Alman tarihçiliğinde önemli bir yere sahip olan W. Friedrich Giese’nin “Das Problem der Entstehung des Osmanischen Reiches” adlı makalesinde Gibbons örneğinden yola çıkarak, Avrupa’lı tarihçilerin çoğunun temel yanılgı noktası olarak gösterdiği “olaylara Avrupa merkezinden bakma” saplantısı, onun isabetli bir çıkarımla “XIII. yüzyılın siyasî ve kültürel mücadelelerinin bir sonucu” olarak nitelendirdiği Osmanlı Devleti’nin kuruluşu konusunda yalnız Amerika’lı tarihçi Gibbons’ın değil, daha pek çok Avrupa’lı tarihçinin çürük ve dayanaktan yoksun iddiâlarının temelini teşkil etmiştir.
Asırlar boyunca cihâna hâkim olmuş, tüm dünya tarihini derinden etkileyecek büyük bir devlet kurduklarında şüphe olmayan Osmanlılar’ın atalarının, bu derece güçlü ve prestijli bir devlet alt yapısını nereden aldıkları ve nasıl sağladıkları, hâl-i hazırda Orta Asya’dan inme bir göçebe topluluğundan ibâret olan bu “taşra” insanlarının, normalde bilmemeleri gereken “bürokrasi” yi ve “devlet geleneği”ni hangi örneğe göre kurguladıkları soruları; Gibbons’un, Osman Gâzî’nin “asil bir soya mensup olmadığı” (!) tezi ekseninde geliştirilmiş daha pek çok ilginç ve spekülatif görüşün “bilim” adına ortaya atılmasına sebebiyet vermiştir.
Osmanlılar’ın devlet geleneğini bilmekten, şehir yaşantısını özümsemekten yoksun olduğu iddiâsı, kaynaklarda yaklaşık elli yıla yakın bir süreyi Bithynia’da geçirdiği tekrarlanan Ertuğrul Gâzî’nin Selçuklular’a bağlı bir coğrafyada, bir “devlet” e bağlı olduğu halde nasıl “devlet geleneğini öğrenemediği” sorusunu beraberinde getirmekle kalmaz; iddiâcıların bu akla zarar “hipotez” lerinin hemen arkasından “Bizanslı muhtedîler” i öne sürmelerinin altında, küçümseme amaçlı siyâsî başka etkenlerin mi devreye girdiği ihtimâlini de ciddî anlamda sorgulamayı gerektirir.
Osmanlılar’ın kökeni ve sosyal menşei hakkında, yazdıkları ilginç ve yoğun spekülasyon içerikli makaleleriyle tanınan Aldo Gallotta, Colin Imber ve Rudi Paul Lindner gibi araştırmacıların, çoğu kez birbirinden kopuk ve alâkasız şekilde geliştirdikleri tarih tezlerinde buluştukları yegâne ortak nokta, “Osman’ın bir asilzade olmayıp; köylü mü, çiftçi mi, yoksa göçebe mi olduğu” yönündeki rivayetlerin sorgulanmasıdır.
Osman Gazi’nin “Kayı boyundan olduğu” ve Selçuklu saltanatının çöküşünden sonra “Kayı önde gelenleri tarafından farklı bir konuma oturtulduğu” rivâyeti de aynı kroniklerde yer almasına rağmen, bu rivâyete -herhangi bir delil öne sürmeden- peşinen “uydurma” damgası vuran; yani kendi zâviyelerinden “bilimsel” hiçbir kaygı gözetmeksizin, keyfî yönde ortak bir tercih yapan bu isimler, işin daha en başında konuya “Avrupa merkezli” yaklaştıklarını gösteren ilginç varsayımlar ortaya atmışlardır. Örneğin; Osman Gâzî’nin “asil” olmasını önleyip “çiftçi” olmasını gerektiren en büyük sebep, bu tarihçilere göre onun hâl-i hazırda bir “göçebe” olmasıdır. Ortaçağ’ın sosyal sınıflar arasında sıkı bir ayrılık olduğu esasını vâz eden “feodaliter yaklaşım”ının açık bir yansıması olan “Avrupa” çıkışlı bu görüş, “bir çiftçinin veya göçebenin hiçbir zaman asil olamayacağı”; ya da tersinden bakarsak “bir asilzadenin aslâ çiftçilik yapamayacağı ya da göçebe olmayacağı” ilkesini (!) sosyal bir zorunluluk olarak tereddütsüz kabul etse de, ilk bakışta çok makûl gibi gözüken bu tez, konuya “Şark” merkezli bakıldığında tam bir safsataya ve isâbetsiz bir lâf yığınına dönüşür.
Çünkü temelde İslâm kültür ve medeniyetinin öngördüğü kıstaslar ekseninde şekillenen Osmanlı kültür ve medeniyetine göre, bütün peygamberler kendi zamanlarında “çoban”lık yapmış olduklarından, bir asilzadenin “çoban”lık yapması onlar adına aslâ alçaltıcı bir durum teşkil etmez, aksine toplumun üst düzey statülerinden birini temsil etse bile mânevî değerlerini her şeyden önde tutan o “soylu”nun, ne kadar yüksek bir statüye sahip olursa olsun, sahip olduğu gücün baş döndürücü havasına kapılıp da “ahlâkî ve insânî değerler”e bağlılığını yitirmediğini ve izini takip ettiği dinî önderler ve aynı ortak değerleri paylaştığı halk kitlesinden kendisini üstün görmediğini “övgüye değer bir haslet” olarak icrâ ettiğini gösterir.
Oysa yukarıda görüldüğü üzere, feodaliter geçmişe sahip bir Avrupalı’nın nazarında imkân dahilinde bile gözükmeyen bu durum “ahlâkî bir erdem” değil, o “soylu” kimse adına bir “utanç vesîlesi” dir.
Buna ilişkin örnekler daha da çoğaltılabilir:
Sözgelimi; Osman Gâzî’nin “çiftçi”liğine benzer şekilde diğer padişahların, meselâ asırlar sonra, XX. yüzyıl gibi “göçebe” liklerinden eser dahi kalmayan bir çağda yaşayan Sultan II. Abdülhamid’in de -resmî statüsüne aykırı (!) bir şekilde- “marangozluk”la iştigâl etmesi, Orhan Gâzî’nin -yukarıdaki anlayışa ters düşecek bir biçimde- “Peygamber -s.a.v.- de halkla yemek yemiştir!” diyerek sıradan halkla birlikte oturup yemek yemesi; hattâ tüm Osmanlı pâdişahlarının -sanki başka işleri güçleri yokmuş gibi- (!) sürekli halkın arasına girmeleri ve kendilerinin “soylu” olduklarını düşünmeksizin, en alt statüdeki bu “sıradan” insanların -üstelik kıyafetlerini üzerlerine giyerek- aralarında tebdîlen gezinmeleri, hazineden aldıkları maaşa karşılık bu “alt tabaka” insanları gibi “olmadık” sanatlarla iştigâl etmeleri… gibi örnekler, meseleye “Avrupa merkezli” bakarak, bu hânedanın kurucusunu gerçek bir “Sultan” görmeyenlerin değil, ancak “Şark merkezli” bakan bir bilim adamının anlayabileceği işlerdir.
Osman Gâzî’nin “çiftçi” liğinden farksız olan bu gibi örnekler, bütün dünyaca “soyluluk” larında ve “Sultan” lıklarında şüphe edilmeyen bu “hânedan” üyelerini nasıl ki “asâlet” lerinden ve “hükümdarlık” larından soyutlamıyorsa; aynı durum onların büyük “ata” ları için de geçerlidir.
Bu örnekten yola çıkılacak olursa; önceki durum ve pozisyonu ne olursa olsun, sonradan “Sultan” olduğu âşikâr olan Osman Gâzî’nin, bu yaklaşıma göre “Sultan” olsa bile sıradan bir “Sultan” gibi hareket etmiş olması zaten beklenemez.
“Statü”yü her şeyden üstün ve önde tutan böyle bir bilinçaltından çıkan spekülatif görüşlere bakılırsa, sonradan bir şekilde “Sultan” olmuşsa da, onun “göçebe” liği nedeniyle yaptığına “gazâ” gözüyle bakılmayıp “yağma” kılıfı geçirilmesi; ya da “Müslüman” olmayıp “bozkır iklimine daha uygun olan Şamanist” bir inanca sahip olduğunun düşünülmesi, veya -içinde ne kadar uzun yaşarsa yaşamış olsun- “devlet ve bürokrasi geleneği”ni, bağlı bulunduğu yerleşik hayata sahip “Sultan” dan değil de, mallarını yağmalarken karşılaştığı (!) “Hıristiyan komşularından öğrendiği” fikrinin kabul edilmesi, sözümona “objektif ve modern tarihçi” liğin vazgeçilmez şartlarından, daha net bir ifadeyle “olmazsa olmazlarından” (!) biridir.
Kuruluş Osmanlılar’ı hakkında bu gibi gülünç ve spekülatif yaklaşımlar türetmeyi “tarihçilik” zannedenlerin, iki asır sonra “bu dönem tarihini yazanlar”ı, ancak bu kez yaşadıkları zamanı bile hesaba katmadan, bu sözde “barbar yağmacılar” hakkında “oturduğu yerde yalanlar uyduran” birer “sahtekâr” olarak göstermelerini ise, herhâlde bu durumda “hızlarını alamama”larının bir sonucu olarak değerlendirmek gerekecektir.
Aksi düşünüldüğünde durum tam bir felâkettir, hatta felâketin de ötesindedir. İlk Osmanlılar’a -yine aynı müverrihlerin rivâyetlerine dayanarak- “Göçebedir, ne yapsa yeridir” damgası vurup da, üzerlerine dinî, sosyal, siyâsî ve etnik her türlü muhâlif “kılıf”ı geçirmeyi revâ görenler, iddiâlarına dayanak yaptıkları “göçebe Türkmen” rivâyetlerinin de râvîsi olan bu “uydurmacılar”ı acaba neden tutup da kendilerine referans olarak seçmişlerdir? Veyâ bu râvîlerin -güyâ asılsız olan- “rivâyet”lerinden “sadece istediklerini” cımbızla seçip, haddini ve maksadını fazlasıyla aşan bu denli büyük iddiâlarına dayanak yapmakla kendi kendilerini rezil mi etmek istemişlerdir?
Kaldı ki bunlar, olaylara “Avrupa merkezli” bakan ve Şark’ın geçmişe yönelik tüm teâmüllerini fütursuzca aşağılayan bu gibi spekülatörlerin “felâket” ten ziyade “felâketin de ötesi” dediğimiz çarpıcı çelişkilerinden sadece birkaç tanesidir.
Fakat görüldüğü üzere; bu birkaç örnek bile Giese’nin dediği gibi, Osmanlı kuruluş meselelerine “Avrupa’lı gözüyle bakma”nın sakıncalarını ve doğurduğu çirkin sonuçları özetlemeye yetmektedir.