lüzumunu hisseden dünya aklını vermiş olduğu gibi; kabrin karanlığını görmezden evvel onu nurlandırmanın lüzumunu anlayıp kavrayabilecek bir ahiret aklını da cümlemize ihsan buyursun.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Size verilen her şey dünya hayatının bir geçimliği ve ziynetidir. Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (Kasas: 60)

Bu beyanlar harama dalmadığı halde şuursuzca dünya malının peşinden koşanlar içindir. Bir de şu var ki; bugün dünya menfaati için birçokları harama el uzatmaktan çekinmiyor. Dünya malı ve menfaati için kimi faize dalıyor, kimi fakirin hakkını gasbediyor, kimi yetimin malına el uzatıyor, kimi devletin malına konuyor, kimi makam-mevkiini şahsi menfaatine alet ediyor.

Gerçekten büyük bir afat yaşanıyor.

Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:

"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, kişi kazandığı malın helâlden mi haramdan mı olduğuna aldırış etmeyecektir." (Buharî. Tecrid-i sarih: 962)

Hem Allah'ın hakkına, hem kul hakkına giriliyor. Ama kimsenin umurunda değil.

"Bir insan ki, büyük bir iştiyâkla, (Hacc veya Umre için) yola çıkar. Bir çok eziyetlere katlanır, toz toprak içinde kalır. Ellerini semâya doğru açıp Yâ Rabb'î, Yâ Rabb'î diye yalvardığı halde, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram ve her türlü gıdası haramdır. Böyle bir adamın duâsı nasıl kabul edilir?" (Müslim)

Durum bu kadar hassas. Hazret-i Allah böyle bir ibadeti de kabul etmiyor. Haram ile yapılan hiçbir şeyin hükmü yok.

Hazret-i Allah'ın mülkünde Hazret-i Allah'ın meşru kıldığı yollardan ve ihtiyacı kadar değil de haram yoldan ve fazlasını isteyenler Hazret-i Allah'a itimat etmeyenlerdir.

Halbuki rızkı veren ve taksim eden Allah-u Teâlâ'dır:

"Rabb'inin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar. Dünya hayatında onların maişetlerini (geçimliklerini) kendi aralarında biz taksim ettik." (Zuhruf: 32)

Böyle olunca "Nahnü kasemnâ" yı gözeten "Biz taksim ettik." fermanına inanan bir kimse, hırstan, tamahtan ve buna bağlı kötü huylardan kurtulmuş, huzur ile ömrünü geçirmiş olur. Çünkü taksimatta ayrılmış olan rızkın kişiye ulaşmasını dünyadaki bütün insanlar birleşip mâni olmaya kalksalar mâni olamazlar. Bütün insanlar bir araya gelseler, taksimatta ayrılmamış olan rızkı veremezler.

Mümin; insan rızkının Allah-u Teâlâ'nın takdiri ve tedbiriyle olduğunu bildiği için, ilâhi taksime râzı olur, rızkı ne kadar az da olsa kalbi rahat eder. Kâfirin ise kanaatı olmadığından, rızkı ne kadar çok ve zengin de olsa kalp darlığından kurtulamaz.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Cenâb-ı Hakk'ın verdiği rızka kanaat eden mümin cennete dahil olur." (Münâvi)

Hadis-i şerif'te öyle bir müjde var ki, kanaatkâr olan kimse dünyada iken cennete girmiş oluyor. Çünkü o sahibinden râzı, Mevlâ da o kulundan râzı.

"Rızık için çekme kasavet,
'Nahn-ü kasemna'yı gözet.
Kula ifşaya ne hacet,
Derû Mevlâ'yı gözet..."

Onun için Hakk kapısını gözetlemek lazım. O ezelden ne ayırdıysa verir. Telâşa lüzum yok...

 

Sade Hayat İmandandır:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:

"Sade hayat imandandır." buyurmuşlardır.

Resul-ü Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sadeliği severler, süsten, lüksten hiç hoşlanmazlardı. Sadelik en güzel nezafettir, tevazuya meyletmektir. Süs ise kibre vesile olur. Güzel giyinmek güzeldir fakat sadeliği tercih etmek daha güzeldir. Onun hane-i saadetleri eski halini muhafaza ediyordu. Tevazu ve sadeliği o kadar ileri götürmüştü ki, bütün mefruşat; bir yatak, bir hasır, toprak bir su kabı gibi eşyalardan ibaretti.

Günlerce bacası tütmez, aylarca evinde ışık yanmadığı olurdu. Yiyecek bir şey bulamadıkları için, hanımları ve çocukları ile beraber, bir çok geceler yemek yemeden yatarlardı. Hiçbir zaman hiçbir yemeği beğenmemezlik etmez, arzu ederse yer, etmezse bırakırdı.

Bulduğunu yer, bulduğunu giyerdi. Tam mânâsı ile ferâgat sahibi idi.

Zenginliği kendisinin ve aile fertlerinin bir yıllık nafakasından fazla değildi. Asıl zenginliği ise, Rabb'ine güvenerek beslediği gönül zenginliğiydi.

Diğer taraftan o, Allah'tan gafil olmaya sebep olacak fakirlikten ve azdıracak zenginlikten hoşlanmayarak Allah'a sığınmıştır.

Bir Hadis-i şerif'lerinde:

"Her zengin ve her fakir kıyamet günü dünyada rızkını geçinecek kadarı verilmiş olmasına muhakkak arzulayacaktır." buyurmuşlardır.

Bu yüzden dualarında ehl-ü iyali için zenginlik istememişler, "Yetecek kadar" Cenâb-ı Hakk'tan dilemişlerdir. Az olmasın ki kimseye muhtaç kalmasınlar, çok olup da dünyaya dalmasınlar.

O yüzden ehl-i beyti için yaptıkları dualarında:

"Ey Allah'ım! Muhammed âilesinin rızkını yetecek kadar ver." buyuruyorlar. (Müslim: 1055)

Böyle bir rızık sahibi ne fakir ne de zengin sayılır.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in, kardeşi Esmâ -radiyallahu anhâ-nın oğlu Urve -radiyallahu anh-e şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

"Ey Hemşîrezâdem! Biz (Peygamber kadınları) hilâle bakar, (görür)dük. Sonra bir hilâl (daha görürdük): iki ayda üç hilâl, (tamamlardık da) Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in (hane-i saâdetinde) odalarında bir ateş parçası yakılmazdı."

Urve -radiyallahu anh-:

"Ey teyze! Ya (sizin azığınız ne idi?) sizi ne yaşatırdı?" diye sorduğunda şöyle buyurdular:

"Esvedân: hurma ile su. Şu kadar ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in Ensâr'dan komşuları, bunların da sağım koyunları vardı. Bunlar, koyunlarını sağarlardı, sütlerinden Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e hediye ederlerdi; Resûlullah da ondan bize içirirdi." (Buharî)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e Mekkeli müşriklerin yaptıkları davasından vazgeçirme tekliflerinin içinde dünyalık her şey vardı:

"Maksadın mal ve mülk ise, seni Mekke'nin en zengini yapalım. Başkan olmak istiyorsan başkan seçelim. Kadın istiyorsan, seni Kureyş'in en asil ve en güzel kadınları ile evlendirelim." diye tekliflerde bulundular.

Resulullah Aleyhisselâm cevap olarak şöyle buyurdu:

"Ben sizin dediğiniz gibi hasta falan değilim, sizden mal-mülk de istemiyorum, mevki ve makama kavuşmak için başkanlık da istemiyorum. Gerçek şu ki beni Rabb'im peygamber olarak göndermiştir, bana bir kitap indirmiştir. O'nun emirlerini size tebliğ ediyorum. Getirdiğim şeyi kabul ederseniz, dünyada da ahirette de mutlu olacaksınız. Yok eğer reddederseniz Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredip bekleyeceğim."

Hicretin üçüncü senesinden sonra fütuhatlar çoğalmış, dokuzuncu senesinde ise elde edilen ganimetler Medine-i Münevvere'ye sel gibi akmış, müslümanların durumu düzelmiş, çoğu zengin olmuştu. Mısır azizi, Bizans imparatoru ve diğerleri kendisine kıymetli hediyeler gönderiyorlardı. Fakat o bunlara zerre kadar iltifat etmedi. Eline geçen her şeyi, bir gün bile yanında tutmadı; fakirlere, gazilere, müslümanların yükselmesine sarfetti.

Kendisine bağışlanan çok kıymetli bağları halkın istifadesine bıraktı. Mahsulleri fukaraya ve muhtaçlara dağıtılırdı.

Müellefet-ül Kulûb adı verilen bir takım gayr-i müslimlerin kalplerini İslâm'a ısındırmak için onlara yaptığı iyilikler anlatmakla bitmez.

Ümmetinden en fakir bir kimsenin yaşayışı gibi hayat sürmeyi, sadelik içinde yaşamayı tercih etti.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ahirete irtihal ettiklerinde hâne-i saâdetleri'nin durumunu şöyle beyan buyuruyorlar:

"Resulullah Aleyhisselâm vefat ettiğinde, evimin dolabında bir parça arpadan başka canlının yiyeceği hiçbir şey yoktu. Arpadan uzun müddet yedim durdum, nihayet kileye vurdum da tükendi."

 

Tamah'tan Sakınmak:

"Muhtaç olmamak için tabii ki çalışacağız, kazanacağız. Amma sizi zengin olmaya da teşvik etmiyorum.

Eğer Allah-u Teâlâ beni zengin yapmayı murad etseydi, inanın sırayla apartmanlarım olurdu. Çünkü 1942'de işe başladım. 1944'te zaten Düzce zelzelesi oldu; o zaman evde bir atölyem vardı, dört tane kalfa çalışırdı. Bu kalfalar da Ankara'dan, İstanbul'dan temin edilmiş kalfalardı. Düzce'de böyle bir iş yapan da yoktu, bu şekilde işe başladım.

Tâ on altı yahut on yedi yaşlarında bu işe başladık, hepsi on dokuz, yirmi yaşımıza kadar sürdü. İntisap ettik, hâlen; "İşini küçült, küçült!.." dediler de indirdik. Yoksa zengin olmak icap etseydi apartmanlarım olurdu. Çünkü o zaman ona göre bir iş vardı.

İkincisi; bir kardeş geldi, "Dükkân çalışıyor, atölye de çalışıyor, biz bir kavafiye açalım!" dedi. Bir istihare yapayım dedim; yaptım, çıkmadı, memnun olmadılar. "Mehmet, pek müsaade edilmedi!" dedim. O zaman kavafiyeye başlayanlar zengindi, amma bizim yapacağımız kavafiye de ayrıydı.

Onun için Allah-u Teâlâ beni tuttu, kuru ekmeği bana sevdirdi. O kadar işim parlaktı ki, o parlak işi sıfıra indirdim.

Hiç unutmam; elimde marul vardı, oranın eşrafından bir zât geçiyordu, "Aa! Bu zât yalnız salata mı yiyor?" dedi. O kadar işimi indirdim ki, yalnız o gün yiyeceğim kadar çalışıyordum, yarını düşünmüyordum.

Bütün ömrüm de üç saat uykuyla geçti. Fakat o günler gitti, bir daha da gelmiyor. Şimdi o tâkat yok. Demek ki Sahib'im bana bunu sevdirmiş, ondan sonra tekrar, yavaş yavaş çalışmaya başladım.

Fakat evvela biz o parlak işi sıfıra indirdik. Çünkü gençtik, çizme yapar Türkiye'ye yayardık. Kadın ayakkabısı da yapardık, her şeyi yapardık. Bu işi biz birdenbire yok ettik.

Günlük ihtiyacımın teminine başladım, o gün ne ihtiyacım varsa onu temine çalışırdım. Mevlâ'ya şükürler olsun beni zengin olmaktan korudu. Zengin olmam lâzım değildi ki. Apartman sahibi olmak da hiçbir şey değildir.

Beni Sahib'im korudu, tuttu, ben de size bunu duyurmaya çalışıyorum. Siz ilim yaymaya çalışın, âlem para kazansın! Kitap satın, mecmuâ satın, şunu satın bunu satın, ilim yayın. Bu meyanda dünya ihtiyacınızı da temin edersiniz.

Amma illa; "Zengin olmak!" diyorsanız, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan kifayet fevkinde (ihtiyacından fazlasını) alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur." (C. Sağir)

İkinci bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

"Ümmetimin fakirleri zenginlerinden yetmiş yıl önce cennete girer." (Ahmed bin Hanbel)

Zaten senin ömrün o kadar!

Onun içindir ki değmez. Eğer zenginliğe değseydi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu beyanlarında böyle buyurmazdı.

Allah-u Teâlâ her ihtiyacınızın, lütfu ile teminini ihsan buyursun. İhtiyacınız için çalışın, fakat sizin geliriniz âhiret geliri olsun. Bu da ilmi yaymakla olur. Âlem toplasın efendim!

Bunları hep hazırlıklı olmanız için yapıyoruz, tamaha dalmayasınız diye!

Dalanlar dalsın efendim. Yalnız Hazret-i Allah'ın zerreden hesap soracağını unutmayın. Bu kadar paranın hesabı nasıl verilir? Bir düşünün yani, bir düşünün!"

 

Hırs:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu ki:

"Günahların en büyüğü dünyaya muhabbettir." (Deylemî, Müsned)

İnsanı dünya ve içindekileri çekiyor, münafıklığa sokuyor.

Su geminin içine girerse batar. Altında olursa gemiyi yüzdürür. Dünya muhabbeti kalbe girdi mi batırır.

Hırs, Hazret-i Allah'ın hoşlanmadığı hallerden birisidir. İnsan kendisine ayrılan taksime rızâ göstermez, hırs edip emeline ve arzusuna ulaşmak ister. "Malım olsun!", "Makamım olsun!", "Namım yürüsün!"... Gaye ve maksadı için hiçbir şey tanımaz. O nefis putuna tabi olduğunu bilmez ve bu hırsı onu helâk eder.

Ebu Musa -radiyallahu anh- anlatıyor:

"Yanımda amcamın evlâtlarından iki kişi daha olduğu halde, Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna girdim. Yanımdakilerden biri:

"Yâ Resulellah! Allah'ın sana tevdi ettiği işlerden bazıları üzerine bizi emir tayin et!' dedi. Diğeri de aynı istekte bulundu.

Resulullah Aleyhisselâm onlara şu cevabı verdi:

"Allah'a yemin olsun ki, biz bu işe onu talep eden veya ona hırs gösteren bir kimseyi tayin etmeyiz." (Müslim: 1733)

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:

"Cenâb-ı Hakk'ın verdiğine kanaat, tükenmez bir maldır." (Câmiüs-sağir)

Kanaat Allah-u Teâlâ'nın, nefsin aşırı arzusu olmaksızın rızık olarak verdiği nimetleri terketmek değildir.

Nitekim bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:

"Asıl zenginlik malın çokluğu değil, gönül zenginliğidir." (Müslim: 1051)

Birçok zenginler vardır ki gönülleri fakirdir, çünkü ellerindeki malı çoğaltmak için geceyi gündüze katarlar. Gönlü zengin olan ise Allah-u Teâlâ'nın takdirine, taksimine râzıdır, daima tok gözlüdür. İşte asıl zenginlik budur.

"Dünya hayatında onların maişetlerini kendi aralarında biz taksim ettik." (Zuhruf: 32)

Kullarının geçim işini kendilerine bırakmayıp bizzat üzerine almıştır.

Geçici basit nasipleri ihmal etmeyen Allah-u Teâlâ, kalıcı ve şerefli nasipleri şüphesiz ki ihmal etmemektedir.

"Kimini kimine derece derece üstün kıldık ki, bir kısmı bir kısmını iş adamı edinsin, böylece kaynaşsınlar." (Zuhruf: 32)

Her durumda insanlar birbirine muhtaçtırlar. Kendileri için taksim edilen rızkı kazanmak için bu devr-i daim takdir buyurulmuştur. Bunun da hikmeti, dünyanın nizam ve intizamının bozulmamasıdır.

"Rabb'inin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır." (Zuhruf: 32)

Dünya metaı ve kazançları, sonunda yok olmaya mahkumdur. Uhrevî kazançlar ise ebedîdir ve en büyük saâdete vesiledir.

 

Dünyanın Hakikati:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Ne mallarınız ne evlâtlarınız sizi zikrullahtan alıkoymasın.

Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır." (Münâfikûn: 9)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e; "Dünya neden ibarettir." diye sorulduğunda:

"Dünya, Mevlâ'nın zikrinden ve taatinden seni meşgul eden ve gaflete düşüren şeydir." buyurdular.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Ey Ebu Zerr! Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü sefer uzaktır.

Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasındaki yol sarp ve meşakkatlidir.

Amelini hâlis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah her şeyi, her yapılanı görür." (İbn-i Hâcer, Münebbihât)

Dünyadan sıyrılacaksın. Sıyrılmak demek; muhabbeti kalbinden çıkaracaksın. Kalbine muhabbetle zikrullahı yerleştireceksin, O'na yöneleceksin. İşte o zaman yükleri atmış olursun. Hani atan? Herkes yüküne sarılmış, rızâya sarılan nerede?

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Amelleri Tihame dağı kadar büyük olan nice topluluklar vardır ki kıyamet günü haşredilecekler ve cehenneme atılmaları emredilecek."

Ashâb-ı kiram: 'Namaz kıldıkları halde mi ya Resulellah?' diye sorunca şöyle devam etti;

"Evet bunlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, geceleri çok az uyurlardı. Ama kendilerine azıcık bir dünyalık arz edildi mi dört elle sarılırlardı."(Irakî, Muğni lll. 204)

Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Dünyayı ahirete tercih eden kimseyi Hakk Teâlâ üç şeye mübtelâ kılar. Birisi üzüntü, gam ve ıstıraptır ki ebediyyen kendisinden ayrılmaz. İkincisi kalp fakirliğidir ki, o kimsenin dünya ihtiyaçları tükenmez. Üçüncüsü, hırs ve tamahtır ki, kendisi hayat boyunca doymak bilmez."

Ahirete inanan bir kimse için; "Neresine güveniyorsunuz bu dünyanın!" diyorum. Ama ahirete inanmayan yapacağını yapacak ve gideceği yere gidecek. Cennet-i alâ da hak, cehennem de hak...

Diğer bir Hadis-i şerif'te ise;

"Dünyadan sakınınız. Çünkü dünya Harut ve Marut'tan daha fazla büyüleyicidir." buyuruluyor. (Tirmizî)

Zavallı insan bir hayalâthane dünya için ebediyatını kaybediyor.

Yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Dünya için çalışmakta hırs göstermeyiniz. Herkes dünyada kendine ne takdir edilmişse ona kavuşur." buyuruyorlar. (İbn-i Mâce)

Tûli emeli bırakmak lâzım. Çünkü senin değil, dünyanın bile ömrü azaldı.

"Para, dirhem, ipek ve kadife kulu olan kimseler yüzüstü düşsünler, kahrolsunlar." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1218)

İnsanın kaydığı en çok iki yer vardır; kadın ve dünya muhabbeti...

Başka bir Hadis-i şerif'te yine şöyle buyuruluyor:

"Ey Ademoğlu! Sana kâfi gelecek nimetler varken, seni azdıracak şeyleri istiyorsun.

Ey Ademoğlu! Ne aza kanaat ediyorsun, ne de çoğa doyuyorsun." (Beyhâki - C. Sağir)

Mal, dost, ahbap kabre kadar gider, amel seninle gider.

Cenâb-ı Fahr-i Kaînat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

'Ben Havz'ın başına sizden önce varacağım. Onun genişliği Eyle ile Cuhfe arası gibidir. Sizin benden sonra şirk koşacağınızdan korkmuyorum. Fakat ben sizin dünya hakkında yarışa girişeceğinizden ve birbirinizle çarpışıp sizden öncekilerin helâk olduğu gibi helâk olacağınızdan korkuyorum.'" (Müslim: 2296)

"Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizî)

İnsanın kabirdeki bu yaşayışı dünyadan alâkasını kestiği andan itibaren başlar.

Bahçeye düşersen saadet, çukura düşersen felâket. Onun için insanın hazırlanması lâzım.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde:

"Dünya ahiretin tarlasıdır." buyururlar. (Münâvî)

Ek ki biçebilesin.

İnsan buğdayı kurutuyor, öğütüyor, un oluyor. Amma yarınki toprak bizi un yapacak. Ne ektiysek onu biçeceğiz.

"Herkese yaptığının karşılığı tam olarak verilir. Çünkü Allah onların ne yaptıklarını en iyi bilendir." (Zümer: 70)

Size dünyayı terk edin demiyorum. Yalnız dünya için çalışırken ebedi hayatın saadetini de ihmal etmeyin. Çünkü dünya malı dünyada kalacak. Önümüzde öyle büyük fırtınalar var ki hiçbir şey kalmayacak. Biz hazır olalım. İmanla göçmek için çareler arayalım. Onun için cihat yolunda bulunalım. O'nun yolunda olalım, O'nun yolunda ölelim.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir." (Müslim: 2956)

Mümin dünyada ne kadar nimet içinde yaşarsa yaşasın, Allah-u Teâlâ'nın Cennet-i âlâ'da ona bahşedeceği nimetler yanında zindanda gibidir. Fakat bir kâfir ne kadar eziyet görürse görsün, cehennem azabının yanında dünya ona cennet gibidir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Allah-u Teâlâ'nın indinde dünyanın bir sivrisinek kanadı kadar değeri olsaydı, hiçbir kâfire ondan bir içim su vermezdi." buyuruyorlar. (Tirmizi)

Sevgili peygamberini taş kovuklarında, mağaralarda barındırmış, sevmediği kimseleri ise köşklerde-saraylarda yaşatmıştır.

Dünyaya rağbet eden, onu sevendir. Dünyalık edinmek ve sürekli olarak daha fazlasını istemek, dünyaya rağbet etmenin alâmetidir.

Sahl bin Sa'd -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir zât Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize gelerek:

"Yâ Resulellah! Bana öyle bir amel göster ki, onu yaptığım takdirde Allah da, kul da beni sevsin." demişti.

Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:

"Dünya muhabbetini kalbinden çıkar ki Cenâb-ı Hakk'ın sevgilisi olasın. İnsanların ellerindekilere göz dikme ki, insanlar da seni sevsin." (İbn-i Mâce: 4102)

 

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i Şerif'lerinde Dünya ve İçindekileri Tarif Buyuruyorlar:

"Dünya tatlı ve manzarası caziptir. Allah-u Teâlâ sizi dünyadan başkalarına halef kılacak ve nasıl muamale edeceğinize bakacaktır. Binaenaleyh dünyadan sakınınız, kadınlardan sakınınız." (Müslim)

"Vallahi sizin için fakirlikten korkmuyorum. Evvelki ümmetlerin önüne dünyalık kapıları açılıp birbirlerini kıskanmaları yüzünden onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum." (Buharî)

"Âdemoğlunun iki vâdi dolusu malı olsa bir üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun gönlünü topraktan başka bir şey doyurmaz. Şu kadar var ki Allah tevbe edeni bağışlar." (Buharî. Tecrid-i sarih: 2025)

"Ahirete nazaran dünyanın değeri, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. Parmağı ile denizden aldığı suyu göz önüne getirsin." (Müslim)

"Dünyanın helâli hesap, haramı ise azaptır." (Beyhaki)

"Haberiniz olsun ki dünya melundur, içindekiler de melundur. Ancak Allah-u Teâlâ'yı zikretmek ve O'nun rızasına uygun şeylerle, bilen ve öğreten müstesnâdır." (Tirmizî)

"Dünyadan ve süslü mallardan muhabbetinizi kesiniz." (Münâvî)

"Bir kimse uykudan uyanır uyanmaz her şeyden önce dünyayı düşünürse; Allah-u Teâlâ onun işini perişan edip rahatını söküp alır." (Buharî)

"Altın ve gümüşe tapanlar; yâni Cenâb-ı Hakk'ı unutup da muhabbetlerini onlara hasredenler mel'ûndur." (Camius-sağir)

"Dünya muhabbeti her günahın başıdır." (Münâvî)

"Nimet peşine düşmekten hazer ve ictinâb et! Zîrâ Cenâb-ı Allah'a kul olanlar, dâimâ nimete dalmak fikrinde bulunmazlar." (Ahmed bin Hanbel)

"Çok gülmek kalbi öldürür, yâni zikirden gafil eder, fakirliğe düşürür." (Tirmizî)

"Kalbinizi dünya muhabbetiyle işgâl ve Cenâb-ı Hakk'ın zikir ve muhabbetinden habersiz hâle getirmeyiniz." (Münâvî)

"Sizden biriniz mal ve yaratılış bakımından kendisinden üstün olana bakarsa, bir de kendisinden aşağıdakilere baksın." (Buharî)

"Lüksten refahtan sakın! Çünkü Allah'ın kulları nimetler içerisinde yüzmezler." (Ahmed bin Hanbel)

"Kimin tasası sadece ahiret oIursa, dünya tasalarına Allah kifâyet eder. Kim de dünya tasalarına kendini kaptırırsa, dünyanın hangi vadisinde helâk olduğuna Allah aldırmayacaktır."

"Dünya cifedir, taliplisi kelptir."

"Uhud dağı kadar altın olsa, aradan üç gün geçmeden yanımda bir kuruşun dahi kalmaması beni sevindirir. Yalnız ödenmesi gereken borcum için ayırdığım müstesnadır." (C. Sağir)

"Her ümmetin bir fitne sebebi vardır. Benim ümmetimin fitnesi dünya malıdır." (C. Sağir)

Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyurdular ki:

"Dünya arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise yönelmiş geliyor. Bunlardan her ikisinin de kendine has evlâtları var. Sizler âhiretin evlâtları olun. Sakın dünyanın evlâtları olmayın. Zîra bugün amel var hesap yok, yarın ise hesap var amel yok." (Buhârî)

 

Muhterem Ömer Öngüt -Kuddise Sırruh- Hazretleri'nin Bu Husustaki Bazı Beyanları:

"Fakir der ki; akıllı olan gideceği yer için çalışır, akılsız olan bırakacağı için çalışır.

Akıllı olan oraya hazırlığını yapar, akılsız olan çalış çalış aleme bırak. Kendisine hebasını bırakır. Daha ölür ölmez paylaştılar. Sen azabını çek, ben burada yiyeyim. Akıl mı bu?

Gönderdiğin senin, bıraktığın varisinin."

"'Zengin olayım!' demeyin, "Keramet ehli olayım!" demeyin. Bu iki kelimeyi unutmayın. Bunlar insanın helâkine vesile olur."

"Hayat tatlı bir hayalât. Bugün üstte yarın alttayız. Mühim olan ebediyat. Ve dünyanın hâlâtını şöyle tarif edelim: Bütün dünya dostum olsa beni kabre kadar götürür, "Ne halin varsa gör" der, ama malın, seni götürenler geri döner, amelinle baş başa kalırsın.

Bir oda altının var, ruhunu almaya geldiler, o anda o altının kırk para kadar değeri var mı? Kıymeti var mı? Şu halde kıymetli olana değer ver, değersize değer verme!.."

"Dünya senin olsa; helâl ise hesabı, haram ise azabı var. Hepsini dünyada bırakıp gideceğiz. Peki o zaman bu mücadele neye değdi? İnsanın eğer nasibi varsa bir kefenle gidecek. Nasibi yoksa kefen de yok."

"Dünya bir haraphanedir. Dünyayı harap gören bir insanın içi o nisbette sağlam ve düzgündür. Dünyayı mamur gören ve muhabbet eden bir insanın içi haraptır."

"Bizim yolumuz mana üzerine kurulmuş, başka yollar madde üzerine kurulmuş. Mana yolunda bereket vardır. O destekler, hiç kimseye muhtaç etmez. Biz, hiç kimseye muhtaç değiliz. Fakat madde üzerine kurulan yollarda madde ön plandadır ama yine bir şeyleri yok. Niçin? Bereket yok. O, bereket verirse küçücük bir şey çok olur, nimeti sonsuz olur.

Biz mana üzerinde çalışırız, madde üzerinde çalışmayız. Mana üzerinde çalışan, Hazret-i Allah'a dayanır ve Hazret-i Allah da onun her ihtiyacını temin eder.

Madde üzerinde çalışanlar ise Hakk'a dayanmayıp halka dayanırlar. Bu sebeple de daima halka muhtaçtırlar. Fakat Hakk'a dayanan hem halka muhtaç değildir hem de Hakk ile kâimdir.

Yalnız Hazret-i Allah'tan korkarım, yalnız Hazret-i Allah'a dayanırım, benim için halk hiç hükmündedir; ben huzur-u ilâhiye gideceğim, beni kimse kurtaramaz."

"Biz nasıl ki hiç bir madde ile ilgilenmek istemiyor, her maddeyi kendimizden uzaklaştırmak istiyorsak,; sizler de o şekilde hiçbir madde ile uğraşmayın. Zarar görürsünüz. Bize mâneviyat yeter. Faydalı bir şey olsa biz de meşgul oluruz."

"Halimize şükredelim. Zenginlik onların olsun, Allah'ım bize iman ve huzur ihsan etsin, hayırlı lokma ikram etsin. Çünkü gidiyoruz işte. Düzce'de oturduğumuz odanın badanalı olmasını dahi istemezler; 'Yarın kabirdesin değmez.' buyururlardı."

"Zengin olmaya çalışmayın, siyasetle ilgilenmeyin! Zenginlik isteyenin olsun, siyaset isteyenin olsun. Allah bize yeter!"

"İnsan ömrünü yemekle, içmekle israf etmemeli. Çünkü dünyaya bir daha gelecek değil. İbadetini yapsın da derecatı artsın. Yeme, içme, yaşama ise Hazret-i Allah onların hepsini ahirette hazırlamıştır. Bir insan bir ömür boyu çalışıyor da bir bina yapamıyor, ya cenneti kazanmak için nasıl çalışmalı?

Bunlar vasiyet, nasihat. Yemekle, içmekle zevkinin peşine düşersen nefsinin peşine koşmuş olursun. Atın yemini, suyunu, arpasını ver, bin, git. Çünkü nefis binektir. Onunla yol alacaksın."

"İnsan dünya sevgisini kalbinden çıkarıp, nefsânî arzularını gemler ve imtihanını verirse, saadet-i ebediyeyi kazanır.

Sahibimiz bizi kendisini bilmek ve ibadet etmek için, kendisiyle meşgul olmak için gönderdi. Hakk'tan gayrı her şeyi bırakan, her şeye nâil olmuş olur.

Nerede olduğumuzu bilelim. İbret nazarı ile bakarsak, bastığımız toprak bizi kucağında besliyor, büyütüyor sonra alıp eritiyor, yok ediyor. Bastığımız toprak toprak değil; geçmişlerimizin yüzü, gözü, ağzı ve diğer azalarıdır. Kalbi dünyaya bağlanmış olanlar, topladıklarını bırakarak aniden gitmişlerdir. İşte dünyanın mahiyeti budur. Bizim de akıbetimiz böyle olacak. O bizi terketmeden biz onu terkedelim.

Bir zât ne güzel söylemiş:

"İbtidâmız zaaf ve fücur, intihâmız mevt ile kubur."

Dünyadan sakınmanın çaresi ise; ölümü çok düşünmek, az yemek, az uyumak, çok ibadet etmektir."

"Bizim hayatımız şuna benzer. Bir insan bir evden diğer bir eve taşınırken, bütün eşyalarını taşır. Eski evde hiçbir şey kalmaz, sadece bir ceketi vardır. Çağırdıkları zaman gelir ceketini alıp, gider. Benim dünyada kalmamla ahirete göçmemin durumu budur. Şu, bu hayır! Bir ceketim var, çağırdıkları zaman alır çıkarım. Elhamdülillâh... Allah'ım beni dünyaya bağlamamış, hiçbir ilgim yok. Her şeyi vermiş ama O'ndan gayrisini yaşatmamış. Benim için ne mal, ne para, ne kadın; hayır! Benim sadece ceketim var, ceketi alıp giderim. Onun için değmez efendim."

"Bütün dünya senin olsa; hiç! Madem ki hiç ne diye değer veriyorsun? Gel de nefse anlat."

"Dünya başkasının olsun. Çünkü helâl ise hesabı var, haram ise azabı var."

 

El Kârda, Gönül Yarda:

İnsan helâl lokma için çalışacak. "Şunu yapayım, bunu yapacağım!" Hayır. O gün değil. Helâl lokma için çalışacak, çoluk çocuğunu barındıracak, takdir ne ise olacak. Hazret-i Allah'a yönelmiş olacak. Yani dünyaya verecek akıntıyı. Hazret-i Allah'a yönelmek ve sığınmakla olacak.

Buna dikkat edilirse, Cenâb-ı Hakk ona bereket verir, onu korur. Sonra o helâl lokmayla ibadet ede ede içini nur yapar. O nurdan hikmet husule gelir, konuşması, hali, ahvali hep değişir. Niçin? İçi nurlandı. Hikmet doldu, hikmetle konuşuyor. O farkında bile değil. O sermayeyi Cenâb-ı Hakk koymuştur içine. Daha evvel böyle değildi. O konuşur. Halbuki biraz sonra kendisine bakar kendisinde hiçbir şey yok. Meğer neydi? İlâhi ihsandı. İlâhi ihsanla o konuşuyordu, O konuşturuyordu. Neden? O nurla hikmet husule geldi, hikmetle konuştu, kendisinde hiçbir şey yok.

Hikmete nâil olmak için az yemek, helâl yemek, çok ibadet edebilmek halk ile mümkün olduğu kadar ilgiyi kesmek. Yani gücünde çalışacak, ama bu çalışma el kârda gönül yarda olacak.

Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz bir genç görür, çok güzel, fakat dünya onu çok meşgul etmiş.

"Eyvah! Güzel genci dünya çok meşgul etmiş. Bir de kalbine nazar edeyim." der.

Bir de kalbine nazar edip, bakar ki; Allah-u Teâlâ'dan bir an gafil değil. Meğer o güzellik O'ndan geliyormuş. Yani ona güzellik güzelden geliyormuş. Allah-u Teâlâ'dan hiç de gafil değilmiş.

"Eğer nazar etmeseydim kötü nazarla gidecektim. Gördüm Rabb'ime şükrettim." buyururlar.

Zâhirde halk ile bâtında Hakk ile ilgiyi kesmemek lâzım. Çünkü bizi O yarattı, bizi O donattı, rızkımızı O veriyor, mülkünde bulunduruyor. Şimdi biz O'nu bırakalım da şeytana mı ibadet edelim? Hâşâ!

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)

İlâhi emre göre doğru olmak, mahviyet içinde yaşamak. Zira varlık, günahların başıdır. Kişi kendisini beğenirse, yetmiş senelik ibadeti o anda yok olur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:

"Bir insanın kendini beğenmesi, yetmiş senelik ibadetini mahveder." (C. Sağîr)

Bunun için insan, varlıktan, benlikten, menfaatten, liderlikten, riyâdan çıkması, varlığından süzülmesi, varlığından sıyrılması, Var'a ulaşması gerek.

 

Bereket:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Bilâl-i Hâbeşi -radiyallahu anh- Hazretleri'nin evine ziyarete gider ve evin bir köşesinde hurmaların yığılmış olduğunu görür.

Resulullah Aleyhisselâm;

"Yâ Bilâl! Bunlar nedir?" diye sorar.

"Senin için biriktirdim yâ Resulellah" diye cevap verir.

Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

"İnfak et yâ Bilâl! İnfak et! Arşın Rabb'i eksiltir diye korkma!" buyurur.

Allah'ım bize o hali lutfetsin. Bereket bir esrâr-ı ilâhiye'dir. Sen aldıkça O koyar, aldıkça O koyar, aldıkça koyar bitmez.

Bereket; sen alıyorsun O koyuyor. Alırken görüyorsun da koyarken görmüyorsun.

Bereket öyle bir şeydir ki az, çok olur; bereketsizlikte çok, yok olur.

Eskiler yedireyim sevdasında idiler, yeniler ise yiyeyim sevdasında, yaşama sevdasında. Bunun için de bereketten mahrum kalıyorlar.

Bereket çokta değil, helâl lokmadadır. Bereket bitmez. Allah'ımız bereketli ve helâl lokma nasip etsin.

Hayat ve geçim bereketledir, para ile değil. Bazısı çok alır yok olur, bazısı az alır çok rahat geçinir.

Allah'ım hayır ve bereket ihsan buyursun. Zaten geçim bereketle olur, para ile değil. Çok milyarlar kazananlar var! Az kazananlar geçiniyor da milyarlarıkazananlar geçinemiyor.

Aldığın parayı hak etmiyorsan o parada bereket olmaz. Ama bugün kim hak ediyor? Yine fakir hak ediyor.

Bereketi korumak için adaleti korumak şarttır. Adalet korunduğu zaman Cenâb-ı Hakk bereket ihsan buyurur.

"- İşleriniz nasıl?

- Malumunuz efendim.

- Dünya işinin iyi gitmesi için bir sır var.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Cenâb-ı Hakk'ın taksimine râzı olan kimse müsterih kalpli olur." buyururlar. (Münâvi)

Verilene râzı olalım."

 

Müstesna İki Nümune:

Selâhaddin Eyyûbî:

Ortaçağın ve İslâm tarihinin de en büyük kumandanlarından birisidir. 1169 yılında Mısır sultanı oldu. Mısır'da şiîliğin bütün izlerini yok etti. Ehl-i sünnet mezhebini tekrar kurdu. Bir daha şiîliğe dönülmemesi için çok akıllıca tedbirler aldı. Bu işi yumuşaklıkla ve büyük maharetle yaptı, hiçbir sertlik göstermedi.

Sudan, Suriye, Hicaz, Yemen ve civar memleketlerde hakimiyetini kurdu. Dünyanın en büyük ve en kudretli hükümdarlarından birisi oldu.

Hayatının on bir yıllık kısmını, Suriye ve Filistin'de haçlılarla mücadele ile geçirdi.

1186 yılında büyük haçlı ordusunu imha ederek, ortaçağın en büyük muharebelerinden birini kazandı.

88 yıldır hristiyan hakimiyetinde bulunan ve müslümanların üçüncü kutsal şehri olan Kudüs-ü şerif'i Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den sonra ikinci olarak fethetti. Kısa bir zamanda bütün Filistin'den haçlıları kovdu.

"Kudüs'ü Haçlılardan alarak tekrar İslâm beldesi yapan büyük kumandan Selâhaddin Eyyûbî'nin vefatını başveziri Şam sokaklarında dellâl gezdirerek şöyle duyurmuştu:

"Ey ahali! Bilmiş olunuz ki Mısır'ın, Sudan'ın, Libya'nın, Filistin'in, Şam'ın, Haleb'in, Musul'un, Hicaz'ın ve daha nice İslâm ülkelerinin hükümdarı olan Sultan Selâhaddin Eyyûbî vefat etmiş, Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Şahsi parası cenaze masraflarına yetişmediği için bunlar yakınları ve dostlarınca karşılanmıştır."

Allah râzı olsun, bu zât-ı muhterem böyleydi."

 

Osman Gâzî:

Osman Gâzî, babası Ertuğrul Gâzî'den sonra yeni kurulan ve büyük bir imparatorluğa dönüşecek olan Osmanlı İmparatorluğu'nun temellerini attı (1299) ve kurucusu olarak ona ismini verdi. Kırk üç yıl devleti idare etti.

Fetihten fetihe koşan bu büyük padişah vefat ettiğinde zaruri ihtiyaçları için kullandığı birkaç eşyası ve misafirlerine ikram için beslediği birkaç koyunundan başka hiç bir şeyi yoktu.

"Osman Gazi Hazretleri Hazret-i Allah'a ne kadar gönülden bağlı imiş, vefat ettiklerinde birkaç koyundan başka hiçbir malı bulunmadı. O da misafirlerine ikram etmek için. Hiçbir şeyi yok. Her tarafı fethetti, dünyanın altını eline geçti, hiç bir şeyi yok. Miras olarak hiçbir şey bırakmadı. Bütün işleri Allah içindi, hiçbir şeye tenezzül etmemiş, hiç dünyaya meyletmediler. Gayeleri Hakkı ve İslâmiyeti yaymaktı."

"Onlara böyle gönülden dua ediyorum. Allah'ım makamlarını cennet et. Kat kat mertebelerini artır. Cenâb-ı Hakk onlara sehavet vermiş, Allah'ım kat kat ihsan buyursun, dünyada ve ahirette."

 

Allah-u Teâlâ'nın Herkesin Rızkına Kefil Olduğuna İtimat Etmek:

Allah-u Teâlâ'nın ism-i şerif'lerinden birisi de "Rezzak"tır, kullarına rızıkları O tahsis ve takdir eder.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra öldüren, daha sonra da dirilten Allah'tır." (Rum: 40)

Bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:

"İnsanlara vaaz için ölüm düşüncesi yeter. Zenginlik için de, Rezzâk-ı Hakîki'ye sıdk ve yâkîn kâfidir." (Tirmizî)

İnsanı yoktan varetti. Sayılması imkânsız olan çeşit çeşit nimetler, rızıklar verdi. Onu kendi mülkünde yaşatıyor, her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor.

Âyet-i kerime'lerinde buyuruyor:

"Rızkınız da, size vadedilen şeyler de göklerdedir." (Zâriyat: 22)

"Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı Allah'a aittir." (Hud: 6)

Binaenaleyh Rezzâk-ı âlem olan Allah-u Teâlâ'nın herkesin rızkını tahsis ettiğine, mukadder olan rızkın kulun hırsı ve acelesi ile artıp eksilmeyeceğine, bu rızkını tamamen almadıkça ölmeyeceğine inanıp itimat etmek lâzımdır.

Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:

"Şüphesiz rızıklar insanı ecelinden daha ziyâde arar ve nerede olursa olsun sâhibini bulur." (Câmiu's-sağir)

"Rızık ecelinden ziyâde sahibini arar, nerede olsa bulur." (Câmiu's-sağir)

"İnsanoğlu ecelinden kaçtığı gibi rızıktan da kaçsa; ecel, her nerede olsa onu bulduğu gibi rızık da kendisini arar bulur." (Câmiüssağir)

"Şüphesiz Cenâb-ı Allah, herkesin rızkını tekâlîfi, yani âilesinin kıllet ve kesreti nisbetinde indirir." (Münâvi)

"Rızık ecel gibi Cenâb-ı Allah'ın kullarını arar, nerede olsa bulur." (Münâvi)

"Sizden bir kimse rızkından firar etse bile rızık, mevt gibi kendisini bulur." (Münâvi)

Şu kadar var ki, Allah-u Teâlâ'nın takdirine rızâ göstermek, sebeplere müracaat etmeye mani değildir.

Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:

"Deveni bağla, Cenâb-ı Hakk'a tevekkül et." (Tirmizî)

Yani malı muhafaza tevekküle halel vermez.

Bir müslüman helâl rızık kazanmak, ecir ve sevaba nâil olmak için meşru yollardan çalışmalı; haram yollara başvurarak mesul olmamalıdır.

Allah-u Teâlâ:

"Orada hem sizin için hem de rızıklarını temin edemeyeceğiniz varlıklar için geçimlikler meydana getirdik. (Hicr: 20)

Âyet-i kerime'si ile insanları yeryüzünde rızıklarını elde etmek için çeşitli sebeplere sarılmaya ve geçimlikler peşinde koşmaya salıverdiğini beyan buyurmaktadır. İnsanların rızıklarını temin edemeyeceği varlıklar hayvanlardır. Her canlı, kendilerine ayrılmış bir tarz ve usül ile rızıklarını almaktadır. Ot yiyen et yemez, et yiyen ot yemez.

Daha sonra gelen Âyet-i kerime'de ise şöyle buyurulmaktadır:

"Hazinesi bizim katımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz." (Hicr: 21)

Rızkımıza kefil olan Allah-u Teâlâ bizden sadece kulluk yapmamızı istiyor:

"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum, beni doyurmalarını da istemiyorum. Şüphesiz rızıklandıran, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." (Zâriyat: 56-57-58)

 

Allah-u Teâlâ'ya Tevekkül Etmek:

Tevekkül; Hakk'tan gelen her şeye boyun bükmek, maddî-manevî her işi O'na bırakıp O'ndan istemek, yalnız O'na güvenmek ve aradan çıkmaktır.

Allah-u Teâlâ çalışmayı farz kıldığı gibi, kendisine tevekkül etmeyi de emretmiştir:

"Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et. Çünkü Allah kendine tevekkül edenleri sever." (Âl-i İmran: 159)

"Ezelî ve ebedî hayat ile bâkî olan ölümsüz Allah'a tevekkül et." (Furkan: 58)

Çünkü tevekkül ve itimada en lâyık olan ancak O'dur. Ölüme mahkûm olanlar ise tevekküle lâyık olamazlar, onlar fânidirler. Onlara bağlananlar, onların ölümleriyle büyük bir sükut-u hayâle uğrarlar.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde:

"Allah-u Teâlâ'ya hakkıyla tevekkül etseniz, kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırır." (Tirmizî)

"Herkesten kuvvetli olmasını arzu eden kimse, Allah'a tevekkül etsin." buyuruyorlar. (Câmiüssağir)

Tevekkül; Hâlik ile mahlûk arasında üstün bir sırdır. Hakk'a tam itimat bağlamak ve güvenmek, metanet bulmaktır. İmanın esası, kalbin kuvveti, ruhun rahatıdır. Amellerin efdali, hallerin en şereflisidir. Bedeni kulluğa, kalbi rubûbiyete bağlamak, Hakk ile mutmain olmaktır.

Tevekkül nefsin arzularını terketmek, gönülden mâsivâyı silip atmaktır. Tevekkül söz değil, hâldir.

Her işte Hakk'a tevekkül etmek iman icabıdır.

Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Eğer inanıyorsanız, ancak Allah'a tevekkül ediniz." (Mâide: 23)

Tevekkül eden; annesinden başka hiç kimseden yardım istemeyen, yalnız annesini bilen çocuk gibidir. Her halinde, Mevlâ'sına yönelir ve sığınır. İnsanların elinde olandan ümidini keser. Hakk katında olana itibar ve itimat eder. Az ile çok onun nazarında bir olur. Her müşkili çözülür, her sıkıntısı giderilir, halka muhtaç olmaz.

Tevekkülün de zâhirisi ve bâtînisi vardır. Zâhiri olan, işe teşebbüsten sonraki tevekküldür. Bâtînî tevekkül, işi Hakk ile yapmaktır.

Tevekkül makamına yükselen takva ehli insanlar, dünya maişetlerini şu Âyet-i kerime'lerde ifâde edilen gayb hazinesinden temin ederler:

"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır. Ona hayâline gelmeyecek yerlerden rızık verir. Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter. Şüphesiz ki Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü tayin etmiştir." (Talâk: 2-3)

Ashâb-ı kiram'dan Habbe ve Sevâ -radiyallahu anhümâ- şöyle anlatmışlardır:

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir işle meşgul iken onun yanına girdik, o işte kendisine yardım ettik.

Sonra bize şöyle buyurdu:

"Başlarınız kımıldadığı (yani yaşadığınız) müddetçe rızık hususunda ümitsiz olmayınız. Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur. Sonra Azîz ve Celîl olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır." (İbn-i Mâce)

Her şeyin Hazret-i Allah'ın takdiri ile meydana geldiğine inanarak hakiki manada tevekkül eden bir mümin; O'na itimat edip, her işini O'na havale etmekle her türlü gam, keder ve sıkıntıdan uzak olur. Hakk'tan gelen her şeye severek boyun büker. O'nun her işinde hikmet olduğunu bilir. Sebeplere değil, sebepleri Yaratan'a bağlanır. Hiçbir arzu da beslemez. Her haliyle O'na sığınır ve her şeyi ancak O'ndan bekler. O'ndan başkasına asla iltifat etmez, meyletmez. Her halinin Allah-u Teâlâ tarafından görülüp, bilinmesini kâfi görür.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyruluyor:

"Allah kuluna kâfi değil mi?" (Zümer: 36)

Elbette kâfidir!

Eğer Allah-u Teâlâ bir kulda tecellî ederse lütfuyla tecelliyâtıyla kul Hâlık'ın her işine râzı olur. Rızâ göstermekle ebedî hayatının kurtuluşuna vesile olur.

Bir mahlûk Hâlık'ına işini havale ederse ve o havalede kalırsa Hâlık'ı ne takdir ettiyse ona rızâ gösterir. O, O'ndan râzı olursa Hazret-i Allah da mahlûkundan râzı olur. Amma kul Hazret-i Allah'tan isteyebilir, yani duâ edebilir.

Hazret-i Allah'a tevekkül eder, işini O'na havale eder de, sonra ondan vazgeçip işini kendi yapmaya kalkarsa Hazret-i Allah'a itimat etmemiş olur, rızâdan ayrılmış olur, helâkına vesile olur.

Bir insanın bir işini veyahut hayatını Hakk'a havale edip de sonra müdahele etmesi, öz akıl sahipleri için çok utanç bir haldir. Neden? Hem Hakk'a havale eder hem de işe müdahele ederse, Hakk'a itimat etmemiş; kendi nefsine daha güzel güvendiğinden ve işe teşebbüs ettiğinden, orada büyük bir hataya gerçekten düşmüş olur.

Ya insan nefis putuna dayansın, veyahut Allah'ına dayansın.

 

Kanaat Etmek:

Bulunduğu hale râzı olmak ve bu taksimin "Âlemlerin yegâne rızıklandırıcısı" olan Allah-u Teâlâ tarafından yapıldığını tasdik etmek, böylece nefsanî zevklerden ayrılıp ruhanî zevki ele geçirmek halidir.

Bir insana rızkının bol verilmesi veya kısılması tamamen Allah-u Teâlâ'nın iradesine ve isteğine bağlıdır.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Rabbim kullarından dilediğinin rızkını genişletir, dilediğine darlaştırır." (Sebe: 39)

Bir kimseye rızık genişliği, nimet bolluğu verilmişse, bu ona Allah-u Teâlâ'nın bir lütfudur ve imtihanıdır. O kimse bu ikram ve ihsandan dolayı şükrünü artırmalı, imtihanını vermeye çalışmalıdır.

O'nun lütuf ve ihsanları hesapsızdır, insanlarınki ise hesap iledir. Bazı insanlar O'nun rızkını diğer kimselere ulaştırmaya ancak vasıta olabilirler. "Filan kişi iş sağladı." denilir. Onların sebeb olduğu rızkın yaratıcısı Rezzak-ı kerim olan Allah-u Teâlâ olduğu içindir ki:

"O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe: 39)

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:

"Cenâb-ı Hakk'ın verdiğine kanaat, tükenmez bir maldır." (Camius-sağir)

"Kanaat, tükenmez bir hazinedir." (Münâvî)

"Müminlerin sâlihi kanaatkâr ve kötüsü tamahkâr olandır." (Münâvî)

"Müminin şeref ve yüceliği halka karşı müstağni davranmasıdır." (Münâvî)

"Gerçek zenginlik halkın malına tamah etmemektir." (Münâvî)

"Dilenmeksizin helâl maldan sana bir şey verildiğinde alarak fazlasını tasadduk et." (Müslim)

"Asıl zenginlik malın çokluğu değil, gönül zenginliğidir." (Buharî)

 

Servet ve İmtihan:

Allah-u Teâlâ malı ve zenginliği sevdiğine de verir, sevmediğine de verir. Dilediğine servet verir, dilediğine de vermez.

"Şüphesiz ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır." (Teğâbün: 15)

Kullarını nimet ve ikramla dener, mal ile, mevki ile tecrübe eder. Gerek rızık bolluğu, gerekse darlığı kul için imtihandır. Kulun Allah katındaki değeri dünya malı ile ölçülemez. Dünya malından herhangi bir şeyin verilmesi veya verilmemesi bir cezâ değildir. Geniş rızıklı olmak üstün olmayı, rızkın darlığı da Allah-u Teâlâ'nın o kimseyi hakir kıldığını göstermez. Her iki halde de netice Allah-u Teâlâ'ya itaat noktasında düğümlenir. Mühim olan bu imtihanın neticesidir. Servet sahibi olunca zenginlik sebebiyle şükür mü edecek, yoksa nankörlük mü edecek? Fakir düşünce, fakirliğinden dolayı sabır mı edecek, yoksa isyan mı edecek?

İtaatkâr mümin imtihanda olduğunu bilir, darda da olsa bolda da olsa daima Hakk'a yönelir, O'nun lütuf ve merhametine güvenir.

Kâfire göre değer ve değersizlik, dünyada mal ve mülkün çokluğu ve azlığına göredir.

Bu hususta Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"İnsana gelince; Rabb'i kendisini imtihan edip de ikramda bulunur ve ona bol nimet verirse: 'Rabb'im bana ikram etti.' der." (Fecr: 15)

"Rabb'im bana ikram etti." demesi şükür için değil, kibirlenmek ve övünmek içindir. İhanet ettiğini söylemesi ise sabırsızlığını ve şuursuzluğunu göstermektedir.

"Amma onu imtihan edip rızkını daraltırsa: 'Rabb'im bana ihanet etti.' der." (Fecr: 16)

Biçare insan! Nâil olduğu nimetlerin ilâhî bir lütuf olduğunu ve bu nimetlere şükretmesinin gerektiğini düşünmez. Rızık darlığını kendisine bir hakaret sayar, yüzünü ekşitir. Rabb'inin lütuf buyurmuş olduğu diğer namütenahi nimetleri dikkate almaz.

Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin bu çarpık fikirlerini reddetmek üzere şöyle buyurmaktadır:

"Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmezsiniz.

Yoksulu yedirmek için birbirinizi teşvik etmezsiniz.

Size kalan mirası haram helâl demeyip alabildiğine yiyorsunuz.

Malı pek çok seviyorsunuz." (Fecr: 17-20)

Helâl veya harama aldırmadan, câiz olup olmadığına bakmadan mal toplamaya büyük bir temâyül göstermektedirler. Ne pahasına olursa olsun malı ele geçirmede tereddüt etmemektedirler. Ne kadar mal sahibi olsalar da gözleri doymuyor. Hayra sarfedilmeyip yığılan mallar, mirasyedilerin ellerinde sefahat yollarında yenilip bitiriliyor, kendilerine ise vebalinden başka bir şey kalmıyor.

"Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız." (Âl-i imrân: 186)

Dilediği kuluna mal ve servet verir, onunla kendisini imtihan eder. Tâki emr-i ilâhîye uyup uymadığı, o serveti nereden elde edip ne gibi yerlere sarf ettiği, zekâtını verip vermediği meydana çıksın. Kimisini fakir düşürür, çeşitli musibetlere uğratır, o şekilde imtihan eder. Bazen de sıkıntı ve hastalık vererek canları hususunda imtihana çeker.

Herkes bu imtihandan geçmektedir. Kişi dininde kuvvetli ise imtihanı arttırılır. Rızâ gösteren kulundan da râzı olur. Allah-u Teâlâ'nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk göstermek amellerin en faziletlisi, ahlâkın en güzelidir.

"Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın!" (Fâtır: 5)

Daha doğrusu onlar dünya hayatının fânî nimetlerini, ahiretin baki nimetlerine tercih ediyorlar.

Servet ve evlât, gayesine uygun olarak kullanılırsa cennetin, kullanılmazsa cehennemin kapısını açar. Bunlar dünya hayatına ait birer ziynettir. Allah katında asıl hayırlı olan şey ise sâlih amellerdir.

 

İmtihan Olan Üç Kişi:

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Vaktiyle Benî İsrail'de biri abraş, biri kel, biri de kör üç kişi varmış. Allah onları imtihan etmek istemiş ve kendilerine bir melek göndermiş.

Melek abraşa gelerek:

'Sence en makbul şey nedir?' diye sormuş. Abraş: 'Güzel renk, güzel cild ve benden insanların iğrendiği halin gitmesidir.' demiş. Bunun üzerine melek onu sıvazlamış, o anda o iğrenç hali gitmiş, kendisine güzel bir renk, güzel bir cild verilmiş.

Melek:

'Sence hangi mal en makbuldür?' diye sormuş. Abraş: 'Devedir.' demiş. Bunun üzerine kendisine doğurması yakın bir deve verilmiş. Daha sonra melek: 'Allah sana bu devede bereket versin!' diyerek ayrılmış.

Bu defa kelin yanına gelerek:

'Sence en makbul şey nedir?' diye sormuş. Kel: 'Güzel saç ve insanların iğrendiği şu halin benden gitmesidir.' demiş. Melek onu sıvazlamış ve o hâl gitmiş, kendisine güzel saç verilmiş.

Melek:

'Sence hangi mal en makbuldür?' diye sormuş. Kel: 'Sığırdır.' demiş. Bunun üzerine kendisine hamile bir inek verilmiş. Daha sonra melek: 'Allah bu inekte sana bereket versin!' diyerek ayrılmış.

Müteâkiben gözü görmeyen adama gelerek: 'Sence en makbul şey nedir?' diye sormuş. Adam: 'Allah'ın gözümü açması ve onunla insanları görmemdir.' demiş. Melek onu da sıvazlamış ve gözü görmeye başlamış.

Melek: 'Sence hangi mal en makbuldür?' diye sormuş. Adam: 'Koyundur.' demiş. Bunun üzerine kendisine doğurmuş bir koyun verilmiş.

Zamanla ötekiler üretmiş, beriki de doğurtmuş, bu suretle birinin bir vâdi devesi, diğerinin bir vâdi sığırı, bunun da bir vâdi koyunu olmuş.

Sonra melek abraşa eski suret ve kılığında gelerek: 'Ben fakir bir adamım, yolculuğumda bütün çarelerim tükendi. Bugün evvel Allah sonra senden başka beni evime ulaştıracak bir kimse yoktur. Senden şu güzel rengi, güzel cildi ve malı veren Allah aşkına bir deve istiyorum, o deve ile yoluma devam edeceğim.' demiş.

Abraş: 'Haklar çoktur!' karşılığını vermiş.

Bunun üzerine melek ona: 'Ben seni tanır gibiyim! Sen insanların iğrendiği abraş değil misin? Hani sen bir zamanlar fakirdin, Allah bütün bunları sana verdi.' demiş.

Abraş: 'Ben bu malı ancak ve ancak büyükten büyüğe intikal eden bir miras olarak edindim.' cevabını vermiş.

Melek de: 'Yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin.' diyerek ayrılmış.

Kelin yanına da eski suretinde gelerek buna söylediğinin aynısını söylemiş. Bu da abraşın verdiği cevap gibi cevap vermiş.

Melek de: 'Yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin.' diyerek ayrılmış.

Gözleri görmeyen adama da eski suret ve kılığında gelerek: 'Ben yoksul bir adamım, yolcuyum. Yolculuğum esnasında bütün çarelerim tükendi. Evvel Allah, sonra senden başka bugün beni evime ulaştıracak bir kimse yoktur. Senden gözünü açan Allah aşkına bir koyun istiyorum. Onunla yoluma devam edeceğim.' demiş.

Adam: 'Gerçekten benim gözlerim kör idi. Allah benim gözlerimi açtı. Şimdi bu koyunlardan dilediğini al, dilediğini bırak! Vallahi bugün Allah için aldığın bir şeyde sana zorluk çıkarmam.' demiş.

Bunun üzerine melek:

'Malın senin olsun. Siz ancak imtihan edildiniz. Senden râzı olundu, iki arkadaşın da hışıma uğradı.' demiş." (Müslim: 2964)

 

Zengin Olmak İsteyen Sâlebe'nin İmtihanı:

Ensâr'dan Sâlebe bin Hâtıb adında bir kimse Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek: "Yâ Resulellah! Bana mal vermesi için Allah'a duâ et!" dedi.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Yâ Sâlebe! Yazık sana! Şükrünü yerine getireceğin az bir mal, şükrüne güç yetiremeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır." buyurdu.

Bir başka seferinde yine söyleyince şöyle buyurdu:

"Yâ Sâlebe! Peygamberin gibi olmaya râzı değil misin? Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, şayet ben dağların altın ve gümüş akıtmasını isteseydim, mutlaka akıtırlardı."

Sâlebe ise isteğinde ısrar ederek şöyle dedi:

"Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, eğer bana mal vermesi için Allah'a duâ edersen, O da bana mal verirse, her hak sahibine mutlaka hakkını vereceğim."

Nitekim onun hakkında nâzil olan Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Onlardan kimi de: 'Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, andolsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız.' diye O'na kesin söz verdiler." (Tevbe: 75)

Sâlebe sürekli olarak Resulullah Aleyhisselâm'a bu husus için başvurmaktan geri durmuyordu.

Sonunda Resulullah Aleyhisselâm:

"Allah'ım! Sâlebe'ye mal ver!" diye duâ etti.

Sâlebe önce bir koyun edindi. Koyundan kurtçuklar gibi çok sayıda kuzular türedi. Kısa sürede sürüsü o kadar çoğaldı ki, Medine-i Münevvere dar gelmeye başladı. Oradan dışarı çıkıp, Medine vâdilerinden bir vâdiye çekildi. Artık mallarıyla uğraşıyordu. Nihayet öğle ve ikindi namazlarını cemaatle kılmaya diğerlerini terketmeye başladı. Sürüleri daha da çoğalınca Cuma namazını ve cemaati terketti.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün: "Sâlebe ne yapıyor?" diye sormuş, Ashâb-ı kiram durumunu haber verdiklerinde üç defa: "Yazık oldu Sâlebe'ye!" buyurmuştu.

Sonra Allah-u Teâlâ:

"Onların mallarından sadaka al!" (Tevbe: 103)

Âyet-i kerime'sini indirdi, ayrıca zekâta âit farîzalar nâzil oldu.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birisi Cüheyne kabilesi'nden, diğeri Süleym kabilesi'nden olmak üzere iki kişiyi müslümanlardan zekât almaları için memur olarak gönderdi. Nasıl zekât alacaklarına dâir de ellerine yazı verdi.

Onlar da gittiler, nihayet Sâlebe'nin yanına geldiler, ona Resulullah Aleyhisselâm'ın yazısını okudular. Emr-i nebevî'yi işiten Sâlebe: "Bu istediğiniz cizyeden, cizyenin kardeşinden başka bir şey değildir, bilmiyorum bu nedir?" dedi. Onlar da ayrılıp gittiler, Süleym oğulları'ndan olan kişiye vardılar, durumu bildirdiler. O da develerinin en iyisini zekât olarak ayırdı. Deveyi aldılar, sonra diğerlerine uğrayıp zekâtlarını almaya devam ettiler, tekrar Sâlebe'ye geldiler. O ise yine aynı şeyleri söyledi, vermekten imtina etti.

Memurlar huzur-u nebevi'ye geldiklerinde, daha onlar bir şey söylemeden: "Yazık Sâlebe'ye!" buyurdu, Süleym oğulları'ndan zekâtını veren zâtın malına bereket girmesi için duâ yaptı.

Bu arada mezkûr Âyet-i kerime nâzil oldu:

"Allah onlara lütfundan verince, onda cimrilik edip yüz çevirdiler, sözlerinden döndüler." (Tevbe: 76)

Sâlebe'nin akrabasından biri Resulullah Aleyhisselâm'ın yanında bu Âyet-i celile'yi işitince, gidip Sâlebe'ye haber verdi.

"Yazık sana ey Sâlebe! Allah senin hakkında şöyle şöyle âyet indirdi." dedi.

Durumu öğrenen Sâlebe, vermesi gereken zekâtını yanına alarak Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna geldi, zekâtının kabul buyurulmasını istedi. Resulullah Aleyhisselâm:

"Allah senin zekâtını almamı yasakladı." buyurdu.

Sâlebe başına toprak saçmaya başlaması üzerine Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:

"Ben sana vaktiyle emretmedim mi? Sen ise bana itaat etmedin!"

Zekâtını vermekte ısrar etmesine rağmen kabul edilmeyince evine çekildi. Halife olduğunda zekâtını Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-e götürmüşse de kabul etmemiş: "Onu senden Resulullah Aleyhisselâm kabul etmedi." buyurmuş, vefatına kadar da almamıştı.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de aynı yolu izlemiş, onun zekâtını kabul etmemişti.

Ve Sâlebe Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in hilâfeti zamanında ölmüştür.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Allah'a verdikleri sözden döndükleri ve yalan söyledikleri için, Allah kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak sokmuştur." (Tevbe: 77)

Bu durumda Sâlebe mürted kabul edilerek irtidat hükmü uygulanmamış, fakat müslüman olduğu da tasrih edilmemiştir.

 

Mânevî Ticaret:

Bir müslümanın dünya ticareti kendisine ahiret ticaretini unutturmamalı, dünya işleri ahiret işlerine mânî olmamalıdır.

Şurası unutulmamalıdır ki, ahiret kazancı ve ahiret zenginliği dünyadan çok daha hayırlıdır. Dünya kazançlarının faydaları ömürle sona erer. Dünyada kazanıp ahirette iflâs etmek akıl kârı değildir.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:

"Öyle erler vardır ki, onları ne bir ticaret ne de bir alış-veriş zikrullahtan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymaz.

Onlar gönüllerin ve gözlerin hâlden hâle döneceği günden korkarlar." (Nûr: 37)

"İnsanlardan öyleleri var ki 'Ey Rabb'imiz! Bize dünyada ver!' derler. Böyle isteyenlerin ahiretten hiç nasibi yoktur.

Onlardan bir kısmı da 'Ey Rabb'imiz! Bize dünyada iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellik ver, bizi cehennem azabından koru' derler. İşte onlara kazançlarından ötürü karşılık vardır." (Bakara: 200-201-202)

"De ki: Allah'ın nezdinde bulunan, eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır." (Cum'a: 11)

Hadis-i şerif'te:

"Dünyada kalacağın kadar dünyana çalış. Ahirette kalacağın kadar âhiretine çalış. Allah'a muhtaç olduğun kadar Allah için amel işle. Cehennem azabını tahammülün nisbetinde de orası için çalış." buyurulmuştur.

Âhiretsiz bir dünya hayatı yaşamak isteyenlerde zaten hayat da yoktur. Kalplerinde yalnız dünya muhabbeti olduğu için huzursuzdurlar. Hayat ise huzurla kaimdir, huzursuz hayat yaşanmaz. Günahlar kalp üzerine baskı yaparlar ve onu sıkıştırırlar. Zengin de olsalar, her arzularına nail de olsalar, o darlıktan o huzursuzluktan kurtulamazlar. Gönül dar olunca koca dünya insana dar gelir.

Bir Âyet-i kerime'de:

"Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da dar bir geçimdir." buyuruluyor. (Tâhâ: 124)

Zâhiren nimetler içinde görünse bile, dilediğini yiyip içip, dilediğini giyinip, dilediği meskenlerde yaşasa bile; ne rahatı ne huzuru olur, ne kalbinde genişlik ne de ferahlık olur. Tereddütlerden, kuruntulardan, boş hayallerden, uzun emellerden kendisini kurtaramaz. Bunun da sebebi hidayetten uzak oluşlarındandır.

Dünya fânidir. Günleri mahduttur ve muvakkattır. Servet ve sâmânı ise emânettir. Kendisine gönül bağlayanlar için aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir.

Ömrü ne kadar uzun olursa olsun, insan öyle bir zamana ulaşır ki; rüzgârın saman çöpünü savurup, yerinde hiç bir şey kalmadığı gibi, ölüm gelir, ahirete alıp götürür.

"Sanki orada hiç yaşamamışlardı." (Hud: 95)

 

Hazret-i Allah Çok Gani'dir:

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri:

"Allah ganidir, siz fakirsiniz." buyuruyor. (Muhammed: 38)

Bu Âyet-i kerime şöyle zannediliyor: "Allah zengindir, siz fakirsiniz!"

Böyle olunca bu ifadeden para anlaşılıyor.

Şu kadar var ki bir ağanın bir kölesi var. Kölesinin parası yok, malı mülkü yok, her şeyi ile ağasına muhtaç. Bir köle ağasına bu kadar muhtaç olursa, ya bir mahlûk Halik'ına ne kadar muhtaç olduğunu buradan ölçün.

Halbuki Cenâb-ı Hakk, o köleye her şey vermiş. Beden vermiş, azaları vermiş, hayat vermiş, sıhhat vermiş ki her şeyi bir dünyaya mübadil. Ama efendisine muhtaç. Ya Halik-ı Azimüşan'a bir mahlûk ne kadar muhtaç. Şimdi ölçebildik mi?

Hülasâ-i kelâm; insan zanneder ki maddededir. Her şeydedir! Allah-u Teâlâ kuluna ihsan etmek için yol ve bahane arar. Sırf Allah için bir adım atana Allah-u Teâlâ bir adıma değil; bir santimine sevap yazar. Onun için ne kadar şeriti uzatırsa; sevabını, rahmetini, merhametini Rabb'im o kadar uzatmış olur.

Biz buna muhtacız, ihtiyacımız var. O ise "Gani"dir, vermek istiyor; yeter ki O'na yönelsin, O'nun rızası için çalışsın, O'nun yoluna gitsin. O da çok az. Yani Hazret-i Allah size vermek istiyor, siz de gayret edin! Oldu mu? Bu Âyet-i kerime'nin çok dönüşümü var da fakat aklını madde aldığı için insan hep maddeye çekiyor.

O çok "Gani". O'nun ganiliğini sizin anlayabilmeniz için şöyle anlatayım:

Bütün ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa, Allah-u Teâlâ'nın kelâmı bitmeden onlar biter. Maddeye koysan O öyle "Gani"dir ki idrakın haricinde. Zaten O'ndan başka bir şey yok... Olanlar "Ol!" emriyle olmuş o kadar.

Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise her şeyden müstağnidir, her hamde lâyıktır." (Fatır: 15)

İnsanlar, O'na muhtaçtır ve nasıl muhtaç olduğunu da bilmezler. Bir nefesini kesse hayatı yok. Günde kaç kez nefes alıyoruz, insan öyle gaflettedir, öyle nankördür. Bir nefesin şükrü mümkün değildir.

Binaenaleyh; Allah-u Teâlâ'nın "Gani" olduğunu, mahlukta hiçbir şey olmadığını yalnız onlar bilir.

Bundan ötürü o, Hakk'ı görüyor, kendisini görmüyor. Diğerleri ise Hakk'ı görmüyor, bilmiyor; kendini biliyor.

Hakk'ı görmediği, bilmediği için dünya mabudluğuna, nefis putuna tapa tapa gidiyor ve böylece huzur-u ilâhiye çıkar.

Birisi Hakk yolunda hiçliği ile hizmet ve ibadet ediyor. Diğeri nefis yolunda efendilik taslıyor. İbadeti de bu nevidendir.

Âyet-i kerime'de:

"Şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım." buyuruluyor. (İbrahim: 7)

Şükrümüzü artırırsak, nimetini artırır. Nefsimize bağlarsak kesiverir.

Şükür ne demektir?

Bütün her şeyin O'ndan olduğunu bilmektir.

İbadetin özü şükürdür. Namaz kılıyorsan ona şükredeceksin. Zekât veriyorsan ona şükredeceksin. Hayır yapacaksan ona şükredeceksin. Yaptığının şükrünü yaparsan vermiş olursun. Bana ibadet ettiriyor, huzuruna kabul buyuruyor, nasıl şükür lâzım, nasıl şükür lâzım. Yaptırana, yaptırdığı için şükür etmek. Şükreden bir kalp, zikreden bir lisan, fikreden bir dimağ. Hazret-i Allah'tan bunu isteyin.

Şükrünü çalışma ile artıracak. Çalışma ile artırırsa, çalıştıkça şükrünü artırmış olur. Bu ihlâslı çalışma ve ubudiyet arzusu gönülde olacak. Çünkü Cenâb-ı Hakk kişinin öz niyetine bakıyor.

Hizmetçi olduğuna şükretmezse zaten hizmetçiliğe almazlar.

Bu yüzden insan, ömrü boyunca Allah yolunda başını secdeden kaldırmasa, hatta ibadet ve şükür maksadıyla başını secdeye koysa ve istiğfarla şükretse gene de O'na şükür ve istiğfar etmiş olmaz. O'nun sonsuz ihsanına karşı bir mahlûk ne yapabilir. Onun için çok çalışmalıyız.

Allah'ım! Ganî olduğunu biliyorum. Bildiğim için senden istiyorum. Fakir olduğum için de sana sığınıyorum.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Kulun kendisi de, malı da Allah'a aittir." buyurdu.

Kendisinin hiçbir şeyi yok ki varlığını iddia etsin. Onun için her şeyin en güzel numunesi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Fakirliğimle övünürüm." buyurdu. (K. Hafâ)

Fakirlik başkadır, fakirlikle övünmek başkadır. Fakirlikle övünmek fenâ ile övünmektir. Fâni oldu, O kaldı.

Yani ruhum O'nun, bedenim O'nun, malım O'nun, her şey O'nun. Benim hiçbir şeyim yoktur. Fakirim ve fakirliğimle de iftihar ederim. İslâm budur. İslâm'ın özü budur. Mahviyetin özü budur. Bu en büyük zirve. Bundan daha büyük zirve yok.

Sen çıkıyorsun aradan, kalıyor Yaradan...

Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:

"Allah size zâhir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol vermiştir." buyuruyor. (Lokman: 20)

Vallâhi vücudum yetmiyor da gözlerim şükrediyor. O'nun nimetlerini, ihsanını, ikramını gördükçe vücudum yetmiyor şükre; gözlerim şükrediyor. Secdeye kapansam, ömrüm boyunca O'nun ihsan ettiği şükürle O'na şükretsem, şükredemeyeceğimi çok iyi biliyorum. Acizliğimi itiraf ederim, şükür yerine gözyaşı dökerim. Bu gözyaşı acizlik gözyaşıdır.

"Allah'ım! Ben sana şükretmeye aciz olduğum için gözlerim Zât'ına şükrediyor." derim. Mahlûk olduğum için Hâlik'ıma şükrüm yetmiyor.

 

Çok Güzel Bir Hayat:

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Kadın olsun erkek olsun, her kim mümin olarak sâlih amel işlerse, biz onu (dünyada) mutlaka çok güzel bir hayat ile yaşatırız." (Nahl: 97)

Cenâb-ı Hakk dilerse sâlih kulunu yaşatır. Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu iman edip sâlih amel işleyenlere bir vaad-i Sübhânî'dir. Şu halde inanan ona göre çalışsın.

Bu; "Çok güzel bir hayat" nedir?

O'nunla olmak. O'nunla olursan sana huzur verir. Huzurla yaşadığın zaman kuru ekmek dahi sana tatlı gelir. Huzursuzsan para, yemek seni doyurmaz. Huzur doyurur. O huzur da ancak O'ndan gelir. Bugün huzur hacıda yok, hocada yok, zenginde yok, fakirde yok, dervişte yok.

Huzur neyle meydana gelir? Huzurun kaynağı nasıl temin edilir?

Hazret-i Allah bir kula lütfuyla tecelli ederse.

Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Sana gelen her iyilik Allah'tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir." (Nisâ: 79)

İnsanın bunu kavraması mümkün değil. Niçin? Cehaletinden.

Niçin? Allah-u Teâlâ'ya yakın olmadığından.

Bütün iyilikler Allah'tan gelir derken, bir kere o huzuru kazanmak için sermaye O'ndan gelir. O sermaye ile sen O'na samimi bir şekilde yöneleceksin, aşk ile ibadet edeceksin. Bu aşk ile ibadet nasıl olur? Herkes uyurken sen uyanık ol, herkes gülerken sen ağla. Bu şekilde merbudiyet O'na olsun. Bu merbudiyet O'na olunca; "Bu kul benim!" der, ilk olarak ihsanı huzur olur. Ve o kul huzur bulur. Kuru ekmeği dahi olsa O'na şükreder, hiç başka bir şey aramaz. Bu kul ubudiyetine devam eder. Huzurdan sonra ona huşu ihsan eder. Daha derine dalar. Mahiyetinde bulundurur. Çok daha ilerlerse kurbiyet husule gelir. İşte bunlar ilâhi lütfundan başka bir şey değildir. Ancak Allah-u Teâlâ'nın lütfu olacak ki, bunlar olacak. Bir kulun bunlara ermesi mümkün değil. Huzuru kimse bulamıyor, huşuyu nasıl bulsun?

Şimdi herkes "Yaşayayım!" diyor. O kadar! Ama ruhu mu yaşıyor, nefsi mi yaşıyor o belli değil. Bu dediklerimiz ruhu yaşayan insanlara ait.

Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruluyor:

"Bir kulum benim zikrimle meşgul olmasından dolayı kendi ihtiyaçlarının talebini unutursa ben o kuluma kendisi istemezden önce in'am ve ihsan ederim." (Tirmizî)

Sen, sen ol, O'nunla ol! Zira nefis perde olmak ister. Rabb'im şerrinden korusun.

Onun için şu duâyı çok sık yaparız:

"Allah'ım gözümü açıp kapayıncaya kadarki mesafede beni nefsime, şeytana, şeytanlaşmış insanlara bırakma. Lütfettiğin güzel nimetleri benden alma. Af ve afiyetini diliyorum. Beni lütuf rızândan ayırma."

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Yarışanlar bunun için yarışsınlar, (imrenenler buna imrensinler)." (Mutaffifîn: 26)

Yarışanlar rıza için yarışsın. Fakat dünya zevkini isteyen onu arasın. Hakk'ı isteyen Hakk'a kavuşsun. Fakat dünyada aradığınız hepsi burada.

 

Günahlar Yüzünden Gelen Musibetler:

"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de çoğunu affeder." (Şûrâ: 30)

Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Bir kul işlemiş olduğu günah sebebiyle rızıktan mahrum edilir." (İbn-i Mâce)

"Zamanınızdan şikayetinize sebep olan şeyler, amellerinizin bozukluğundandır." (Beyhaki)

Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin küfürde uzun zaman inat ve ısrar etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ onları kıtlıkla mübtelâ kıldı. Çok sıkıntılar çektiler, malları ve hayvanları helak oldu, kadınlar kısırlaştı.

Nuh Aleyhisselâm onlara öğütlerde bulundu:

"Rabb'inizden mağfiret dileyin, çünkü O çok bağışlayıcıdır. Mağfiret dileyin ki, üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!

Size ne oluyor ki Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?" (Nuh: 10-11-12-13)

Hûd Aleyhisselâm da kavmini tevbe ve istiğfara dâvet etmişti:

"Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin ki üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, kuvvetinize kuvvet katsın. Günahkâr olarak yüz çevirmeyin." (Hûd: 52)

Bu Âyet-i kerime'lerde tevbe ve istiğfarın her şeyin husûlüne vesile olduğu bildirilmektedir.

Yağmur duâsında istiğfar etmek de bundan dolayı meşru olmuştur.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- halkla beraber üç gün yağmur duâsına çıkmış, istiğfardan başka bir şeyle meşgul olmamıştır. Ashab-ı kiram'dan bazıları "Yâ Ömer! Biz buraya rahmet duâsına geldik, sen rahmet duâsı ile meşgul olmadın!" dediklerinde "Ben semânın yağmur damarlarıyla duâ ettim." buyurmuş ve Nuh Aleyhisselâm'ın kavmine söylediği sözleri beyan eden Âyet-i kerime'leri okumuştur.

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- dan rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Her kim istiğfara devam ederse, Allah-u Teâlâ o kimseyi her darlıktan kurtarır, her sıkıntısına bir ferahlık verir ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır." (Ebu Dâvud)

 

İman ve İmansızlık Huzur ve Huzursuzluk:

Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'lerde bu irtibat açık olarak görülür.

Allah-u Teâlâ buyurur ki:

"Eğer o ülkelerin halkı inansalardı ve bize karşı gelmekten sakınsalardı; elbette onlara göğün ve yerin bolluklarını verir, bereketler açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları yaptıklarına karşılık yakalayıverdik." (A'raf: 96)

Günahlardan tevbe etmekle darlık ve sıkıntıdan insanların kurtulabileceğine, nimetlere şükretmekle bolluk ve genişliğin devam edip artacağına inanmadılar. Bütün helâk edilen milletler bu şekilde müstehak olarak helâk edildiler.

"Eğer ehl-i kitap inanıp karşı gelmekten sakınsalardı, kötülüklerini örterdik ve onları nimet cennetlerine koyardık.

Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rabblerinden kendilerine indirilen Kur'an'ı, gereğince uygulasalardı; hiç şüphesiz ki hem üstlerinden hem de ayaklarının altından yerlerdi. (Her yönden nimete ermiş olurlardı.) İçlerinden aşırılığa kaçmayan, mutedil bir zümre vardı, çoğunun yaptıkları ise kötü idi." (Mâide: 65-66)

Rızıkları bol bol, yerden ve gökten feyezan edip duracaktı. Ağaçları bol meyve verecek, ekinleri neşvünemâ bulacak, kendilerine her yönden nimetler gelecekti. Kendilerine zaman zaman bir takım musibetler yüz gösterip durmayacaktı. Ahiretleri mükemmel olduğu gibi, dünyaları da mâmur olacaktı. Fakat onlar imana yönelmediler, inkârlarına devam ettiler.

"Resulüm! Senden önceki ümmetlere de peygamberler göndermiştik. (İnkârlarından dönüp) boyun eğsinler, yalvarsınlar diye, onları yakalayıp darlık ve çeşitli hastalıklarla cezalandırmıştık." (En'am: 42)

"Rabbinizden mağfiret dileyiniz ve O'na tevbe ediniz ki, belli bir süreye kadar sizi güzelce geçindirsin ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin." (Hud: 3)

Günahlarınızdan dolayı Rabbinizin affını ister, samimiyetle tevbe eder, Rabbinize yönelerek ve O'na itaat etmek suretiyle tevbenize dosdoğru devam ederseniz; bu dünyada size geniş rızık ve müreffeh bir hayat sağlar.

"Benden korkun ki, ben de size verdiğim nimetlerimi tamamlayayım, böylece siz de doğru yolu bulmuş olasınız." (Bakara: 150)

Hidayet üzere sabit kalmayı Allah-u Teâlâ'dan niyaz etmeli, bu nimeti de O'nun merhametinden beklemelidir.

"İnkâr edeni de az bir müddet geçindiririm." (Bakara: 126)

Onu da dünyada bulundukça rızıklandırırım.

"Sakın kendilerini denemek için dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlikler verdiğimiz kimselere gözlerini dikme! Rabbinin rızkı hem daha hayırlı hem de daha süreklidir." (Tâhâ: 131)

Onlar, bu nimetleri kendilerine vermiş olan Allah-u Teâlâ'yı bilmez, varlığını, birliğini, kudretini tasdik etmezlerse, bu yüzden ahirette azab görecekleri şüphesizdir. Çok defa bu nimetler daha dünyada iken ellerinden çıkar.

Allah-u Teâlâ'nın ahirette vereceği nimetler ise, kâfirlere dünyada iken verilmiş olan fani şeyler gibi değildir. Onlar asla zeval bulmayacaktır.

"İnkâr edenlerin refah içinde diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın!" (Âl-i İmran: 196)

Ondan az bir zaman faydalanırlar, sonra da nimet yok olur gider, ahirette ise büyük bir felâketle karşılaşırlar.

İnanmayanlar da bu dünyada rızıklanırlar. Allah-u Teâlâ onlara mühlet verir. Bu da haklarındaki ilâhî azabın artmasına sebep olacaktır.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Eğer bütün insanlar (küfre meyledip) tek bir ümmet olma durumuna gelmeyecek olsaydı, Rahman olan Allah'ı inkar edenlerin evlerinin tavanlarını, çıkacakları merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerine yaslanacakları koltukları gümüşten yapar ve onları altın ziynetlere boğardık.

Bütün bunların hepsi sadece dünya hayatının geçimliğidir. Ahiret ise Rabbinin katında, O'nun azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur." (Zuhruf: 33-34-35)

Allah katında dünya malının hiçbir değeri yoktur. Altın ve gümüşün kıymet olarak bilinmesi insanlara göredir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Kâfir bir iyilik yaptığında bunun karşılığında dünyalık verilir. Mümine gelince, Allah-u Teâlâ onun iyiliklerini ahirete saklar, dünyada da taatına göre rızık verir." (Müslim)

İstiğfara devam edip de ihtiyaçtan ve sıkıntılardan kurtulmayanlar, istiğfarın şartlarını yerine getirmeyen kimselerdir.

Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsi'de şöyle buyurur:

"Eğer kullarım bana hakkıyla itaat etselerdi, onları geceleyin yağmurlarla sular, gündüzleri üzerlerine güneş doğdurur ve onlara gök gürültüsü işittirmezdim." (Ahmed bin Hanbel)

 

"Muvakkat Nimetler"

Ruhum var diyorsun senin değil, cesedim var diyorsun senin değil, mülk de senin değil. İnsanda bunlar varken bunların kendisinin olduğunu zanneder. Allah-u Teâlâ'yı zanla anar. Bunları kendinden uzaklaştır, nefsine senin olmadığını bildir! Ruh senin değil, vücudun senin değil, mülk de senin değil.

Şimdi senin neyin kaldı? Hiç! Bunu hayatta bir defacık tefekkür ettik mi? Halbuki hiçbir tanesine sahip değiliz. "Benim" diyen insan onu vereni nasıl öğrenebilir? Sen bunları kendinden uzaklaştırmadın ki, onu vereni bilesin.

"Bana Sahib'im ruh verdi, O'nundur. Binayı kurdu, O'nundur. Mülkünde yaşıyorum, O'nundur. Gerçekten benim bunlarla hiçbir ilgim yok, Allah-u Teâlâ'nın bana koymasıdır, vermesidir, muvakkattır, hepsini alır, hepsini verir!" diyerek bunları bir bir kendinden uzaklaştırmadıkça vereni bilemezsin. Vereni bilmeyince vereni tanımak ne mümkün?

Daha evvel de arz ettik, fakir namazlarda: 'Ettahiyyatü lillâhi ves-salâvâtü vet-tayyibât' dediğim zaman zâhirî mânânın yanında; Allah'ım! Ruhum senin, bedenim senin, mülk de senin. Bunları bana sen verdin. Ben bunların bir tekine değil, bir zerresine bile şükretmekten âciz olduğumu itiraf ediyorum.

Şehâdet getirirken, orada zerre bir pislik olduğumu görürüm ve onun yok olmasını isterim. Zerre kerih suyun orada ne işi var! Onu ifnâ edeyim ki Sahib'imi tesbih edebileyim. O'nunla O'nu tesbih edebileyim. O kerih su tesbihime mâni oluyor.

Bunun için Sahib'ime o kadar yalvarıyorum. İtimat edin başka bir şeye bu kadar yalvardığımı pek bilmiyorum. 'Allah'ım! Hakir bir zerre olduğumu bana bildir ve beni orada tut! Ben sana bunun için yalvarıyorum.' diyorum. Bunlar sırların da sırrıdır.

 

Kemâliyetin Son Zirvesi:

Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri çok kemâlli, çok müberrâ bir zât-ı âlî idi.

Bunun yaşanmış bir temsili şöyledir:

Osmancıklı Bekir lâkabı ile anılan bir komşusu varmış. Efendi Hazretleri'nin tavuğu bir gün o adamın bahçesine geçmiş.

Efendi Hazretleri sabah namazından sonra âlimlerin, hocaların oturup çay içtiği ve sohbet ettiği Boşnak Âbid'in kahvesinde otururken, Osmancıklı Bekir gelerek Düzce Müftüsü Kürtzâde Mehmet Efendi'nin de aralarında bulunduğu kalabalık bir ulemâ topluluğunun içinde, Efendi Hazretleri'ne ağzına gelen her sözü söyleyerek hakaretlere başlamış.

Söylenmiş, söylenmiş, söylenmiş ama nasıl söylenmiş, aklına geleni söylemiş... Barbar adam hakaretleri uzattığında yorulmuş, nefes nefese kalmış ve söylenmesi bitmiş. Onun bu hâlini gören Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri kahveciye hitaben şöyle buyurmuş:

"Oğlum Âbid! Bekir efendi çok yoruldu, bir kahve yap da dinlensin!"

O da kahveyi yapmış, adama vermiş.

Bu adam bütün ulemânın içinde hakaret ediyor, ediyor, ediyor Efendi Hazretleri hep sükût ediyor, lafı bitince de bu sözü söylüyor.

Osmancıklı Bekir o zaman meşhur bir adammış. Bu hadiseden sonra bu adamı Allah-u Teâlâ eritmiş, yok etmiş. Zengin iken fakir etmiş, dilenci haline düşürmüş.

Bu hadiseyi bilenler anlatıyor. Rıza Efendi isminde bir zât diyor ki:

"Namazdan çıktık geliyorduk. Osmancıklı Bekir peşime takıldı ve para istedi. Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri: 'Ver oğlum ver!' dedi. Verdim, tekrar tekrar vermemi söyledi. Ona büyük bir para verdirdi, eve gittik, çıkardı o parayı bana iâde etti."

Allah-u Teâlâ ona o kemâliyeti bahşetmiş.

 

Dünya Hayatının Misali:

Dünya hayatı kuyunun üzerinde bulunan bir ağacın dalında yaşamaya benzer. Bu temsili acaip karşılamayın, dünya hayatı hakikaten ağacın üzerinde yaşamaya benzer. Zira insan hiçbir zaman kendisinden emin değildir. Her an düşerim endişesi vardır. Bu düşmemiz, hayat-ı ebediyemize mâlolabilir.

Bir nefes verdiğimizde hangimizin almaya kuvveti var? Şu halde bir nefes ötesini göremiyor ve bilemiyoruz. Nefes bittiği anda muhakkak düşeceğiz amma acaba nereye düşeceğiz? Esfel-i sâfilin'e mi düşeceğiz, yoksa Hazret-i Allah bize rahmet ve merhamet edecek de, bizi lütfuna mı nail ve dahil edecek? Biliyor muyuz bunu? Bilmiyoruz. Bilmediğimiz halde, biz nasıl olsa bu dünyaya geldik, zevk bu zevk, dem bu dem, âlem bu âlem diyoruz. 'Acaba benim gidişatım hangi yol üzerinedir, yerim nereye hazırlanmış, âkıbetim ne olacak?' diye hiçbir kontrol yok bizde. Sanki herşeyi elde etmişiz. Nefis putuna istinad etmiş gidiyoruz. Bu boşluğumuz bize çok zarar veriyor.

 

Gerçek Alış-Veriş:

Birçok alış-verişler yaparız, para kazanırız, bu arada gerçek alış-verişi unuturuz. Halbuki o kazandıklarımız belki de hiç sevmediklerimize kalacak.

Alış-veriş ona derler ki, Hazret-i Allah ile yapılır. Kârın en büyüğü de bu alış-veriştedir. Bırakın kârını, Hâlik iken mahlûkunu alış-verişe kabul etmesi zaten en büyük saâdet. Ne çok zengin Allah'ımız!

Küçük bir rütbesi olan nice kimseler vardır ki, etraflarındakileri küçük görürler. O ise kâinatı yoktan var etti de, üstelik mahlûkunu alış-verişe dâvet ediyor. Böyle bir Allah varken sen tut da gönlünü başka şeylere bağla! Cidden kendimize yazık etmiş oluyoruz.

'O bizi çok güzel yarattı. Bize her şeyin en iyisini, en güzelini bahşetti. Biz de O'na, bizden istediklerinin en iyisini yapalım!' diyemiyoruz.

En kıymetli ömür, en değerli vakitler boşa geçiyor. Buranın bir ânı, oranın çok uzun zamanıdır. Değil günlerin, anların dahi kıymetini bilip değerlendirmemiz lâzımdır. Kalp boş şeylerle meşgul olursa, ebedi saâdet nasıl kazanılacak?

Allah'ımız bize bu hakikati duyursun. Gaflette kaldığımız zamanlar, böyle nice nice cevherler toprak arasına karışıp gidiyor.

 

Huzurla Çalışmak:

Kimseyi üzmeyin, değmez. Üzülmeyin, değmez. Binaenaleyh huzurla çalışmak için ayarlı iş yapmak lâzım. Çünkü insanın hayatta en çok ihtiyacı olduğu şey huzurdur. Huzursuz ibadet olmaz, huzursuz hayat olmaz, huzursuz yemek olmaz. Fakat bu huzuru da ancak dilediğine bahşediyor. Gerçekten gece ibadetini gönülle yapana ilk ihsanı, ikramı o oluyor. Huzurdan sonra huşu, huşudan sonra maiyyet, maiyyetten sonra kurbiyyet lâzım ki, gerçekten Hakk'ı bilmiş ve varmış olsun.

Amma huzuru elde edemeyen insan, huşuyu nasıl elde edecek? Maiyyete, kurbiyete nasıl varacak? Buna imkân yok.

On kazanacağımıza üç kazanalım, amma huzurla kazanalım, temiz kazanalım. Doğru olalım, piyasada güzel tanınalım, bize bu lâzım. Bize çok kazanç lâzım değil, bize bereket lâzım.

Kimseyi aldatmadan, aldanmadan doğru dürüst çalışalım. Meselâ bugün ödünç verecek gün değildir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz emanetin ganimet bilineceğini beyan buyurmuştur. Bu bunalımlı zamanda insan veresiye almayacak veremeyebilir, veresiye vermeyecek alamayabilir.

 

Hep Şükür!

İstanbul'da Laleli semti var. Orada yaşayan bir veli varmış. Zamanın padişahı onun veli olduğunu biliyor ve ona soruyor: "Dünyada en tatlı şey nedir?"

O veli zât cevap veriyor: "Yiyip, içmek sonra def-i hacet!" diyor.

Padişah bu sözü kendisine hakaret kabul ederek; "Şimdi bu sözün yeri midir?" diyor.

O zât bunu hissedince; "O zaman sen ye iç, def-i hacet yapama!" diyor. Padişah akşam gayet güzel yemeğini yiyor fakat tuvalete çıkamıyor. Zorlanıyor, zorlanıyor fakat dışarıya çıkamıyor. Padişah, o veli zâta haber gönderip: "Duâ et! Rabb'im beni ferahlandırsın. Olmazsa padişahlıktan da feragât edeyim. Bir dışarıya çıkmaya değmeyen padişahlığın ne hükmü var?" diyor.

Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz, bu hikâyeyi anlattıktan sonra; "Hazret-i Allah'ın şükrünü anlatıyoruz!" buyurdular.

Bu misalle size; dünyanın mahiyetini ve Hazret-i Allah'a nasıl şükretmemiz gerektiğini anlatmak istedim. Anladık mı? İnsan yerken şükretmesini biliyor da boşaltırken şükretmesini bilmiyor. Size burayı hatırlatıyorum. "Bir dışarıya çıkmaya değmeyen padişahlığın ne hükmü var?" Yani Hazret-i Allah'a insan bu kadar muhtaçtır. Her şeyine şükretmesi gerekiyor.

O yüzdendir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tuvaletten çıkarken şu duâyı okurlardı ve okunmasını tavsiye buyururlardı:

"Eziyet ve sıkıntıyı giderip âfiyet veren Allah'a hamdolsun." (Tirmizî)

 

Değmez Dünyaya Kök Salmaya:

Vefat eden bir kardeş hakkında sözleri;

Gideceğimiz yere gitmiş. Geçen gün burada oturuyorum. "Orada ne var?" dedim. "Ne götürdüysen o var!" dediler. Ne gönderdiysen o var, başka bir şey yok. O ameller sâlih olacak ki ind-i İlâhi'de makbul olsun. Güzel amel işlemeli ki kurtuluşa vesile olsun...

Dünya boşmuş. Fakat Cenâb-ı Hakk'a sonsuz şükürler olsun, bunu fakire duyurmuş. Çocukluğumda, on altı yaşındaydım amma çok çalıştım ve o çalışma ile Düzce'deki yerleri yaptım. Boş!.. Hepsi sizin olsun. Kiraları bile almadım. Orada aşevi yapılıyor, Kur'an kursu yapılıyor, hepsi sizin olsun.

İstanbul'da bir kardeş sormuştu, ona şöyle dedik; "Ben yalnız başıma ne yapayım? Bırakacağım! Bir an evvel bıraktım."

Bununla demek istiyorum ki, değmez dünyaya kök salmaya. O gidiyor, yarın da biz...

Medine-i münevvere'de ihvanlarla beraber Hacc'a gitmiştim. Uzun bir odada yatıyoruz. Bize buyurdular ki; "Sizin içinizde yabancı var."

"Yok!" dedim. Bir saat sonra yine buyurdular. "Yok!" dedim.

Bir saat sonra yine buyurdular; "Sizin içinizde yabancı var."

Fakat hep ihvan. Durduk, bekliyorum uyansınlar da bu yabancı kim öğrenelim. Düzce'li bir kardeşimiz var, onun babasından şüphe ediyorum. Amma onun evinde de haftada iki akşam ders var. "Ömer! Senin baban intisaplı mı?" dedim. "Değil!" dedi. Buradan iki mana çıkıyor.

Birincisi; yabancıyı aranıza sokmayın, yola çıkmayın!

İkincisi; "Onlar bizden değil!" demek istiyor. Ona göre, demek ki ihvanı bilelim.

Bu zât vefat etti. Kardeşimiz olduğu için babasının cenazesine gittik. Gidiyoruz, önümüze yeni yapılmış güzel bir bina çıktı. Yanımda bir arkadaş var, dünyaya çok muhabbeti var, "Efendi şu bina güzel değil mi?" dedim.

"Güzel!" dedi. Sübhanallah. Ben sorduğuma pişman oldum amma bu kadar muhabbet ettiğini bilmiyordum. "Peki, şu güzel binanın şu cenazenin yanında bir sivrisinek kanadı kadar kıymeti var mı?" dedim.

Ona dünyayı anlatmaya çalışıyorum. Gidiyoruz, gidiyoruz, gidiyoruz.

"Yok be!" dedi.

"Peki, bütün dünya bu cenazenin olsa idi değeri olacak mıydı?"

"Olmayacaktı." "E be kardeşim! Bugün o gidiyor, yarın da biz."

Ne oldu? Ne oldu? Onun için Cenâb-ı Hakk'a sonsuz şükürler olsun. "Sizin olsun!" dedim. Fakat hakikaten çok zahmetle yaptık. Fakir olarak geldik, yetim olarak geldik. Çalışma ile meydana geldi.

Bir, iki, üç ay geçiyor, araba burada yatıyor. Niçin? Elhamdülillah zerre kadar muhabbet kalmadı. Niçin? Yok be yahu! Gidiyoruz! Bunun ötesi yok.

Bunun için demek istiyorum ki, Cenâb-ı Allah'a sonsuz şükürler olsun, dünyada oranın ebedi olduğunu bize hissettirmiş. Buna da şükür.

Hayattaki durumum şöyledir: Bir evden bir eve taşınmışız. Bütün eşya gitmiş, bir tek ceketim kalmış. Ben de ceketimi alıp giderim. Benim dünyadaki tutumum budur. Amma bana her şeyi vermiş. Hayır! Bana O gerek. Yoksa bana yer, rahat, istirahat gerekmez. "Hadi!" derse ceketimi alır çıkarım.

"Bir ceketim var, yani bir kefenim var."

 

O Kuyu Dünyadır!

Bir kardeş rüyâsında içi su dolu kuyu görmüş. Bir kimse de elinde bir kova su ile kuyunun başına gelerek kovayı kuyuya daldırıp çıkarıyor, her çıkarışta da bir karpuz geliyormuş. İhvan içi karanlık olan bu kuyuya bir bakmış ki, kuyunun içi aydınlanıvermiş ve kuyunun dibinde ölmüş bir insan var, upuzun yatıyor.

"O kuyu dünyadır. Kuyuya düşenin suda boğulduğu gibi, dünya hayatına dalanı da dünya boğar ve öldürür. Burada ölen ruhtur.

Karpuzlar ise nefsin bitmez tükenmez arzularıdır."

 

Başkasına Yük Olmak!

İslâmiyet bir lokma ve bir hırka ile yetinmeyi emreden bir din değildir. Meskenet ve tembelliği, dilenciliği, başkasına yük olmayı şiddetle yasaklamıştır. Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere bütün Efendilerimiz, büyüklerimiz çalışmayı ihmal etmemişlerdir.

Adem Aleyhisselâm buğday eker, onu hasat eder, harmanda döver, öğütür, un ve ekmek yapardı.

İdris Aleyhisselâm terzi, Nuh Aleyhisselâm ve Zekeriya Aleyhisselâm marangoz, Davud Aleyhisselâm demirciydi.

Peygamberimiz Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz ise tüccar idiler.

Ashâb-ı kiram -radiyallahu anh- Hazeratı'nın her birisi bir işle meşgul oldular. Çünkü kişinin yediğinin en temiz olanı, kendi kazancından olanıdır.

 

Dünyanın Önemi:

Allah-u Teâlâ dünyayı geçim uğrunda çalışma ve gayret, mihnet ve meşakkat, imtihan ve ibtilâ yeri; âhireti ise mükâfat ve mücazat yeri olarak yaratmıştır.

Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:

"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)

"Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur ve çalışması ileride görülecektir." (Necm: 39-40)

Her müslümanın kendisine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar helâlinden kazanması farzdır. Çünkü bir müslüman, görevlerini kazanç sayesinde yerine getirebilir. Niyeti iyi olursa aynı zamanda sevap da kazanır.

"Yeryüzünde sizin için geçimlikler yarattık." (Hicr: 20)

Yemek, içmek ve ticaret yapmak gibi hususlarda yeryüzünde bir çok nimetler ve maişetler halketmiştir.

"Size yeryüzünü boyun eğdiren O'dur. Öyleyse yeryüzünde dolaşın. O'nun verdiği rızıktan da yiyin.

Nihayet dönüş O'nadır." (Mülk: 15)

İnsanın ondan yararlanmasını elverişli kılmış, onun her bölgesine her tarafına çeşitli kazanç yolları aramak ve ticaret yapmak üzere gidip gelmelerini tavsiye buyurmuş, rızkını elde etmek için gerek duyacağı her şeyi yeryüzünde var etmiştir.

"Yeryüzüne dağılın ve Allah'ın fazlından nasibinizi arayın." (Cumâ: 10)

Çünkü rızık O'nun elindedir. Çalışanın çalışmasını zâyi etmez, isteyenin ümidini boşa çıkarmaz.

"Dünyadan da nasibini unutma!" (Kasas: 77)

Cenâb-ı Fahri Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Çalışarak kazanç sağlama yollarını aramak her müslüman üzerine bir farzdır."

"Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış." (İbn-i Asakir)

Çalışırken ve kazanırken kişinin niyeti, ahiret işlerini rahatlıkla ve kolaylıkla yapmak olmalıdır.

 

Dünya ile Ahiret Arasında Tercih:

Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanmadır. Ahiret yurdu ise Allah'tan korkanlar için elbette daha hayırlıdır.

Düşünmüyor musunuz?" (En'am: 32)

Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.

Âyet-i kerime'de:

"Dünya hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir." buyuruluyor. (Âl-i imran: 185)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb'ı ile birlikte pazar yerinde dolaşırken bir oğlak ölüsüne rastladı. Kulağından tutarak:

–"Hanginiz bunu bir dirhem mukabilinde almak ister?" diye sordu.

Ashâb:

"Bundan daha az paraya bile olsa almayız. O bizim ne işimize yarar ki?" dediler.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-:

–"Parasız verilse ister misiniz?" buyurdu.

"Vallahi, esasen bu diri olsa bile, kulaksız olduğundan dolayı kusurludur, ölü iken ne yapalım?" dediler.

Bunun üzerine buyurdular ki:

–"Vallahi, bu sizce nasıl kıymetsiz ve değersiz ise, Allah'a göre de dünya bundan daha değersizdir." (Müslim)

Dünya lezzetlerinin mubahlarının suali, haramlarının ise cezası vardır.

Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:

"Dünyanın helâli hesap, haramı ise azaptır." buyurmuşlardır. (Beyhaki)

Onun için aldanmaya gelmez.

Hakk ve hakikatı bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.

"Siz dünya hayatını ahirete tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir." (A'lâ: 16-17)

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- Hazretleri Â'lâ sûre-i şerif'inin 17. Âyet-i kerime'sini okuyarak şöyle buyurmuştur:

"Dünya hayatını ahiret hayatı üzerine tercih etmemizin sebebini bilir misiniz? Dünya hazır önümüzde duruyor. Yiyecekleri, içecekleri, kadınları, zevk ve güzellikleri ile hemen takdim edilip bize veriliyor. Ahiret ise önümüzde gözle görülür durumda hazır bulunmuyor. O bakımdan biz peşin olanı aldık, sonra verilecek olanı bırakıverdik."

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Kim dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, onlara orada yaptıklarının karşılığını tam olarak veririz. Onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar.

İşte onlar için ahirette ateşten başka bir şey yoktur. Yaptıkları boşa gitmiştir. İşleri de bâtıl olmuştur." (Hud: 15-16)

Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına râzı olarak, onunla tatmin olanlar ve âyetlerimizden habersiz bulunanlar var ya! İşte onların kazandıklarına karşılık varacakları yer ateştir!" (Yunus: 7-8)

"Onlar dünya hayatı ile şımardılar.

Oysa âhiretin yanında dünya hayatı sadece bir geçimlikten ibarettir." (Ra'd: 26)

Kâfirler dünyada muvakkat bir zaman için bir servete, bir mevkiye nail olabilirler, yaşadıkları müddetçe bu imkanlardan istifade edebilirler. Fakat bu sadece geçici bir faydalanmadır. Süresi kısadır, sonu hüsranla biter.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Onlar dünyada biraz geçinir, sonra bize dönerler. İnkârlarından dolayı onlara şiddetli azap tattırırız." (Yunus: 70)

 

Dünya Vâsıta, Ahiret Gâye Hayattır:

Dünyada ne kadar büyük menfaatler ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçicidir.

Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana çıkar.

Allah-u Teâlâ bu hususta Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süstür, aranızda öğünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olmak isteğinden ibarettir.

Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitki gibidir.

Ki, sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çer çöp olur.

İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli azap, müminler için ise, Allah'ın mağfireti ve rızâsı vardır.

Dünya hayatı insanı oyalayan aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir." (Hadid: 20)

Dünya hayatının, dünyaya meyil ve gönül verenler nazarındaki sonucu işte bundan ibarettir.

Bu misal, dünya hayatının bir gün olup son bulacağına işaret etmekte, bunun için de meyilleri ve gönülleri ahiret hayatına doğru yöneltmektedir.

Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.

Bu dünya hayatı, zaman öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlence gibidir.

Bu dünya hayatı, "Ben filânın oğluyum!.. Ben şundan üstünüm!.." gibi bir böbürlenme ve kibirlenmedir.

Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir aldanma sebebi olur. Ahireti kazanmak için sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye vesile olursa övülmüş bir yer, cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.

Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Haberiniz olsun ki dünya melundur, içindekiler de melundur. Ancak Allah-u Teâlâ'yı zikretmek ve O'nun rızasına uygun şeylerle, bilen ve öğreten müstesnâdır." (Tirmizî)

Diğer insanlar da ekim yapıyor amma, onlar dünyanın melun kısmına dalmışlar, hayatlarını hiçe müncer etmişler.

Dünya vasıta, ahiret gaye hayattır. Dünyanın cazip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve gaye hayat olan ahireti unutturmaması gerekir.

Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur olunamayan ahiret hayatı mukayese edilirse, ehemmiyet derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.

Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedi olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmıştır:

"Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının kısa süreli bir geçimidir.

Allah'ın yanında bulunanlar ise, daha hayırlı ve daha devamlıdır.

Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine tevekkül edip güvenenler içindir." (Şûrâ: 36)

Bu mükâfatı hak edenler Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutlar içinde ömürlerini sürdürürler, her vesile ile Rızâ-i ilâhî'yi ararlar.

Ahiretin kendileri hakkında dünyadan daha hayırlı olacağı kimseler ise takvâ sahipleridir.

"Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir.

Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır, keşke bilseler!" (Ankebut: 64)

Eğer insanlar ahiretin devamını bilselerdi, dünyayı ahiret üzerine tercih etmezlerdi.

Ukbâ'yı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk'ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikatı bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.

Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar, dünyaya aşırı muhabbet bağlayanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah âhireti kazanmanızı ister." (Enfâl: 67)

Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir.

Halbuki ne yapacaksın dünyayı, hepsini bırakıp gidiyoruz.

Bugün üstte yarın alttayız ama mühim olan ebediyat...

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır." (Duhâ: 4)


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR