Muhterem Okuyucularımız;
Nasihat; çok şümullü, dünya ve ahiret iyiliklerini toplayıcı bir kelimedir. Nasihat, dinin direği ve temelidir.
Kişiyi müşkül durumdan kurtarmak, en az sözle en kestirme yolla en doğruyu tarif etmek ve onu Hakk'a yöneltmek, Hakk'a ulaştırmaktır.
Temüm'üd-Dârî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Din nasihattir." buyurdular.
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Kimin için nasihat?" dediler.
Buyurdu ki:
"Allah için, Allah'ın kitabı için, Resul'ü için, müslümanların imamları ve bütün müslümanlar için." (Müslim: 55)
Cenâb-ı Allah Kur'an-ı kerim'inde şöyle buyuruyor:
"Siz beşeriyet için meydana çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız." (Âl-i imrân: 110)
Hakk ve hakikattan gafil, ahiret yolculuğunu düşünmekten habersiz olanları ikaz edip uyandırmaya, kalpleri nûrlandırmaya gayret etmelidir. Çünkü bu vazife yapıldığı zaman ancak insanlar kötülüklerden sakınır, hidayet yolunu tutar.
Hiçbir peygamberin ümmeti Vâris-i Enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Yani hiçbir peygamberin ümmetine "Emr-i bi'l-ma'rûf nehy-i ani'l-münker = İyiliği emir, kötülükten nehiy" vazifesi verilmemiştir, ancak bu vazife ümmet-i Muhammed'e tevdî ve ihsan buyurulmuştur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Rabb'inin yoluna hikmetle, güzel öğüt ve nasihatla dâvet et." (Nahl: 125)
Allah-u Teâlâ hikmeti lütfedecek ki kişi hikmetle konuşsun. O'nun hikmet vermediği kimse hikmetle konuşamaz. Hikmet peygamberlere, sıddıklara ve sâdık âlimlere verdiği bir sırdır.
Dinin, muhabbetin, sohbetin takviyesi kurumuş ağaca su vermeye benzer. Onun için hayırlı sohbetler, imanın neşvünemâ vermesi için faydalıdır.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz, "Bizim yolumuz sohbet yoludur." buyurmuşlardır. Çünkü sohbetin fazileti bütün faziletlerin ve kemâllerin üstündedir.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri de "İnsan sohbet ile yetişir." buyurmuşlardır.
Onların sohbetleri yakınlık makamından doğar ve âli makamlardan süzülerek gelir. Kalplerinin üzerinde perde yoktur. Allah yolunda köprü mesabesindedirler. Sohbet ve nazarları feyz kaynağıdır, kalp hastalıklarına şifadır. Söylediklerini görerek, bilerek ve yaşayarak söylemişlerdir.
İşte onlar Allah ve Resul'üne davet ederler. Gönüllere Allah ve Resul'ünün muhabbetini sokmaya gayret ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar.
Bugün insanlık âlemi küfür deryasında boğuluyor. Hazret-i Allah bize bir nûr bahşetmiş. Mümkün olduğu kadar Allah'ımızın nûrunu yaymaya çalışalım. Etrafımızı zindanda bırakmayalım.
Bizim bütün gaye ve gayretimiz iman kurtarma çabasıdır.
Nasibi olan içeriye girer, fakat biz bu çaba içinde olacağız.
Sen vazifeni yap. Belki senin delaletinle bir kişiye hidayet bahşeder de, o kişi zandan, vehimden kurtulur. "Bilmiyor" bilse yapacak. Madem ki Hazret-i Allah sana bildirmiş, sen de ona bildir. Bu nimetin şükrünü böylece eda et. Hizmetin kârı budur.
Hâlin güzel olacak, kâlin güzel olacak, fiilin güzel olacak, giyinişin güzel olacak, bilhassa istikametin güzel olacak. Hiçbir söz söylemesen bile, karşıdaki baktığı zaman ibret alacak, yolunu düzeltecek.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
"Geçici bir dünya hayatı için ne kadar çalışıyoruz! Aman aç kalmayalım, muhtaç olmayalım diye... Halbuki akşam uyuyoruz ama tekrar kalkacağımız belli değil. İşte geldik işte gidiyoruz. Ya ebedi ahiret hayatı için ne kadar çalışmamız lâzım! Madde dünyada kalacak.
Mânâ ise bizimle beraber gelecek. Dünya bir ahiret tarlasıdır. Şu halde çalış ki sermayen çoğalsın. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Din nasihattir, din nasihattir, din nasihattir." buyurdular.
Nasihat; insanları ahkâma uymaya dâvet ve Allah-u Teâlâ'nın yoluna irşad etmektir.
Bugün nasihat imana kuvvet verir. Dinin, muhabbetin, sohbetin takviyesi kurumuş ağaca su vermeye benzer. Ağacın suya ihtiyacı olduğu gibi, insanın bir mümine ve nasihate o kadar ihtiyacı vardır. Bu sebepledir ki; hayırlı sohbetler imanın neşv-ü nema vermesi için faydalı olup, insanın kalkınmasına, yeşermesine vesile olur."
Cenâb-ı Allah Kur'an-ı kerim'inde şöyle buyuruyor:
"Siz beşeriyet için meydana çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız." (Âl-i imrân: 110)
Hakk ve hakikattan gafil, ahiret yolculuğunu düşünmekten habersiz olanları ikaz edip uyandırmaya, kalpleri nûrlandırmaya gayret etmelidir. Çünkü bu vazife yapıldığı zaman ancak insanlar kötülüklerden sakınır, hidayet yolunu tutar.
Hiçbir peygamberin ümmeti Vâris-i Enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Yani hiçbir peygamberin ümmetine "Emr-i bi'l-ma'rûf nehy-i ani'l-münker = İyiliği emir, kötülükten nehiy" vazifesi verilmemiştir, ancak bu vazife ümmet-i Muhammed'e tevdî ve ihsan buyurulmuştur.
Bu ümmet insanların faydasına çıkarılıp Allah'a ve Resul'üne, Hakk'a ve hakikate, hidayet ve istikamete, uhuvvet ve kardeşliğe, iyilik ve güzelliğe davet vazifesini yapan, Allah-u Teâlâ'ya gönülden inanıp O'nun uğruna cihad eden mümtaz bir ümmettir. Allah-u Teâlâ onları kullara tapmaktan kurtarıp Hakk'a kul olmaya, bâtıl dinlerin zulmünden kurtarıp İslâm'ın adaletine çıkarmak için göndermiştir.
"Öğüt ver, hatırlat! Çünkü sen ancak öğüt vericisin." (Gâşiye: 21)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; "Din nasihattir, din nasihattir, din nasihattir." buyurarak sohbetin ehemmiyetini ifade buyurmuşlardır.
Bugün nasihat imana kuvvet verir. Ağacın suya ihtiyacı olduğu gibi, insanın bir mümine ve nasihate o kadar ihtiyacı vardır. Bu sebepledir ki; takviye faydalı olup insanın kalkınmasına, yeşermesine faydalı olur.
Nasihat; insanları ahkâma uymaya dâvet ve Allah-u Teâlâ'nın yoluna irşad etmektir.
Kişiyi müşkül durumdan kurtarmak, en öz sözle en kestirme yolla en doğruyu tarif etmek ve onu Hakk'a yöneltmek, Hakk'a ulaştırmak, nasihattir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Rabb'inin yoluna hikmetle, güzel öğüt ve nasihatla dâvet et." (Nahl: 125)
Allah-u Teâlâ hikmeti lütfedecek ki kişi hikmetle konuşsun. O'nun hikmet vermediği kimse hikmetle konuşamaz. Hikmet peygamberlere, sıddıklara ve sâdık âlimlere verdiği bir sırdır.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sohbetleri ile yetişmişlerdir. Sohbetin verdiği kemalât ile Peygamberân-ı izam Hazerâtı hariç bütün insanlardan üstün ve faziletli olmuşlar, daha ilk sohbetlerinde nihayette erişilecek mertebelere kavuşmuşlardır.
Hatemü'l-Enbiya -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den sonra vahiy kesilmiş, ilham kapısı ise açık kalmıştır. Din kıyamete kadar bâkidir. Bu devrin karanlık günlerinde bile İslâm'ın nuru gönüllerde parıldamaktadır. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslerine kapıldıkları için hakikati hatırlatmaya, ruhlarını kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.
Binaenaleyh, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in vekillerinin de sohbet şerefine nail olabilmek büyük bir lütf-u ihsandır.
Dinin, muhabbetin, sohbetin takviyesi kurumuş ağaca su vermeye benzer. Onun için hayırlı sohbetler, imanın neşvünemâ vermesi için faydalıdır.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz, "Bizim yolumuz sohbet yoludur." buyurmuşlardır. Çünkü sohbetin fazileti bütün faziletlerin ve kemâllerin üstündedir.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri de "İnsan sohbet ile yetişir." buyurmuşlardır.
Onların sohbetleri yakınlık makamından doğar ve âli makamlardan süzülerek gelir. Kalplerinin üzerinde perde yoktur. Allah yolunda köprü mesabesindedirler. Sohbet ve nazarları feyz kaynağıdır, kalp hastalıklarına şifadır. Söylediklerini görerek, bilerek ve yaşayarak söylemişlerdir.
İşte onlar Allah ve Resul'üne davet ederler. Gönüllere Allah ve Resul'ünün muhabbetini sokmaya gayret ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar.
Hazret-i Allah Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"(Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara yemin olsun ki!.." (Mürselât: 3)
Bu kimseler gerçekten Hakk'ın kölesidirler ve ancak Allah'a hizmet ederler. İyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırıp insanları eserleriyle aydınlatırlar.
Âyet-i kerime'de:
"(Hakk ile bâtılın, doğru ile eğrinin arasını) ayırdıkça ayıranlara yemin olsun ki!..." buyuruluyor. (Mürselât: 4)
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyurmaktadır:
"Görmedin mi ki Allah nasıl bir misal getirdi? Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir." (İbrahim: 24)
Allah-u Teâlâ bir kulunun hayrını dilerse, onu dilediği bir rehbere ulaştırır. O vasıta ile kalbine tevhid tohumu düşürür. Tevhid tohumunun her şeyden evvel kemâl bulmuş bir elden kalbe düşmesi gerekir. Ancak kemâle ermiş bir tohum filiz verir. O incecik filiz büyüdükçe toprağı yarıp geçer, neşvünemâ bulur, ağaç olur.
"O güzel ağaç Rabb'inin izniyle her zaman meyvesini verir." (İbrahim: 25)
Uhuvvet bağlarını kuvvetlendirir, insanları birbirine daha iyi kaynaştırıp bütünleştirir. Ruhlara serinlik, gönüllere itminan verir; her türlü huzursuzlukları bertaraf eder. Kötü düşünceleri iyiye ve güzele doğru çevirir.
Hazret-i Allah bu bahtiyar kullarını Âyet-i kerime'lerinde meth-ü senâ ediyor:
"İnsanları Allah'a çağıran, kendisi de salih amel işleyen ve (Doğrusu ben müslümanlardanım) diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?" (Fussilet: 33)
Âyet-i kerime her ne kadar Resulullah Aleyhisselâm ve onun Ashab-ı kiram'ı hakkında nazil olmuşsa da; Allah'a dâvet, amel etmek ve "Müslümanlardanım." demekten ibaret olan güzel hasletleri kendisinde toplayan herkese şamildir.
"İçinizden insanları hayra çağıran, iyilikleri emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i imran: 104)
Hayra dâvet, birliğin ve İslâm'ın esasıdır. İyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak da bunun önemli bir kısmıdır.
Âyet-i kerime'de; Hakk'ı tavsiye, vaaz ve nasihatte bulunmanın zaruretine işaret edilmektedir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'lerinde beşeriyeti irşad için en güzel metotlarla dâvet vazifesinin yerine getirilmesini emir buyurmaktadır:
"Rabb'inin yoluna hikmetle, güzel söz ve nasihatla dâvet et." (Nahl: 125)
Hidayete ermeleri için teşvikte bulun.
"Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et." (Nahl: 125)
Muhaliflere karşı münazara ve mücadele yollarının en güzeli ile irşada çalış.
"Çünkü Rabb'in, yolundan sapanları en iyi bilendir. O, hidayete erenleri de en iyi bilendir." (Nahl: 125)
Ezelî kabiliyet ve istidatlarını kullanmayıp dalâlette kalanları çok iyi bildiği gibi, iradelerini Hakk'a yönelterek hidayete erecekleri de çok iyi bilir. Kimde hayır varsa, ona birazcık nasihat yeterli olur. Kimde de hayır yoksa, onun hidayete gelmesi için ne kadar çalışılsa bir netice alınamaz.
"Öğüt ver, hatırlat... Çünkü öğüt ve nasihat müminlere fayda verir." (Zâriyat: 55)
Öğüt onların basiretini artırır. İman etmiş olanların gaflete düşmemesine, imanlarının kuvvetlenmesine, bilmediklerinin öğrenilmesine, hatta iman etme eğiliminde olanların imana gelmesine sebep olur.
"Onlara öğüt ver ve içlerine tesir edecek güzel sözler söyle." (Nisâ: 63)
Kalplerinin içine ulaşacak şekilde etkili sözlerle onlara nasihat et.
"İnanan kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler." (İsrâ: 53)
Sözün en tatlısını tercih etsinler ve daima güzel konuşsunlar.
"Sonra şeytan onların aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır." (İsrâ: 53)
Onların iyilik ve mutluluğunu hiçbir zaman istemez, Hakk'tan ve hakikatten uzaklaşmalarını, mahvolmalarını ister.
Sen vazifeni yap. Belki senin delâletinle bir kişiye hidâyet bahşeder de, o kişi zandan vehimden kurtulur. Bilmiyor, bilse yapacak. Madem ki Hazret-i Allah sana bildirmiş, sen de bildir. Bu nimetin şükrünü böylece edâ et. Hizmetin kârı budur.
Diğer bir Âyet-i kerime'de:
"Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz." buyuruyor. (Ankebut: 69)
Âzami gayret mânâsı çıkıyor. Hazret-i Allah o kulunun hidayetini artırır, sermayesini çoğaltır, yollarını açar. Yeter ki çalışılsın, çalışıldığını O görsün. Geçici bir dünya hayatı için ne kadar çalışıyoruz. Aman aç kalmayalım muhtaç olmayalım diye. Halbuki akşam uyuyoruz kalkacağımız belli değil. İşte geldik işte gidiyoruz. Ya ebedî âhiret hayatı için ne kadar çalışmamız lâzım?
Madde dünyada kalacak. Mânâ ise bizimle beraber gidecek. Dünya bir ahiret tarlasıdır. Çalış ki sermayen çoğalsın.
Nefsin esaretinden kurtulamayan insan, yaşayan ölü mesabesindedir. Niçin geldiklerini, nereye gideceklerini bilemezler. İki günlük hayatlarında sermâye toplayamadan giderler.
Nazargâh-ı ilâhî olan kalp, senelerden beri mâsivâ ile dolmuş, bir çöplükhaneye dönmüş. Kendileri ile barıştıkları zaman bir de bakarlar ki, kalb başka şeylerin muhabbeti ile kararmış, mezbele haline gelmiş.
Bunu gördükten sonra, bu sefer var güçleri ile temizliğe girişirler. Nefsin işgali altındaki kalp evini kurtarmaya çalışırlar. Yeter ki bu vazife yapılsın. Halk dalâleti hakikat zannediyor.
"Kim Rahman olan Allah'ın zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık o onun ayrılmaz bir arkadaşıdır.
Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda bulunduklarını, hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler.
Nihayet o bize geldiği zaman der ki: 'Ey şeytan! Keşke benimle senin aranda gün doğusu ile gün batısı kadar uzaklık olsaydı. Ne kötü arkadaşmışsın sen!'" (Zuhruf: 36-38)
İşte bu gibi kimseleri uyandırmak için, hakikati duyurmak gerekiyor.
Bize verilen kısa bir ömür var. Bu kısa ömür içinde hakikati aramak, hakikati bulmak ve yaşamak en başta gelen vazifemizdir. Dünyaya geliş gayemiz de zaten budur.
Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz Allah'ın varlığını, birliğini, bu kısa dünya hayatından sonra ebedî bir hayatın başlayacağını bildirmek için gönderilmişlerdir.
Cenâb-ı Hakk'ın lütuf hidayeti ile hidayete eren, hakikati bulan bir insanın; gaflete düşmüş, dünyaya dalmış, âhireti unutmuş, dalâlet batağına batmış insanları uyandırmaya, Allah ve Resul'ünün yoluna dâvet etmeye gayret etmesi lâzımdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanların seçkini, kulları ibadet ve taata teşvik edip o suretle Mabud'una sevdirmeye gayret eden kimsedir." (C. Sağir)
"Cenâb-ı Allah'ı kullarına sevdiriniz ki, Allah sizi sevsin." (Münâvi)
"Şüphesiz Cenâb-ı Hakk'ın kulları içinde en ziyâde sevdiği kimse insanlara nasîhat edenlerdir." (Münâvi)
"Cenâb-ı Allah seninle bir şahsa hidâyet ederse senin için ondan hâsıl olacak ecir ve sevap o kadar büyüktür ki üzerine güneş doğan eşyânın hepsinden hayırlıdır." (Buhârî)
"Cenâb-ı Allah buyurmuştur ki: 'Kulumun bana en ziyâde makbul bir ibâdeti yalnız Hakk rızâsı için insanlara nâsihat eylemektir.'" (Münâvî)
"Güzel işleri emredenler o fiilin işleyeni gibi ecir ve sevap kazanır." (Tirmizî)
"Hayırlı işlerde yol göstericilik yapan kimse o hayrı işleyen gibi ecir ve sevap kazanır." (Tirmizî)
Bugün insanlık âlemi küfür deryasında boğuluyor, dalâlet ve masiyet yollarına sapmışlar kurtulamıyorlar.
Çok çalışmak gerekiyor. Ola ki bir kişi Allah-u Teâlâ'nın lütuf hidayetine erer.
Hazret-i Allah'ın nereye ve kime ektiği bilinmez. Araya araya nasibdar olanları bulmamız ve nasibini orada vermemiz lâzım. Bunlar hep ezeli taksime dayanıyor. Ekilmeyen bir tohumun bitmesine imkân olmadığı gibi, ezelden ihsan edilmedikçe de kişide husule gelmez.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir." (Yunus: 100)
O'nun izni, kolaylaştırması ve muvaffak kılması olmadıkça kimse hidayete eremez. O, Allah-u Teâlâ'ya âit bir husustur.
"O, murdarlığı akıllarını kullanmayanlara verir." (Yunus: 100)
Allah-u Teâlâ âyetleri ve delilleri üzerinde düşünmek suretiyle akıllarını kullanmayanlar hakkında küfrü devam ettirir. Bu sebeple onlara hidayet nasip olmaz. Küfrün ve sapıklığın çirkinliklerine dalıp, gitmeye devam ederler.
Çalışmak için geldik, hiç dinlenme payı bırakılmamıştır. Vasıta olunacak, vesile olunacak, o vesileden de ücret alınacak.
Bir insan çalışırsa ücretini alır, mesâi yaparsa daha çok alır, çalıştırırsa kat kat alır.
Allah için, O'nun yolunda atılan her bir adımın santiminin ücreti yazılır ve anında ödenir. Bu böyle bilinsin. Yalnız ücret değil de, Allah için çalışana ne mutlu.
Bir insanın kurtuluşuna vesile olabilmek için, parmakla gezdirir gibi herkesi yoklamak gerekiyor.
Nasibi onlarlar hemen filizini verir, nasibine doğru gelir. O zaman da "Hazret-i Allah bunu ezelden ekmiş. Beni vasıta yapan Sahib'ime sonsuz şükürler olsun." denilecek, hiçbir çalışma nefse mâledilmeyecek. Bütün icraatlar O'nun için yapılacak. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir kişi müslüman olduğu zaman "Sana hidayet lütfunu bahşeden Allah-u Teâlâ'ya hamdolsun." buyururlardı.
Hidayetten nasibi yoksa, insan yine de ücretini alır, mesuliyetten de kurtulmuş olur.
Allah'ımıza gereği gibi bir kulluk yapamıyoruz. Belki Hazret-i Allah bu sebeble bağışlar, merhamet ederek "Hadi geç!.." deyiverir.
Bugün insanlık âlemi küfür deryasında boğuluyor. Hazret-i Allah bize bir nûr bahşetmiş. Mümkün olduğu kadar Allah'ımızın nûrunu yaymaya çalışalım. Etrafımızı zindanda bırakmayalım.
Bizim bütün gaye ve gayretimiz iman kurtarma çabasıdır.
Nasibi olan içeriye girer, fakat biz bu çaba içinde olacağız.
Sen vazifeni yap. Belki senin delaletinle bir kişiye hidayet bahşeder de, o kişi zandan, vehimden kurtulur. "Bilmiyor" bilse yapacak. Madem ki Hazret-i Allah sana bildirmiş, sen de ona bildir. Bu nimetin şükrünü böylece eda et. Hizmetin kârı budur.
Bunun için de azimli bir şekilde çok çalışmak gerekiyor. Her kardeş bu hususta vazifelidir. En azından bir kişiyi kurtarma çabası içinde olacak. Ola ki bir kişinin, Allah-u Teâlâ'nın lütuf hidayetine vesile olur.
Farz-ı muhâl ki bir sel gelmiş, bir insanı almış götürüyor. Bir ip atıyorsunuz, boğulmak üzere iken onu kurtarıyorsunuz. Burada bir can kurtuluyor. Aslında pek de mühim bir iş yapmış sayılmazsınız. Çünkü eğer kurtarmasaydınız belki de şehid olacaktı.
Dalâlet ve imansızlık girdabına kapılmış kimseleri kurtarmak bundan daha mühimdir. Onu kurtardığınız zaman bir iman kurtulmuş, saâdet-i ebediye kazanılmış oluyor.
Şöyle düşünürsek, bir tarafta CAN kurtuluyor, bir tarafta İMAN kurtuluyor. Aradaki farkı varın siz kıyas edin. Bir kimseyi imansızlık felâketinden kurtarmak için nasıl çalışmak lâzım? Bir samanlık yansa herkes söndürmeye koşuyor. Gönüller yanıyor da hiç kimsenin kılı kıpırdamıyor.
Bir ip uzatılırsa, o ipten tutunup caddeye çıktığı zaman, gerçekten büyük bir girdabın içinde olduğunu görmüş olur. Daha evvel göremezdi, çünkü girdabın içinde idi.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sen ancak görmedikleri halde Rabb'lerinden korkanları ve namaz kılanları uyarırsın." buyuruyor. (Fâtır: 18)
İçlerinde Allah korkusu olanlara nasihat fayda verir.
"Kim de arınırsa, ancak kendisi için arınmış olur." (Fâtır: 18)
Nefislerini iman-ı kâmil, ahlâk-ı hamide ve amel-i salih ile temizleyenler de, sırf kendi menfaatlerine olarak temizlenmiş olurlar.
"Dönüş Allah'adır." (Fâtır: 18)
•
Kalbi Allah'tan korkup, O'na kavuşacağına inanan kişi, kendisine yapılan uyarılardan öğüt alır, hidayeti artar, kendisine çeki düzen verir, yola koyulur.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Faydalı olacaksa öğüt ver. Allah'tan korkan öğüt alacak, bedbaht olan ise ondan kaçınacaktır." (A'lâ: 9-10-11)
Öğüt dinleyenler iki kısma ayrılır: Bir kısmı öğüt dinleyerek istifade eder, bir kısmı kulaklarını tıkayarak sapıklık içinde kalır. Ahirette bir mazeret ileri sürmeye salâhiyeti kalmamış olur.
Netice itibariyle hatırlatma ve öğüt, faydalanacak kimseye hastır. Elçiye ise ancak tebliğ görevi düşer.
Allah-u Teâlâ uyarının fayda sağlamadığı kimseleri beyan ettikten sonra, uyarılara kulak veren ve etkilenen bahtiyar müminleri belirterek şöyle buyurmuştur:
"Sen ancak o kimseyi uyarabilirsin ki, Zikr'e uyar." (Yâsin: 11)
Kur'an-ı kerim'in bütün hükümlerine iman ederek ve gönülden tasdik ederek boyun eğer, şeytanın peşinden gitmekte direnmeyip öğüt ve nasihate kulak verir.
"Ve görmediği halde Rahman'dan korkar." (Yâsin: 11)
Kendisini görmediği halde haşyetullahtan titrer. Rabb'inin rahmet ve merhametinin ne kadar geniş olduğunu bilmekle birlikte, kendisine lütfettiği maddi ve mânevi nimetleri elinden almasından korktuğu için O'ndan çekinir. Rahman'dır diye rahmetine güvenip aldanmaz. Ümit ile korku arasında bulunur.
Allah'tan başka hiç kimsenin görmediği durumlarda Allah-u Teâlâ'nın kendisini gördüğünü bilerek her türlü kötülüklerden nefsini uzak tutar. Yalnız görünürde değil, O'ndan başka kimsenin bilemeyeceği kalbinin iç yüzünden korku duyar.
İlâhî hükümlere uymak ve Rahman olan Allah'tan korkmak yolun başıdır. Hikmetin başı ise Allah korkusudur.
Sözden anlayıp, şirk ve nifaktan uzaklaşan kimse müjdeyi haketmiştir:
"İşte böylesini bir mâğfiret ve güzel bir mükâfat ile müjdele!" (Yâsin: 11)
İnsanoğlu uyarıdan faydalanınca, hiçbir günah bırakmayıp örten engin bir mağfirete ve hiçbir eksikliği olmayan mükâfata lâyık olur.
Bu şerefli mükâfat cennettir ve Allah-u Teâlâ'nın mümin kulları için hazırladığı nimetlerdir. Bu ise Allah'tan korkmanın ve ilâhi hükümlere uymanın karşılığıdır.
Bir kalbe haşyetullah girdiği zaman, ilâhi hükümlerle amel etmek kolaylaşır. Allah-u Teâlâ'nın gösterdiği yolda engelsiz olarak rahatlıkla yürünür.
Peygamberlik yalnız korkutmak için değil, aynı zamanda böyle büyük müjde ile müjdeleme hikmeti içindir.
"Cenâb-ı Hakk kendi ikram ve ihsanından olarak fakire mahviyet ve tevâzuyu sevdirmiştir.
Bizim tevâzu kanatlarımız daima yerdedir. Herkes basar da geçer. Kendimizi herkesten küçük görürüz. Çocukla çocuk, yaşlı ile yaşlı, mütevazı olandan daha mütevazı, garip olandan daha garip olmak isteriz. Hülâsa kişinin halinden daima bir derece daha aşağı bir hale büründürmesini Cenâb-ı Hakk'tan dileriz. Herkese değer veririz.
Çünkü onun haliyle hallendiğimiz zaman, o bizimle rahatça konuşup içini dökebilecek. Biz de böylece içine vakıf olup, Hazret-i Allah'ın ihsan ettiği bir şey varsa ona vermiş oluruz. Alttan bakılırsa bu görülür. Tepeden bakarsak o bize sokulamaz. İçini de dökemez. O noksanlığı ile âhirete intikal ederse, bunun mesulü kim olacak?
Uzaktan gelen bir kardeşe sohbetleri sırasında bir ara şu sözü söylediler:
Arzularınız varsa buyurun efendim. Her şeyi sorabilirsiniz. Bununla beraber biz her şeyi biliyoruz demiyoruz.
"Size ilimden pek az bir şey verilmiştir." buyuruluyor. (İsrâ: 85)
Bizde ne var? Hiç. Öyleyse hiçliğimizi bilmemiz lâzım. Yalnız ola ki, sorduğunuz şey Cenâb-ı Hakk'ın bildirdiği bir noktaya tesâdüf ederse, kalbin itminanına vesile olur. İllâ her hususta kalbin mutmain olması şarttır. Mutmain olmayan kalp, yürü demekle yürümez. Bunun için suâl kapılarımız açıktır diye işaret ediyoruz.
İnsanı söyleten muhatabıdır...
•
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- EFendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Din nasihattir." buyurmuşlardır. (Buhârî)
Ağacın suya ihtiyacı olduğu gibi, insanın da nasihata ihtiyacı vardır. Nasihat daima sulama, tazeleme olduğu için hayatın desteğidir.
Fakat himmet olmayınca da mânevi inkişaf olmaz.
Himmet mânevi bir feyiz suyudur. Allah-u Teâlâ'dan, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine, oradan da zamanın Mürşid-i kâmil'inin deryasına gelir. O deryadan gelen su, nasipdar olanlara taksim olur. Bu su ile beslenenler mânevi hayat bulur. İç tahliyesi ile yavaş yavaş mahviyete iner, varlığını yok eder, eritir.
Nasihatla yetişenler ise, bir noktaya kadar terakki eder, fenâya inemez, inmesine de imkân olmaz. Birisi varlıkta bırakıyor, birisi varlığı yok ediyor.
•
Bu kısa görüşmelerde gönül istiyor ki kardeşlere bir şeyler duyurabilelim. Ruha hitap etmeye alışkın olduğumuz için, içten ve derinden konuşmamız icap ediyor. Zaten bizi en çok yoran da budur.
•
Bir sohbeteri sırasında kapının bir kaç defa açılıp kapanması üzerine şu sözü söylediler:
Bu gibi mevzularda kapı açılıp kapanmayacak. Mevzuunun kaynağı vardır. Mevzu devam eder de, kaynağı devam etmez.
•
Az söz akılda kalır, çok söz mühimi unutturur."
•
"Her âlim denilen kimse ile oturup sohbet edilmez. Ancak kendisinde şu vasıflar varsa o âlimin sohbetinden istifade edilir:
1- Hakk'a dâvet edecek, hakikate celp edecek. Zühd ve takvâya, âhirete hazırlanmaya teşvik edecek.
2- Kibirden uzaklaştırıp tevâzu haline büründürmeye çalışacak.
3- İhlâsı tarif ve tavsiye edecek, ruhu besleyici nefsi zayıflatıcı bilgiler ve öğütler verecek.
Bu haller bulunmayan âlimin ilmi kendisine fayda vermiyor ki başkası istifade etsin.
Hâl, kâl, fiil ahkâma uymuyorsa işin ehli de değildir, sözü de söz değildir.
Üzerinde Hazret-i Allah'ın nehyettiği şeyler bulunan bir âlim, âlimlik sıfat ve mevkisinden kendisini otomatikman azletmiş olur."
"İkaz mahiyetinde bir kardeşimize sözleri:
Dünkü konuşmanızı dinlememiz çok iyi oldu. Durumunuzu görmüş olduk. Uzun zamandır bizden ayrı bulunduğunuz için, hâriç üslûbun havası içinde kalmışsınız. Farkına varmadan çıkmaza giriyorsunuz, lüzumsuz yere satıyorsunuz, sözü israf ediyorsunuz. Bu iki hâl sohbetin feyzini kesiyor, hiç farkına varmıyorsunuz. Yani bindiğiniz dal yanlış.
Müridan da bunun farkında değil ki sizi ikaz etsin. Fakat uyanık ve müdrik olan ihvan, ikaz etmese bile size iyi nazar vermez. Meselâ bir kardeş vardı, dikkat ettik, sizin boş konuştuğunuzu anlıyordu.
Notlar'ı okuyan ihvan, sizi bile okur. Sizin okuduğunuz kitapları başkası da okuyabilir. Siz kâlden ziyade hâle intikâl etmeye bakın. Hariçten ziyade kökünüzden almaya çalışın. Az ve öz... Yoksa boşlukta kalırsınız.
O kardeşe hiçbir şey söylemek gerekmez. Bizim hâlet-i rûhiyemize vakıf olmuş, Notlar'ı hazmetmiş. Onu dinlemeyiz bile... Siz öyle değilsiniz; hârici tesirlerden boşalmanız lâzım. İnsan boşalmadıkça da olmaz.
Bu şekilde olursa Cenâb-ı Hakk belki size ileride bir yol açıklığı verir de, hâle intikâl edersiniz. Gayretiniz var, bir çalışmanız, bir çabalamanız var. Sağa-sola gidiyorsunuz. Cenâb-ı Hakk dilerse bir nur ışığı ile kardeşleri sizden istifade ettirir. Fakat bu durumda değil. Bu durumda zararlı dahi olabileceğiniz ihtimali var. Niçin? Çıkmaz sokaklara girdiğiniz, yanlış dallara bindiğiniz için.
Sizi burada biraz tutmak niyetindeyiz. Buranın hâl ve ahvâli üzerinize sinmiş olur. Kardeşlerin istifade etmesi için sohbet üslûbunu kavramanız şart.
Bu sözlerimize çok dikkat edin, fısıldanan işaretlerden istifade edersiniz inşallah... Söylenmeyince kimse hâlet-i rûhiyesine vâkıf olamıyor.
Yol edep yoludur. Yerinde konuşma yoludur. Her şeye çok dikkat etmek gerekiyor..."
Mum yanar, kendisini eritir, etrafına ışık tutar. İnsan da kendisini eritmedikçe başkasını ışıtamaz.
Işıtmak isteyen insan rahat aramaz, istirahat istemez, menfaat beklemez. Verir almaz, yedirir yemez. Rızâdan başka hiç kimseden bir şey beklemez. Hiç kimseye yük olmaz.
Menfaat girdiği anda, çok iyi bilinsin ki, Hazret-i Allah gayreti çeker alır. Gayreti alınan kimsenin hizmeti de mihnetle olmaya başlar. Mihnetle yapılan hizmeti Hazret-i Allah asla sevmez.
Rızâ yolunda sabır ve sebat edilirse, hayat boyunca hizmet peşinde olunur, kimseden hizmet beklenmez. Hizmet nimet bilinir.
Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz Hakk'ı tebliği ettikleri, hakikate çağırdıkları topluluklara:
"Sizden buna karşı hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabb'ine âittir." demişlerdi. (Şuarâ: 109)
Sırf Allah için çalışılırsa, Hazret-i Allah o kulunun gayretini artırır. Dilerse başkalarına vesile kılar, nimetin ziyadesini de ihsan eder.
"Selâm, hidayete tâbi olanlara olsun." (Tâhâ: 47)
•
Hiçbir kimse kendi varlığına güvenip durmamalı, Allah-u Teâlâ'ya yalvararak hidayete muvaffak buyurması için niyaz etmelidir.
Çünkü bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah dilemedikçe öğüt alamazlar." (Müddessir: 56)
•
Bizim ayıplarımızdan birisi de biz hep âlemi irşad etmeye kalkarız, nasihat etmeye kalkarız da hiçbir zaman o nasihati nefsimize duyurmayız. Niçin? İrşad etmeye kalkarsak bizi büyütecekler, methedecekler. Halbuki bunu yaparak Hazret-i Allah'ın yanında alçaldığımızı da bilmeyiz. Bunlar bizim acizliğimizin, cahilliğimizin en güzel numunesi.
Biz yüzümüzü halka çevirmişiz, Hakk'a çevirseydik "Bana Allah yeter" derdik. Yüzümüz halka dönük olduğu için bizi halk beğensin halini ortaya koymuşuz…
•
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Dinde zorlama yoktur." (Bakara: 256)
Bu delil gereğince, İslâm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hiçbir kimse İslâm dinine girmek için zorlanılmaz. Herkes dininde serbest ve seçme hakkına sahiptir.
Latif sözle, güzel hareketlerle nasihat lâzımdır. En güzel numune haldir. Hiç konuşmasan bile senin halin konuşsun. O da senin halinden ibret alsın ve yola girsin.
Nasihat; çok şümullü, dünya ve ahiret iyiliklerini toplayıcı bir kelimedir. Nasihat, dinin direği ve temelidir.
Kişiyi müşkül durumdan kurtarmak, en az sözle en kestirme yolla en doğruyu tarif etmek ve onu Hakk'a yöneltmek, Hakk'a ulaştırmaktır.
Temüm'üd-Dârî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Din nasihattir." buyurdular.
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Kimin için nasihat?" dediler.
Buyurdu ki:
"Allah için, Allah'ın kitabı için, Resul'ü için, müslümanların imamları ve bütün müslümanlar için." (Müslim: 55)
Bu Hadis-i şerif'i izah edelim:
Allah için nasihat;
O'na iman etmek, bütün kemâl ve celâl sıfatlarıyla tavsif, bütün noksan sıfatlardan tenzih eylemek, O'na itaatta bulunmak, ibadetlerde niyeti halis tutmak, O'nun için sevip, O'nun için buğzetmek. O'na itaat edeni dost, isyan edeni düşman edinmek, küfürde bulunanlarla cihad, bütün bu sayılan hususlara dâvet ve teşvik etmektir.
Kitabullah için nasihat;
Kur'an-ı kerim'in Allah kelâmı ve O'nun tarafından nâzil olduğuna, hiçbir kulun sözlerine benzemediğine, hiçbir beşerin onun benzerini getiremeyeceğine iman etmek, sonra ona tâzimde bulunmak, âdâbına riayet ederek huşû ile okumak, ahkâmına vâkıf olmak, ilimlerini temsillerini anlamaya çalışmak, öğütlerine kulak vermek, insanları bu hususların tamamına dâvet etmektir.
Resul'ü için nasihat;
Risaletini tasdik, getirdiği şeylerin hepsine iman, emir ve nehiylerine inkıyat, düşman olana düşman, dost olana dost olmak, son derece tâzim ve saygıda bulunmak, tarikat ve sünnetini ihyâ etmek, dâvetini yaymak, şeriatını neşretmek, dinine yöneltilen ithamları izâle etmek, ahlâkı ile ahlâklanmak, edebi ile edeplenmek, Ehl-i beyt'ine, Ashâb-ı kiram'ına muhabbet beslemek, sünnetine bid'at sokan veya Ashâb-ı kiram'ına dil uzatanlardan uzak durmak... gibi hususlardır.
Müslümanların devlet başkanları için nasihat;
Ulül-emre itaat, hak uğrunda onlara yardım, Hakk'tan ayrılmamalarını tenbih etmek, gaflete düştükleri ve müslümanlar için yerine getirilmesi gerekli haklardan kendilerine ulaşmayan durumlarda ikaz ve irşad etmek, isyan etmemek, halkı da onlara itaat için teşvik etmektir.
Bütün müslümanlar için nasihat;
Din ve dünyalarına faydalı olan şeyleri kendilerine göstermek bilmediklerini öğretmek, muhtaç olanlara kavlen ve fiilen yardımda bulunmak, kusurlarını görmemezlikten gelmek, onlara gelebilecek zararlara engel olmak, iyiliği emir, kötülüğü nehyetmek, büyüklerine hürmet, küçüklerine şefkatte bulunmak, onları aldatmamak ve haset beslememek, kendisi için dilediğini onlar için de dilemek, kendilerini bu sayılan hususlarla ahlâklanmaya, onları teşvik etmek gibi şeylerdir.
Görülüyor ki nasihat, gerçekten de pek çok mânâları üzerinde toplayan bir kelimedir.
"Nâsih", nasihat eden mânâsına geldiği gibi, terzi yani kumaş parçalarını birleştirip elbise yapan kimse mânâsına da gelir. Dinde nâsih olan; Allah-u Teâlâ'nın kulları ile, o kulların âhiret saâdetlerine vesile olacak şeylerin arasını birleştirir.
"Rüyâ:
"Mânâda bir camide Evliyâullah'ın fazileti hakkında hutbe okuyormuşum. Ağzımdan hiç duymadığım sözler çıkıyordu. O sözlerden kendim istifade ettim."
Cevap:
Size daha önceleri arz etmiştik. Evliyâullah'ın kelâmı yakınlık makamından gelir. Yakınlık makamında O ondan da yakındır. Hazret-i Allah bunun hakikatini size aynel-yakîn göstermiş.
Bir çeşme sadece gelen suyu akıtır, su çeşmenin değildir. Su gelmedikçe çeşmeyi sıksan bir damla su akmaz.
Bir hoparlör de, söyleyen olmadıkça olduğu yerde bin sene dursa bir tek söz söyleyemez. Çeşmenin de, hoparlörün de hiç hükmü yok. Hüküm akıtan ve söyletendir. Fakat bunu hiç kimse görmez, çeşmeyi görür, hoparlörü görür.
Size Hazret-i Allah o hâli yaşattı. Bu sırrı bugün anlamış oluyorsunuz.
Notlar hâlden ibarettir. Okuyan kâlini okur. Hazret-i Allah yaşatmadığı hâli fakire söyletmemiştir. Yaşatmıştır, sonra söyletmiştir. Kâl, hâli anlamaz. Hâlin yaşanması lâzım ki, kâl ile anlaşılsın. Herkes okuyor fakat o hâle gelmediği için anlamıyor. Hâl ile söylendiği için kâl ifade edemiyor. Çünkü anlatılan şeylerle irfan husule gelmez.
Ne demek istediğimizi siz şimdi daha iyi anladınız. Şu anda herkes kâl ile işitiyor, sizi ise hâl ile duyuyorsunuz. Hâl işte budur. Söyleyenler görerek söylemişlerdir. Hazret-i Allah'ın yaşatmadığı hiçbir şeyi söylememişlerdir.
Bundan evvel bunun böyle olduğunu yeri geldikçe arz ediyorduk. İşitiyordunuz, duymuyordunuz. Şimdi gözünüzle gördünüz ki bu böyledir. Hazret-i Allah size duyurduğu için duyurmaya çalışıyoruz. Bu izâh yapılmasaydı lâyık-ı veçhile yine anlamayacaktınız. Bu bakımdan Notlar'ın açılmaya ihtiyacı var. Hâlin kâle intikâli olmuş olacak. Yoksa söylenmemiş bir şey yok."
•
Hâlin güzel olacak, kâlin güzel olacak, fiilin güzel olacak, giyinişin güzel olacak, bilhassa istikametin güzel olacak. Hiçbir söz söylemesen bile, karşıdaki baktığı zaman ibret alacak, yolunu düzeltecek.
Sonra helâl lokma ile hikmet husule gelir, hikmetle konuşur, karşıdakine tesir eder. Yapmadığın bir işi söylemek yersiz, çünkü sen yapmıyorsun ki karşıdaki yapsın. Bir insan yaşayacak, yaşadığını tebliğ edecek, Allah-u Teâlâ murad ederse ona hidayet lütfedecek, aşı tutacak. Aşı tuttuğu zaman nasibini alır.
Sonra mülâyim, tatlı, güzel sözlerle söz söylemek. Ne söyleyecek? Ya Âyet-i kerime'den, Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor; ya Hadis-i şerif'ten, Resulullah Aleyhisselâm böyle buyuruyor. Yahut ki filân zât şöyle buyuruyor. Oradan konuşacak, kendinden konuşmayacak. Ki nasihat yerine gelsin. O kelâmı işitsin, işitsin ki Cenâb-ı Hakk iman tohumunu kalbe ekerse yavaş yavaş kök salar, neşv-ü nemâ bulur, imanlı bir ağaç olur. Bu sefer meyve de verirse, beşeriyet istifade eder. Kuru sözle olmaz.
Ağaç sulama ile, insan sohbet ile yetişir. Bunun için sohbetten ayrıldığı anda şeytan kapar ve götürür. Onu bir süre basit bir şeyle oyalar ve böylece onun bütün ebediyetini götürür. Ona çeşitli vaatlerde bulunur, dünyayı süslü gösterir, öleceğini hatırlatmaz ve bu yüzden onu bulunduğu yerden alır, oyalar, oyalar sonra çukura atar. Çukurdan sonra cehenneme gider.
Allah'ım korusun. Onun için iyi arkadaş insanı çeker, kaldırır, götürür, selâmete erdirir. Bunun için sâlih arkadaşa ihtiyaç var.
İhvan demek; her haliyle numune demektir.
İhvanın yetişmesi lâzım. Meselâ Ashâb-ı kiram o nurun karşısında nasıl yetişti?
Hani bir tabir var: "Üzüm üzüme baka baka kararır." Nura bakar nurlanır, o tecelliyat onu mest eder.
Allah-u Teâlâ bir kulunu karşısına alırsa onun hâli ne olur? O Allah-u Teâlâ'nın nuru ile nurlanır, ona dilediğini akıtır, bildireceğini bildirir. Sonra o, içinde o akıntıyı çözer. O nur onu ihya eder.
Bir peygamberin huzurunda bulunmak da, bir velinin huzurunda bulunmak da böyledir. Bir insan nurlu bir insanın karşısına oturduğu zaman, o nur ona akseder. Bunun delili:
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'ndan bir zâtın:
"Yâ Resulellah! Huzur-u saâdetinizde bulunurken, bizi cennet ve cehennemle öğütlüyorsunuz ki, gözümüzle görür gibi oluyoruz. Yanınızdan ayrılıp da çoluk-çocuk, iş-güç ile meşgul olmaya başlayınca çoğunu unutuyoruz." demesi üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer siz huzurumda bulunduğunuz o hâl üzere zikre devam edebilseydiniz, yataklarınızda ve yollarınızda melekler sizinle musafaha ederdi." (Müslim)
Bunun da özünü şöyle arzedelim: Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'ne karşı bir kusur yaparsam, affeder diye ümit ederim. Çünkü O'nun sonsuz, engin rahmet ve merhameti karşısında ümit kapıları açıktır. Fakat Habib'ini çok sevdiği için, ona yapılan küçücük bir hatayı çok büyük görür. Bu sebeple Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e karşı bir kusur yaparsam affetmez diye kanaatim husule gelmiştir.
Çok sabırlı çok âzimli olmak, işin sonuna bakmak lâzım. Hidayet Hakk'tandır. Bütün kalpler O'nun kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet veremez, ancak teşvik eder, hidayete vâsıta olur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İnsanları hidayete erdirmek senin üzerine borç değildir. (Sana düşen hidayete dâvettir.) Şu kadar var ki, Allah dilediği kimseye hidayet eder." (Bakara: 272)
En kötü insanken, hidayet erişiverince bir de bakarsın en iyi insan olur. Hep hüsn-ü zan, herkese hüsn-ü zan. Çünkü Hazret-i Allah'ın ne şekilde tecelli edeceği bilinmez.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Hüsn-ü zannın fevkinde bir ibâdetle Cenâb-ı Allah'a ibadet olunmamıştır!" buyuruyorlar. (Münâvî)
Sû-i zan asla. Ya senin dediğin gibi değilse, ya çok iyi ise... O zaman iftira etmiş oluyorsun. Hüsn-ü zan insanı kurtarıyor. İyi zannetsen ne zarar edeceksin? İyi ise zaten iyi.
Hiçbir zaman tevâzuyu elden bırakmamalı, herkese şefkat ve merhametle nazar etmeli, herkesten aşağıda olduğunu nefsine kabul ettirmeli, herkesi hoş görüp herkese değer vermeli, kişinin anlayacağı tarzda seviyesine inerek konuşmalıdır.
Allah yolu edeb yoludur. Hâlimiz, kâlimiz, fiilimiz ders verecek. O edebe sahip olursak, söz dahi fazla gelir. Söze iş düşerse ricâ mâhiyetinde olur. Ricânın yaptığını emir yapamaz. Yapılsa bile isteksiz ve gönülsüz olur. Herkesin nefsi var, herkesi okşamak gerekiyor.
Hazret-i Allah Uhud savaşında kusur edenlere karşı Habibi'nin -sallallahu aleyhi ve sellem- yumuşak davranmasını Âyet-i kerime'sinde övmüştür:
"Allah'ın rahmeti sayesindedir ki, onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, etrafından dağılır giderlerdi." (Âl-i imran: 159)
Bu ise büyük felâket olurdu.
Allah-u Teâlâ onları kendisi affettiği gibi, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine de affetmesini emir buyurmuştur:
"Onları affet ve bağışlanmaları için duâ et." (Âl-i imran: 159)
"İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel olan şeyle sav, en güzel şekilde önle. O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir." (Fussilet: 34)
"Hayra vasıta olan o hayrı işlemiş gibidir." (Tirmizî)
Hadis-i şerif'inden anlaşılıyor ki, kârın en büyüğü bu yolda.
Hazret-i Allah sana hidayet bahşetmişse, karanlıklardan kurtarıp nûra kavuşturmuşsa; ne duruyorsun, sen de uğraş bir kişiyi çek, çamurdan kurtar.
Bir kişi bir kişi ama, yüzkişi birer kişi ile ilgilense, yüz kişi iki yüz kişi olur. Bin kişi iki bin kişi olur. Çalışan bir kişi, kurtulan iki bin kişi... Ne büyük ticaret! Onların sevabı sana yeter de artar bile.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Bir insanı dirilten, bütün insanlığı diriltmiş gibidir." buyuruyor. (Mâide: 32)
Bu Âyet-i kerime, gaflette bulunmasından dolayı ruhu ölmüş olanlara âittir, cesetle ilgili değildir.
Gıdasını veremediği için ruhunu öldürmüş bir kimseye yol göstererek dirilmesine vesile olmanın bu kadar büyük ecir ve sevabının bulunduğunu bilen bir müslümanın ne kadar gayret ve çaba harcaması gerektiği apaçık ortadadır.
Allah-u Teâlâ bir mükâfat olmak üzere hidayette bulunanların hidayetlerini artırdığını Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Allah hidayette bulunanların hidayetini artırır. Baki kalacak salih ameller, Rabb'inin katında hem sevap olarak daha iyidir, hem de netice olarak daha hayırlıdır." (Meryem: 76)
Bunların sevabı, sevap verilen kimseye daimi olarak fayda sağlar. Yani faydası daimi olan ameller, Allah katında inanmayanların övündükleri şeylerden ve peşin dünya nasiplerinden daha hayırlıdır. Sonuç olarak da daha iyidir. Zira neticesi Allah-u Teâlâ'nın rızâsı ve dâimi nimettir. Dünya nimetleri geçici, ahiret nimetleri ise ebedidir.
Hadis-i şerif'te ise:
"Senin vasıtanla Allah-u Teâlâ'nın bir kişiyi hidâyete erdirmesi, senin için dünyadan ve içindekilere sahip olmaktan daha hayırlıdır." buyruluyor. (Buhârî - Müslim)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Başkalarını hidayet yoluna çağıran kimseye, kendisine uyanların sevabı gibi sevab verilir. Bununla beraber onların sevabından da bir şey eksilmez." buyuruyorlar. (Müslim)
Tek gaye Allah ve Resul'ünü sevdirmeye çalışmak. Bir kere sevdirdin mi, artık bırak onu kendi haline. İtimat edin bundan daha kârlı bir ticaret bilmiyoruz. Maksat yok, menfaat yok, makam ve rütbe yok. Sırf Allah için çalışmak var. Bu gün için en büyük cihad budur.
Geçici bir dünya hayatı için ne kadar çalışıyoruz! Aman aç kalmayalım, muhtaç olmayalım diye... Halbuki akşam uyuyoruz ama tekrar kalkacağımız belli değil. İşte geldik işte gidiyoruz. Ya ebedi ahiret hayatı için ne kadar çalışmamız lazım!
Madde dünyada kalacak. Mânâ ise bizimle beraber gelecek. Dünya bir ahiret tarlasıdır. Şu halde çalış ki sermayen çoğalsın.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kur'an-ı kerim'de "Allah'ın dâvetçisi" mânâsına gelen "Dâiyallah" olarak vasıflandırılmıştır.
"Ey kavmimiz! Allah'a çağıran (Muhammed'e) uyun ve ona iman edin ki Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı azaptan korusun." (Ahkaf: 31)
Onun size yaptığı iman çağrısını kabul edin ki, en şiddetli cehennem azabından sizi kurtarsın.
"Allah'a çağıran (Muhammed'e) uymayan kimse bilsin ki, Allah'ı yeryüzünde âciz bırakamaz. Kendisinin O'ndan başka dostları da bulunmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler." (Ahkaf: 32)
Onlar hidayetten mahrum kalmış kimselerden başkası değildirler.
Ayrıca pek çok Âyet-i kerime'lerde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in vazifesinin ancak "Tebliğ" olduğu zikredilmektedir.
"Resul'ün görevi sadece tebliğ etmektir. Allah neyi açıklayıp neyi gizlediğinizi bilir." (Mâide: 99)
Peygamber'e gereken, yükümlü olduğu tebliğ vazifesini yapmak; bu ilâhi dâveti duyanlara gereken de, yükümlü oldukları şekilde ona inanmak, dinlemek, itaat etmek ve emirlerine uymaktır. Zira Allah-u Teâlâ ve O'nun yüce Resul'ü mutlaka iyiyi ve doğruyu emreder.
"Eğer yüz çevirirlerse, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen yalnız tebliğ etmektir." (Şûrâ: 48)
Onları zorla inandırmakla yükümlü olmadığı gibi, İslâm'ı din olarak seçmemelerinin sebebi de kendisinden sorulmayacaktır. İman ederlerse menfaati, etmezlerse zararı ve mesuliyeti onlara aittir.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Biz, onlara vaadettiğimiz (azabın) bir kısmını sana göstersek de, yahut seni vefat ettirsek de, sana düşen ancak tebliğdir. Hesap görmek ise bize düşer." (Ra'd: 40)
Yani onlara vaadettiğimiz ceza ve azabın hepsi gerçekleşecek. Sen bazısını dünyada gözlerinle görecek olsan da, hiçbirini sana göstermeden seni bu dünyadan alacak olsak da, sen buna bağlı değilsin. Sen onların başına geleceği görüp görmeyeceğini düşünmeden vazifeni yapmaya devam et. Senin işin yalnızca tebliğ etmektir. Yaptıklarının cezasını vermek bize aittir. Binaenaleyh bu uğurda can vermek gerekse bile tebliğini yap, gerisini bize bırak.
"Çağırmak" mânâsına gelen "Dâvet" kelimesi, terim olarak hususiyetle "İslâm dinine ve İslâm dininin esaslarının uygulanmasına çağrı" mânâsına gelmektedir.
"Dâvet" mefhumu Kur'an-ı kerim'de muhtelif Âyet-i kerime'lerde değişik ifadelerle belirtilmektedir:
1. "İslâm'a dâvet":
"İslâm'a dâvet edilirken Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?" (Saff: 7)
Böyle birisinden daha zâlim hiç kimse elbette ki olamaz.
2. "İmana dâvet":
"Peygamber sizi Rabb'inize iman etmeye dâvet ettiği halde ne diye Allah'a iman etmiyorsunuz?" (Hadid: 8)
Halbuki o sizi en kuvvetli delillerle irşad etmeye çalışıyor. Dünya saâdetine, ahiret selâmetine ermenizi istiyor.
3. "Allah yoluna dâvet":
"Rabb'inin yoluna hikmetle, güzel söz ve nasihatla dâvet et." (Nahl: 125)
Hidayete ermeleri için teşvikte bulun. Kalplerinin içine ulaşacak şekilde etkili sözlerle onlara nasihat et.
4. "Allah'ın Kitab'ına dâvet":
"Kendilerine Kitap'tan bir nasip verilenleri görmedin mi? Aralarında hüküm vermek üzere Allah'ın kitabına çağırılıyorlar da, sonra onlardan bir grup yüz çevirerek dönüyorlar." (Âl-i imran: 23)
Onlar Kitab'ın hükmüne uymanın gerekli olduğunu bildikleri halde, Kitab'a uymaya yanaşmıyorlar.
5. "Hayra dâvet":
"İçinizden insanları hayra çağıran, iyilikleri emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i imran: 104)
Hayra dâvet, birliğin ve İslâm'ın esasıdır. İyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak da bunun önemli bir kısmıdır.
6. "Kurtuluşa dâvet":
"Ey kavmim! Bu başıma gelen nedir? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz!" (Mümin: 41)
Ben sizi cennete götüren imana dâvet ediyorum, siz ise beni cehenneme götüren kâfirliğe dâvet ediyorsunuz.
7. "Cennete dâvet":
"Allah esenlik yurdu olan cennete çağırır." (Yunus: 25)
Gerçek şenlik ve esenlik cennetlerdedir. Sonu gelmeyen hayat, ihtiyaç bırakmayan zenginlik, zillete yer vermeyen şeref ve itibar ancak cennette mevcuttur.
8. "Hayat kaynağına dâvet":
"Ey iman edenler! Allah ve Peygamber'i sizi, size hayat verip canlandıracak şeylere çağırdığı zaman icâbet edin!" (Enfâl: 24)
Resulullah Aleyhisselâm'ın dâveti Allah-u Teâlâ'nın dâveti demektir. Çünkü Resulullah Aleyhisslâm Allah-u Teâlâ'nın emri ile bu dâveti yapmaktadır.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a halkı uyarma vazifesini tevcih ettiğinde, bu ilâhi dâvet vazifesine azimle devam etmesini, onların arzu ve heveslerine, engellemelerine aldırmamasını emir buyurdu.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"İşte bundan ötürü sen onları tevhide, birliğe davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma." (Şûrâ: 15)
İslâm'ı kabul etmeleri için taviz vermeye yanaşma. İman etmek isteyen, Din-i mübin'e halis bir şekilde indirildiği gibi iman etsin. Çünkü tefrikanın sebebi hep heveslere tabi olmaktır.
"Ve de ki: Allah'ın indirdiği kitaba inandım, aranızda adalet yapmakla emrolundum." (Şûrâ: 15)
Peygamberlere indirilmiş, olan bütün semâvî kitapları tasdik ettim. Kendi arzuma göre değil, Rabb'imin bana vahyettiği ilâhî ahkâma göre hakkınızda hüküm vermekle memurum.
"Allah bizim de Rabb'imiz sizin de Rabb'inizdir. Bizim işlediklerimiz bize sizin işledikleriniz size aittir." (Şûrâ: 15)
Hepimiz O'nun kullarıyız. Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan yegâne mâbud O'dur. Biz bu hakikati kendi irademizle ikrar ediyoruz.
Biz sizden uzak ve ayrıyız. Biz sizin ne iyi amellerinizden istifade ederiz, ne de kötü amellerinizden zarar görürüz.
"Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar. Dönüş de ancak O'nadır." (Şûrâ: 15)
Çünkü hak güneş gibi açıkça ortaya çıkmıştır, başkaca münakaşaya ihtiyaç kalmamıştır.
Kıyamet gününde hepimizi bir araya toplayarak hükmünü verecek, kimin haklı kimin haksız olduğu tamamen anlaşılacaktır.
Allah-u Teâlâ onlara öğüt ve nasihatta bulunmasını Resul-i Ekrem'ine emir buyurdu:
"Öğüt ver, hatırlat! Çünkü sen ancak öğüt vericisin." (Gâşiye: 21)
Senin vazifen ancak bir tebliğdir. Sen hakikatları onlara duyurmaya ve hatırlatmaya memursun.
"Onların üzerinde zorlayıcı değilsin." (Gâşiye: 22)
Sen tebliğ ettiğin şeyleri onlara zorla kabul ettirmekle yükümlü değilsin. Tebliğ ve ikaz vazifeni hakkıyle yerine getirdikten sonra artık müsterih ol, onların kabul etmemelerinden dolayı üzülme. Vazifene sabırla ve azimle devam et.
"Ancak kim yüz çevirir, inkâr ederse, Allah onu en büyük azap ile cezalandırır." (Gâşiye: 23-24)
Ki en büyük azab cehennem azabıdır. Çünkü küfrün cezası bütün cezaların üstündedir. Bununla beraber böyle bir kâfir daha dünyada iken de nice azaplara maruz kalabilir. O ise âhiret azabına nispetle küçük kalır.
"Doğrusu onların dönüşü bizedir. Sonra onların hesabını görmek de bize âittir." (Gâşiye: 25-26)
Onların, hükmünü her şeye geçiren ve intikam almaya gücü yeten Allah'tan başka dönecekleri kimse yoktur. Ne kadar yüz çevirseler, ne kadar kaçmaya çalışsalar, sonunda huzur-u ilâhi'ye varacaklardır. Dolayısıyla o en büyük azaptan kurtulmalarına imkân ve ihtimal yoktur.
Bu korkutmadan sonra diğer bir Âyet-i kerime'de muhalefet edenlerin omuzlarına yüklenen mesuliyete işaret edilerek şöyle buyurulmaktadır:
"Resul'ün görevi sadece tebliğ etmektir. Allah neyi açıklayıp neyi gizlediğinizi bilir." (Mâide: 99)
Hiçbir kimsenin hiçbir hali O'na gizli değildir. Tasdik edeni de tekzib edeni de, münafık olanı da, muvafık olanı da en iyi şekilde bilir.
"– 'Rüyamda bir hapishane gördüm, içinde binlerce mahkûm vardı...'
Efendim, insanların çoğu, gördüğünüz gibi mahkûmdur. O hapishaneden kurtarabildiğiniz kadar kurtarın.
Onlar kendileri ile dargındır, barıştırmak lâzım. Nefis ne demek, ruh ne demek hiç haberleri yok. Bilmeyerek mâsiyet ve dalâlet yollarına saplanmışlar, kurtulamıyorlar.
Bir insan sele kapılmış gidiyor. Merhameten kenara gelip onu kurtarmaya çalışmaz mısınız? Kurtarmazsanız, boğulup gidecek.
Dalâlet girdabına kapılmış bir insanı kurtarmak, ona da benzemez. Bir insanın ebedî hayatını kurtarmak oluyor.
En kötü insanken, hidayet erişiverince bir de bakarsın dünya hapishanesinden kurtulur, en iyi insan olur.
En kıymetli amel Hakk yolda çalışıp, halkı Allah yoluna davet etmek gayesi ile gayret etmektir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Cenâb-ı Allah'ı kullarına sevdiriniz ki, Allah da sizi sevsin." buyuruyor. (Taberânî)
Hakk yolda çalışmak demek, hakikati duyurmak için her yere koşmak demektir. Hazret-i Allah'ın nereye ve kime ektiği bilinmez. Araya araya nasipdar olanları bulmamız ve nasibini orada vermemiz lâzım. Bir insanın kurtuluşuna vesile olabilmek için, parmakla gezdirir gibi herkesi yoklamak gerekiyor. İnşaallah bizim ticaretimiz bu olacak.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz'e hitaben:
"Allah'a yemin ederim ki, senin vasıtanla Allah-u Teâlâ'nın bir kimseye hidayete bahşetmesi, senin için kırmızı develere sahip olmaktan daha hayırlıdır." buyuruyorlar. (Buhârî)
Kırmızı deve Arapların nazarında çok kıymetli olduğu için öyle zikredilmiştir.
Bu bakımdan bir kimsenin kurtuluşuna vesile olabilmek büyük bir menfaati muciptir. Allah'ımızın bu lütuf kurtuluş yolu ile hem kişinin hayat-ı ebediyesi kurtuluyor, hem de onun aldığı bütün ecir ve sevaplara Hazret-i Allah vasıta olanı ortak ediyor.
Bu menfaatin içyüzüne vâkıf olsak, işimizi gücümüzü bırakır, insan toplamaya çalışırız.
Toplamışsın amma, hidayet Hakk'tan. Kul kula hidayet veremez. Ancak teşvik eder. İnsan üç kişi ile meşgul olsa, bir kişi nasibini alsa, ona o yeter. Bu lütuf ezelde kime takdir edilmişse, o nasibini alacak. Yoksa nasibi, kul hiçbir şey veremez. Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah'tır.
Binaenaleyh az sözle hakikati açın. Nasibi olan az sözle de hemen gelir. Nasibi olmayana mevzuyu fazla uzatmayın. Çok söz de söylesen fayda vermez.
Hazret-i Allah'ın ihsan buyurduğu nispette gayret etmemiz lâzım. Göçtükten sonra çalışmadığımıza çok nedamet edeceğiz.
Fakat bu çalışmaları hiçbir zaman benimsemeyeceğiz. Ancak Allah adına yapılan gayret bizim içindir. Nefsimiz benimserse puta tapmaktan farksızdır. Bizi bize bırakmamasını Allah'ımızdan dileyeceğiz. Korkunç şeydir."
İki şey üzerinde duracağız: Önce imanımızı kurtarmak, sonra yakınlarımızı kurtarmak.
İman cihadla anlaşılıyor. Allah yolunda cihad et ki, imanını koruyasın.
Gücünüz yettiği kadar canınızla, malınızla çalışın, nedametiniz az olsun. Nefisle cihad en başta gelendir, "Nefis İle Mücadele" kitabını iyice tetkik edin. Size iki kelime ile nefisle mücadeleyi arz edelim: Onun sevdiğini yapma, sevmediğini yap. Neyi seviyorsa onu yapma, neyi sevmiyorsa onu yap, o kadar. Mühim olan imân-ı kâmil ile göçmek.
İman-ı kâmil; Hazret-i Allah'a iman etmektir, Hazret-i Allah'ı bilmektir. Her şeyi Hazret-i Allah'tan bilmektir.
İnsan, Hazret-i Allah'a iman ettikten ve iradesini O'na tesim ettikten sonra artık kendi reyi kalmaz. Fakat bunu yapabilmek için O'nu bilmek, O'nu tanımak lâzım.
Kendini inkâr ettiğin zaman, O'nu tasdik ettiğin zaman iman etmiş olursun. Gerçek iman budur. Vaktaki kendini inkâr edip "Lâ" dediğin zaman, yani kendini de kâinatı da inkâr ettiğin zaman, Var olan husule gelir. İşte imanın hakikisi budur. Kül'ün hakikisi budur.
İmanlı bir el harama uzanmaz, imanlı bir ayak fena yere gitmez, imanlı bir göz harama bakmaz. Bakıyor! Demek ki oraya nüfuz etmemiş. Çünkü iman edildiği zaman, tuttuğu zaman dalları azalara dağılır.
Ancak gerçek imandan mahrum olanların üzerinde daima münafıklık alâmeti mevcuttur. Çünkü nefis oynar, şeytan oynar, arzular yaşar, yaşar, yaşar.
Allah-u Teâlâ, kâmil imanın alâmetini ve hakiki müminlerin vasıflarını beyan etmektedir:
"Onlar gayba inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.
Sana indirilene de, senden önce indirilene de iman ederler. Ahiret gününe de kesinlikle inanırlar.
İşte onlar Rabb'lerinin yolunda olanlardır. İşte onlar saâdete erenlerdir." (Bakara: 3-4-5)
Görmedikleri halde Allah'a, vahye, ahiret safhalarına görüyormuş gibi, hiç şüphe etmeden inanırlar. "İşittik ve iman ettik!" diyerek Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın haber verdiği her şeyi kesin olarak kalp ile tasdik, dil ile de ikrar ederler. Onlar, bu imanları ile Allah katında hoşnutluk kazanırlar.
İnsan kabirden ne kadar korkuyor, hem de ne kadar!.. Halbuki ölüm, mahlûku Hazret-i Allah'a yaklaştıran bir vasıtadır. Binaenaleyh insan, Hazret-i Allah'a yaklaşmakla, imân-ı kâmil'le, Allah-u Teâlâ'nın onu lütfuyla rahatlıkla oraya yatırmasıyla kurtulur.
Seyyid Nesimi -kuddise sırruh- Hazretleri, derisi soyulduğu zaman bu mübarek zât, derisini omuzuna almış, "Elhamdülillâh! Postumu kurtardım!" demiş. Yani imanını kurtarmış. Derisi soyuldu umurunda değil. "İman, iman!" diyor. Bu sözün çok gizli mânâsı var. Ancak kabre giren bunu hisseder. Dünya havaî, hayâlî, hayâlât... Mühim olan hakiki iman...
Hatta Ashâb-ı kiram Efendilerimiz'den bir zâta, bir harpte ok saplanmış, "Kurtuldum!" diye bağırmış. Onlar gönülden Hazret-i Allah'a, Resulullah'a bağlı idiler.
Yakınlarımız mevzuuna gelince:
Âyet-i kerime'de:
"Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." buyuruluyor. (Tahrim: 6)
İnsan bu ilâhî emir ile mükellef olduğu gibi, evlâd-u ıyâlini bu emre tâbi tutmakla mükelleftir. Aksi halde mesuldür.
Bu ise ancak ilâhî emirleri bizzat yapmakla, yasaklardan öncelikle kendisi sakınmakla ve böylece âilesine güzel numune olmakla mümkündür.
Âile efrâdının cehennem ateşine sürüklenmelerine sebep olacak fitne ve isyandan koruyarak, Allah-u Teâlâ'nın emirlerine itaat yoluna götürür. Çünkü âile reisi kendisinden sorumlu olduğu gibi âilesinden ve çocuklarından da sorumludur.
En yakınlarınıza yavaşça şunu telkin edin: "Ben bu yolun Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a ait olduğuna, hak olduğuna inandım, yürüyorum; sana da tavsiye ediyorum."
Başka bir zaman da ikinci defa: "Ben yolu hak olarak görüyorum, Hakk'a varmak için çabalıyorum; sana da tavsiye ediyorum."
Bir müddet sonra bir defa daha: "Seni Hakk yoluna dâvet ediyorum. Gaye yok, maksat yok, menfaat yok, rütbe yok, gösteriş yok, Hakk var. İster gel, ister gelme!.."
İkaz edeceksiniz, irşad edeceksiniz amma güzel sûrette... Sessiz sedasız, mülayim...
Bu şekilde üç defa diyeceksin. Yoksa en yakınınız yakanıza yapışır, size der ki: "Madem bu yolun Allah yolu, kurtuluş yolu olduğunu biliyordun, yürüyordun, ne diye bize de duyurmadın?"
Haklı olarak davacı olur. Niçin? Mahrum kaldığından, yol alamadığından...
Bu üç noktada büyük mesuliyet var. Yani senden davacı olma hakkı var. Arkadaş hakkı var, hakkını vermen lâzım. Kurtarman lâzım. Niçin? Allah-u Teâlâ hidayet bahşederse ebedî saadeti kazanmış olur. Onun için herkes bir diğerini çekmeye borçludur.
Hidayet Hazret-i Allah'tan gelir, kuldan gelmez. Kul hiçbir şey yapamaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Din nasihattir, din nasihattir, din nasihattir."
Üç defa. Üçüncüden sonra o gelsin, gelmesin mesul değilsin.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in amcası Ebu Tâlib hastalandı ve ölüm döşeğine düştü. Resulullah Aleyhisselâm tekrar tekrar ziyaretine gider başucundan ayrılmazdı. Her fırsatta:
"Ey amcacığım! 'Lâilâhe illâllah' de, ben onunla kıyamet günü senin için şehâdet edeyim." buyururdu.
Fakat Ebu Tâlib câhiliye devrinin katı bir âdeti olarak, Kureyşliler'in kendisi hakkında: "Ölümden korktu da yeğeninin dinine girdi." demelerinden çekindiği için müslüman olmaya yanaşmadı.
Resulullah Aleyhisselâm'ın bu durum karşısında ıstırabı çok büyük olmuş ve:
"İyi bil ki yasaklanmadığım müddetçe vallahi senin kurtuluşun için istiğfardan geri durmayacağım." buyurmuştur.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ indirdiği Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurdu:
"Resul'üm! Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin, lâkin Allah dilediğine hidayet eder. Ve hidayete erecek olanları en iyi O bilir." (Kasas: 56)
Hangi kulunun aslî fıtratını koruduğunu en iyi bilen O'dur.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- buyururlar ki:
"Ebu Tâlib ölünce Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e gidip 'Dalâlette olan ihtiyar amcan öldü.' dedim.
Bana:
'Git babanı göm! Sonra, bana gelinceye kadar hiçbir şey yapma.' buyurdu.
Ben de gidip gömdüm ve Resulullah Aleyhisselâm'a gelip haber verdim. Bunun üzerine bana yıkanmamı emir buyurdular, ben de yıkandım. Sonra bana duâ ediverdi." (Ebu Dâvud, Nesâî)
Amcasının vefatı Resulullah Aleyhisselâm'ı son derece müteessir etti. Günlerce evinden dışarı çıkmadı. Çıktığı zaman da müşrikler Ebu Tâlib'in sağlığında yapmak isteyip de yapamadıkları hakaret ve eziyetleri, Ebu Tâlib'in nüfuz ve himayesinin kalkmasını fırsat bilerek yapmaya başladılar, kin ve düşmanlıklarını daha da şiddetlendirdiler.
Abdullah bin Hâris -radiyallahu anh-in bildirdiğine göre Hazret-i Abbas -radiyallahu anh- bir defasında:
"Yâ Resulellah! Ebu Tâlib'e hiçbir faydan olabildi mi? Çünkü o seni muhafaza eder ve senin için (düşmanlarına) kızardı." diye sormuştu.
Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
"Evet oldu. O cehennemin sığ bir yerindedir. Eğer ben olmasaydım cehennemin en derin yerinde olurdu."
Diğer bir rivayette şöyle buyurduğu beyan buyuruluyor:
"Evet!.. Ben onu cehennemin derin dalgaları içinde buldum da kendisini sığa çıkardım." (Müslim: 209)
Hadis-i şerif'te geçen "Dahdah", ancak topuğa kadar ayakları örten sığ su demektir. Burada bu kelime ile Ebu Tâlib'in azabının Resulullah Aleyhisselâm'ın şefaâti sayesinde hafifletildiği ifade olunmuştur.
Bu kadar yapabildi, ötesini yapamadı. Çok ince mesele. Üç defa telkin et. Ondan sonra Allah dilerse ona hidayet verir. Dilemezse vermez. Onun için size en yakınınız mahkeme-i kübra'da size dava açabilir. Çünkü karşıda cehennem var. Anne-babanın evlâttan kaçtığı, evlâdın anne-babadan kaçtığı bir gün orada her şey kopuyor. Herkes canını kurtarmaya çalışıyor.
"Rüyâ:
"İki kızımız var, görüyorum ki ateşe doğru gidiyorlar. Yanacaksınız diyorum ve onları kurtarmaya çalışıyorum..."
Cevap:
Hakikaten şimdiki evlâtlar, ateşe doğru gidiyorlar. Onları zapt etmek de çok güç. Edebilirseniz hem kendinizi hem de onları cehennem ateşinden kurtarmış olursunuz.
Çünkü Cenâb-ı Hâlık'ımız:
"Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." buyuruyor. (Tahrîm: 6)
Bu bir emr-i ilâhidir. Bu emre göre hareket edelim. Onlardan bir tanesi giderse insan mesul olur. Çünkü çoban sürüsünden mesuldür.
Hiç şüphe yok ki, ana-babanın büyük vazifesi vardır. Bu vazifeler bazen bilerek bazen bilmeyerek ihmal ediliyor.
Öyle bir zamandayız ki, çocukları terbiye etmek çok güçleşti. Hatta bazen öyle diyoruz, bugün çocuğum olsa şöyle yetiştiririm diye katiyyen söyleyemem. Çünkü çok güç. Ebeveyn bu güçlük altında olduğu halde düşünüp idrak edemediği zaman kendi haline bırakıveriyor. O zaman da olmuyor işte. Biz dahi her an ikaza irşada muhtacız, değil ki çocuk.
Bize verilmiş bir hayat var. Bu hayatın sonunda "İrcıiy" dâveti bize gelecek, alınacağız. Bu alınmada evvelkilerin geçtiği yoldan hepimiz geçmiş olacağız.
Şimdi bir düşünce beliriyor. Çocuklarımızı nereye bırakacağız? Hakk'a mı bırakacağız, halka mı bırakacağız? Onları nasıl yetiştirdik? Durumları ne olacak?
Biz gidiyoruz, bunun hiç şakası yok, onlar da kalacak. Amma biz nasıl gidiyoruz, onlar nasıl ve kime kalacak?
Onlara Hakk'ı tanıtmış mıyız, Hakk yolunda yürütmüş müyüz? Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i ve ıyâlini sevdirdik mi? Ahkâm-ı ilâhiyi öğrettik mi? Helâl yiyip helâl yedirdik mi? Onlara numune olduk mu?
Biz; bize düşen vazifelerimizi yapmamışsak, onlardan ne bekleyeceğiz? Biz onlara her şeyi öğrettik amma bunu öğretmedik.
Kur'an-ı kerim'de şöyle buyurulmaktadır:
"İbrahim'e Rabb'i: "Teslim ol!" dediği zaman o, "Ben âlemlerin Rabb'ine teslim oldum." demişti.
İbrahim de bunu kendi oğullarına vasiyet etti. Yakup da: "Oğullarım! Allah bu dini sizin için beğenip seçmiştir. Siz de ancak müslümanlar olarak can verin." dedi.
Yoksa siz Yakub'a ölüm geldiği zaman orada mı idiniz? Hani o oğullarına: "Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?" diye sormuştu. Onlar da: "Senin Allah'ın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın Allah'ı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz. Biz O'na teslim olanlarız." dediler." (Bakara: 131-133)
Lokman Aleyhisselâm'ın oğluna vermiş olduğu öğütler de ne kadar arza şâyândır:
"Oğulcuğum! Allah'a şirk koşma, doğrusu şirk koşmak çok büyük bir zulümdür." (Lokman: 13)
"Oğulcuğum! Yapılan iyi veya kötü bir iş hardal tanesi ağırlığınca da olsa, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, Allah onu mutlaka çıkarır. Şüphesiz ki Allah Lâtif'tir, her şeyden haberdardır.
Oğulcuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir. Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan! Çünkü bunlar azmedilmeye değer işlerdendir.
İnsanları küçümseyip yüz çevirme. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah kendini beğenip öğünen ve böbürlenen kimseleri aslâ sevmez.
Yeryüzünde mütevâzi ol. Söz söylerken yavaş sesle söyle! Şüphesiz ki seslerin en çirkini eşeklerin sesidir." (Lokman: 16-19)
Onlar peygamber oldukları halde, çocuklarına bir bir nasihat ettiler, uyandırdılar. Biz ne yaptık?
İnşallah bu vazifeyi ele alırsınız, aldığınız nispette mesuliyetten kurtulursunuz. Onları korumak çok güç, amma korumak zorundayız."
Allah-u Teâlâ'nın sevdiği ve seçtiği kullarından bir zât olan Lokman Aleyhisselâm, "Hikmet" ile ün yapmıştır.
Âyet-i kerime'de:
"Andolsun ki biz Lokman'a Allah'a şükretmesi için hikmet verdik." buyuruluyor. (Lokman: 12)
Çok sükut eden, çok tefekkür eden, derin bakışlı bir zat olan Lokman Aleyhisselâm; çok az konuşur, konuştuğu zaman gönüllere nüfuz edecek şekilde hikmetli konuşurdu. Bir başkasının tekrarlanmasını istediği ve söylemiş olduğu hikmet dışında, konuşmuş olduğu bir sözü tekrar etmezdi.
Allah-u Teâlâ onun oğlu için yapmış olduğu yol gösterici nasihat ve vasiyetlerinden bir kısmını Lokman sûre-i şerif'inde anmak suretiyle hem kadrini yüceltmiş, hem de onun lisanından kıyamete kadar gelecek olan müminlere, uymaları gereken öğütlerde bulunmuştur.
Lokman Aleyhisselâm oğlunu şirkten sakındırıp, azamet-i ilâhînin her şeye tesirini, ilminin her şeyi ihâta ettiğini beyan ettikten sonra; Rabb'ine ibadet etmesini, O'na şükretmenin ve kulluk vazifesini yerine getirmenin ilk basamağı kabul edilen namazı kılmasını tavsiye etti:
"Oğulcuğum! Namazı kıl!" buyurdu. (Lokman: 17)
Kalpleri tenvir, ruhları tasfiye eden namaz; yalnız ümmet-i Muhammed'e değil, geçmiş ümmetlerin hepsine de farz kılınmıştı. Şu kadar var ki, keyfiyetleri başka başkadır.
Başkalarını da kemâle ulaştırmak, istikamete götürmek için; iyilikleri emredip, kötülüklerden sakındırmasını emir buyurdu:
"İyiliği emret, kötülükten vazgeçir! Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan!" (Lokman: 17)
Bu kolay bir vazife değildir. Bu vazifeyi yapanların başlarına birtakım musibetler ve sıkıntılar gelmesi mümkündür. Bu sıkıntılara sabretmek lâzımdır.
Bir de şu var ki, bu vazife cesareti ve metaneti gerektiren işlerdendir. Malını ve canını o yolda fedâ edenlerin işidir, korkak kimselerin harcı değildir.
Nitekim Âyet-i kerime'nin nihayetinde:
"Çünkü bunlar azmedilmeye değer işlerdendir." buyuruluyor. (Lokman: 17)
Oğluna yaptığı tavsiyelerden bir kısmı da şöyledir:
1- Ölü kalpleri diriltmelisin.
2- Fakirlerle oturmalısın.
3- Sultanların meclisinden sakınmalısın.
4- Fakir kimselerle tanışmalısın.
5- Köleleri azat etmelisin.
6- Garipleri konaklatmalısın.
7- Fakiri zengin kılmalısın.
8- Şerefli kimselerin şerefini korumalısın.
9- Büyük kimselerin ululanmasını artırmalısın.
10- İlim, hikmet maldan daha iyidir, ticaret anında iyi bir sermayedir.
Ey oğlum, insanlar üçe ayrılır: Üçte biri Allah içindir. Üçte biri nefsi içindir. Üçte biri de kabirdeki kurtlar içindir.
Allah'a olan üçte bir onun ruhudur, nefsine olan üçte bir onun amelidir, kurtlara olan üçte bir onun cismidir.
Hiç şüphe yok ki önümüzde çok büyük hadiseler, çok büyük sıkıntılar var; şiddetli, tasavvura sığmayacak kadar büyük harpler var. Bunları size hatırlatıyorum, şimdiden Hazret-i Allah'a ve Resul'üne yönelmeye ve sığınmaya bakın. Bu felâketler geldiği zaman şaşırmayın. Artık kendinize gelin, dünyanın sonundayız, ona göre kendinizi ayarlayın. Gün bugündür, yarın ne olacağını Yaratan bilir. Akıllı insan her an Hazret-i Allah'a yönelik olmalı, sonraya kalanlar donakalır. O zaman herkes inanacak amma, iş işten geçmiş olacak.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Dünyanın geniş vakitlerinde, yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun." (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ'ya yönelmekten daha güzel bir kale olmaz, O'nun kalesinin harici boşluktur. O kalesine kimi aldıysa hayat vardır, hem de hayat-ı ebediye vardır. Bu bir ikazdır, hatırlatmadır, yöneltmedir. O dilediğine hidayet verir. Dilerse O her felâketten kurtarır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Kıyametin hemen yakınında anarşi ve kargaşa günleri vardır." (Müsned, C. Sağir)
Durum bu kadar nazik. Yavaş yavaş kaynıyor, karışıyor ve harbe götürüyor.
Bundan sonra çok çetin harpler olacağını, kapıda olduğunu haber veriyoruz. Amma nasıl harpler olacak? Tasavvurun haricinde! Bu harplerde çok az insan kalacak, büyük bir felâket olacak. Bu felâket gadâb-ı İlâhi'ye olur, açlık olur, harp olur. O bilir.
Hazret-i Allah ile meşgul olan kalp altının içine girse bir şey olmaz. Gaye bu hâle gelmek. Çünkü O'nu buldun mu her şeyi buldun. O'nu buldun mu, O'nunla berabersin.
Yerin hükmü yok, yerler bomboş kalacak. Niçin? Çünkü insan yok, yerler satılmayacak. Niçin? Çünkü alan yok.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde; "Elli kadına bir erkek düşecek kadar erkeklerin azalacağını..." beyan buyurmuşlardır. (Buhârî)
Öyle şiddetli harpler olacak ki, bu harplerde çok erkek zayi olacak. Sayı itibari ile elli kadın bir erkeğin himayesine girecek. Önümüzdeki harpler Allah-u âlem bunu gösteriyor. Artık bundan sonra harabiyet durumu başlıyor.
Dünya kaynıyor, kaynaya kaynaya taşacak ve bu halk gidecek, yavaş yavaş. Bir zaman imar ediyordu, şimdi harap ediyor. Hazret-i Allah'tan hakikaten korkmak lâzım. Bu isyan cezasız kalmaz.
Biz ise elimizden geldiği kadar halkı uyandırmaya çalışıyoruz, bu Hadis-i şerif'leri hatırlatıyoruz.
Ey Müslüman! Bunlar tedirgin etmek için değil, tedbire sevketmek için, hazırlık yapman için anlatılıyor.
Görülüyor ki; kıyamet alâmetleri beliriyor. Ne zaman fırtına kopacağını Yaratan bilir, fakat sığınmamız faydalıdır. Yavaş yavaş karışacak, yavaş yavaş kaynayacak, sonra patlayacak ve dünya ateş alacak.
Böyle böyle kaynayacak, dünya ateşe verilecek, hüküm O'nundur. Denmişti ki; dünya öyle bir hale gelmiş ki, eskimiş eve benziyor, yıkıldı yıkılacak. Çünkü vakit geldi, dünyanın ömrü bitti, nihayetindeyiz. Amma afatla, amma harple dünya alabora olacak.
Elde fırsat, dilde ruhsat varken günün değil, saatin değerini vermek lâzım. Artık yıkım devri başlamıştır.
Mehdi Aleyhisselâm zamanına kadar çok harpler var, dünya bitecek ondan sonra yıkılacak. Ondan sonra fertler gidecek. Dünya perişan olacak.
Halk artık azabı hak etti. Bu azgınlığa karşı bu beklenir artık. Ne zaman kopacak diye bakılıyor. Çok şiddetli harpler olacak. Allah'ım ateşlerini birbirine ver diyorum. Zaman gelecek ne petrol kalacak, ne teyyaresi kalacak! Hiçbir şey kalmayacak. Eski zamana döneceğiz.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, Kitap'ta (Levh-i mahfuz'da) yazılıdır." buyuruyor. (İsrâ: 58)
Her şey beklenir, "Yıkacağım" buyuruyor. Murat ettiğini yapar. Çünkü insanlar azdı ve hak etti.
Bizim zamanımız öyle bir zaman ki yazıların yazılması ile beşeriyet bu kitaplardan istifade edecek.
"O çiçek misâli baharda açar, meyveleri güzün toplanır."
Bundan sonra kıyamete kadar böyle bir kitap gelmeyecek, beşeriyetin bu kitaplardan istifade edeceğini ifşa ediyorlar.
Benim ümidim Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak. Bunun sebebi; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i iki defa Türk kıyafetiyle gördüm. Anladım ki Allah-u Teâlâ'nın Türkiye'ye bir nazarı, bir lütfu var; onun hürmetine Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak. Her ne kadar batırmak istedilerse de Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak, yüzdürecek. Deniz altı batıyor amma dilediği zaman su yüzeyine çıkıyor. Biz bunlarla çok meşgul olmak zorundayız.
Ömrü olan kısa zamanda çok şey görecek, "Yevmü'l-beter" denmiş, bitmiş.
Bu gelecek dalga Allah'u-âlem çok büyük dalga, O dilediğini korur, tabii ki size de her şey anlatılmıyor. Allah'ım korusun, Allah'ım korusun, Rabb'im korusun. Allah'a emanet... Takdir ne ise o olur. Hazret-i Allah'a yönelik olmak lâzım, bakalım bu afat bu dalga kimi alır, kimi bırakır, onu Yaratan bilir.
Çok vahim hadiseler olabilir, fakat O dilediğini korur.
Hiç şüphe yok ki önümüzde çok büyük hadiseler, çok büyük sıkıntılar olsa gerek. Bu otuz sene zarfında Allah'u-âlem öyle hadiseler olacak ki; öyle şiddetli, öyle büyük harpler, öyle felâketler, öyle zelzeleler olacak ki tasavvurun haricinde olacak!
Bunun özünü İsrâ Sûre-i şerif'inin 58. Âyet-i kerime'sinde görürsünüz. Allah-u Teâlâ kıyametten önce dünyayı yıkacağını beyan buyuruyor.
Dünya milletleri harbe hazır durumda. Ha patladı ha patlayacak, ha patladı ha patlayacak! Emr-i ilâhîyi bekliyor.
Savaşların çıkması ilâhî hükme bakar. Cenâb-ı Hakk'ın izni olmadıkça bir yaprak dahi düşmez.
Nitekim Âyet-i kerime'sinde:
"O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez." buyuruyor. (En'âm: 59)
Hep O'nun takdiri ile oluyor. Amma Allah-u âlem bu otuz sene içinde çok mühim şeyler olacak. Dünya düzelecek, dümdüz olacak.
Kişi istese de istemese de mukadderat ne ise o olacak.
Dünya bidayete dönüyor, dünya o nispette bitecek ve insanlar gidecek.
Allah-u Teâlâ şimdiye kadar yapma, yaşatma izni verdi; şimdi yıkma, öldürme günü geldi. Dünya böyle boşalacak. Artık gemiyi boşaltma vakti; harp boşaltacak, Hazret-i Mehdi boşaltacak, Deccâl boşaltacak, İsa Aleyhisselâm boşaltacak. Boşaltma... Bir yiyelim, bin şükür edelim.
Harp afattır; açlık, susuzluk, perişanlık, ölüm hepsi harpte. Amma takdir olan şey olacak. Harpte galip çıkan yok, herkes mağlup. Kimisi az zarar etmiştir, kimisi çok zarar etmiştir.
Her gün ne çıkacak diye bakılıyor, tutuşacak efendim tutuşacak. Bundan sonra havadisleri takip etmek lâzım. Çünkü her an her şey olabilir. Artık hareket hemen hemen başladı. Gün bugün, yarın ne olacağı belli değil, takdir ne ise o olur.
Şimdiden Hazret-i Allah'a ve Resul'üne yönelmeye ve sığınmaya bakın. Bu felâketler geldiği zaman şaşırmayın. Artık kendinize gelin, dünyanın sonundayız, ona göre kendinizi ayarlayın!
Onun içindir ki bugün dünyaya dalmak günü değil. Helâlden rızık kazanmak, tedbirli olmak ve Hazret-i Allah'a yönelip gönül vermek günüdür. Böyle bir zamanda ne lâzımsa onu temine çalışması, bir müminin çok uyanık olması gerek.
Gün bugündür, yarın ne olacağını Yaratan bilir. Akıllı insan her an Hazret-i Allah'a yönelik olmalı, sonraya kalanlar dona kalır. O zaman herkes görecek, inanacak amma iş işten geçmiş olacak.
Binaenaleyh bu destek ahirete çekilinceye kadar devam edecek. İşin nezaketi daha sonra başlayacak. Nasıl ki her çadırın bir direği olur, çadırı ayakta tutar, direk yıkılınca çadır da yıkılır.
Allah-u Teâlâ bu direği çekince bu millet büyük bir perişanlık içine düşecek, bu perişanlık bütün İslâm âlemine sirayet edecek. İslâm âlemi bir müddet büyük bir çalkantı içinde bulunacak. Fitnenin en çok yayıldığı bir anda Allah-u Teâlâ çığır açmak için, bayrağı kaldırmak için Hazret-i Mehdi'yi gönderecek ve ona ruhsat verecek. O kendisine bahşedilen ruhsatla, mânevî destekle murad edilen noktaya kadar yürüyecek, vazifesini ifâ edecek. Sonra onun elindeki iradeyi de çekecek. Deccal'e salâhiyet vermeyi murad edince, onun kuvvetine karşı çok zayıf düşecek. Bunun sebebi, Hazret-i Mehdi uzağa açılacak, o ise istilâya başlayacak. Ortalık büsbütün karışacak. Hazret-i Mehdi çok zayıf düşünce, onun maiyetini kurtarmak ve İslâm'ı galebe çaldırmak için Allah-u Teâlâ üçüncü olarak da Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ı gönderecek. Deccal ve yahudiler o şekilde temizlenecek. İslâm âlemi küffârdan, yahudinin zulmünden kurtarılmış olacak. Fakat bununla kalmayacak. Bu hâlâtı gören Çin harekete geçecek, o zamana kadar harplerle boşalan dünyayı istilâ edeyim diyecek. Üzerlerine tank gibi yürüyecek, fakat Allah-u Teâlâ onları da bir gecede helâk edecek. Onların helâk oluşu harple değil, duâ ile. Ve böylece dünyayı boşaltmış olacak.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın!" (Âl-i imrân: 103)
Bölünüp parçalanmamak için de topluca Allah'ın ipine sarılın.
Kur'an-ı kerim'e ve Sünnet-i seniyye'ye sımsıkı sarılanlar kendilerini her türlü tehlikeye karşı emniyet altına almış olurlar. Bu tehlikenin en büyüğü ise müslümanlar arasındaki tefrikadır, din adına bölünüp parçalanmalardır.
"Parçalanıp ayrılmayın." (Âl-i imrân: 103)
Bölünmeyin, birbirinize arka çevirmeyin, ayrılık doğuracak, din kardeşliğinizi zedeleyecek işler yapmayın, yahudiler ve hıristiyanlar gibi tefrikaya düşmeyin, Hakk ve hakikatten ayrılıp uzaklaşmayın.
Bu ilâhî beyanda birlik ve beraberliğin, uhuvvet ve kardeşliğin ehemmiyeti apaçık görülmektedir. Bu emr-i ilâhî karşısında bütün müslümanların yekvücud olması ve Allah-u Teâlâ'nın ipine sımsıkı sarılması gerekir.
Kim ki bunu yapmazsa Allah-u Teâlâ'nın apaçık emr-i şerifine itaat etmemiş olur. Din-i İslâm'ı parçaladığı için şeytan fırkasından olmuş ve kendisini cehenneme hazırlamış demektir.
Emr-i İlâhî çiğnendiği için, dinde ayrılık yapmanın, parçalanıp ayrılmanın mesuliyeti, suç ve cezâsı o kadar ağırdır ki; Allah-u Teâlâ azapların tehirini ahirete bırakmamış olsa idi, bölücülük yapanların, tefrikaya sapanların cezâlarını dünyada vererek onları hemen yok ederdi. Ezelden onlara tanınmış bir sürenin dolmasını murad ettiği için hemen helâk etmemektedir.
En büyük tehlike içteki hâinlerdir. Din ve vatan bölücülerini iyi tanıyın, onlara karşı her türlü tedbiri alın.
Bizim bu bölücülerle cihadımız, sanmayın ki küçük bir çarpışmadır. Bütün bölücülerle karşı karşıya gelmiş durumdayız. Nasipdar olan tenvir oluyor, nasibini alıyor. Nasibi olmayan görmüyor.
Biz öteden beri hem dinde hem vatanda bölücülüğü yok etmeye çalışıyoruz. Bunu; İslâm dini böyle emrettiği için yapıyoruz. Bugüne kadar Nûr-i Muhammedî'nin yayılmasına, ümmet-i Muhammed'i Allah ve Resul'ünde birleşmesine gayret ettik. Bizim bütün gayemiz iman kurtarmaktır. Vatanımı, bayrağımı çok ama çok seviyorum. Dinime ve vatanıma düşmanlık edenlerin de karşısındayım. Hem dinimizi, hem de vatanımızı muhafaza ve müdâfaa için bu cihadı yapıyoruz. Bölücüler bu vatanı, Din-i mübin'i parçalamaya çalışıyorlar. Biz de bunları parçalıyoruz.
"Hayır! Biz hakkı bâtılın tepesine şiddetle indirip atarız da, onun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki bâtıl yok olup gitmiştir." (Enbiyâ: 18)
Bulunduğunuz yolun kıymetini bilin; Allah-u Teâlâ'ya şükredin, ihlâsınızı artırın, niyetiniz hâlis olsun.
Gönlünü Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a ver ki; seni sevsin, zâtına çeksin. Ama bunun şartları var; ihlâs, istikamet, mahviyet olacak ki rızâsına nail olasın.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Sakın aldatıcı şeytan Allah'ın affına güvendirerek sizi yoldan çıkarmasın!" (Lokman: 33)
Bu merdiven üçtür. Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a ihsan ettiği velâyeti Hâtem-i veli'ye düşürmüş, nübüvveti Hazret-i Mehdi'ye, risâleti de İsa Aleyhisselâm'a düşürmüş. Hakikat budur, ötesi zandır. Bir batağa düşersiniz, olmaz bir yere saparsınız, yoldan raydan çıkmış olursunuz.
Meselâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Rüyâmda (havuzumun başında) ayakta duruyormuşum. Bir de baktım ki, ondan içmek için bir bölük insan geldi. Ben onları tanıyınca benimle onların arasında bir melek belirdi, onları çağırdı. Ben de ona:
'Bunları nereye götürüyorsun?' dedim.
'Vallâhi cehenneme götüreceğim!' karşılığını verdi.
'Neden götürüyorsun? Bunlar benim bildiklerimdir!' dedim.
Melek: 'Onlar senin vefatından sonra kıçlarıyla dönüp (dinlerine) arkalarını çevirerek mürted oldular.' dedi.
Sonra yine havuzun başındaymışım, bir cemaat daha gördüm. Hatta onları da tanıdım. Benimle onların arasında bir melek belirdi, onları çağırdı. Ben ona: 'Bunları nereye götürüyorsun?' diye sordum.
Melek: 'Vallâhî cehenneme götüreceğim!' karşılığını verdi.
'Ne sebeple götürüyorsun? Bunlar benim iyi bildiklerimdir!' dedim.
Melek: 'Onlar senin vefatından sonra kıçlarıyla dönüp (dinlerine) arkalarını çevirerek mürted oldular.' dedi.
Bunun üzerine: 'Bunlardan kırlarda başı boş kalan hayvanlar gibi, azdan az kişinin kurtulacağını sanıyorum.' buyurdu." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2060)
Durum budur, yolda ayaklarınızın kaymaması için bu pek hassas hakikati size duyurmaya çalışıyorum.
Buradaki kardeşlik yalnız tanışmaktan ibaret, asıl kardeşlik ahirette başlayacak.
Buradaki görüşmeler, buradaki haller orada uzun uzun anlatılacak. Yoksa burada her şey muvakkat. Görüyorsunuz ki yarından emin değiliz, kimin elinde senet var? Fakat muvakkat bir yer olmasına rağmen ahiretin bütün kazancı buradan götürüleceği için ve bir de saha-i imtihan olduğu için çok kıymetlidir. Asıl hayat, asıl kardeşlik orada yaşanacak.
Ümmet-i Muhammed'i öz kardeş bilmek ve sevmek, müslümanların birleşmesini ve çoğalmasını arzu etmek lütfu, Hazret-i Allah'ın kardeşlerimize cidden büyük bir ihsanıdır. Onun için oranın hayatı bambaşka, çok güzel. Orada konuşuluyor, görüşülüyor, serbest olanlar çıkıyor, gidiyor. Ahiret hayırlı ve orası çok güzel, gönül oraya gitmek istiyor.
Allah-u Teâlâ:
"Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır." buyuruyor. (Duhâ: 4)
Amma gel de inan!..
Birincisi; Hakk'ın tayin ettiği irşad memurlarıdır. Diğerleri ise nasihat ederler. Bir diğeri de var ki dalâlet ehlidir.
Ehli dalâlet de nasihat ediyor ama onlar şu kapsama girer; "Ey kulum! Sen niçin ibadet ettin? Ululuğum hakkı için doğru söyle."
Burada ibadetler ayrı ayrı. Kimi makam-mevki için, kimi karnını doyurmak için, kimi desinler için. Ve onlar orada itiraf etmek mecburiyetindedirler.
"Yâ Rabb'i! Beni desinler diye, makam-mevki edineyim diye, beni doyursunlar diye yaptım!" diyeceklerdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Âhir zamanda ümmetim üç grup olacaktır:
Allah'a hâlisane kulluk edenler.
Allah'a riyâ ile kulluk edenler.
Geçimini insanlar üzerine yıkmak için Allah'a kulluk edenler.
Allah, onları kıyamet gününde bir araya topladığı zaman, geçimini insanlar üzerine yıkmak için Allah'a kulluk eden kimseye:
'İzzetim ve celâlim hakkı için söyle. Bana ibadet ederkenki gayen ne idi?' diye soracak.
O kimse:
'İzzet ve celâline yemin olsun ki, geçimimi insanlar üzerine yıkmak için sana kulluk ettim.' diyecek.
Allah-u Teâlâ ona:
'Topladığın sana fayda vermedi. Bunu cehenneme götürün!' buyuracak.
Sonra riyâ için ibadet yapan kimseye:
'İzzet ve celâlim hakkı için, bana ibadet ederkenki gayen ne idi?' diye soracak.
O kimse de:
'İzzet ve celâline yemin olsun ki, sana ibadetteki gayem insanlara riyâ idi.' diyecek.
Allah-u Teâlâ ona:
'O amelden sana hiçbir şey yükselmedi. Bunu da cehenneme götürün.' buyuracak.
Sonra da ihlâs ile Allah'a ibadet eden kimseye:
'İzzet ve celâlim hakkı için söyle, bana ibadet ederkenki gayen ne idi?' diye soracak.
O kimse de:
'İzzet ve celâline yemin olsun ki, sen benim ibadet ederkenki gayemi en iyi bilensin. Ben sadece seni zikretmeyi ve senin rızânı kazanmayı gaye edindim.' diyecek.
Allah-u Teâlâ da:
'Kulum doğru söyledi. Bunu cennete götürün!' buyuracak." (Mecmau'z-zevâid: 10/222)
İşte o zaman bunların hepsi ayıklanır cehenneme atılır. Bir fırka kalır. Onlar da:
"Yâ Rabb'i! Sen beni benden iyi biliyorsun. Benim gayem yalnız rızânı, hoşnutluğunu kazanmak için sana kulluk yapmaya gayret ediyordum."
Zaten bir kulun kulluk yapması mümkün değil de niyet-i halisa ile niyeti kadar Rabb'isine yaklaşmış olur. Çünkü O Halik-ı Azîmüşân'dır. Mahlûkun O'nu bilmesi, ibadet etmesi mümkün değildir. Fakat niyeti halisa ile elinden geldiği kadar yapar. Rabb'isi ondan hoşnut olduğu zaman onu kendine çeker.
İşte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in tabileri de onlardır.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmuştur:
"Resul'üm! De ki: İşte benim yolum budur. Ben Allah'a davet ediyorum. Ben ve bana tâbi olanlar basiret üzerindeyiz. Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim." (Yusuf: 108)
O nurla Hazret-i Allah'ı görür. Mahlûkatı, yaratılmışları görür, Resulullah'ın nurunu görür. O nurdan, Sebeb-i Mevcudat'ın nurundan hayatın bulunduğunu görür. O Hazret-i Kur'an'ın nuru ile dilediği kadar bütün esrarları çözer, fakat kimseye haber veremez. Ne kadar çözer? Ona gösterdiği kadar çözer.
Allah-u Teâlâ bir gün yeri konuşturacak ve yerin üzerindeki kişiler ne yaptıysa hepsini haber verecek. İnsanın bundan hiç haberi yok.
Allah-u Teâlâ'nın adaleti tecelli edecek, herkes bu ilâhî adaletin icabı olarak ya mükâfat veya mücâzat görecektir.
"Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür." (Zilzâl: 7-8)
Bir mümin bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görecektir. Kötülük yapmışsa ondan da haberdar edilecektir. İyilikleri kötülüklerinden çok ise ilâhi bir lütuf olarak o kötülükleri affa uğrayabilir veya onun cezasını dünyada iken görmüş bulunur.
Bir kâfir ise, iyilik yaparsa, o iyiliği iman dahilinde olmadığı için Allah katında makbul değildir. Ahirette kendisini azaptan kurtaramaz. O iyiliğin mükâfatını dünyada görmüş olur. Kâfir olduğu halde ahirete giden her kişi ebedî olarak cehennem azabına uğrayıp duracaktır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Şüphesiz ki Allah zerre ağırlığı kadar olsun haksızlık etmez. Zerre ağırlığı bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve kendi katında pek büyük mükâfat verir." (Nisâ: 40)
Dilediği kulunu nice ebedî saâdetlere nâil eder.
"Yer bütün ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman." (Zilzâl: 2)
Uzun süredir bağrında taşıdığı cesetleri, hazineleri, defineleri ve madenleri açığa çıkarır, tamamen boşalır, hiçbir şey gizli kalmaz.
Bu Âyet-i kerime okunuyor ama okunup geçiliyor, o kadar! Yer emre tabi. "İçindekini dışarıya at." denilecek. Atacak.
"İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir." (Zilzâl: 4)
O topraktan seni yaratıyor, yiyeceğini çıkarıyor ve seni tekrar toprağa yutturuyor. Seni toprakta yürütüyordu, yediriyordu, toprak bu sefer de seni yiyor, eritiyor.
"Çünkü Rabb"in ona konuşmasını emretmiştir." (Zilzâl: 5)
Allah-u Teâlâ'nın bunu ona emretmesi, onun da üzerinde meydana gelen bütün hadiseleri anlatması, izin verilmesi sebebiyledir.
"Herkesin yaptığını haber ver." denilecek, haber verecek.
Sen onu yer görüyordun, ama o da senin gibi cisimdi. Allah-u Teâlâ insanı konuşturduğu gibi zamanı gelecek ağzını mühürleyecek, elleri ayakları konuşacak. Her şeye Kadir-i mutlak olan Hazret-i Allah yeri de konuşturur, göğü de konuşturur, arşı da konuşturur. Her şey O'nun hükmü altında.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruluyor:
"O gün kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları şeylere şahitlik edeceklerdir." (Nûr: 24)
"O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şahitlik eder." (Yasin: 65)
Onlar o müthiş azap merkezlerini görünce titreyecekler, o şaşkınlık içinde dünyada yapmış oldukları çirkin işleri inkâr etmek isteyecekler. Heyhat ki buna imkân olmayacak. Diller bağlanmış eller konuşuyor, neler yaptığını haber veriyor, ayaklar şahitlik ediyor. Bu sahne gerçekten de çok korkunçtur. Hiç görmedikleri beklemedikleri ve alışık olmadıkları bir durumdur. Tasavvur etmek bile kalpleri yerinden oynatır. Böylece bizzat kendi organları kendilerini rezil eder.
Yapılan bir işi doğrudan doğruya el yapar. Ayak ise o işin yapıldığı yerde ve esnada hazır bulunur. Hazır bulunmanın gördüğü şeyi anlatmasına şahitlik denir. O işi yapanın o işi yaptığına dair konuşması ise kendi aleyhinde beyanda bulunmasıdır.
Demek ki yaratıklar yaratıktan ibarettir. Hepsine bir irade vermiştir. O kadar güzel yaratmıştır, o kadar büyük bir irade vermiştir ki, insan "Benim!" diyor, kendinin zannediyor. "Benim!" ama senin ruhunu çektiği zaman oluyorsun bir çer çöp. Hani sendin?
Binaenaleyh ona tabi olanlar onun varisidir. Ona verdiğini ona vermiştir. Yalnız ona tabi olanlar irşad mezunudur. Ötekiler nasihatçıdır. Bir de bu nasihatçıların dalâlet ehli olanları ise onlar zaten müşrik olmuştur.
Zavallı insan şirke koşuyor, hiç farkında değil. Niye? "Ben daha iyi bilirim.", "Ben daha lâyıkım.", "Ben daha güzelim." Şeytan seni çoktan şirke soktu. Bunlar sizin için delil olacak, ölçü olacak. Bunlara karşıdan bakacaksınız, anlayacaksınız, yolunuza bakacaksınız. Bundan sonra yol kesilmiştir. "Hatem" dendi, bundan sonra bir irşad memuru göndermeyecek. Hazret-i Mehdi ve İsa Aleyhisselâm gelecek. Dalâlete düşmemek için bunları sıkı sıkı tutun.
Gönül ister ki bazı hakikatleri duyuralım. Muhakkak ki fâniyiz. İşte geldik işte gidiyoruz, kalacak bir fert yok.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Her insan ölümü tadacaktır." buyuruyor. (Âl-i imrân: 185)
Bize verilen kısa bir ömür var. Bu kısa ömür içinde hakikati aramak, hakikati bulmak ve yaşamak en başta gelen vazifemizdir. Dünyaya geliş gayemiz de budur zaten.
Hazret-i Allah'ın ayrı ayrı ikram ve ihsanları vardır, hepsine de ayrı ayrı şükür lâzımdır. Eğer O'nun ihsanları O'nun yolunda kullanılırsa, ahiret sermayesi olur. Sa'y ve gayreti nispetinde mükâfata nâil ve dahil eder.
Fakat O'nun ihsanını O'nun rızâsı olmayan yere kullanırsak, o nispette ebedî hayatın israfına gitmiş oluruz. Dolayısı ile kendi yaptığımız kötülüğümüz nispetinde pişmanlığımız olur.
Muhabbet bir sermayedir. Bütün iş o muhabbettedir. Bu muhabbeti de Hazret-i Allah verir. Alışveriş ve terakkiyat bu muhabbet sayesinde olur. Muhabbet vermez ise terakkiyat mümkün değildir.
Biz kardeşlere diyoruz ki:Hazret-i Allah bize bu nuru bahşetmiş, bu nuru yayın, nuru konuşturun.
Bizim gayemiz insan toplamak değil, iman kurtarmaktır. Mürid toplamak değil, çoğaltmak hiç değil. Allah'ıma yemin ederim ki ben, kendimi dervişliğe lâyık görmüyorum.
Bir çobanın çok koyunu olmuş, yok koyunu olmuş, çobana ne? Çoban çobandır, koyun sahibinindir. İsterse, "Al şu koyunları güt!" der, isterse çobanı da atar. Yol var adama muhtaç, adam var yola muhtaç. Biz adama muhtaç olan yollardan değiliz.
Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri yoluna niyet-i hâlisa ile azmedip hizmet edenlere, yolunda mücadele edenlere rahmet ediyor, merhamet ediyor, yardım ediyor, bereket veriyor, önünü, işini açıyor.
Bize gönül yakınlığı gerek, kalıp yakınlığı gerekmez. Bizim yolumuz gösteriş yolu değildir. Bizim yolumuz Allah yoludur, kalp yoludur.
İhvan ihvanı bırakmamalı, düştüğü zaman kaldırmalıdır. Çok büyük tuzaklar var. Nefis, şeytan, şeytanlaşmış insanlar, şehvet, dünya muhabbeti. Bunlar, imanı yok edecek kadar büyük düşmandır. Desteğe ihtiyaç var.
Bu kitaplara sarılın! Umarım Rabb'im yarın beraber haşr-u cem eyler.
Sıkıldığınız zaman kitaplara sarılın, ruhâniyet gelir. Sizi teselli eder.
Bu yola girmek, bu yolda olmak, bu yolda ölmek bir lütuftur.
Seccadeye otur, gözlerini yum, iç âlemine dal. Ne varsa orada var, içte bulmaya bak.
Bu topluluğa ayak uydurmak zordur. Çünkü Allah yoludur. Gaye yok, maksat yok, menfaat yok. Ne var? Rızâ var. Allah'ım rızâsından ayırmasın. Bu gemiye bin, bu topluluğa ayak uydur; âhirette ne demek istediğimi o zaman anlarsın.
Muhalif rüzgâr estiği zaman sefere çıkma. Bunlar bir engeldir. Yavaş, sabırla, şuurla, temkinle hareket ederek engelleri geçmeye bak.
•
Tevâzu ve mahviyet tutunma yeridir. Kibir ve kendini beğenme kayma yeridir. Mahviyeti olmayan insanın daima engeli vardır. Bu engel kendi nefsidir, kendi vücududur. Hakk'a yaklaşmasına engel olur. Onun için fakirin devamlı mahviyetten bahsetmesindeki gaye budur; "Sen çık aradan, kalsın Yaratan!"
Bir insanın Allah-u Teâlâ'ya çok sığınması ve nefsinden de çok korkması lâzımdır. Nefsin kendini beğenmesi en büyük tehlikedir. Kişiyi uçurumun kenarına getiren kendi varlığıdır. Öyle ki kişi bu varlık içinde öyle kaybolur ki, varlık olduğunu zannetmez halde görünüp her hâline sirayet eder. Böyleleri her şeyi bildiğini zanneder, her şeyi doğru yaptığını zanneder, ilmi olmadığı halde zahiren ilmi varmış gibi gösterir, bâtınî olarak da bir şeyler geldiğini bazı mânevi haller zuhur ettiğini etrafına göstermeye çalışır, işte bütün bunlar kişinin kendinde varlık görmesidir. Âlim görünür, cahil olduğunu bilmez, ibadet ehli görünür, nefsinin kulu olduğunu bilmez!..
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
"Ben değersiz bir mahlukum!" buyuruyorlar.
Bu öyle bir ince sırdır ki, iniş hallerine göre beyan etmişlerdir. Bunlar hep Hazret-i Allah'ın azametine karşı iniş hallerinin icraatıdır. Asıl olan inmek, aşağıların aşağısına inmek, amma bugün için çıktığını, erdiğini, bir şeyler geldiğini söyleyen zâhirde kalmış olanlar varlık içinde, kendini beğenme yolunda kaybolur giderler. Tecelliyât aşağı indikçe zuhur eder, varlık ile yükseldikçe değil!!!
Varlık peşinde koşan Var'a ulaşamaz. Bir insan hayatının o anına kadar topladığı varlıkları dağıtıp, kendisinin hiç olduğunu öğrenecek ki var edeni bulabilsin.
Bize en çok sevdirilen mahviyettir. En çok kaçtığımız şey de varlıktır. Herkes yukarıya çıkmaya çalışırken, bir gaye ve maksat peşinde koşarken, biz ise fena üzerinde iniş yapıyoruz. Pirân-ı izam Efendilerimiz'in bulunduğu ve yürüdüğü yol, bu yoldur. Hep bu yoldan yürümüşler ve aynı hedefe varmışlardır. Hepsi orada bulunurlar. O nokta varlık yeri, post makamı değildir; kulluk makamıdır. Orada hiçbir dava yoktur ve onlarda başka arzu yaşamaz. O hedef yalnız O'nu arzu edenlerin hedefidir.
Bâtınî yönden illâ terakki etmek lâzım ki nefis kendisini beğenmesin. Allah-u Teâlâ'nın lütfettiği kimselere; varlık taslamak, üzerinde fazilet toplamak çok abes gelir. O'nun malı ile O'na karşı övünmek çok gülünçtür. Bu muazzam varlık Sahibimiz'in, her lütuf O'nun, her lütuf O'ndan. O verdi ve daha sonra da alacak.
İnsan her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bildikten sonra kendisinin basit ve değersiz bir mahluk olduğunu görmeye başlar. Bunu böyle gördükten sonra da Rabb'imize o nispette sığınmamız icabeder.
Kendisine sığınanı Hazret-i Allah çok sever. Nefsine paye verenleri ise hiç sevmez.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah size zahir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol vermiştir." (Lokman: 20)
Binaenaleyh bir kulu dilerse çok yükseltir, dilerse en aşağıya indirir. Allah-u Teâlâ onu ne kadar yüksek makamlara çıkarırsa çıkarsın, o buna iltifat etmemelidir. Bunun bir emanet-i ilâhiye olduğunu bilerek, aslının bir damla kerih su olduğunu hep gözönünde bulundurmalıdır. En yüksek makama çıksa: "Çıkan şey pisliktir!", en aşağı makama atılsa: "Atılan şey pisliktir!" diyerek, kendisini ayrı bir sıfatta görmemelidir. Yoksa insan hemen kendisini beğenir, nimet-i ilâhiyi benimser ve emanete hıyanetlik yapmış olur.
Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'sinde:
"Kendinizi beğenip temize çıkarmayın!" buyuruyor. (Necm: 32)
Kendisinde varlık görenler, kendisini beğenenler, her şeyi bildiğini zannedenler, etrafını küçük görenler, iki kitap okumakla ilmi olduğunu zannedenler, Allah-u Teâlâ'nın varlığını nefis putuna bağlamıştır ve nefsini ilâh yapmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
İnsanlar heva ve heveslerine tabi olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır. İnsanlar böylece gizli şirke sapmış olurlar.
Buradan da anlaşılıyor ki; insan yoktan var edeni, nimetleri ile gark edeni unutuyor, o nimetlerin birer ihsân-ı ilâhi olduğunu göremiyor. "Bunların hepsi bende var!" diyor, "Benim!" diyor, "Ben olmasam olmaz" diyor ve nefsini ilâh ediniyor. Kendisini beğendiğinden dolayı gizli şirke sapmış olur. Şirk ise kişiyi müşrik yapar.
•
Onun için ne buldumsa aşağıda buldum, yukarıda hiçbir şey bulamadım. Cenâb-ı Hakk hoşlandığını hissettirdiği iki nokta var:
Birincisi; tevâzudan... Herkesi hoş kendini boş bilmek ve edna yerleri seçmek.
İkincisi; kimseye yük olmamak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Vallahi Allah sevdiği kulunu cehenneme atmaz." (Münâvi)
Cenâb-ı Hakk onu seviyor, ama onun da günahı var. Sevdiğinden ötürü borcu varsa borcunu ödetir, bir haksızlık yapmışsa muhakkak ki ona ödettirir ve onu cehenneme atmaz. Adil-i mutlak olduğu için karşıdakinin hakkını Allah-u Teâlâ verir.
Buna bir temsil verelim: Deniz harbine niyet-i halisa ile iştirak eden bir insan harp esnasında ölürse, boğulursa Allah-u Teâlâ onun bütün günahlarını affettiği gibi kul hakkını da ödüyor. O kulu cehenneme atmaz. Niçin? Deniz harbine iştirak ettiği için.
Kardeşim! Bu yol Allah yolu, kardeşlik yoludur. Gaye yok, maksat yok, gösteriş yok, menfaat yok. Bu yolu, Allah-u Teâlâ sevmiş, seçmiş, lütfetmiş. Yahu sana bu yetmez mi?
Bu yol Hazret-i Allah'a ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz'e âittir. Şu halde sen de kendini buna göre ayarla.
O kadar bölücü varken, Allah-u Teâlâ'nın dinini parça parça yaparlarken, hepsi cehenneme giderken; Allah-u Teâlâ seni sevmiş, seçmiş, ayırmış. Lütuf olarak bu yetmez mi sana?
O zaman neden yolun adamı olmuyorsun? Nefsinin kölesi olacağına, Hakk'ın kölesi olsana!
Bu yol kardeşlik yolu olup çok hassas bir yoldur. Bir kardeşin küçücük bir incinmesi bize çok büyük üzüntü verir. İşte yol o yol. Gaye yok, menfaat yok, maksat yok. Ne var? Rızâ var. O halde rızâya mucib iş ve hareket lâzım, söz yeterli değil. Yol; hassas yol, nazik yol.
Bu yol an meselesi. Ama hangi an belli değil. Ama sen yeter ki yolunda bulun, o anda sana tecelli eder. Gönlünü O'ndan ayırma.
Kabalık, terslik, sertlik bu yolda yakışmaz. Niçin? Hakk yolu olduğu için.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
"Nezafet imandandır." buyurdular.
Ama her yönde, her alanda...
Ben hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum. Fakat bu mahlûkunu ileri sürmüş, tecelli etmiş. Robot gibi kullanıyor ve yürütüyor.
Ben mahlûk olduğumu, aciz olduğumu çok iyi biliyorum. Ama siz de Allah yolunda olduğunuzu iyi bilin. Bu yol doğrudan doğruya Hazret-i Allah'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın yoludur...
Ben hayatta iken veya benden sonra bu yolu bırakırsanız sapıtmış olursunuz. Bu çok büyük sözdür. Niçin? Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a ait bir yol olduğu için.
•
Allah'ım yollarımızı aç, hidayetimizi artır, imanımızı kemâlleştir, nurunu kalbimize akıt, rahmetini gönlümüze yerleştir. Hak ve bâtılı bildir ve yaşamamızı nasip eyle. Âmin.
Yolunu açmazsa göremezsin ki! Hidayetini artırmazsa, bilemezsin ki! İmanını kemâlleştirmezse bulamazsın ki!..