Hudeybiye'de müslümanlarla müşrikler arasında yapılmış olan antlaşmanın maddelerine göre Arap kabileleri iki taraftan biriyle anlaşıp birleşmekte serbestti. Bu antlaşma Arabistan'ın diğer kabilelerine de iki taraftan birinin himayesine girmek hakkını tanıyordu. Antlaşma yapıldıktan sonra Huzâa kabilesi bu hakka dayanarak müslümanların himayesini kabul etti. Bekir oğulları kabilesi de Kureyşliler'in himayesini kabul etti. Halbuki Huzâa kabilesi ile Bekir oğulları birbirleriyle geçinemezlerdi. Aralarında kanlı savaşlar bile olmuştu. Huzâalılar'la Hâşimîler arasında ise İslâm'dan önce yapılmış bir ittifak vardı. İslâm'ın doğuşundan sonra da Huzâalılar bu ittifâkı unutmamışlar, her zaman Resulullah Aleyhisselâm tarafını tutar olmuşlardı. Müslümanlarla ilgili Mekke-i mükerreme'de olup biten her şeyi gizlice Resulullah Aleyhisselâm'a bildirirlerdi. Hendek savaşı hazırlığını da onlar haber vermişlerdi.
Hicret'in sekizinci yılının Şaban ayında Kureyş'in himayesine güvenen Bekir oğulları, bir gece Resulullah Aleyhisselâm'ın himayesinde bulunan Huzâalılar'a birdenbire saldırdılar. Kureyşliler de Bekir oğulları kabilesine silâh vermişler ve kıyafetlerini değiştirerek onlara gizlice yardımda bulunmuşlardı. Bu baskın hâdisesinde Huzâalılar'dan yirmi üç kişi ölmüştü.
Bu saldırı üzerine Amr bin Sâlim başkanlığında Huzâalılar'dan kırk kişilik bir heyet, Medine'ye koşup Kureyş'ten şikâyet ederek Resulullah Aleyhisselâm'dan yardım istediler.
Anlattıklarına göre Huzâalılar Harem-i şerif'e sığındıkları halde, Bekir oğulları, reisleri olan Nevfel'in: "İntikam fırsatını kaçırmayın!" demesi üzerine Harem'e hürmet etmeyerek üzerlerine hücum etmişlerdi.
Kureyş'in Bekir oğulları kabilesi ile birleşerek Huzâa'ya saldırması açıktan açığa Hudeybiye antlaşmasını ihlâl etmek demekti. Resulullah Aleyhisselâm bu durumu tafsilâtıyla öğrenince çok üzüldü. Huzâalılar'a yardım vaadinde bulundu. "Huzâalılar'a yardım etmezsem yardımsız kalayım; hem de kendime ve yakınlarıma yardım eder gibi." buyurdu ve onları yurtlarına geri gönderdi. Mekkeliler'e de sert bir ültimatom göndererek şu üç tekliften birinin kabul edilmesini kendilerine bıraktı:
1. Ya öldürülen Huzâalılar'ın âilelerine diyet ödenecek,
2. Veya Bekir oğulları kabilesini himaye etmekten vazgeçilecek.
3. Bu iki şarttan biri kabul edilmediği takdirde Hudeybiye antlaşması bozulmuş sayılacak.
Kureyşliler zaten hoşlanmadıkları üçüncü teklifi kabul ettiklerini bildirdiler. Artık antlaşma resmen bozulmuş oluyordu.
Aradan kısa bir zaman geçmedi ki Kureyş'in ileri gelenlerinin içini bir telâş kaplamaya başladı. Antlaşmayı bozmanın doğuracağı vahim neticeyi düşündükçe yüreklerini korku sardı, hatalarını anladılar ve barışın yenilenmesi için Ebu Süfyan'ı Medine-i münevvere'ye kadar yolladılar. Fakat geç kalmışlardı, iş işten geçmiş bulunuyordu.
Ebu Süfyan daha henüz Medine-i münevvere'ye gelmeden önce Resulullah Aleyhisselâm işin neticesini Ashâb'ına haber verip şöyle buyurmuştu:
"Ebu Süfyan Hudeybiye Antlaşmasını takviye etmek ve müddeti uzatmak için yanıma gelmek üzeredir. Fakat bu arzusuna eremeden öfke ile geri dönecektir."
Ebu Süfyan Medine-i münevvere'ye gelince şaşırakaldı. Çünkü Medine bu haberle çalkalanıyor, herkes bu hadiseden bahsediyordu. Doğrudan Resulullah Aleyhisselâm'la görüşmeye cesaret edemedi. Onun için önce kızına gitti. Kızı Ümmü Habibe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in aracı olmasını isteyecekti.
Kızı babasını içeri aldı. Resulullah Aleyhisselâm'ın oturduğu yere onu oturtmak istemediği için, minderi toplayıp kaldırdı. Bunun farkına varan Ebu Süfyan: "Kızım, minderi mi bana, beni mi mindere lâyık görmedin?" diye sordu. Ümmü Habibe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:
"O Resulullah'a âittir. Sen ise müşriksin, pissin. O mindere oturmaya lâyık değilsin!" diye cevap verdi.
Çünkü bir müslümana göre akrabalık başka şey, iman birliği daha başka şeydi.
Kızının bu davranışı karşısında Ebu Süfyan:
"Vallâhi kızım, bizden ayrılalı sana bir hâl olmuş!" demek zorunda kaldı.
Kızının yanından öfke ile ayrılan Ebu Süfyan, Resulullah Aleyhisselâm'a başvurdu ise de bir cevap alamadı. Ashâb-ı kiram'ın ileri gelenleri ile bir bir görüştü, barışın yenilenmesi için desteklerini istedi. Fakat bütün gayretleri boşa çıktı, hiçbir netice elde edemedi. En son olarak Hazret-i Ali -radiyallahu anh-in tavsiyesi üzerine Mescid-i nebevî'ye gelen halka karşı: "Ey insanlar! Ben iki tarafı himayeme alıyor, Hudeybiye antlaşmasını yeniliyorum. Kimse benim ahdimi bozmaz!" dedi, fakat kimseden bir cevap bile alamadı, devesine bindi, ümitsiz olarak Mekke yolunu tuttu. Gördüklerine çok içerlemişti. Hiç kimseye söz geçirememiş, kendi kızına bile meram anlatamamıştı.
Ebu Süfyan dönüşünde olup bitenleri Kureyşliler'e anlattı, kendiliğinden barış ilân ederek döndüğünü söyledi. Kendisini dinleyenler:
"Sen hiçbir şey yapmamışsın! Kendi kendine ilân ettiğin barışın ne hükmü vardır? Sen bize sulh haberi getirmedin ki, emin olalım. Harb haberi getirmedin ki, hazırlanalım." diye söylenmeye başladılar.
Ebu Süfyan bin Harb Mekke'ye döndükten sonra, Resulullah Aleyhisselâm savaşa karar verdi. Bir sabah namazından sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-i yanına çağırdı, onun görüşünü sordu. Sonra Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in reyini aldı ve hemen hazırlıklara başladı. Kendisiyle müttefik olan kabilelere haberler gönderdi. Bütün askerlerin Medine'de toplanmalarını istedi. Uzaktaki müttefik kabilelere de kendi yurtlarından geçerken orduya katılmaları, yerlerinde beklemeleri emredildi. Mekke'ye karşı büyük bir sefer yapılacaktı. Bütün hazırlıklar gayet gizli idi. Mekke'nin bütün yolları bağlanmış, bu vazife Huzâa kabilesi'ne bırakılmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm kendini Necid tarafında meşgul göstermek, dikkatleri başka tarafa çekmek için Ramazan ayının başında Ebu Katâde -radiyallahu anh-i askeri bir birlik ile Suriye yolu üzerindeki Îdâm vâdisi taraflarına gönderdi.
İslâmiyet'in doğuşundan beri Kureyşliler'in, Mekke devrinde olsun, Medine devrinde olsun, müslümanlara karşı yapmadıkları kötülük kalmamıştı. Hatta müslümanlığı ortadan kaldırmak ve Medineliler'in Resulullah Aleyhisselâm'ı kendilerine teslim etmeleri için üç defa Medine'ye saldırıda bulunmuşlardı. Artık bu cânileri cezalandırmak zamanı gelmişti.
Müslümanlığın temeli olan Tevhid inancının en büyük âbidesi Kâbe-i muazzama idi. Fakat içi ve dışı üç yüz altmış tane put ile doldurulmuştu. Bu putları temizlemek, Tevhid inancının merkezinde puta tapıcılığı ortadan kaldırmak esasen Resulullah Aleyhisselâm'ın en büyük gayesi idi.
Hedef resmen ilân edilmemekle birlikte Medine'de topyekün sefer hazırlığı görünümünde fetih hazırlığı sürdürülmekteydi.
Harp malzemeleri temin ediliyor, develere denkler yükleniyor, atlar eğerleniyordu.