Muhterem Okuyucularımız;
Mülkün asıl sahibi olan Allah-u Teâlâ, insanları yeryüzüne halife tayin etmiş ve onlara nimetlerini emanet olarak lütfetmiştir. Mal ve mülkün nesilden nesile kuşaktan kuşağa miras yolu ile geçtiği, herkesin bunlara vekil olarak bir süre sahip olduğu mâlumdur. Öyleyse mülk sahibinin, kendilerine verilen şeylerden bir kısmını infak etmesi gerekmektedir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Allah'a ve Resul'üne iman edin, sizden önce geçenlerin ardından Allah'ın size infak için yetki verdiği şeylerden sarfedin." (Hadîd: 7)
Kullarını nimet ve ikramla dener, mal ile, mevki ile tecrübe eder. Gerek rızık bolluğu, gerekse darlığı kul için imtihandır. Kulun Allah katındaki değeri dünya malı ile ölçülemez. Dünya malından herhangi bir şeyin verilmesi veya verilmemesi bir ceza değildir. Geniş rızıklı olmak üstün olmayı, rızkın darlığı da Allah-u Teâlâ'nın o kimseyi hakir kıldığını göstermez. Her iki hâlde de netice Allah-u Teâlâ'ya itaat noktasında düğümlenir. Mühim olan bu imtihanın neticesidir. Servet sahibi olunca zenginlik sebebiyle şükür mü edecek, yoksa nankörlük mü edecek? Fakir düşünce, fakirliğinden dolayı sabır mı edecek, yoksa isyan mı edecek?
Servetin sadece zenginler arasında dolaşmaması hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Tâ ki (o mallar) içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın!" (Haşr: 7)
Fakirlerin elinde ondan bir şey bulunmazken, sadece zenginleriniz arasında dönüp durmasın, fakirler ondan mahrum kalmasın.
Bundan dolayıdır ki; Allah-u Teâlâ fâizi ve karaborsacılığı haram kılmıştır. Asıl maksat; her hak sahibine hakkını vermek, muhtaç olanların ihtiyaçlarını gidermektir. İslâmiyet birçok vesilelerle fakirlere yardım edilmesini teşvik etmiştir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz! Onlar doğru yoldadırlar." buyuruyor. (Yâsin: 21)
Günümüzdeki bölücüler dini dünyaya âlet ederek halkı kaz gibi soyuyorlar. Kimisi topluluk içinde utandıracak senet imza ettiriyorlar, evini, arabasını, parasını, elinde avucunda ne varsa alıyorlar. Kimisi talebeleri alet ederek zekât, öşür adı altında para, mahsul ne varsa topluyor, bunu her bölücü yapıyor, çünkü hepsi eğri yoldadır.
Bu din ve vatan bölücüleri Allah-u Teâlâ'nın emri olan zekâtı, öşürü, infâkı hem zorla topluyorlar, fakirin hakkını gasp ediyorlar, hem de aldıklarını da gerekli yerlere kullanmıyor, fakire ulaştırmıyorlar. Bu bölücüler, Cenâb-ı Hakk'ın muradı olan sosyal adalete mani oluyorlar, emanetleri kendi menfaatleri icabı kullanarak fakirin, ihtiyaç sahibi olanların hakkına el koymuş oluyorlar.
Zekâtları da topluyorlar, fakirin boğazından kesiyorlar. Ağzındaki lokmasını alıyorlar. Ve bunları da rahatça yiyorlar. Oysa zekâtın kime verileceğine dair Allah-u Teâlâ Tevbe sûresi 60. Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Sadakalar (zekâtlar), Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah bilendir, hükmünde hikmet sahibidir." (Tevbe: 60)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Malının zekâtını zekât düşmeyen kimseye veren, zekât vermemiş gibi olur." buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Çok iyi bilinsin ki bu gibi kimselere zekât verenler soyulmuşlardır. Hazret-i Allah'ın indinde makbul değildir.
"Efendim verdim!" Hayır vermedin. Sen vermiş sayılmıyorsun, tekrar vereceksin!
Binaenaleyh; zekât verecek kimseler, yerini arayıp bulmaları gerekir.
•
Bu ay içerisinde idrak edilecek olan mübarek "Kadir Gecenizi" ve "Ramazan-ı Şerif Bayramı"nızı tebrik eder, tüm İslâm âlemine hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hakk'tan niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
"Allah-u Teâlâ zekât verecek kadar zengin olan müslümanların mallarının belli bir miktarını fakirlere tahsis etmiştir. Bunun içindir ki; zekât verilmeyen malda fakirlerin hakkı vardır. Bu hakkı sahibine veren kimse, Allah-u Teâlâ'nın emrini yerine getirip borcundan kurtulmuş olur. Üzerine zekât farz olan kimse ise zekâtını vermezse, fakirlerin malını gasp etmiş olur.
"Sadakalar (zekâtlar), Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah bilendir, hükmünde hikmet sahibidir." (Tevbe: 60)
Allah-u Teâlâ'nın emri budur, nizam-ı İlâhî budur. Bu nizam-ı İlâhî'yi bozmak isteyenler ise, Allah-u Teâlâ'nın kitabına göre değil de kendi kitaplarına göre hüküm veriyorlar. Fakirin lokması ağzından alınıp binaya zinâya verilmez. Binaya zekât alan, zinâya da harcar. Bankaya girmiş, fâize dalmış, içki içmiş, kumar oynamış, bu menhiyatlardan ötürü borçlu düşmüş kimselere de zekât verilmez. Beytül-mal ismi altında topladıkları, sahte imamlara da zekât verilmez. Veren bir daha vermek zorundadır."
Servetin sadece zenginler arasında dolaşmaması hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Tâ ki (o mallar) içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın!" (Haşr: 7)
Fakirlerin elinde ondan bir şey bulunmazken, sadece zenginleriniz arasında dönüp durmasın, fakirler ondan mahrum kalmasın.
Bundan dolayıdır ki; Allah-u Teâlâ fâizi ve karaborsacılığı haram kılmıştır. Asıl maksat; her hak sahibine hakkını vermek, muhtaç olanların ihtiyaçlarını gidermektir. İslâmiyet birçok vesilelerle fakirlere yardım edilmesini teşvik etmiştir.
Ramazan-ı şerif'te hastalık veya ihtiyarlık sebebiyle oruç tutmaktan âciz kalan kimse, tutamadığı gün sayısınca bir fakiri doyurur veya bedelini para olarak verir.
Ramazan Bayramı'ndan önce fıtır sadakası vermek vâciptir, bu sadaka fakirlere verilir.
Kurban Bayramı'nda mâlî gücü yerinde olan kimse kurban keser ve etini fakirlere dağıtır.
Adak adayan kimse, adağı yerine gelince, adadığı şeyi fakirlere tasadduk eder.
Bir kimse yemin edip de yemininden dönerse, on fakiri doyurur veya giydirir.
Hacc'da cezalanan kimse, bunun kefareti olarak bir kurban keserek etini fakirlere dağıtır.
İslâmiyet ayrıca servetin akışının fakirler tarafına olması için;
Fâizi haram kılıp zekâtı emretmiştir.
Vefat edenlerin bıraktığı mirasın dağılması için bir veraset hukuku ihdas etmiştir.
Ahlâkî bakımdan cimriliğin kötülüğü beyan edilirken, cömertlik bir fazilet olarak vasıflandırılmıştır.
Allah-u Teâlâ malı ve zenginliği sevdiğine de verir, sevmediğine de verir. Dilediğine servet verir, dilediğine de vermez.
Kullarını nimet ve ikramla dener, mal ile, mevki ile tecrübe eder. Gerek rızık bolluğu, gerekse darlığı kul için imtihandır. Kulun Allah katındaki değeri dünya malı ile ölçülemez. Dünya malından herhangi bir şeyin verilmesi veya verilmemesi bir ceza değildir. Geniş rızıklı olmak üstün olmayı, rızkın darlığı da Allah-u Teâlâ'nın o kimseyi hakir kıldığını göstermez. Her iki hâlde de netice Allah-u Teâlâ'ya itaat noktasında düğümlenir. Mühim olan bu imtihanın neticesidir. Servet sahibi olunca zenginlik sebebiyle şükür mü edecek, yoksa nankörlük mü edecek? Fakir düşünce, fakirliğinden dolayı sabır mı edecek, yoksa isyan mı edecek?
İtaatkâr mümin imtihanda olduğunu bilir, darda da olsa bolda da olsa daima Hakk'a yönelir, O'nun lütuf ve merhametine güvenir.
İnsan dünya malına karşı haris olmamalı, Allah-u Teâlâ'dan hakkında hayırlısını dilemelidir.
Eğer meşru surette bir servete sahip olursa, bunun kıymetini bilmeli, zekâtını ve sadakasını vererek Allah'u Teâlâ'ya fiilî şükürde bulunmalıdır.
Mülkün asıl sahibi olan Allah-u Teâlâ, insanları yeryüzüne halife tayin etmiş ve onlara nimetlerini emanet olarak lütfetmiştir. Mal ve mülkün nesilden nesile kuşaktan kuşağa miras yolu ile geçtiği, herkesin bunlara vekil olarak bir süre sahip olduğu mâlumdur. Öyleyse mülk sahibinin, kendilerine verilen şeylerden bir kısmını infak etmesi gerekmektedir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Allah'a ve Resul'üne iman edin, sizden önce geçenlerin ardından Allah'ın size infak için yetki verdiği şeylerden sarfedin." (Hadîd: 7)
İnfak edenler kendiliklerinden infak etmiyorlar, tasarrufları hususunda Allah-u Teâlâ'nın yeryüzünde halife kıldığı şeylerden infak ediyorlar. Onlar gerçekte O'nundur, çünkü onları O yaratmıştır. Hâkimiyet O'nun olduğu gibi, mülkiyet de O'nundur.
Bu Âyet-i kerime önce geçenlerden intikal eden malın hakikatte Allah'a ait olduğuna, kişinin mal ve mülküne daha sonra başkalarının halef olacağına işaret etmektedir. O elindekilerine nasıl başkalarından miras olarak sahip olduysa, başkaları da kendisinden miras olarak alacaklardır. Meşru şekilde faydalanmaları için kullanma yetkisi vermiş, emr-i İlâhi'ye uygun olarak kullanılması için de kullarını vekil kılmıştır.
Şu kadar var ki sağlık hayatında Allah yolunda O'nun rızâsı mucibince sarfiyatta bulunursa, ahiret hayatında mükâfatını bulur. Eğer böyle yapmazsa, malının hakkını vermezse cezâsını bulacağı şüphesizdir.
Vârisleri de o malı Yaratan'a itaat yolunda kullanırlarsa, hem ölen hem kalan için iyiliğe vesiledir. Yaratan'a isyan yolunda kulanırlarsa, o da onların bu isyanlarını desteklemiş, günah yüklenmeleri hususunda vârislerine yardımcı olmuş olur.
"İçinizden iman edip de infak eden kimselere büyük mükâfat vardır." (Hadîd: 7)
İlâhî emre uydukları için Allah-u Teâlâ'nın vaadine ereceklerdir. Bu mükâfat hem dünyaya hem de ahirete şâmildir.
Allah-u Teâlâ rızkını genişlettiği kimseye, şükrünü denemek için ihtiyaç sahiplerine infakta bulunmasını emir buyurdu:
"Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah'ın rızâsını dileyenler için bu daha hayırlıdır.
İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Rûm: 38)
Bu infak vazifesini yapmayanlar veya gösteriş için yapanlar bu müjdeye lâyık olamazlar.
Şu halde her şeyin hakiki sahibi Allah-u Teâlâ, muhtaç olanlara sadaka vermeyi emrettiğine göre, O'nun malını O'nun yolunda istediği şekilde sarfetmek gerekir. Bir kul kendisinin bu mal üzerinde vekil olduğunu unutup da, kendisine ait olduğunu zannederse; O'nun malında O'na ortak olmaya kalkmış ve böylece de büyük bir günaha cesaret etmiş olur.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin uğrayacağı cezayı bildirmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Allah'ın, kereminden kendilerine verdiği şeyde cimrilik edenler hiçbir zaman onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Bu onların zararınadır. Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır." (Âl-i İmran: 180)
Zekât, mal ile yapılacak mecburi bir yardım şeklidir. Fakat mal ile yapılacak yardım sadece zekâttan ibaret değildir. Müslümanlara, ihtiyaçlarından fazla olan mallarından ihtiyaç sahiplerine infak etmeleri emir ve tavsiye edilmiştir. İnfak zekâttan ayrı bir farizadır.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde namaz kılmayı emrettiği her Âyet-i kerime'de zekât vermeyi de emir buyurmuştur:
"Namazı kılın, zekâtı verin. Allah'a sarılın." (Hacc: 78)
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde müslümanların din kardeşliğinin zekât vermekle mümkün olacağını beyan buyurmaktadır:
"Eğer tevbe ederler, namaz kılarlar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir." (Tevbe: 11)
Allah-u Teâlâ farz kıldığı sadakaya, kalbi temizlediği için, temizlik mânâsına gelen zekât ismini vermiştir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Onların mallarından sadaka (zekât) al ki, bununla kendilerini temizlemiş, bereketlendirmiş olasın." (Tevbe: 103)
Zira zekât ve sadaka, kişilerin kalbini cimrilik, hırs, tamah... gibi kötülüklerden korur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Zekâtı vermek suretiyle malınızı muhafaza ediniz. Fakirlere sadaka vererek hastaları tedavi ediniz. Duâ ve tazarru ile belâ ve musibetleri reddediniz."(Münavi)
Hazret-i Allah bize vermiş, bizim de vermemiz gerekir. Verilen şeylerle insanın malı eksilmez. Biz cahil insanlarız, vermekle azalacağını zannederiz.
Zekât veren bir insan; "Allah'ım! Bana verdiriyorsun, dileseydin aldırırdın, sana şükürler olsun." diye de şükretmelidir.
Zekât dinde zengin sayılan erkek ve kadın her müslümanın, zekâtı hak eden bir kısım müslümanlara sırf Allah rızası için senede bir kere malının muayyen bir miktarını vermesidir.
Bütün bölücüler hep kendileri için çalıştılar, çalışıyorlar. Din-i İslâm için değil, isim için çalışıyorlar. Bu din ve vatan bölücüleri Allah-u Teâlâ'nın emri olan zekâtı, öşürü, infâkı hem zorla topluyorlar, fakirin hakkını gasp ediyorlar, hem de aldıklarını da gerekli yerlere kullanmıyor, fakire ulaştırmıyorlar. Bu bölücüler, Cenâb-ı Hakk'ın muradı olan sosyal adalete mani oluyorlar, emanetleri kendi menfaatleri icabı kullanarak fakirin, ihtiyaç sahibi olanların hakkına el koymuş oluyorlar.
"Yâsin Sûre-i şerif'inin 21. Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruluyor:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz. Onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Bu Âyet-i kerime mucibince para toplayanların doğru yolda olmadığını Cenâb-ı Hakk bildirdiği halde, ya doğru yolda imiş gibi göstermek isteyenlerin durumu ne olacak?
Bu Âyet-i kerime bir berzahtır. Binaenaleyh kim ki para topluyorsa doğru yolda olmadığını bu Âyet-i kerime beyan eder.
Bu para toplayanlar, bu Âyet-i kerime'ye iman etmiş değillerdir. İman edenlere ise bu Âyet-i kerime kâfidir. Çünkü hepsi eğri yoldalar, hepsi soyuyor, yoluyorlar.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Onlara de ki: 'Ben sizden bir ücret istersem eğer, o ücret sizin olsun. Benim ücretim Allah'a âittir. O herşeye şâhiddir." (Sebe: 47)
Ve fakat, dini dünyaya âlet edenler, sofrada yemek için dâvet ederler ve orada halkı kaz gibi yolarlar, soyarlar. Bunu, her bölücü yapıyor.
Cemiyet içinde utandırarak evini, arabasını, parasını, elindeki avucundakini alırlar. Senet imza ettirirler. Oturduğu evi, bindiği arabasını, icra yolu ile alırlar. Hepsi faizle iştigal ederler.
Kimisi banka kurar, küfrünü açık ilân eder. Kimisi vaaz vereceğiz diye, gelenleri soyarlar.
Allah-u Teâlâ para istemeyi yasakladığı gibi, aynı zamanda bu paralar nereye harcanıyor? Hem istiyorlar, hem de zekât ve fitre diye toplanan paralar fakire ulaştırılmıyor. Oysa talebelerden de para alınıyor. Hem de kendilerini müslüman imiş gibi göstermek isterler.
Kim ki bunların toplantısına dahil olursa, bunlara para verirse;
"Fasığa ikram eden İslâmiyet'in yıkılmasına yardım etmiş olur." (Münâvi)
Hadis-i şerif'i mucibince İslâm dininin yıkılmasına yardım etmiş sayılır.
Hadis-i şerif'te:
"Onların dinleri para olacak." buyuruluyor. (Münâvi)
O ise koyun postuna bürünüp dini dünyaya alet ediyorlar. Oysa din-i İslâm ile hiçbir ilgilerinin olmadığını yukarıdaki Âyet-i kerime'ler ile açıkladık.
"Ahir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyuruyor:
'Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır." (Tirmizî)"
"Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Ümmetimden yalancılar, deccaller vücuda gelir." buyuruyorlar. (Münâvi)
Bu deccaller onlara her türlü çıkara başvurmalarını telkin etti...
Bu perdenin altında her türlü soygunu ve dilenciliği yapıyorlar. Hem talebelere yardım adı altında, onları âlet ederek zekât, öşür, fitre, kurban derisi... topluyorlar, hem de ayrıca talebelerden para alıyorlar. Halk da hâlâ onları müslüman zannediyor.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Müslümanların işine harcanmak üzere ayrılan maldan birçok haksız harcamalar yapan kimseler için kıyamet gününde cehennem vardır." (Buharî. Tecrid-i sarih: 1294)"
"Size diyecekler ki: "Biz de namaz kılıyoruz ve tedrisat yapıp çocuk yetiştiriyoruz."
...
Çocukları alet edip hem dilencilik yaptırıyorsunuz menfaatiniz için, aynı zamanda çocuklardan da para alıyorsunuz.
İslâm'mış gibi görünerek soygun, gasp ve dilencilik yapıyorsunuz. Saf ve temiz insanların kanını emiyorsunuz.
Bunların hangisi İslâm dini ile bağdaşır? Bütün bu icraatlarınızı İslâm dini yasak etmiştir."
İşte görüyorsunuz bunlar fakirin hakkını gasp ediyorlar. Bu gerçekten büyük zulümdür. Böylece hem emanete hıyanet ediyorlar, hem de gadâb-ı ilâhiye düçar oluyorlar.
Din ve vatan bölücülerine yardım eden dinin, vatanın yıkılmasına yardım etmiş sayılır. Bunlara zekât veren, vermiş sayılmaz. Zekâtı verilmiş sayılmayacağından tekrar vermesi icab eder.
Malını ilâhî rızâyı arzulayarak infak eden müminlerin durumunu temsil etmek üzere Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Allah'ın rızâsını kazanmak ve kalplerini sağlamlaştırmak için mallarını infak edip sarfedenlerin durumu, yüksekçe bir tepede bulunan güzel bir bahçeye benzer." (Bakara: 265)
"Allah yaptıklarınızı görmektedir." (Bakara: 265)
Allah-u Teâlâ hangi niyetle yapılırsa yapılsın, verilen bütün infaklara vâkıftır. Ona göre de mükâfat ve mücâzat verecektir.
Mal sarfetmek nefse en ağır gelen işlerdendir. Malın çokluğu, kalpte katılaşmaya sebep olur. Mala mal adı verilmesinin sebebi, herkesin ona karşı çok meyilli olmasındandır. Kişi malını Allah için sarfettiğinde, nefsini hayır ve hasenata alıştırmış, kalbini sağlamlaştırmış olur.
Allah-u Teâlâ iman edenlere seslenerek, kendilerine rızık olarak verdikleri şeylerden Allah yolunda infakta bulunmayı emrediyor. Hakk katında bunların sevabını biriktirmeleri, inandıkları gayeye ulaşabilmeleri, bu hayırlı işlere koşmaları için mâlî fedâkârlıkta bulunmayı teşvik ederek, Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Ey iman edenler! Ne alış-verişin ne de dostluğun ve ne de iltimasın olmadığı günün gelmesinden önce, size verdiğimiz rızıklardan (Allah için) sarfedin.
İnkâr edenler ancak zâlimlerdir." (Bakara: 254)
Serveti veren O'dur, verdiği şeylerden infak etmeye dâvet eden de O'dur.
Her şeyden evvel seve seve gönüllerinden doğarak en güzelini verenler, versin diye değil verdiğinden verenler. Verdikten sonra verdirene, verdirdiği için şükredenler övülmüş olanlardır.
Verdiği zaman helâlinden ve en iyisini verenler, desinler, görsünler, yani gösteriş için, bir karşılık için değil, Allah için verenler, yalnız Hakk'ın rızâsı için, infak edenler övülmüşlerdir.
Allah-u Teâlâ, kendilerinin ve âile fertlerinin açlıklarını gidermek için, o yemeğe ihtiyaçları olmasına rağmen, onu daha fazla ihtiyaç sahiplerine yediren, onları kendilerine tercih eden itaatkâr müminleri Âyet-i kerime'sinde övmektedir:
"Onlar, kendi canları çektiği halde; yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler." (İnsan: 8)
Kendileri muhtaç oldukları, ihtiyaç duydukları hâlde; kazanma gücü olmayan fakire, babası olmayan yetime, esir düşmüş kimseye şevkle yemek yedirirler. İşte İslâm ahlâkı budur.
Derler ki:
"Biz sizi ancak Allah rızâsı için yediriyoruz! Sizlerden ne bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz." (İnsan: 9)
"Biz sert ve belâlı bir günde Rabb'imizden korkarız." (İnsan: 10)
"Allah da onları bu yüzden o günün fenalığından korur, onların yüzüne parlaklık ve sevinç verir." (İnsan: 11)
"Sabretmelerine karşılık onları cennet ve ipekle mükâfatlandırmıştır." (İnsan: 12)
İlâhî emirleri ve yasakları gözetirken gördükleri zahmet karşılığında sabrettikleri için onları cennetine koyar, cennet nimetlerine garkeder.
Şöyle ki;
Zekât günü gelince kuruşuna kadar verilmeli, fakirin hakkı geciktirilmemelidir. Zekât ve sadaka vermekle beraber, dinin yücelmesi için gereken harcamayı yapmak, bu gibi bağışlarda bulunmayı âdet hâline getirmek gerekmektedir.
Bugün elde fırsat dilde ruhsat varken, malını istediği gibi harcayabilen insan, yarın öyle bir gün gelecek ki; istese bile infakta bulunamayacak. Çünkü o gün alım-satım, değiş-tokuş günü değil; yargılama günü, cezâ ve mükâfat verme günüdür.
Kişinin gerçek mümin olduğunun bir delili de servetinden Allah yolunda harcama yapmasıdır. Bu yapılan harcama ne kadar sevilen şeylerden olursa, o kadar değerli olur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Sevdiğiniz şeyleri Allah yolunda infak etmedikçe aslâ iyiliğe eremezsiniz.
Her ne infak ederseniz, şüphesiz ki Allah onu bilir." (Âl-i imrân: 92)
Sevilen şey, herkesin kendi nezdinde makbul olan şeydir. Herhangi bir dünyalığı Allah'tan çok seven bir kimse için fazilet kapısı kapalı olduğundan, sevdiği şeyleri O'nun yolunda sarfetmeye hazır olmayan bir kimse gerçek iyiliğe ulaşamaz.
Bu Âyet-i kerime müminlerin Allah-u Teâlâ'nın lütuf ve ihsanına nâil olabilmelerinin yolunu göstermektedir. Sevdiği şeylerden infak eden kimseye, daha aşağıda olan şeyleri infak etmek çok kolay gelir.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazeratı'ndan birçok zâtlar, bu Âyet-i kerime nâzil olduğunda en çok sevdiği mal ve mülklerini Allah yolunda seve seve infak ettiler.
Ensâr'ın en zenginlerinden olan Ebu Talha -radiyallahu anh-ın Mescid-i nebevî'nin tam karşısında Beyrûhâ kuyusunun bulunduğu bir arazisi vardı ve onu çok seviyordu. Resulullah Aleyhisselâm bazen oraya varır ve tatlı suyundan içerdi. Âyet-i kerime nâzil olunca Ebu Talha -radiyallahu anh- dedi ki:
"Yâ Resulellah! Bana mallarımın içerisinde en sevimli olan Beyrûhâ'dır, onu Allah yolunda O'nun rızâsı için infak ediyorum, olur ki Rabb'imin huzurunda iyiliğe nâil olurum. Yâ Resulellah! Onu Allah'ın sana gösterdiği şekilde kullan."
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Mâşaallah! İşte en iyi kazanç sağlayan bir mal. Ben burayı akrabalarına bırakmanı uygun görürüm." buyurdu.
Ebu Talha -radiyallahu anh- de: "Öyle yaparım yâ Resulellah!" dedi ve o araziyi akrabalarına ve amcaoğullarına bölüştürdü. (Buhârî - Müslim)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
"Yâ Resulellah! Hayber'de benim payıma düşen malımdan daha çok hiçbir malı sevmedim. Bana bu hususta ne emir buyurursunuz?" dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Onun aslını kendine bırak, gelirini de Allah yolunda infak et." (Buhârî - Müslim)
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- der ki:
"Bu Âyet-i kerime nâzil olunca, Allah'ın bana verdiklerini düşündüm ve içlerinden bana en sevgili olarak bir Rum cariyeyi buldum. 'Bu Allah rızâsı için hürdür!' dedim. Keşke tekrar düşünüp başka bir şeyi Allah rızâsı için verseydim de onunla evlenseydim." (Bezzâr)
Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh-e bir misafir gelmişti. Çobana en güzel deveyi getirmesini söyledi. O da en çelimsiz bir deveyi alıp getirdi. Ebu Zerr -radiyallahu anh-: "Bana ihanet ettin!" deyince o: "Devenin en çelimsizi dişi olanıdır ben bir gün sizin ona ihtiyaç duyacağınızı hatırladım." cevabını verdi. Ebu Zerr -radiyallahu anh- ise şöyle dedi:
"Ona muhtaç olduğum gün, çukura konulduğum gündür."
Sevilen şeylerin infakı hususundaki Âyet-i kerime, canını Allah yolunda sarfetmeye de şâmildir. Zira insanın canından daha kıymetli bir şey olamaz. Ashâb-ı kiram'ın ve birçok İslâm mücâhidlerinin ilây-ı kelimetullah için cihad meydanlarına atılıp en kıymetli ve en sevgili varlıkları olan canlarını fedâ etmiş oldukları tarihen sabit bir hakikattir.
Onun içindir ki mücâhidlerin çok büyük ecir ve mükâfatlara nâil olduklarına dâir birçok Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ler mevcuttur.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler, onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu dâveti beklemektedir.
Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 23)
Bazıları Allah yolunda hayatlarını fedâ etmiş, bazıları da iman uğrunda hayatlarını fedâ edeceği bir fırsat beklemektedir.
Zekât gibi farz olsun, sadaka gibi nafile olsun, Allah yolunda mal sarfetmek dinin esaslarındandır ve İslâm'ın teşvik ettiği bir şeydir.
Allah-u Teâlâ rızâ-i Bâri için malını sarfeden kimsenin sevabını kat kat artıracağını, büyük bir mükâfata nâil edeceğini Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz danesi olan ve yedi başak bitiren bir tohuma benzer." (Bakara: 261)
Bu misal kat kat verilen karşılığı belirtmek içindir. Allah yolunda yapılan bütün harcamalar ahirette bu şekilde çoğalacak ve mizana konulacaktır. Bir dane vermekle yedi yüze kadar mükâfat alacağını bilen bir kimse, elbette kudreti nispetinde bu ilâhî lütuftan nasipdar olmak için çalışır. Bu ekinin ürünü asıl cennette biçilecektir.
"Allah dilediğine kat kat artırır." (Bakara: 261)
İhsan ve ikramı bol olan Allah-u Teâlâ tasavvura sığmayan ihsanlarını dilediğine kat kat lütfeder, sınırı ve ölçüsü yoktur. Dilediğine niyetlerine göre dilediği kadar takdir edip bağışlar.
"Allah'ın lütfu geniştir ve O, her şeyi bilendir." (Bakara: 261)
Ezelî ve ebedî ilmi ile, zaman ve mekân kaydı olmaksızın, küçük büyük, gizli âşikâr, olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O'dur.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre; bir kimse gelerek devesini takımı ile birlikte Allah yolunda infak etti.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Andolsun ki kıyamet günü yularlı ve semerli yedi yüz deve ile geleceksin." (Müslim)
Şu halde veren kişi vermiyor, alıyor; verdiği malı eksilmiyor, aksine çoğalıyor. Bunu kesinlikle böyle bilmek gerekir.
Allah-u Teâlâ'nın rızâsını kazanmak için harcanan her şey O'nun yolunda harcanmış demektir.
Bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Sizden biri içiyle dışıyla müslüman olursa, yaptığı her bir hayır en az on mislinden, yedi yüz misline kadar sevabıyle yazılır. İşlediği her bir günah da sadece misliyle yazılır. Bu hal, Allah-u Teâlâ'ya kavuşuncaya kadar böyle devam eder." (Buhârî)
Allah-u Teâlâ takvâda kemâle eren itaatkâr müminlerin vasıflarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik o kimsenin iyiliğidir ki; Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitap'a, peygamberlere inanır." (Bakara: 177)
İyiliğin her çeşidini ihtivâ eden "Birr"; engin mânâsı ile sadece Allah-u Teâlâ'ya itaat etmek, emir ve yasaklarına uymak, nereye yönelmeyi emir buyurursa o tarafa yönelmek iman esaslarına gönülden inanmak demektir.
"O'nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere maldan verir. Namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir." (Bakara: 177)
Bu iyiklerin hepsi iman esaslarının bir tezahürü ve neticesidir. Çünkü emredildiği şekilde inanan müminlerin imanı sözde kalmaz, gönüllerine yerleşen iman kendilerini Allah-u Teâlâ'nın râzı olduğu iş ve icraatları yapmaya zorlar.
Yardım yapılacak, merhamet eli uzatılacak kimselerin başında, insanın muhtaç olan yakınları gelir. İyiliğe her şeyden önce onlar lâyıktır. Bunun içindir ki, Âyet-i kerime'de öne alınmışlardır. Onlardan ilgiyi kesmek, ilâhî rahmete açık olan kapıyı kapamak demektir.
Yetimlere yardımda bulunmak, onlara şefkat kucağını açmak da çok mühimdir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onları her bakımdan korumuş ve korunmasını da Hadis-i şerif'lerinde tavsiye etmiştir:
"Yetimlere gayet merhametli ve şefkatli olan baba gibi olunuz." (Münâvî)
"Yoksullar"; kendilerine yetecek kadar yiyecek ve giyecek elde etmeye güç yetiremeyen, ihtiyacı olduğu halde yüzsuyu döküp bir şey istemeyen kimselerdir. Bu gibi kimselerin araştırılıp bulunması, ihtiyacının giderilmeye çalışılması övülecek hasletler arasında sayılmaktadır.
"Yolda kalmış" kimseler ise aslında zengin de olsa, memleketine, çoluk-çocuğuna ulaşması için, onlara yardım elini uzatmak gerekir.
Bu gibi kimseler, Tevbe sûre-i şerif'inin 60. Âyet-i kerime'sinde: "Zekât verilmesi gereken" sekiz sınıf arasında da anılmaktadırlar.
"Dilenciler"e gelince; aslında dilenmek haramdır. Şu kadar var ki, aç ve açık kalan kimselerle ilgilenilmiyorsa, bu gibi durumlarda günlük nafakalarını elde etmek için, böylelerinin dilenmesine cevaz verilmiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Bakara sûre-i şerif'inin adı geçen 177. Âyet-i kerime'si ile amel edenlerin imanlarının kemâle ereceğini bir Hadis-i şerif'lerinde beyan buyurmuşlardır.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- bir şey isteyen dilenciye:
"Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun elçisi olduğuna şehâdet ediyor musun?" diye sordu.
Adam: "Evet!" deyince:
"Oruç tutuyor musun?" diye tekrar sordu.
Adam yine: "Evet!" dedi.
Bunun üzerine Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-:
"Sen istedin. İsteyenin bir hakkı vardır. Bizim de isteyene vermek üzerimize vazifedir." diyerek ona bir elbise verdi, ilâveten dedi ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den işittim, şöyle buyurmuştu:
"Bir müslümana elbise giydiren her müslüman, mutlaka Allah'ın hıfz-u himayesi altındadır, ta ki o giydirdiğinden bir parça onun üzerinde bulundukça." (Tirmizî: 2485)
Allah-u Teâlâ zekât verecek kadar zengin olan müslümanların mallarının belli bir miktarını fakirlere tahsis etmiştir. Bunun içindir ki; zekât verilmeyen malda fakirlerin hakkı vardır. Bu hakkı sahibine veren kimse, Allah-u Teâlâ'nın emrini yerine getirip borcundan kurtulmuş olur. Üzerine zekât farz olan kimse ise zekâtını vermezse, fakirlerin malını gasbetmiş olur.
İslâm'da imandan sonra en önemli iki esas vardır. Bu rükünlerden birisi namaz, diğeri ise zekâttır.
Zekât ibadeti birçok Âyet-i kerime'lerde namazla birlikte emredilmiştir:
"Namazı kılınız, zekâtı veriniz." (Bakara: 110)
Bunun da sebebi namaz ile zekât arasında kuvvetli bir bağlılığın oluşudur. "Namaz İslâm'ın direğidir" Namazı terkeden dinini yıkmış olur. Zekât ise: "İslâm'ın köprüsüdür" Bu köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez.
Namaz gibi zekâtın da çok yerde emrolunması, zekâtın önemini gösterdiği gibi, bu kadar emirlerden sonra yapılmamasının ise Allah-u Teâlâ'nın gazabına sebep olacağı aşikârdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde, zekâtı İslâm'ın beş temel esasından birisi saymıştır.
Zekât vermekle dünyada borç ödenmiş, âhirette ise azaptan kurtulmuş olunur.
Zekât, malı temizlediği için bu ismi almıştır. Kuyudan su çektikçe yerine su geldiği, budanan bağların daha çok üzüm verdiği gibi, zekât da malı hem temizler hem de bereketlendirir. En mühimi ise, emr-i şerif yerine gelmiş olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir fâiz, Allah katında artmaz." (Rûm: 39)
Allah-u Teâlâ o kazanca bereket vermediği için artar gibi görünür, fakat yerinde kalmadığı gibi gün gelir sermayenin altına düşer veya tamamen elden çıkar.
"Fakat Allah'ın rızâsını dileyerek verdiğiniz zekâta gelince, o böyle değildir." (Rûm: 39)
Zekât İslâm'ın köprüsü olduğu içindir ki, o köprüden geçenler Allah-u Teâlâ'nın lütuf rızâsına nâil ve dahil olurlar.
"O zekâtı veren kimseler (sevaplarını ve mallarını) kat kat artıranlardır." (Rûm: 39)
Bu artışın herhangi bir sınırı düşünülemez. İyiliklerinin karşılığı kat kat verilecek kimseler bunlardır.
Zekât fakirlerden önce zenginlerin menfaatinedir. Çünkü hem kat kat sevap kazanıyorlar, hem malları bereketleniyor, hem de malları zekâtla korunmuş oluyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Zekâtı vermek suretiyle malınızı muhafaza ediniz." (Münâvî)
Buyurarak, malın korunmasını zekâta bağlamışlardır. Zekât malın sigortasıdır.
Zekât farz olan bir vergi, sadaka ise gönülden kopan bir yardımdır. Zekât farizasını yerine getirmekle sadakadan kurtuluş olmayacağı gibi, sadaka vermekle de zekât emri yerine getirilmiş olmaz.
Zekât verenler Kur'an-ı kerim'de övülmektedir:
"Onlar kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler." (Bakara: 3)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise:
"O müşrikler ki, zekâtlarını vermezler ve ahireti de inkâr ederler." (Fussilet: 7)
Buyurularak, zekât vermemenin ahireti inkâra alâmet olduğu anlaşılmaktadır.
İnsanın kazandığı malı zekât nisabına ulaşırsa, zekât farz olduğu gibi topraktan alınan her türlü mahsülden, ağaçlardan alınan her türlü meyveden zekât vermek de farzdır.
Âyet-i kerime'sinde:
"Her biri mahsül verdiği zaman ürününden yiyin. Hasat zamanı devşirildiği gün ve toplandığı gün de hakkını verin." buyuruluyor. (En'âm: 141)
İlâhî bir emir ve hüküm olan öşür bugün bilinmiyor, bilinse de verilmesi ihmal ediliyor. Halbuki vermeyenler haram yemiş ve dolayısıyla günahkâr olmuş oluyorlar.
Bir de tarikat zekâtı vardır. O ise ahiret fakirlerine, ahiret geçitlerinde lâzım olacak uhrevî bilgilerini vermektir. O onun hakkıdır.
Hakikat ehli, sevabını da onlara bağışlar. Onlar müflistir. Ne iyilikleri ne de sevapları vardır. Onlarda hiç sermaye bulunmaz. Yok ki olsun...
Hâlin güzel olacak, kâlin güzel olacak, fiilin güzel olacak, giyinişin güzel olacak, bilhassa istikametin güzel olacak. Hiçbir söz söylemesen bile, karşıdaki baktığı zaman ibret alacak, yolunu düzeltecek.
Sonra helâl lokma ile hikmet husule gelir, hikmetle konuşur, karşıdakine tesir eder. Yapmadığın bir işi söylemek yersiz, çünkü sen yapmıyorsun ki karşıdaki yapsın. Bir insan yaşayacak, yaşadığını tebliğ edecek, Allah-u Teâlâ murad ederse ona hidayet lütfedecek, aşı tutacak. Aşı tuttuğu zaman nasibini alır.
Sonra mülâyim, tatlı, güzel sözlerle söz söylemek. Ne söyleyecek? Ya Âyet-i kerime'den, Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor; ya Hadis-i şerif'ten, Resulullah Aleyhisselâm böyle buyuruyor. Yahut ki filân zât şöyle buyuruyor. Oradan konuşacak, kendinden konuşmayacak. Ki nasihat yerine gelsin. O kelâmı işitsin, işitsin ki Cenâb-ı Hakk iman tohumunu kalbe ekerse yavaş yavaş kök salar, neşv-ü nemâ bulur, imanlı bir ağaç olur. Bu sefer meyve de verirse, beşeriyet istifade eder. Kuru sözle olmaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Din nasihattır, din nasihattır, din nasihattır!"
Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri de buyururlar ki:
"Bizim yolumuz sohbet yoludur."
Ağaç sulama ile, insan sohbet ile yetişir. Bunun için sohbetten ayrıldığı anda şeytan kapar ve götürür. Onu bir süre basit bir şeyle oyalar ve böylece onun bütün ebediyetini götürür. Ona çeşitli vaatlerde bulunur, dünyayı süslü gösterir, öleceğini hatırlatmaz ve bu yüzden onu bulunduğu yerden alır, oyalar, oyalar sonra çukura atar. Çukurdan sonra cehenneme gider.
Allah'ım korusun. Onun için iyi arkadaş insanı çeker, kaldırır, götürür, selâmete erdirir. Bunun için sâlih arkadaşa ihtiyaç var.
Onların gayesi Hakk'tır, Hakk'la olmaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Her asırda benim ümmetimden sâbikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inâyet ve merhamet-i ilâhiye o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla def ve ref olur." (Nevâdirül-usûl)
Bunlar yüz senede bir gönderilirler. Allah-u Teâlâ onları o kadar sever ki, ehl-i arza vereceği bütün nimetleri onların yüzü suyu hürmetine verir, bütün beşeriyet ondan istifade eder. Yeryüzüne bir belâ vereceği zaman onların yüzü suyu hürmetine vazgeçer.
Dünyada olduğu gibi mahşerde de, sıratta da böyledir.
"Onlar haşrı-neşri burada gördü,
Nefhay-ı sûr olmadan."
Bunlara cennette melekler "Bize mizan'ı, sıratı anlatır mısınız?" diye sorduklarında onlar da "Hayır biz böyle bir şey görmedik." derler.
Hazret-i Musâ Aleyhisselâm'a denizi yol yapan Hazret-i Allah, bu sevgili kullarına da cehennemin üstüne yol yapar.
Demirci Hazretleri'nin münâcâtını bir düşünün. "Benim vücudumu o kadar büyült ki, cehenneme yalnız ben gireyim, başka ümmet-i Muhammed'den kimse girmesin." diye niyâz ediyor.
Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sirruh- Hazretleri kutbiyetin kime verildiğini merâk ettiğinde Allah-u Teâlâ onu Demirci Hazretleri'ne göndermişti. Bu sözü kendisinden işitince "O zaman anladım ki bunlar ümmetim ümmetim diyen âşıklardanmış, nefsim nefsim diyenlerden değilmiş." buyurdular.
Bu âşıklar kıyamete kadar devam eder, sadece Demirci Hazretleri'ne mahsus değildir.
Bu bir esrâr-ı İlâhi'dir. Bu gibi kimseler yarın mahşerde ümmet-i Muhammed'e köprü olur. Onların yüzü suyu hürmetine yer içersiniz de bilmezsiniz. Allah-u Teâlâ onların sebebi ile belâ ve musîbetleri kaldırır bilmezsiniz, cehennemi görmeden sırat köprüsünü geçersiniz de bilmezsiniz.
Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri de insanları son derece sever, onlara karşı engin merhamet ve şefkat taşırdı. Bir defasında bu duygusunu "Allah'ım! Beni cehenneme at, vücudumu o kadar büyüt ki, cehennemde başka birini koyacak yer kalmasın!" sözü ile açığa vurmuştu.
Çünkü onlar Cenâb-ı Hakk'ı tercih etmişlerdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in irtihalinden sonra bazı kabilelerin zekât vermek istememesi üzerine Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz ordu sevketmek istemiş, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz de dahil Sahabe-i kiram Efendilerimiz'den bazıları kendisine muhalefet edip tartıştığı zaman şu meşhur sözünü söylemişti:
"Allah'a yemin ederim ki Hazret-i Peygamber'in döneminde ödediklerini ödememekte direnecek olurlarsa, bu bir deve yuları bile olsa onu tahsil edinceye kadar kendileriyle mücadele edeceğim."
Fakat Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- şöyle bir itirazda bulundu, dedi ki:
"Hazret-i Peygamber: 'Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur deyinceye kadar insanlarla savaşmak için emrolundum. Ancak 'Lâ ilâhe illâllah' deyince bir kimse bu takdirde canını ve malını bana karşı korumuş olur. Onun hesabı da Allah'a aittir.' dememiş miydi? Peki biz hangi gerekçeyle onlara karşı savaş açacağız?"
Ne var ki Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- şu sert karşılığı verdi:
"Allah'a yemin ederim ki namazla zekâtı birbirinden ayıranlara karşı amansızca savaşacağım. Zekât malın hakkıdır. Yemin olsun, zekât olarak tahakkuk etmiş olan şey bir oğlak bile olsa onu vermemekte direndikleri takdirde kendileriyle dövüşeceğim."
"Hayvanı verse, yularını bile vermezse namazla zekât arasında fark gözeten herkesle harb ederim." buyurdu.
Ensâr'dan Sâlebe bin Hâtıb adında bir kimse Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek: "Yâ Resulellah! Bana mal vermesi için Allah'a duâ et!" dedi.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Yâ Sâlebe! Yazık sana! Şükrünü yerine getireceğin az bir mal, şükrüne güç yetiremeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır." buyurdu.
Bir başka seferinde yine söyleyince şöyle buyurdu:
"Yâ Sâlebe! Peygamberin gibi olmaya râzı değil misin? Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, şayet ben dağların altın ve gümüş akıtmasını isteseydim, mutlaka akıtırlardı."
Sâlebe ise isteğinde ısrar ederek şöyle dedi:
"Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, eğer bana mal vermesi için Allah'a duâ edersen, O da bana mal verirse, her hak sahibine mutlaka hakkını vereceğim."
Nitekim onun hakkında nâzil olan Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlardan kimi de: 'Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, andolsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız.' diye O'na kesin söz verdiler." (Tevbe: 75)
Sâlebe sürekli olarak Resulullah Aleyhisselâm'a bu husus için başvurmaktan geri durmuyordu.
Sonunda Resulullah Aleyhisselâm:
"Allah'ım! Sâlebe'ye mal ver!" diye duâ etti.
Sâlebe önce bir koyun edindi. Koyundan kurtçuklar gibi çok sayıda kuzular türedi. Kısa sürede sürüsü o kadar çoğaldı ki, Medine-i Münevvere dar gelmeye başladı. Oradan dışarı çıkıp, Medine vâdilerinden bir vâdiye çekildi. Artık mallarıyla uğraşıyordu. Nihayet öğle ve ikindi namazlarını cemaatle kılmaya diğerlerini terketmeyebaşladı. Sürüleri daha da çoğalınca Cuma namazını ve cemaati terketti.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün: "Sâlebe ne yapıyor?" diye sormuş, Ashâb-ı kiram durumunu haber verdiklerinde üç defa: "Yazık oldu Sâlebe'ye!" buyurmuştu.
Sonra Allah-u Teâlâ:
"Onların mallarından sadaka al!" (Tevbe: 103)
Âyet-i kerime'sini indirdi, ayrıca zekâta âit farîzalar nâzil oldu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birisi Cüheyne kabilesi'nden, diğeri Süleym kabilesi'nden olmak üzere iki kişiyi müslümanlardan zekât almaları için memur olarak gönderdi. Nasıl zekât alacaklarına dâir de ellerine yazı verdi.
Onlar da gittiler, nihayet Sâlebe'nin yanına geldiler, ona Resulullah Aleyhisselâm'ın yazısını okudular. Emr-i nebevî'yi işiten Sâlebe: "Bu istediğiniz cizyeden, cizyenin kardeşinden başka bir şey değildir, bilmiyorum bu nedir?" dedi. Onlar da ayrılıp gittiler, Süleym oğulları'ndan olan kişiye vardılar, durumu bildirdiler. O da develerinin en iyisini zekât olarak ayırdı. Deveyi aldılar, sonra diğerlerine uğrayıp zekâtlarını almaya devam ettiler, tekrar Sâlebe'ye geldiler. O ise yine aynı şeyleri söyledi, vermekten imtina etti.
Memurlar huzur-u nebevi'ye geldiklerinde, daha onlar bir şey söylemeden: "Yazık Sâlebe'ye!" buyurdu, Süleym oğulları'ndan zekâtını veren zâtın malına bereket girmesi için duâ yaptı.
Bu arada mezkûr Âyet-i kerime nâzil oldu:
"Allah onlara lütfundan verince, onda cimrilik edip yüz çevirdiler, sözlerinden döndüler." (Tevbe: 76)
Sâlebe'nin akrabasından biri Resulullah Aleyhisselâm'ın yanında bu Âyet-i celile'yi işitince, gidip Sâlebe'ye haber verdi.
"Yazık sana ey Sâlebe! Allah senin hakkında şöyle şöyle âyet indirdi." dedi.
Durumu öğrenen Sâlebe, vermesi gereken zekâtını yanına alarak Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna geldi, zekâtının kabul buyurulmasını istedi. Resulullah Aleyhisselâm:
"Allah senin zekâtını almamı yasakladı." buyurdu.
Sâlebe başına toprak saçmaya başlaması üzerine Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
"Ben sana vaktiyle emretmedim mi? Sen ise bana itaat etmedin!"
Zekâtını vermekte ısrar etmesine rağmen kabul edilmeyince evine çekildi. Halife olduğunda zekâtını Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-e götürmüşse de kabul etmemiş: "Onu senden Resulullah Aleyhisselâm kabul etmedi." buyurmuş, vefatına kadar da almamıştı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de aynı yolu izlemiş, onun zekâtını kabul etmemişti.
Ve Sâlebe Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in hilâfeti zamanında ölmüştür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah'a verdikleri sözden döndükleri ve yalan söyledikleri için, Allah kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak sokmuştur." (Tevbe: 77)
Bu durumda Sâlebe mürted kabul edilerek irtidat hükmü uygulanmamış, fakat müslüman olduğu da tasrih edilmemiştir.
Allah-u Teâlâ Yâsin Sûre-i şerif'inin 21. Âyet-i kerime'sinde toplayıcıların ve isteyicilerin doğru yolda olmadıklarını açık açık buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz! Onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Bu Âyet-i kerime'yi göz önünde tutun. Bilin ki yalnız onlar doğru yoldadır.
Bu ilâhî bir emir ve hükümdür. Bu hükümde hem bir emir hem de bir tavsiye var.
Birincisi; Allah-u Teâlâ "Hiçbir ücret istemeyenlere uyulmasını" emir buyuruyor. Burada "Tâbi ol!" emri var.
İkincisi; "Onlara bağlanın." tavsiyesi var, diğerlerine değil. Onlar eğri yoldadırlar, onlar sapmışlardır.
Gerçek hak ve hakikat ehli madde, menfaat, makam, siyaset peşinde koşmaz. Yasin 21. Âyet-i kerime'sine göre; çıkar peşinde koşmaz, para toplamaz, dilenmez, kimseden bir şey istemez.
Ey müslüman halk!
Bir bakın para toplamayan, ücret istemeyen kim var?
Sahteler para toplar, para dilenir. Ama himmet ama hizmet ama öşür ama zekât adı altında talebeleri âlet ederek bunu yaparlar.
İşte Hakk'ın beyanına bakın, bütün para toplayanları buradan tanıyın.
Toplayıcılar, dilenciler, menfaatçiler sahtedir. Para toplamak, din adına dilencilik yapmak İslâm'da yoktur. Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu sahteler için; "Cep cihadçısı" buyurmuş, bu sahtelere tâbi olanları uyandırmak, irşad etmek, hatalarından dönmelerini sağlamak için büyük çaba sarfetmişlerdir.
"Dinlerini ilân eden, imansız cep cihadçısı imamlara tutunan din kardeşlerime Hazret-i Allah'ın emir ve yasaklarını duyurmaya gayret ediyorum." ("İmanlı Gönüllere Hitap", s. 328)
Yine 1994 yılında yaptıkları Vakıf Sohbeti'nde bu sahteler hakkında; "Eşkiya" buyurmuşlar, onların iç yüzünü şöyle beyan etmişlerdi:
"Müslümanmış gibi görünerek, bunları İslâm dini adına yapıyorlar. Hazret-i Allah ile alay eden bu din kurucu eşkiyaları Hazret-i Allah size tarif ettiği halde hâlâ duymuyorsunuz, inanmıyorsunuz ve onlara tâbi oluyorsunuz.
Ne buyurmuştu Cenâb-ı Hakk:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz! Onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
O böyle emrettiği halde, sen oraya sürüklendin ve bu hale düştün.
Allah-u Teâlâ bir taraftan "Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun" diye emrediyor. Yalnız onların doğru yolda olduğunu, diğerlerinin sapık olduğunu bildirdiği halde, sen ise bu ilâhi hükmü hükümsüz bırakıp onların peşine gittiğin zaman, artık senin Hazret-i Allah ile hiçbir ilgin kalmaz. Sen Hazret-i Allah'a iman etmiş değilsin. İmansız imama iman ettiğin için bu hale düştün." ("İmanlı Gönüllere Hitap", s. 604)
•
"Oysa bu zâlimlerin, bu bölücülerin hepsi bunları yaptılar. Taraftar toplamayı İslâm dininden üstün tuttular. Paraya taptılar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Dînuhum dinâruhum = Onların dinleri para olacak." buyuruluyor. (Münâvi)" ("Hâin Tezgâh", s. 7)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunların içyüzünü haber veriyor: "Dinleri para olacak." buyuruyor.
Dikkat ederseniz bugün ortaya çıkan sahtelerin en büyük özellikleri para için her türlü hükmü, ahkâmı arkaya atarlar, faiz dahil en büyük haramları irtikap etmekten çekinmezler. İrtikap ettikleri haramları da dinde "Helâl" gibi göstermeye çalışırlar.
İşte kim ki bu ahir zaman bölücülerinin bu cürmünü tasdik ederse imamını ilah edinmiş olur. Bunlara uyanlar da Hazret-i Allah'ı, dinini bırakmış, bunlara tapmış olur. Bunu biz söylemiyoruz. Resulullah Aleyhisselâm söylüyor. Şöyle ki;
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa kendilerine, bir olan Allah'a ibadet etmeleri emredilmişti.
O'ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir." (Tevbe: 31)
Daha önceleri hıristiyan olan Adiy bin Hâtim, boynunda gümüşten bir haç olduğu halde, İslâm hakkında bilgi edinmek niyetiyle Medine'ye gelmişti. Şüphelerini gidermek için Resulullah Aleyhisselâm'a bazı sorular sordu.
"Bu âyet bizi âlimlerimizi, rahiplerimizi rabler edinmekle suçluyor. Halbuki biz onları rabler edinmeyiz. Bunun mânâsı nedir?" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm: "Onlar helâli haram kıldılar, haramı helâl kıldılar. Siz bunu öylece kabul etmiyor muydunuz?" diye sorunca, Adiy "Evet böyledir." diye tasdik etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"İşte bu sizin onları rabler edinmenizdir." buyurdu. (İbn-i Kesir)
•
Binaenaleyh Yâsin Sure-i şerif'inin 21. Âyet-i kerime'si hususiyetle bu ahir zamanda hak ile batılı, hakikat ile dalâleti, doğru ile yanlışı ayıran bir mihenktir. Bu Âyet-i kerime'yi Cenâb-ı Hakk buyurmuştur:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz." (Yâsin: 21)
İmanınızın karşılığında sizden hiçbir ücret istemeyen, mal talep etmeyen, dünya ile ilgili bir menfaat beklemeyen, baş olmak ve başka gaye peşinde koşmayan bu kimselere tâbi olun.
Böyle bir dâveti yapan kişiler elbette ki doğrudurlar, sözlerinde samimidirler.
Burada kıstas maddedir. Madde mihenktir. Kim ki madde ile işi varsa orası ölüdür. Kim? Kim olursa olsun. Zira bu Cenâb-ı Hakk'ın hudududur.
Âyet-i kerime'nin devamında: "Onlar doğru yoldadırlar." buyuruluyor. (Yâsin: 21)
Din ve dünya hayrına ermişlerdir. Onlara uyan hidâyete erer. doğru yolda olanlar da ancak bu hiçbir ücret istemeyenlerdir. Ücret isteyenler, para, madde, menfaat peşinde koşanlar doğru yolda değildir.
Bu Âyet-i kerime bir berzahtır.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu husustaki diğer bir beyanları da şöyledir:
"Allah-u Teâlâ'nın ferman-ı ilâhisini hiçe sayarak, Din-i mübin'i âlet ederek dileniyorlar. Gerek kendi etraflarını gerekse diğer müslümanları soyup duruyorlar. Diğer taraftan din namına 'hayır' diye bir kâfirden bir fasıktan, haram olduğunu bildikleri halde istiyorlar. Bu durumda onların o fâsık ve kâfirden hiç farkları yoktur. Yani onlar da onun gibidirler. Niçin? Bilerek haramı irtikap ettikleri için, İslâm dinini küçültmeye gayret ettikleri için. Onların bütün çalışmaları İslâm dinini küçültmek içindir. Bu sebepledir ki onlardan daha aşağıdırlar. Bunlar dini dünyaya âlet ediyorlar. Müslümanlığa ısınacak kimseleri uzaklaştırıyorlar.
Onlar bu Âyet-i kerime'ye iman etmiş değiller. Bunu katiyetle bilin. Onlar din-i İslâm'dan çıkalı çok olmuş, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerifler'in hükümlerinden ayrılmışlar.
Konuştukları ilk şey maddedir, ilk saldıracakları yer ceptir. Tıpkı bir kurt gibi dalarlar. Halkı soymak için hep ihtiyaçtan bahsederler. Neden böyle yapıyorlar? Onların işi Hakk ile değil ki.
Kim Allah için çalışırsa, Allah-u Teâlâ dilediği kadar ona destek verir. Kim de menfaati için çalışırsa, Allah-u Teâlâ dilediği kadar onun çalışmasının karşılığını verir. Fakat halktan ücret alan Allah-u Teâlâ'dan ücret alacağını ümit etmesin. Çünkü iki ücret bir arada verilmez. Bunu kesinlikle bilin. Ya Hakk'tan ücretini alacak, ya halktan. Seç hangisini seçersen. İşte bunun delili bu Âyet-i kerime'dir."
Ücret istemeyen, gizli emelleri olmayan, Allah için vatan için Ümmet-i Muhammed'in selâmeti için çalışan kimseler doğru yoldadırlar.
•
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah yoluna dâvet vazifesini yerine getiren iman kahramanları, ilâhî hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemişlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i keri'melerinde şöyle buyuruyor:
"O peygamberler Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların gittiği doğru yolu tutup onlara uy, o yoldan yürü. De ki: 'Ben buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum.' Bu, âlemler için ancak bir öğüttür." (En'am: 90)
"Resul'üm! Oysa sen buna karşılık onlardan bir ücret de istemiyorsun. O (Kur'an), âlemler için ancak bir öğüttür." (Yûsuf: 104)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanları Allah yoluna dâvet vazifesini yerine getirirken, ilâhi hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemiştir.
"Resul'üm! Onlara de ki: 'Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Sadece Rabb'ine doğru bir yol tutmak dileyen kimseler olmanızı istiyorum.'"(Furkân: 57)
Hiçbir zaman Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz halktan en küçük bir menfaat beklemiş değildir. İltifat da istemiş değildir. Bütün iş ve icraatları Allah içindir.
Onların yolundan gidenlerin de gidişatı böyledir.
Onlar rızâdan başka hiçbir şeye eğilmezler, hiçbir maddi menfaata değinmezler.
Allah ehli, Allah için çalışır. Allah-u Teâlâ'nın dinini kuvvetlendirmeye ve Ümmet-i Muhammed'i Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a kavuşturmaya gayret eder. Halktan hiçbir şey beklemez ve hiçbir şeyden de korkmazlar. Onlar mükâfatı yalnız Hazret-i Allah'tan beklerler.
Sahteler ise nefsi için, malı, menfaati için çalışır. Hakk'tan uzak, halka yakındırlar. Halktan medet umar, halktan dilenirler, halkı soyarlar.
•
Allah-u Teâlâ peygamberlerinin hiçbir ücret istemediklerini onların lisanından Kur'an-ı kerim'inde bize haber vermektedir:
Nuh Aleyhisselâm'ın beyanı:
"Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabb'ine âittir." (Şuarâ: 109)
Hud Aleyhisselâm'ın beyanı:
"Ey kavmim! Ben sizden bunun için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim beni yaratana âittir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?" (Hûd: 51)
Salih Aleyhisselâm'ın beyanı:
"Sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabb'ine âittir." (Şuarâ 145)
Lut Aleyhisselâm'ın beyanı:
"Sizden buna karşılık bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabb'ine âittir." (Şuara: 164)
Şuayb Aleyhisselâm'ın beyanı:
"Sizden buna karşılık bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabb'ine âittir." (Şuarâ 180)
•
"Bu Âyet-i kerime'ler kendi menfaat ve rahatları doğrultusunda para toplayanların, isteyen dilencilerin, halkı yolan, gasp eden, zorla alan soyguncuların doğru yolda olmadıklarına dairdir. Bu Âyet-i kerime'ler iman edenlere mahsustur ve iman edenlere kâfidir.
Binaenaleyh kim ki para topluyorsa, bu Âyet-i kerimelere iman etmemiş ve inkâr etmiştir.
Zira Âyet-i kerime'de:
"İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur." buyuruluyor. (A'râf: 54)
Yaratmak da emretmek de Allah-u Teâlâ'ya âittir, mahlûkun hiçbir hükmü yoktur, kim olursa olsun.
Böyle olduğu halde emr-i ilâhîyî kenara itip bırakan, kendi arzu ve reyini ortaya koyan, kendi nefsini ilâh olarak ilân etmiş demektir. Bu gibi kimselerin sözüne 'doğrudur' diyenler de onu ilâh edinmiştir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)" ("İmanlı Gönüllere Hitap", s. 656-657)
•
Asr-ı saâdet'te müslümanlar yalnız kelâmullah'ın yükselmesi, din-i İslâm'ın yayılması için çalışmışlar, ancak en yakınlarından bile hiçbir şey istememişlerdir.
Böylece kıyamete kadar her devirdeki müslümanlara güzel bir numune, şaşmaz bir ölçü bırakılmıştır.
Sahteler ise kendi isimlerinin kendi cemaat ve tarikatlarının yükselmesi için ceplerinin dolması için çalışıyorlar.
Dini kullanıp din adına para toplayan, dini kullanıp din adına halkı yolan bu sahteleri Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri ilk baskısı 1995 yılında yapılan "Sözler ve Notlar 5" isimli eserinde şöyle tarif ediyorlar:
"İmamlar imamlar, dinde şirket kuranlar,
Hakk'tan bahsederler, halktan meded umarlar.
Cep cihadcılığı ile milyarları vuranlar.
Hesaba siz çekileceksiniz,
Yaptığınız marifetleri göreceksiniz,
Bunca israfın hesabını vereceksiniz."
("Sözler ve Notlar 5", s. 449)
•
Günümüzdeki bölücüler dini dünyaya âlet ederek halkı kaz gibi soyuyorlar. Kimisi topluluk içinde utandıracak senet imza ettiriyorlar, evini, arabasını, parasını, elinde avucunda ne varsa alıyorlar. Kimisi talebeleri alet ederek zekât, öşür adı altında para, mahsul ne varsa topluyor, bunu her bölücü yapıyor, çünkü hepsi eğri yoldadır.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri onları şöyle tarif ediyor:
"İslâm dininden sapanlar, ayrı bir isimle dinler kuranlar hiçbir Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'e istinad edemezler. Onlar sadece kendi zanlarına ve çıkarlarına bakarlar.
Halkı nasıl soyacağını, cebini nasıl dolduracağını düşünürler. Çünkü onların İslâm dini ile ilgileri asla yoktur, kendi dinlerine göre hüküm veriyorlar. Gayeleri madde, menfaat ve şöhrettir, şöhret ise âfâttır.
Hiçbir surette Kelâmullah'ı kabul etmezler, reddederler. ...
Bu koyun postuna bürünen kurtlar Hazret-i Allah ile alay ederken, gasp ve soygunla insanları soyarken, Âyet-i kerime nasıl bir hesaba çekileceklerini ve âkıbetlerini beyan ediyor.
Zira bu gaspçı, soyguncu ve dilenciler İslâm dinine yakışmadığı hareketlerinden ötürü İslâm'ı da küçük düşürüyorlar.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Şüphesiz ki inkâr edip insanları Allah yolundan çevirenler, Hakk'tan çok uzak bir sapıklıkla saptılar." (Nisâ: 167)" ("İmanlı Gönüllere Hitap", s. 618-619)
İslâm tarihi hakiki müslümanların, hakiki âlimlerin; maddenin, menfaatin zerresine tevessül etmediklerinin örnekleriyle doludur. Halbuki bugünkü sahteler her türlü menfaati alırlar, hatta menfaatlerini artırmak için İslâm'ı alet ederler. Menfaat için, para için dinden çıkmaktan zerre tereddüt etmezler.
Binaenaleyh kime tâbi olunacak?
Ücret istemeyene, madde, menfaat peşinde koşmayana...
Bu ölçüyü biz koymuyoruz, Allah-u Teâlâ koyuyor:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere tâbi olun, onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Bu yüzden Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri vasiyetlerinin bir noktasında:
"Kimseden istemeyin, geleni reddetmeyin. Başka kuruluşlardan geleni ise kabul etmeyin." buyurmuşlardı.
Bu Âyet-i kerime hakkındaki bir beyanları da şöyledir:
"Kimin ki bu Âyet-i kerime'ye inanmayıp, inkâr edip dini dünyaya âlet ettiğini, para aldığını duyarsanız, dinden çıktığını bilin. Bu Âyet-i kerime onun imandan kaydığına delil olarak kâfidir. Bu Âyet-i kerime'ye inanan bunu yapmaz.
Bu imansız imamlardan kaçının, hem imanınızı hem de paranızı muhafaza edin." ("Her İsim Bir Dindir", s. 181)
•
"Zekâtları da topluyorlar, fakirin boğazından kesiyorlar. Ağzındaki lokmasını alıyorlar. Ve bunları da rahatça yiyorlar. Oysa zekâtın kime verileceğine dair Allah-u Teâlâ Tevbe sûresi 60. Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Sadakalar (zekâtlar), Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah bilendir, hükmünde hikmet sahibidir." (Tevbe: 60)
Zekât kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlara verilir. Bunlar da halkı yoluyorlar, İslâm'dan soğutmak için cebren alıyorlar.
Bu İslâm dinine yakışır mı? İslâm dinine yakışır mı ki, İslâm gibi görünüyorlar.
"Bana zekâttan ver!" diyen bir zâta, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Yüce Allah zekât hakkında peygamber veya bir başkasının hükmüne râzı olmamıştır. Bu bakımdan onlar hakkında hükmü bizzat kendisi vermiştir ve zekâtı sekiz gruba paylaştırmıştır. Eğer sen bu gruplardan birisi isen sana veririm." (Ebu Dâvud)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz peygamber olduğu halde bu hükmü verememiştir. Ve fakat bu bölücüler yolu kapıyorlar, fakirin lokmasını alıyorlar. Bu bir gasp değil midir? Bütün bölücüler de bunu yapıyorlar.
Bunlara zekât veren suret-i katiyede zekât vermiş sayılmaz. Yeniden vermesi lâzımdır. Eğer bu Âyet-i kerime'yi bilip iman etseydi, onların doğru yolda olmadığını görecekti. Zira Âyet-i kerime'de:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz, onlar doğru yoldadırlar." buyuruluyor. (Yâsin: 21)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa alet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden daha tatlıdır; amma kalpleri kurt gönlü gibidir. Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ bu gibi kimseler için şöyle buyuruyor:
Bunlar benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için onlara öyle bir ağır musibet vereceğim ki, aralarında bulunan yumuşak başlılar da şaşakalacaklardır." (Tirmizî)
Eğer bu Hadis-i şerif'i bilip iman etseydi, dini dünyaya alet eden bu koyun postuna bürünen soygunculara soyulmazdı. Bunları rahat görürdü, tanırdı, bilirdi.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- emanete hıyanetlik edenleri münafık olarak nitelendirmiş ve şöyle buyurmuşlardır:
"Münafıklık alameti üçtür. Söylediği zaman yalan söyler, vâdederse sözünü yerine getirmez, kendisine bir şey emanet edildiği zaman ona hıyanet eder." (Buhârî - Müslim)
Diğer bir Hadis-i şerif'te; emanetin ganimet bilineceğini haber veriyorlar:
"Emanet yitirildiği zaman kıyameti bekle! İşler ehil olmayanlara verilince kıyameti bekle!" buyurulmaktadır. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 54)
Hazret-i Allah'ın nehyettiği işleri yaparken Allah ve Resul'ünün hükümlerine karşı geliyorlar. Hazret-i Allah'ın hükmünü bozmaya ve değiştirmeye çalışıyorlar. Çünkü bu yaptıkları israftır. İsraf ise haramdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez." (A'râf: 31)
Bütün bölücüler zekâtta bu gaspı yapıyorlar ve fakirin lokmasını ağzından alıyorlar ve bunu rahatça yapıyorlar. Bu İslâm dini ile hiç bağdaşır mı? Bu ancak din kurucularının dinine göre hükmüdür." ("İmanlı Gönüllere Hitap", s. 657-660)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, hakiki müslümanların alâmetlerini bir bir zikrettikten sonra sahte olanlarını da şöyle tarif ediyorlar:
"Sahteler ise dünya hayatında refah içinde yaşamaları için nam ve şöhret için imanlarını feda ettiler.
1. Emanete hıyanet münafıklık değil midir?
2. İsraf ise haram değil midir?
İşte bu sahte imamlarda bunların hepsi mevcut değil midir? Dini dünyaya alet ederler. Bu trilyonları nereden elde ederler? Hangisi ne iş yaptı? Hangi kazançla bu trilyonları elde ettiler? Ve hepsinin faaliyeti kurdukları dini ayakta tutmak ve kuvvetlendirmek içindir. Saf ve temiz müslümanlar ise, onların hâlâ İslâm için faaliyet gösterdiklerini zannediyor. Onların yaptığı bu gayr-i İslâmî hareketi ölçemiyor.
Şu gördüğünüz bölücü mücahidler var ya, onlar cep cihadçısıdırlar. Onların hepsi şeytanın dostu ve askeridirler. Rahman ile hiçbir ilgileri yoktur.
Bunların âkıbetini Hazret-i Allah şöyle buyuruyor:
"Onlar ve azgınlar tepetaklak cehenneme atılırlar. İblis'in bütün askerleriyle beraber." (Şuarâ: 94-95)
"Onlar"dan murat imamlarıdır. "Azgınlar"dan murat onlara tâbi olanlardır.
Dünya için olanlar, paraya tapanlara gelince:
Bir isim ile bir din kurmuştur. Kurduğu dini kökleştirmek için ve kuvvetlendirmek için, dünya hayatını refah ile geçirmek ve yaşamak için, şöhret ve nam peşinde koşarlar. Bunun çoğalması için de çok para toplarlar ve halkı kaz gibi yolarlar. Halk bunların İslâm dininden çıktığını bilmiyor. Onların din-i İslâm için çalıştıklarını zannediyor. Oysa Allah-u Teâlâ bunların iç yüzlerini Âyet-i kerime'leriyle bir bir izah ettiği halde Âyet-i kerime'leri bilmiyor, bakmıyor ve ibret de almıyor. Din kurucu bölücülerin peşine takılmış gidiyor.
Amma Allah-u Teâlâ onların âkıbetini Âyet-i kerime'lerinde şöyle beyan ediyor:
"Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile başbaşa bırak." (Mü'minûn: 54)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde onlara "Sapıktır." buyurduğu halde bu imansız imamlara tâbi olanlar ise "Sen bilmezsin bunlar sağlamdır." diyor.
Âyet-i kerime'de:
"Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir." buyuruluyor. (Kasas: 41)
Allah-u Teâlâ bu imansız imamların halkı ateşe çağıran önderler olduğunu ferman buyurduğu halde "Sen bilmezsin onlar bizi selâmete götürüyor." diyorlar.
Allah-u Teâlâ Münâfikûn sûresi 4. Âyet-i kerime'sinde:
"Onlar münâfıktır." buyuruyor.
Bu imansız imamlara tabi olanlar ise:
"Sen bilmezsin onlar mümindir." diyorlar.
Allah-u Teâlâ En'âm sûresi 129. Âyet-i kerime'sinde:
"Onların tarafından gitme." buyuruyor.
Bu imansız imamlara tabi olanlar ise:
"Sen bana karışma ben giderim." diyor.
Allah-u Teâlâ Nisâ sûresi 105. Âyet-i kerime'sinde:
"Onlar haindir." buyuruyor.
Bu imansız imamlara tabi olanlar ise:
"Sen bilmezsin onlar hidayettedir." diyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Kendisine Rabb'inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz zâlimlerden öç alacağız." (Secde: 22)
"Her yalancı günah yüklü kimseye veyl!" (Câsiye: 7)
Görülüyor ki Allah-u Teâlâ "Bu sapıklara uyma!" diye emrediyor. Bunlar haindirler. Eğer onlara iltihak edip onlara karıştığın anda, bu yalancı güruh ile senin de cehennemin en alt tabakasına gideceğin muhakkaktır. Ama kim dinliyor? Herkes kendi dinine göre amel ediyor.
Allah-u Teâlâ bu yoldan sapanlar hakkında buyuruyor ki:
"Her biri kendi tuttuğu yoldan memnundur. Yanında bulunan din veya kitapla sevinmektedir." (Müminûn: 53)
İşte bu gaspçılar hakkında Allah-u Teâlâ'nın hükmü:
"Suçlular, cehennem azabında ebedi kalacaklardır. Kendilerinden (azab) hafifletilmeyecektir. Onlar azab içinde ümitsizdirler. Biz onlara zulmetmedik; fakat onlar kendileri zâlim idiler." (Zuhruf: 74-75-76)
"Şüphesiz ki Allah kâfirlere lânet etmiş ve onlar için çılgın bir ateş hazırlamıştır. Orada ebedî kalacaklardır, (kendilerini koruyacak) hiçbir dost ve hiçbir yardımcı bulamayacaklardır.
Yüzleri ateşte (pişirilip) çevrildiği gün: 'Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' derler. Ve dediler ki: 'Ey Rabb'imiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik, onlar da bizi yoldan saptırdılar. Ey Rabb'imiz! Onlara iki kat azap ver. Onları büyük bir lânete uğrat!'" (Ahzâb: 64-68)
Yetmiş iki fırka cehennemlik olduğuna göre bu beyanlarımızı bu imansız imamlara tabi olanlar dinlemez ve anlamazlar. Hitabımız o bir fırkaya aittir. Onlar bu bölücülerin içine girmesinler, veyl'e düşmesinler diye.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürükleneceklerdir. Kaynar suda, sonra da ateşte yakılacaklardır. Sonra da onlara denilecektir: 'Ortak koştuklarınız nerede?" (Mümin: 71-72-73)
Allah-u Teâlâ'nın birçok beyanlarına rağmen imamlarına iman edenlerin durumu budur.
İslâm dininden sapanlar, ayrı bir isimle dinler kuranlar hiçbir Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'e istinad edemezler. Onlar sadece kendi zanlarına ve çıkarlarına bakarlar.
Halkı nasıl soyacağını, cebini nasıl dolduracağını düşünürler. Çünkü onların İslâm dini ile ilgileri asla yoktur, kendi dinlerine göre hüküm veriyorlar. Gayeleri madde, menfaat ve şöhrettir, şöhret ise âfâttır.
Hiçbir surette Kelâmullah'ı kabul etmezler, reddederler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İşte böyle. Çünkü onlar Allah'ın indirdiğinden tiksinip hoşlanmamışlardır." (Muhammed: 9)
İşte bunların âkıbeti!
Bu bölücülere dikkat edin, haklarındaki Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri gösterin; hemen kararır, yüzünü çevirir. Çünkü iç yüzü belli oldu.
Amma siz bunları hâlâ müslüman zannediyorsunuz.
Bunların hakkında bakınız Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde ne buyuruyor:
"Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara iman etmeyi kibirlerine yediremeyenlere göğün kapıları açılmaz, deve iğnenin deliğinden geçmedikçe cennete de giremezler. Suçluları biz böyle cezalandırırız." (A'râf: 40)
Bu koyun postuna bürünen kurtlar Hazret-i Allah ile alay ederken, gasp ve soygunla insanları soyarken, Âyet-i kerime nasıl bir hesaba çekileceklerini ve âkıbetlerini beyan ediyor. Zira bu gaspçı, soyguncu ve dilenciler İslâm dinine yakışmayan hareketlerinden ötürü İslâm'ı da küçük düşürüyorlar.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Şüphesiz ki inkâr edip insanları Allah yolundan çevirenler, Hakk'tan çok uzak bir sapıklıkla saptılar." (Nisâ: 167)
"Onlar kendi yüklerini, kendi yükleriyle beraber daha nice yükleri taşıyacaklar ve uydurdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir." (Ankebût: 13)
Bu Âyet-i kerime'de de açık görülüyor ki, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lere göre değil de kendi uydurduklarını güya doğru imiş gibi göstermeye çalışırlar.
Bunlar, -her ne kadar Allah-u Teâlâ'nın Âyet-i kerime'si ve Hadis-i şerif'lerle deliller gösterip önlerine konsa da- bu kalbi mühürlü olanlar bu hakikatlara gözü yumuk bakar, işitmek de istemezler. Çünkü bunlar nefislerini ilâh edinmişlerdir.
Âyet-i kerime:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Onlar ona uymuşlardır, ilâhi hükmü bırakmışlardır.
Bunca hakikatlere rağmen bu ilâhi hükmü umursamazlar, kalpleri mühürlü, gözlerine perde çekilmiş, kulakları tıkanmış. Sureti insan, sıfatı hayvan. Kendilerine sorsan, cihadın en önünde görünüyorlar. Halbuki en büyük ifsadı yapıyorlar.
"Artık bundan sonra sizden kim inkâr yolunu tutarsa, gerçekten o dosdoğru yoldan sapmış olur." (Mâide: 12)
Hülasâ-i kelâm;
Hakiki müslümanlar din-i İslâm için neler feda ettiler.
Sahteler dini alet ettiler. Neler neler elde ettiler." ("İmanlı Gönüllere Hitap", s. 684-689)
"Zekât verilecek sekiz sınıf Kur'an-ı kerim'de belirlenmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Sadakalar (zekâtlar), Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah bilendir, hükmünde hikmet sahibidir." (Tevbe: 60)
Allah-u Teâlâ her şeyi ve herkesin durumunu, derecesini, neye hakkı olup neye olmadığını bilir. Her şeyi yerli yerine koyar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Yemen halkına vali olarak gönderdiği Muâz bin Cebel -radiyallahu anh-e şu talimatı vermiştir:
"Onları, Allah'tan başka tapacak ilâh olmadığına ve benim Allah'ın elçisi olduğumu tasdik etmeye çağır. Bunu yaparlarsa, Allah'ın her gün beş vakit namazı farz kıldığını onlara bildir. Bunu da yerine getirirlerse, Allah'ın onlara zenginlerinin mallarından alınacak ve yoksullara dağıtılacak zekâtı farz kıldığını bildir." (Buhari. Tecrid-i sârih: 686)
Zekât verilmeye hak kazanan sekiz sınıf:
Sahip olduğu malı ve elindeki parası nisap miktarını doldurmayan muhtaç kimselerdir. Bu gibi kimselere, meskenleri de olsa iş ve güçleri de olsa zekât verilebilir.
Nice fakirler vardır ki zengin görünümündedirler, muhtaç durumda olduklarını gizlerler.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar yüzsuyu dökmediklerinden, durumlarını bilmeyen onları zengin sanır. Onları simâlarından tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler." (Bakara: 273)
Bunları tanımak müminlerin ferasetine bırakılmıştır.
Günlük yiyecekleri olmayacak kadar aşırı derecede düşkün kimseler.
Bir Âyet-i kerime'de onlar için:
"Yere serilmiş miskin." (Beled: 16)
İfadesinin kullanılması, bu gibi kimselerin son derece yoksulluk ve sıkıntı içinde bulunduklarına işaret etmektedir.
Miskinlik, fakirlikten daha aşağı bir durumda olmak mânâsına gelir. Dışarıdan bakıldığı zaman da belli olan kişi demektir.
Hasılı, zekât herşeyden önce fakirler ve düşkünler içindir.
Bunlar zekâtları toplamak için görevlendirilen memurlardır. Tahsildarların, kâtiplerin, koruyucuların, hâsılı bütün bu işlerde görevli olarak çalışanların hizmetleri karşılığı olarak bu zekâtlardan ücretleri verilir. Onların yaptıkları bu gibi hizmetler, sonucu itibariyle fakirlerin ihtiyaçları yönünde yapılmaktadır.
Günümüzde ise zekât memuru yoktur.
Bunların yerini şimdi cep cihatçıları almıştır. Müslümanın yolunu kesiyorlar, fakirin lokmasını ağzından alıyorlar. Bu haramdır. Bunu bilin.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mekke'nin fethinde yeni İslâm'a girmiş bazı kimselere zekâttan pay vermiştir. Bunların içinde henüz İslâm'a girmeyenler de vardı.
Bunlardan bazıları Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in hilâfeti zamanında yine zekâttan hisse almak için geldiklerinde Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "Bu, Resulullah Aleyhisselâm'ın sizi İslâm'a ısındırmak için verdiği bir şeydi. Bugün ise Allah dini, size ihtiyaç olmayacak derecede yükseltti." buyurdu. Başta Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- olmak üzere bütün Ashab-ı kiram bunu muvafakat ettiler.
Gerek kölenin bizzat kendisine, gerekse köleyi satın alıp azad edecek kimseye verilebilir.
Fakat günümüzde bu sınıf fiilen bulunmamaktadır.
Borcu yüzünden darda bulunan kimseye zekât vermek, borçsuz fakire vermekten daha faziletlidir.
Şu kadar var ki, Allah-u Teâlâ'nın nehyettiği fâiz, içki, kumar gibi haramları işleyerek borçlu düşenlere asla zekât verilmez.
Bir insan var işi bozulmuş, borçlu düşmüş, hanesi kalabalık borçlu düşmüş... Bu gibi kimselere zekat vermek çok faydalıdır. Borçtan, esaretten kurtulmuş olur.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde; borcun zillet olduğunu, gündüz rahatlık vermeyeceğini, gece de uyku uyutmayacağını beyan buyurmuşlardır.
Allah-u Teâlâ'ya itaat ve hayır yolunda bulunan herkes, ihtiyaç sahibi ise bu sınıfa girer. Böylece Allah yolunda cihad eden ve hayır işlerine koşturan kimseler desteklenmiş olur. Allah için ilim öğrenen kimseler de bu sınıfa girerler.
Bunu da cepçiler öyle istismar ediyorlar ki!.. Sanki kendileri Allah yolunda imişler gibi topluyorlar.
Kendi memleketlerinde zengin de olsalar, yolculuk sırasında muhtaç duruma düşenlere, gideceği yere ulaştıracak kadar zekât verilebilir. Ancak böyle bir yolcunun, mümkünse zekât yerine borç alması daha hayırlıdır.
• Bir kimse zekâtını bu belirtilen sınıflardan herhangi birine verebileceği gibi, ikisine üçüne veya hepsine dağıtabilir.
Zekât yakınlık sırasıyla önce yakın akrabaya, erkek kardeşlere, kız kardeşlere ve bunların çocuklarına, amca-hala ve bunların çocuklarına dayı ile teyzeye ve bunların çocuklarına, sonra diğer yakın akrabalara, komşulara, meslektaşlara, bulunduğu mahalle, kasaba ve şehir fukarasına, sonra diğer şehirlerdeki müslümanlara verilmesi daha sevablıdır.
Aynı zamanda aldığı parayı isyân ve israf yolunda sarfedecek olan kimselere vermemek, fukaranın işine yarayacak surette vermek, borçlu olanları borçlu olmayanlara tercih etmek efdâldir.
Allah-u Teâlâ'nın emri budur, nizam-ı İlâhî budur. Bu nizam-ı İlâhî'yi bozmak isteyenler ise, Allah-u Teâlâ'nın kitabına göre değil de kendi kitaplarına göre hüküm veriyorlar.
Fakirin lokması ağzından alınıp binaya zinâya verilmez. Niçin ikisini eşit tuttuk? Binaya zekât alan, zinâya da harcar.
Partiye-pırtıya verilmez. Partiye alan adam, kendisine de, zevk ve safâsına da harcar. Çünkü o da haram, o da haram.
Bunu yapanlar iyi bilsinler ki Hazret-i Allah'ın hükmünü bozmaya ve değiştirmeye çalışıyorlar. Böylece Hazret-i Allah ve Resulü'nün hükümlerine karşı geliyorlar, Hazret-i Allah'ın hükmünü beğenmiyorlar. Bunların Hazret-i Allah ile ne irtibatı olur?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Müslümanların işine harcanmak üzere ayrılan maldan birçok haksız harcamalar yapan kimseler için kıyamet gününde cehennem vardır." (Buharî. Tecrid-i sarih: 1294)
Hazret-i Allah'ın nehyettiği işleri yaparken borçlu düşen kimseye de, aldığı parayı isyan ve israf yolunda sarfedecek olan kimselere de zekât verilmez.
Bankaya girmiş, fâize dalmış, içki içmiş, kumar oynamış, bu menhiyatlardan ötürü borçlu düşmüş kimselere de zekât verilmez.
Beytül-mal ismi altında topladıkları, sahte imamlara da zekât verilmez.
Veren bir daha vermek zorundadır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Malının zekâtını zekât düşmeyen kimseye veren, zekât vermemiş gibi olur." buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Çok iyi bilinsin ki bu gibi kimselere zekât verenler soyulmuşlardır. Hazret-i Allah'ın indinde makbul değildir.
"Efendim verdim!" Hayır vermedin. Sen vermiş sayılmıyorsun, tekrar vereceksin!
Binaenaleyh; zekât verecek kimseler, yerini arayıp bulmaları gerekir.
Allah-u Teâlâ sadakaları en çok hak eden fakirlerin vasıflarını Âyet-i Kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adayıp yeryüzünde dolaşmayan (kapı kapı gezmeyen) fakirlere verin ki; onlar yüzsuyu dökmediklerinden, durumlarını bilmeyen onları zengin sanır." (Bakara: 273)
Âyet-i Kerime incelendiği zaman görülür ki, bu vasıflar şunlardır:
Kendilerini Allah yoluna adayanlar: Bunlar kazanç elde etmekten vazgeçerek kendilerini Allah yolunda cihada vakfedenlerdir. Kazanç temin etme imkânına sahip olmayan ilim talebeleri de bunlar gibidir.
Yaşlılık, âcizlik veya zaruret dolayısıyle kazanç için sefer yapma imkânına sahip olmayanlar.
İffet ve hayâlarından, sabır ve kanaatlerinden dolayı dilenmedikleri için, kendilerini tanımayanların zengin zannettiği kimseler.
İnsanlardan aslâ bir şey istemeyen veya isteseler de nezaketle isteyen, yüzsüzlük ederek ısrarla istemeyen kimseler.
Aslında bunları tanımak müminlerin ferasetine bırakılmıştır. Çünkü nice fakirler vardır ki zengin görünümündedir. İhtiyacı olmadığı halde yüzsüzlük ederek dilenenler de yok değildir.
"Onları simalarından tanırsın." (Bakara: 273)
Sesinin titrekliğinden, benizlerinin alâmetlerinden onun fakir, fakat asalet sahibi bir fakir olduğuna hükmedersin.
"Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler." (Bakara: 273)
Hiç kimseden bir şey istemezler, hiçbir şekilde dilenmezler, ihtiyaçlarını aslâ belirtmezler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i Şerif'lerinde buyururlar ki:
"(Hakiki) yoksul; kapı kapı dolaşıp bir iki lokma, bir iki hurma ile savuşturulan kimse değildir. Asıl yoksul, kendine yetecek malı bulunmayan, muhtaç olduğu bilinip de kendine sadaka verilmeyen ve kalkıp dilenmeyen kimsedir." (Buhârî-Müslim)
Öyle kimseler vardır ki işsizdir, ihtiyaç içindedir. Kimisi de çalışır amma kazancı ile geçimini sağlayamaz. Sadaka vermek için işte bu gibi kimseleri aramak, görüp gözetmek gerekir.
Bu Hadis-i şerif çaresiz kalmadıkça kapı kapı dolaşanların hakiki fakir olmadıklarını belirtmekte, bu gibi kimseleri kınamakta ve insanlara hâlini açmayan gerçek fakirlerin araştırılmasının gerektiğine işaret buyurmaktadır.
"Hayırdan ne infak ederseniz, şüphesiz ki Allah onu bilir." (Bakara: 273)
Ve onu bir ahiret sermayesi olarak kulunun amel defterine yazar.
"Mallarını gece gündüz, gizli ve açık infak edenlerin mükâfâtı Rabb'leri katındadır." (Bakara: 274)
Gecenin ve gündüzün her zamanında, gizli veya açık her durumda infaktan hiçbir surette geri durmayan, muhtaçların ihtiyaçlarını karşılayan kimselerin sevapları Allah katında hazırdır. Mükâfatlandırmak istediği için o yaptıkları işlerden dolayı kendilerine sevap ihsan eder.
Bir at nalı veya bir tek kamçı dahi olsa, mutlaka amel defterlerine kaydedilir ve ahirette karşısına çıkar.
Bu Âyet-i kerime infakın en mükemmel suretini göstermektedir. İnfakın her türlüsü bu ilâhî hükme dahil olduğu gibi, kendi âile efrâdına infakta bulunmak bile bu hükmün içine girer.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Sa'd bin Ebî Vakkas -radiyallahu anh- hastalandığında ziyaretine gitmişlerdi.
Ona buyurdular ki:
"Allah'ın rızâsını dileyerek bir infakta bulunduğun zaman, hanımının ağzına koyduğun bir lokma bile olsa, şüphesiz ki onunla derecen ve yüksekliğin artar." (Buhârî - Müslim)
Yapılan infaklar hiçbir surette kaybolup gitmez, maddî ve manevî mükâfatı elbette görülecektir.
"Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklar." (Bakara: 274 ve 277)
Onlar dünyada da ahirette de her türlü korkudan emniyette olarak hayatlarını sürdürürler, aslâ üzülmezler.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretlerinden rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Kim ki Allah kendisine mal verir, o da malın zekâtını vermezse, zekât verilmeyen mal kıyamet gününde mat zehirli, iki boynuzlu, gözleri kuru üzüm tanesi gibi bir ejderha olup, sahibinin boynuna dolanır, avurtlarını ağzı ile tutar, sonra ben senin malınım, ben senin hazinenim der." buyurdu ve şu Âyet-i kerime'yi okudu:
"Allah'ın, kereminden kendilerine verdiği şeyde cimrilik edenler, hiçbir zaman onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Bu onların zararınadır. Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır." (Âl-i imrân: 180)
Kulların mülkiyetinde olan her şey gerçekte Allah-u Teâlâ'nındır, müstakilen O'nun mülküdür. Bunlara sahip olanların hakiki mülkleri yoktur, kısa bir müddet için verilmiş birer emanettir. Herkes şu kısa ömür içinde kendisinin olduğunu zannettiği serveti, gün gelecek bırakmak zorunda kalacaktır. Sonra hepsi O'na dönecektir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Altınla gümüşün haklarını vermeyen hiçbir altın ve gümüş sahibi yoktur ki, kıyamet gününde bunlar ateşten levhalar hâline getirilip de cehennem ateşinde kızdırılarak onlarla sahibinin yanları, alnı ve sırtı dağlanmasın.
Bu levhalar soğudukça miktarı elli bin sene olan bir günde, kullar arasında verilecek hüküm bitinceye kadar sahibine azap için tekrar kızdırılarak geri çevrileceklerdir. Nihayet kendisine ya cennet ya da cehenneme doğru (giden yol) gösterilecektir."
– Yâ Resulellah! Ya (zekâtı verilmeyen) develer ne olacak?
– "Hiçbir deve sahibi de yoktur ki, bu hayvanların hakkı su başlarına geldikleri gün sağılıp muhtaçlara vermek iken, onların hakkını vermesin de, kıyamet gününde o develerin altına alabildiğine düz ve geniş bir sahaya yatırılarak develerden bir tek yavru bile hariç kalmamak şartı ile onu ayakları ile ezmesin ve dişleri ile ısırmasınlar.
Deve sürüsünün baş tarafı üzerinden (çiğnenip) geçtikçe, son tarafı onun üzerine iâde edilir. Bu iş, miktarı elli bin sene olan bir günde, kullar arasında verilecek hüküm bitinceye kadar devam eder. Nihayet ya cennete yahut cehenneme giden yolu kendisine gösterilir."
– Yâ Resulellah! Sığırlarla koyunlar ne olacak?
– "Hiçbir sığır ve koyun sahibi yoktur ki, onların hakkını vermesin de, kıyamet günü geldiğinde düz ve geniş bir yerde onların altına serilerek, o hayvanlardan hiçbirisi hariç kalmamak ve içlerinde çarpık boynuzlu, boynuzsuz, kırık boynuzlu bulunmamak şartı ile onu boynuzları ile sürmesin, tırnakları ile ezmesinler.
Bu hayvanların önde bulunanları, üzerinden çiğneyip geçtikçe, sondakiler onun üzerine tekrar iâde edilirler. Bu, miktarı elli bin sene olan bir günde, ta kullar arasında hüküm bitinceye kadar devam eder. Nihayet ya cennete veya cehenneme giden yolu kendisine gösterilir."
– Yâ Resulellah! Ya atlar ne olacak?
– "Atlar üç kısımdır: Bir kısmı sahibi için bir yük, bir kısmı sahibi için örtü, bir kısmı da sahibi için ecirdir.
Bir kimsenin övünmek, gösteriş ve müslümanlara düşmanlık için bağlayıp beslediği at, sahibine bir yüktür.
Bir kimsenin Allah yolunda bağlayıp beslediği ve onun sırtında ve boynunda Allah'ın hakkı olduğunu unutmadığı at, onun için bir örtüdür.
Bir kimsenin Allah yolunda müslümanlar için çayır ve bahçede bağlayıp beslediği at, sahibi için ecirdir.
At bu çayırdan veya bahçeden ne yerse, yediği şeyler sayısınca sahibine sevap yazılır. Ona atın pislikleri ve idrarı sayısınca dahi sevap yazılır.
At, ipini koparır da bir veya bir iki tur atarsa, sahibine onun izleri ve pislikleri miktarınca sevap yazılır. Yahut sahibi onu bir nehir kenarından geçirirken, sulamaya niyeti olmadığı halde o nehirden su içerse, Allah sahibine onun içtiği su yudumları miktarınca sevap yazar."
– Yâ Resulellah! Ya merkepler ne olacak?
– "Merkepler hakkında bana şu bir tek şümullü âyetten başka bir şey indirilmedi. Her kim zerre miktarı hayır işlerse onun mükâfatını görür, zerre miktarı kötülük işleyen de onun cezâsını görür." (Müslim: 987)
Orada herkes yaptığı büyük ve küçük her türlü iyiliğin ve kötülüğün karşılığını kat kat görecektir.
Zerre kadar bile olsa gerek her küçük iyiliğin, gerekse her küçük kötülüğün bir ağırlığı ve değeri vardır. Onun içindir ki; insan küçük büyük demeyip hiçbir iyiliği terketmemeli, küçük ve büyük her kötülükten şiddetle kaçırmalıdır.
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Deve (kıyamet) gününde bugünkü şeklinden daha güçlü ve kuvvetli bir halde sahibine gelir. Zekâtı verilmedi ise sahibine musallat olup tabanlarıyla onu çiğner.
Zekât verilmeyen koyun da gayet semiz ve kuvvetli hâli ile gelerek sahibine musallat olup tırnaklarıyla onu çiğner, boynuzlarıyla da süser.
Sakın sizden biriniz, kıyamet gününde omuzuna zekâtını vermediği koyununu yüklenip avaz avaz bağırarak ve:
'Yâ Muhammed!' diye imdat isteyerek bana gelmesin. Ben ona: 'Bugün seni kurtarmak için hiçbir yetkiye sahip değilim, dünyada ben sana hükm-ü ilâhî'yi ulaştırdım.' diye cevap veririm.
Deveyi yüklenerek gelip de: 'Yâ Muhammed' diye feryad etmesin. 'Bugün seni kurtaramam, ben sana hükm-ü ilâhî'yi ulaştırmıştım.' diye cevap veririm." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 690)
Nisab demek, zekâtın farz olması için dinin tanıdığı mal miktarı demektir. Zekât verilecek malın cinsi değişmekle nisab şekli de değişir.
Allah-u Teâlâ'nın kuluna ihsan ettiği mal, borcundan ve hâcet-i asliyesinden yâni aslî ihtiyaçlarından sonra, zekât verecek nisab miktarına yükselirse, bu gibi kimseler dinde zengin sayılırlar.
Meselâ koyun kırka, sığır otuza, deve beşe ulaşır; gümüş ikiyüz dirhemi, altın yirmi miskali bulursa veya bunların değerinde ticaret malı mevcut olursa, zekât vermek farz olur.
Böyle altını olmaz da, onların tutarı kadar nakit para bulunursa, onların da zekâtı verilecektir.
Zekât verebilmek için eldeki malın Nâmî yani artmaya müsait olması, Hakikaten veya Hükmen artıcı olması gerekir. Malın hakikaten artıcı olması, ya ticaret yolu ile veya hayvanlarda olduğu gibi üreme sureti ile olur. Hükmen artıcı olma, ticarete konmayan altın, gümüş ve paradır.
Hâcet-i asliye demek, hayatta oldukça insanın muhtaç olduğu şeyler demektir. İnsanın geçimini sağlayan zarurî ihtiyaçlar her şeyden önce gelir. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Her mal sahibi malında daha çok hak sahibidir." buyurmuşlardır. (Beyhâkî)
Ev-apartman, dükkân-mağaza, bağ-bahçe, han-hamam-otel, ev döşemesi, mobilyalar, altın ve gümüş olmayan kap-kacak gibi eşyalar, ev eşyaları, silahlar, ilim adamının kitapları, her türlü sanat aletleri, binek hayvanları, otomobil, ihtiyaçtan fazla bile olsa yazlık-kışlık elbiseler, yatak-yorgan, cariye, kişinin geçindirmek mecburiyetinde olduğu kimselerin bir yıllık masrafları aslî ihtiyaçlardır.
Bu sayılanlardan ayrı ayrı her biri veya hepsi ihtiyaçtan fazla ve kıymetleri de zenginlik derecesinden aşırı bile olsa, meselâ lüzumundan fazla halı, buzdolabı, çamaşır makinesi olsa, bunları bulundurmakta ticaret kasdı yoksa, zekât lâzım gelmez.
Hatta değerlendirildiği takdirde nisaba baliğ olsalar bile, zekât vermeye mecbur değildirler.
Ancak bunlar zengin durumda oldukları için kurban kesmeleri gerekir. Zekât da alamazlar.
Kadınların ziynet için kullandıkları inci, elmas, zümrüt, yakut veya bunlara benzer mücevherlerden ticaret kasdı olmadıkça zekât lâzım gelmez.
Sanat erbabının kullandığı aletlerden, meselâ bir doktorun âlet ve makinalarına da zekât gerekmez. Yalnız bu yollardan elde ettiği sermayenin gereken şartlardan sonra zekâtını vermesi fârzdır.
Fabrika, dükkân, daire, otomobil gibi enval, ticaret malı olmazsa zekâta tabi değildir. Bunların gelirlerinden zekât verilir.
Zekât verilecek malın hem borçtan, hem de sahibinin aslî ihtiyaçlarından artmış olması şarttır.
Aslî ihtiyaçların başında orta halli bir mesken gelmektedir. Aynı zamanda âile fertlerinden bakmakla yükümlü olduğu kimselerin bir yıllık nafakası olması gerekir.
Elinde bulunan altını veya hazır parası nisab miktarına ulaşsa bile, başını sokacak orta halli bir evi ve bir yıllık nafakası olmayan bir kimseye zekât farz değildir.
Bu neye benzer? Suyu bulunan bir yolcu, yolda susuz kalabileceğini hesaba katarak, suyunu kullanmayıp teyemmüm etmektedir. Böyle bir durumda su yok hükmünde olduğu için teyemmüm câizdir. Bunun gibi, bir kimsenin aslî ihtiyaçlarına sarfedilmek üzere nisab miktarının üstünde parası olsa bile yok hükmündedir.
Meselâ bir kimsenin kırk koyunu olunca birini zekât olarak vermesi gerekiyor. Otuz dokuz olunca, arada bir fark olmasına rağmen zekât düşmüyor.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez." buyuruyor. (Bakara: 185)
Allah-u Teâlâ hiç kimseye takatinin dışında bir yük yüklememektedir.
Nisab miktarındaki altın ve gümüşten, ticaret niyet edilsin veya edilmesin zekât vermek farzdır.
Altının zekât nisabı 20 miskal,
Gümüşün zekât nisabı ise 200 dirhemdir.
Bugünkü ölçüye göre 20 şer'i miskal 80.18 gram, 200 şer'i dirhem ise 561.2 gramdır.
Şu halde borcundan ve aslî ihtiyaçlarından fazla olarak 80.18 gram altını veya 561.2 gram gümüşü, yahut bunlardan birinin karşılığı parası olan bir kimse dinen zengin sayılır ve üzerinden bir sene geçmişse zekât vermekle mükelleftir.
Altın, gümüş ve parada zekât nisbeti kırkta bir yâni yüzde ikibuçuktur.
Her 20 miskal altında yarım miskal (1/40), her 200 dirhem gümüşte 5 dirhem (1/40) zekât verilir.
Altın ve gümüşün antika değerleri göz önüne alınmayıp, tartılarına göre değerlendirilir. İtibar kıymete değil tartıyadır.
Ticari muâmelâtta kullanılan ve tedavülde olan banknot paraların kıymeti üzerinden zekât verilir. Çünkü zamanımızda altın ve gümüş paralar tedavülden kalkmıştır.
Bir malın ticaret eşyası sayılabilmesi için, kâr sağlama gayesi, fiilen satışa arzetme unsurlarının bulunması gerekir.
Bütün ticaret mallarına zekât düşer.
Ticaret malları için ayrıca nisab miktarı belirtilmemiştir. Hangi cinsten olursa olsun bir ticaret malına zekât düşmesi için o malın değeri altın ve gümüşün nisabına göre râyiç para ile kıymetlendirilir ve ona göre zekât verilir.
Alım satım mallarında nisab miktarı 80.18 gram altının veya 561.2 gram gümüşün piyasa değeridir.
Bu değerde olan ticaret mallarının üzerinden bir yıl geçince, sene sonu değerlerinden zekât verilir.
Ticaret malının zekâtı altın ve gümüşten fakirlerin menfaatine hangisi daha uygun ise onun üzerinden hesap edilip verilir. Eldeki nakit paralar da ticaret malına eklenir.
Altın ile gümüşün nisabında, bunların bir cinsten bulunmaları şart değildir.
Binaenaleyh bir kimsenin bir miktar altını ile gümüşü bulunup da hepsinin kıymeti bir nisab miktarına, yâni 200 dirhem gümüşün değerine muadil bulunsa (1/40) nisbetinde zekâtları lâzım gelir.
Meselâ bir kimsenin 100 dirhem gümüşü, yüz dirhem gümüş nisbetinde de 10 miskal altını bulunsa, bunun için 5 dirhem 1/40 miktarı zekât lâzım gelir.
Bir kimsenin bir miktar altını, bir miktar gümüşü, biraz da ticaret malı bulunur ve hepsinin toplamı altın ve gümüş nisablarına baliğ olursa o surette verilmek lâzımdır.
Altın ve gümüşten başka, cins ve nisabları ayrı ayrı olan mallar birbirine katılmaz. Her cinsin zekâtı kendi nisabına göre verilir. Meselâ 35 koyunu, 25 sığırı, 4 devesi bulunan bir müslüman bu mallarının üzerinden bir yıl geçse dahi zekât vermekle mükellef değildir.
Ticaret mallarının her çeşidi birleştirilerek, meydana gelen nisabtan zekât verilir. (Bakkaliye malları, manifatura mağazasında bulunan mallar, eczanedeki ilâçlar, sebze ve meyva ticareti... gibi.)
Zekâta tâbi malların değerinin yıl içinde zaman zaman artıp eksilmeleri her zaman muhtemeldir. Onun için sene başında ve ortasındaki değer nazar-ı itibara alınmaz. Mühim olan sene sonundaki kıymetleridir.
Meselâ sene başında ve ortasında nisabın altına düşse ve böylece on bir ay devam ettikten sonra on ikinci ayda yine çoğalıp nisab miktarına ulaşsa, bunun zekâtını vermek icâbeder.
Bunun gibi, sene başındaki nisab miktarı mala, sene sonuna yakın ilâve edilen ziyade mal üzerinden ayrıca bir sene geçmesi düşünülemez. Ana para esastır, buna bağlı olarak diğer mallardan da sene geçmiş sayılır.
Sene tamam olunca o günkü râyice göre her çeşit malın toptan fiyatları yerinde tespit edilerek değerlendirilir, zekât matrahı bulunur. Bu matrah nisaba ulaşırsa yüzde ikibuçuk nisbetinde zekât verilir.
Zekât için kameri yıl (354 gün) esas alınır.
Ticaret için alınıp satılan arsa ve dairelerin zekâtı, bedelleri üzerinden verilir. Zirâ elde edilen bu mülk ticaret malı gibidir. Ticaret için olmayan ev ve arsaların zekâtı yoktur.
Zekâtta asıl olan her cins maldan aynen vermektir. Ancak zekât olarak ayrılan malın kıymetini de vermek caizdir.
Meselâ bir kimse altının zekâtı için para veya gümüş verebileceği gibi, zâhire veya kumaş da verebilir. Koyunun kendisi verilebileceği gibi, aynı kıymette elbise veya buğday, arpa, pirinç ve un gibi yiyecek, giyecek maddeleri de verilebilir.
Bu hususta fakirler için daha faydalı ve lüzumlu cihet tercih edilmelidir.
Bir kimse zekât vereceği malın cinsinden değil de parasını vermek isterse o malın o günkü alış fiyatından hesap ederek vermelidir.
Zekât vermek için ayırırken veya verirken niyet etmek şarttır. Niyetsiz zekât nafile olmuş olur.
Zekât verilen kimselerin zekât olduğunu bilmesi şart değildir.
Senenin çoğunu ahırda geçiren hayvanlara Alûfe denir. Altı ay veya altı aydan daha az bir zaman dışında otlayanlar için zekât yoktur. Hususî otlaklarda mera parası verilerek yaydırılan hayvanlar da böyledir. Çift sürmek, yük taşımak ve et için beslenenlere de zekât lâzım gelmez.
Bu hayvanlar ticaret malı olarak elde bulundurulursa, ticaret malı zekâtına girerler. Kıymetleri itibariyle zekâtı verilir. Nisab adedi gözetilmez.
Üretmek, süt almak ve kuvvetlendirmek maksadıyla beslenip de senenin çoğunu kırlarda otlamak suretiyle geçiren hayvanlara ise Sâime denir.
İşte bu tarzda beslenen hayvanlar üzerlerinden sene aştığında zekâta tabi olurlar.
Koyun ve keçide nisab kırktır, kırktan noksan olursa zekât yoktur. Kırk koyun için bir koyun zekât verilir. Kırktan sonra yüz yirmi bir koyuna kadar zekâta tabi değildir. Yüz yirmi bir koyundan iki yüz bir koyuna kadar iki koyun, iki yüz bir koyundan dört yüz koyuna kadar üç koyun, tam dört yüz koyun için de dört koyun zekât verilir. Sonra her yüz koyunda bir koyun daha verilir. Beş yüzde beş, altı yüzde altı... gibi. Aradaki miktar zekâta tabi değildir. Verilecek koyun bir yaşını doldurmalıdır.
Keçi de koyun gibidir, bunlar bir cins sayılır. Erkek ve dişileri ayırt edilmez. Zekât nisabını tamamlamak için birbirine ilâve edilir. Meselâ otuz koyun ile on keçiden bir koyun zekât verilmesi gerekir.
Bu hayvanlar yalnız koyun veya keçiden ibaret bulunursa, koyun yerine keçi, keçi yerine koyun verilmez.
Bir yaşından aşağı olan kuzulara zekât düşmezse de, içlerinde bir tek bile büyük davar bulunacak olursa, bu küçük kuzular büyükmüş gibi sayılır. Zekât olarak da o büyüğünün verilmesi gerekir.
Sığırda nisab otuzdur, daha azında zekât yoktur. Otuz sığırdan kırk sığıra kadar zekât olarak bir yaşını doldurmuş erkek veya dişi bir buzağı verilir. Kırk sığırdan altmış sığıra kadar iki yaşını doldurmuş erkek veya dişi buzağı verilir. Altmış sığırdan ise birer yaşını doldurmuş iki buzağı verilir. Yetmiş olursa birisi bir yaşını doldurmuş buzağı, diğeri iki yaşını doldurmuş bir dana verilir. Seksende iki yaşını doldurmuş iki dana, doksan olursa bir yaşını doldurmuş üç buzağı verilir. Yüz olursa; ikisi birer yaşını doldurmuş, birisi iki yaşını doldurmuş üç dana verilir.
Sığır ile manda arasında fark yoktur, ikisi de bir cins sayılır. Karışık oldukları takdirde birbirine ilâve edilir.
Develerin nisabı beştir. Beş deveden dokuz deveye kadar bir koyun, onda iki, on beşde üç, yirmide dört koyun verilir. Yirmi beşde iki yaşında bir dişi deve yavrusu verilir. Otuz beş deveye kadar bir şey verilmez, otuz altı olunca, kırk beşe kadar üç yaşında bir dişi deve verilir. Kırk altıda dört, altmış birde beş yaşında bir dişi deve verilir. Yetmiş altı olursa üç yaşında iki dişi deve, doksan birden yüz yirmiye kadar dört yaşında iki dişi deve verilir. Bundan sonra yüz kırk dörde kadar dört yaşında iki dişi devenin üzerine her beş devede bir koyun eklenir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde ekinleri ve meyveleri yaratanın kendisi olduğunu beyan buyuruyor:
"Çardaklı ve çardaksız cennet gibi üzüm bağlarını, tadları ve yemişleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, zeytin ve narları, birbirine hem benzer hem de benzemez bir halde meydana getiren hep Allah'tır." (En'am: 141)
Onlardan bir kısmı çardaklı olup, yüksek ağaçlar üzerine konulmuştur. Bir kısmı da çardaksız olarak, tarladaki hâliyle bırakılmıştır.
İnsanlar için meyve ve azık veren hurma ağaçlarını, yarattığı gibi; meyve ve tanelerinin rengi, tadı, hacmi ve kokusu farklı olan çeşitli gıda maddeleri veren türlü ekinleri yaratmıştır.
Allah-u Teâlâ bütün bu nimetleri yaratmasındaki ihsan ve iyiliği ortaya koyarak, bu nimetlerden faydalanmada helâl ve mubah oluşun asıl olduğunu belirtmek üzere şöyle buyuruyor:
"Herbiri mahsul verdiği zaman mahsulünden yiyin." (En'am: 141)
Buradaki emir mubahlık ifade eder. Bu tür meyveler yetişip olgunlaştığında herbirinin meyvesinden, hurmasından ve üzümünden yiyin.
Bununla beraber:
"Hasat zamanı devşirildiği ve toplandığı gün de hakkını verin." (En'am: 141)
Bağ, bahçe ve hububat gibi Allah-u Teâlâ'nın verdiği nimetlerden yemek mubah olduğu gibi, toplandığında da fakir fukaranın hakkını unutmamak gerekmektedir.
"İsraf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez." (En'am: 141)
Hepsini tasaddukta bulunup da, bunun sonucunda kendinizi muhtaç bir halde bırakmayınız, çoluk çocuğunuzun geçimini zorlaştırmayınız. Böyle yapmakla bu nimetlerin kadrini bilmemiş olursunuz. Çünkü israf eden kimseler, hakları yok ederler ve hadleri aşarlar.
İnsanın kazandığı malı zekât nisabına ulaşınca zekât farz olduğu gibi, topraktan alınan her türlü mahsulden, ağaçlardan alınan her türlü meyvelerden de "Öşr-i şer'î" adı ile zekât vermek farzdır.
Bu hususta diğer bir delil de şu Âyet-i kerime'dir:
"Ey inananlar! Kazandıklarınızın temizlerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan (Allah için) sarfedin.
Size verilirse göz yummadan alamayacağınız kötü ve değersiz şeyleri sakın vermeye kalkmayın. Biliniz ki Allah ganidir, övülmeye lâyıktır..." (Bakara: 267)
İhsanda bulunanlara en güzel bir şekilde karşılığını verecektir.
Bugün bu emr-i ilâhî bilinmiyor veya bilinse de verilmesi ihmal ediliyor. Halbuki vermeyenler haram yemiş ve dolayısı ile de günahkâr olmuş olurlar.
Hatta öyle ki eğer bir kimse mahsul zekâtı olan öşürü vermeden ölürse, borçlu olduğu öşür miktarı terikesinden alınır. Diğer malların zekâtı öyle değildir, yani mirasçılar isterlerse verirler. Ölenin vasiyeti varsa o takdirde verilmesi gerekir.
Daha öşrü verilmemiş olan hububattan veya ağaç üstündeki meyvelerden yemek doğru değildir. Ancak öşrünü hesap edip ödemek niyetiyle yenilmesi helâl olur.
Öşür zekâtında itibar araziyedir, mal sahibine değildir. Bu bakımdan akıl ve büluğ şartı aranmaz, deli ve bunağın mahsulüne de farzdır.
Öşürde nisab şartı, aradan bir yıl geçmesi şartı da yoktur. Senede bir kaç mahsul alınsa bile, her defasında zekâtlarının fakir müslümanlara mutlaka verilmesi gerekir.
Azla çoğun farkı yoktur. Zira azdan az, çoktan çok verilir. Şu kadar var ki, çok bile olsa ev bahçesindeki meyve ve sebzeler için öşür verilmez.
Dağlardan ve kimseye âit olmayan dağ ağaçlarından toplanan meyvelerden de öşür verilir.
Toprağa bağlı ağaçlara zekât düşmez, meyvelerine düşer.
Sahibinin elinde olmayan her hangi bir sebeple mahsul yok olursa zekât kalkar.
Bu hususta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Nehirlerle yağmur sularının suladıkları mahsullerde öşür (yani onda bir) alınır. Hayvanla sulanan mahsullerde öşrün yarısı (yani yirmide bir) alınır." (Müslim: 981 - Ebu Dâvud: 1597)
Hadis-i şerif yağmur ve nehir suları ile sulanan mahsullerden onda bir yani yüzde on öşür verilmesi icabettiğine, hayvanla sulananlarda ise meşakkat ve masraf daha çok olduğu için yirmide bir yani yüzde beş öşür verilmesi icabettiğine delildir.
Muaz bin Cebel -radiyallahu anh- şöyle buyurmuştur:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana, semâdan inen suyun suladığı mahsulden tam öşür (yani onda bir), âletle çıkarılan suyun suladığı mahsulden yarım öşür (yani yirmide bir) almamı emretti." (Nesâî)
Fakat günümüzde masraflar çok değişmiştir. Suya para verilmekte, sulamak için motora, biçilmesine, dövülmesine masraf yapılmakta, yakıta, ilâca, gübreye, ameleye para verilmekte, bir ürünü elde etmek için kat kat masraf yapılmaktadır. Dolayısıyle bu durumlarda da yirmide bir yani yüzde beş vermek gerekir.
Bu, Ümmet-i Muhammed'e bir kolaylıktır. Veren vermiş, alan da almış olacak. Verene kolaylık, alana nimet olacak.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in oğlu Abdullah -radiyallahu anh- der ki:
"Babam Ömer, Nebat halkından buğday ve zeytinyağından öşrün yarısını (yani yirmide bir nisbetinde) alırdı. Bu davranışıyla kastı Medine'ye bunlardan çokça gelmesini sağlamaktı. Kıntiyye (denen buğday ve arpa dışında kalan nohut, mercimek, bakla nevinden tahıl) dan da öşür (yani onda bir) alıyordu." (Muvatta)
Buğday, arpa, pirinç, mercimek, nohut, darı, susam, fiy... gibi hububat çeşitleri, baklagiller, kokulu bitkiler, gül, çay, tütün, şeker kamışı, şeker pancarı, bal, pamuk, yonca, karpuz, kavun, zeytin, hurma, salatalık, patlıcan, domates, soğan, sarımsak... vb.
Müslümanların ellerinde bulunan araziler hukuki yönden kısımlara ayrılmıştır.
1- Öşür Arazisi: Bunlar, isteyerek müslümanlığı kabul edenlerin ellerindeki topraklarla, harp neticesinde zorla fethedilip ganimet olarak İslâm mücahidlerine taksim edilen ve mülkiyet olarak verilen arazilerdir. Bu arazilerden öşür adı altında zekât alınır.
2- Harac Arazisi: Bunlar sulh yoluyla veya zorla fethedilip, eski gayr-i müslim sahiplerine veya başka gayr-i müslimlere mülk olarak verilen arazilerdir. Bu arazilerden harac adı altında vergi alınır. Bu topraklar öşre tâbi değildir.
Alâ bin Hadramî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
"Resulullah Aleyhisselâm beni Bahreyn'e veya Hecer'e gönderdi. Ben orada iki kardeş arasında müşterek olan bir bağdan vergi almak üzere giderdim. Kardeşin biri müslüman ise, onun payına düşenden öşür, müşrikten de harac alırdım." (İbn-i Mâce)
Demek oluyor ki müslüman olan kimse zekâtla, kâfir ise haracla mükelleftir.
Günümüzdeki müslümanların ellerindeki topraklar için "Öşrî" veya "Haracî" diye bir mesele kalmadığına göre; müslümanların ellerindeki toprakları geçmişteki durumuna göre değil de "Öşür arazisi" olarak kabul etmek gerekir.
Bu memleket İslâm beldesidir ve günümüzde bulunan araziler devlet tarafından halka mülk olarak verilmiştir. Zekât öşrî arazide gerekli olduğu gibi, haracî olan arazinin sahipleri müslüman oldukları zaman veya müslümanlar tarafından satın alındığı zaman artık o arazi haracî değil öşrî statüsüne girip zekâtının verilmesi gerekli olur.
Binaenaleyh zekât verildiği gibi öşür de vermek gerekir. Zekât farz olduğu gibi öşür de farzdır. Her ikisi de fakirin hakkıdır.
• Altın, gümüş, bakır, nikel, demir, kurşun gibi ateşte eriyen madenlerden beşte biri zekât olarak çıkarılır ve geriye kalan beşte dördü arazi sahibinin veya sahibi yoksa bulanındır.
• Kireç, alçı, yakut, elmas gibi erimeyen madenlere zekât düşmez. Bunların tamamı sahibinindir, sahibi yoksa bulanındır.
• Su, tuz, zift, petrol... gibi sıvı madenlerden de zekât alınmaz, tamamı arazi sahibine aittir. Ticarette kullanılanların gelirlerinin ticaret eşyası gibi zekâtı verilir.
• Üzerinde müslümanlara âit bir yazı veya işaret olan defineler yitik hükmüne girerler. Bunları bulanlar fakir iseler kendilerine harcarlar, değilseler fakirlere verebilirler.
• Üzerinde müslüman olmayan milletlerin işareti olan defineler beşte bire tâbidir. Beşte dördü arazi sahibine, arazinin sahibi yoksa bulana ait olur.
• Bir kimse kendi mülkünde define bulursa tamamı kendisine ait olur, beşte bir zekâtı yoktur.
• İnci, mercan, balık... gibi denizden çıkarılan şeylere zekât düşmez. Ticaret için kullanılırsa zekâtı verilir.
Ana-baba, dede ve ninelere, oğul, kız ve torunlara, karı veya kocadan herbiri diğerine, zekât vermekle mükellef bulunanlara, gayr-i müslim fakirlere zekât verilmez.
Zekât verilmesi câiz olmayan kimselere bile bile zekât vermek, verilmemiş hükmündedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Malının zekâtını zekât düşmeyen kimseye veren, zekât vermemiş gibi olur." (Tirmizî)
Fâsık olanlara zekât verilemeyeceği gibi, dinde bölücülük yapanlarada zekât verilmez.
Çünkü bir başka Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Fâsığa ikram eden kimse İslâmiyet'in yıkılmasına yardım etmiş olur." (Münâvi)
Zekât fakirin hakkıdır. Bunlar ise fakirin boğazındaki lokmayı alıyorlar, süse lükse harcıyorlar.
Size yol tarif ediyoruz. Binaenaleyh bölücülere veren itimat edin bir daha vermek zorundadır.
Bir müslüman sahip olduğu zekât malının miktarını bir yere yazmalı, zekâtın mutlaka hesabını yapmalıdır. Hesabı yapıldıktan sonra da belki boşluk kalmıştır diye fazla vermelidir. Saçıp savurmak da doğru değildir. Birden verirse, yarın veremeyecek hâle gelinebilir.
Zekât verecek olan bir kimse, sene dolmadan evvel zekâtını verebileceği gibi, gelecek bir kaç senenin zekâtını da önceden verebilir.
Senenin dolmasını beklemeden, zekât niyetiyle mübrem ihtiyaçlılara ödemede bulunmak daha iyidir. Verdikçe kaydedilir, sonunda hesabı yapılır. Fazla çıkarsa gelecek senenin zekâtına sayılır, az ise tamamlanır.
Diyeceksiniz ki Ramazan-ı şerif'te vermek daha çok sevaplıdır. Ramazan-ı şerif'te herkes veriyor. Sen yapacağını Allah için yap, rızâyı gözetle, ötesini bırak. İhtiyaç zamanında ver, yeter ki ver...
Zekât, fakir borçludaki alacağa sayılmaz.
Başka birinden alacağı olan kimse, alacağını aldığı vakit, geçen seneler için zekâtını verir.
Akrabaların fakir çocuklarına verilen bayram bahşişleri bile, niyet ile zekât yerine geçer. Yalnız çocuklar kâr ve zararı ayırt edebilecek yaşta olmalıdırlar.
Bir kimse, hanımının başka kocadan olan fakir çocuklarına zekât verebilir.
Zekât hesap edilirken kadının malı erkeğin malına ilâve edilmez.
Zekât fakirlere helâldir. Zenginin zekât alması ise haramdır.
Fâiz alandan da fâiz verenden de zekât alınmaz.
Borcun kul borcu olması gerekir. Yoksa kefâret, adak ve hacc'ın farz oluşu gibi borçlar zenginin zekât vermesine mani değildir.
Vergi borçları, borç hükmündedir. Nisabdan düşülür.
Senetlerin veya çeklerin hepsi alacak veya borç hükmündedir.
• Zekâtı gönül hoşluğu içinde ayırıp vermelidir.
• Kazancın en helâlinden ve en hayırlısından vermelidir.
• Zekâtı gizli olarak çıkarıp vermek daha faziletlidir. Çünkü bu durum gösterişten uzaktır.
• Zekâtı vermekte acele etmelidir. Çünkü Allah-u Teâlâ'nın emirleri, acele yerine getirilmesi gereken işlerdendir.
• Fakirliğini gizli tutanları, hastalıklı ve âilesi kalabalık olanları, zâhid ve takvâ sahibi kimseleri bilhassa arayıp bulmak gerekmektedir.
Bir çok Aşevleri'nde fakirlere aş dağıtılmaktadır:
• Zâhid ve takvâ sahibi olanları,
• Fakirliğini gizli tutanları,
• Hastalıklı ve âilesi kalabalık olanları bilhassa arayıp bulmak lâzımdır.
• Fâiz alana ve verene,
• Süslü lükslü hayat sürene,
• Keyf için evine televizyon alana aş verilmez.
• Fâsıklara da verilmez, zira verilirse fıskının artmasına vesile olur.
Vergi kesinlikle zekât yerine geçmez. Çünkü her ikisinin gayeleri, sarf edilecek yerleri, miktarları birbirinden apayrıdır.
Zekâtın devlet eliyle alınması:
"Onların mallarından zekât al." (Tevbe: 103)
Âyet-i kerime'si ile ifade edilmiştir.
Asr-ı saâdet'te zekâtlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ve onun görevlendirdiği memurlara verilirdi. Ondan sonra halife olan Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-e veya tayin ettiği memurlara, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- devrinde de yine kendisine veya zekât memurlarına veriliyordu.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh-in hilâfeti zamanında da aynı şekilde devam etmişse de, onun şehid edilmesinden sonra müslümanların bir kısmı zekâtını devlete vermekte devam ettiler, diğer bir kısmı da kendileri dağıtmaya başladılar. Bu uygulama o günden bu güne kadar bu şekilde devam edegelmiştir.
Binaenaleyh İslâm devletinde toplanan zekâtlar Beytülmâl'e konulur, devlet üzerine aldığı fakirin hakkını yine fakirlere sarfeder, Tevbe Sûre-i şerif'inin 60. Âyet-i kerime'sinde tespit edilen yerlere harcar. Zekât her şeyden önce bir ibadettir ve dinin gereğidir. Bu ibadet dinin emrettiği şekilde yapılır.
İslâm yaşanmıyorsa bu durumlar nazar-ı dikkate alınmadığı için, verilen vergiler hâliyle zekât yerine geçmez. Günümüzde her hâlükârda malın zekâtını çıkarıp vermek, mal sahiplerine âit bir vecibe durumuna gelmiştir.
Aslî ihtiyaçlardan başka en az nisab miktarı bir mala sahip olan her müslümanın vermesi vâcip olan ve yiyeceklerle takdir edilen bir sadakadır.
Fıtır sadakasının vâcipliği Ramazan Bayramı sabahı, sabah vaktinin girmesi ile başlar. Ancak bayramdan önce vermek câizdir. Böylece yoksullar bununla, bayram namazından çıkmadan önce ihtiyaçlarını karşılamış olurlar. Bayramdan sonraya bırakılması ile bu sadaka düşmez, kaza edilmesi gerekir.
Nisabdan murad, 200 dirhem (561.2 gram) gümüş veya 20 miskal (80.18 gram) altın veyahut bunların kıymetlerine muâdil bir maldır.
Bunda nisabın büyüyücü, artıcı olması ve üzerinden bir yıl geçmesi şart değildir.
Her zekât veren mükellefe fıtır sadakası vermek vâcip olduğu gibi, zekâtta nisaba girmeyen bazı mallara sahip olan kimselere de fıtır sadakası vâcip olur.
Meselâ bir kimsenin aslî ihtiyaçları dışında nisab miktarı değerinde fazla eşyası, ihtiyaç dışı ev ve arazisi olursa, bunların üzerinden bir yıl geçmese bile zengin sayılır. Fıtır sadakası vermesi gerekir. Çünkü bu sadakada nisab için ticaret niyeti aranmaz.
Fitre, verileceği yerler bakımından her durumda zekâtın benzeridir. Bir kimse eşine, anne-babasına, çocuk ve torunlarına fitresini veremez.
Kurbanın nisabı da fıtır sadakasının nisabı gibidir. Bu gibi kimselerin kurban kesmeleri vâciptir.
Bir kimsenin kurban kesmesi için bütün vakitlerinde zengin olması şart değildir. Kurban Bayramı günlerinin başında veya sonunda zengin bulunması kurbanın vücubu için yeterlidir.