Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Allah-u Teâlâ'nın Sevgilileri'nin İfşaatlarınaİzah ve Açıklamalar (129) - DÂVUD BİN MAHMUD EL-KAYSERÎ - Kuddise Sırruh- (9) - Ömer Öngüt
DÂVUD BİN MAHMUD EL-KAYSERÎ - Kuddise Sırruh- (9)
Allah-u Teâlâ'nın Sevgilileri'nin İfşaatlarınaİzah ve Açıklamalar (129)
Dizi Yazı - Hatm'ül Evliya Hakkında İzah ve Açıklamalar
1 Mart 2017

 

Allah-u Teâlâ'nın Sevgilileri'nin İfşaatlarına
İzah ve Açıklamalar (129)

DÂVUD BİN MAHMUD EL-KAYSERÎ -Kuddise Sırruh- (9)

 

İlâhî Bir Sıfat Olan Velâyet'le Hakk'tan Vâsıtasız Olarak Alınan İlim (1)

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)

İşte Allah-u Teâlâ'nın talebesi bunlardır. Hepsinin bir talebesi vardır, bunlar da Allah-u Teâlâ'nın talebesidir. Çünkü onu huzuruna alıyor, yüzü ile yöneliyor, dilediğini akıtıyor, konuşuyor, görüşüyor ve bildiriyor.

Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri "el-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Meânî Fusûsu'l-Hikem" adlı eserinde; Hâtemü'l-evliyâ'nın tıpkı resul, nebi ve velilerle Hakk arasında bir vâsıta olması gibi, kendisinin "Hâtemü'l-evliyâ" olduğuna inanan ve nazar ve tasarrufu altında bulunan diğer kimselerle de Hakk arasında bir vâsıta olacağını beyan buyurmuştur:

"Risalet ve nübüvvet zamanla ilgili olan kevnî sıfatlardandır; nübüvvet ve risalet, devrinin bitmesiyle birlikte kesilmiştir. Velâyet ise ilâhî bir sıfattır.

Bunun içindir ki O, kendisini 'Veli' ve 'Hamîd' diye isimlendirerek;

'Allah iman edenlerin velisidir.' buyurmuştur. (Bakara: 257)

Dolayısıyla o ezelî ve ebedî olup, hiçbir şekilde nihayete ermez. Peygamberlere ve ilâhî hazîreye ulaşan herhangi bir kimseye, nübüvvet'in bâtını olan velâyet dışında vusûl de mümkün olmaz. İşte bu mertebe, İsm-i a'zam'ı kendisinde toplaması nedeniyle Hâtemü'l-enbiyâ'nın; müşâhade sâyesinde, (onun) tamâmıyla kendisinde zuhûr etmesi nedeniyle de Hâtemü'l-evliyâ'nındır. Onu elinde bulunduran kimse bütün peygamberler, veliler ve Hakk ile peygamberler arasında vasıta olan bir meleğin yerini tutacak bir biçimde; onun velilerin Hâtem'i olduğunu kabul etmek kendisine güç gelmeyen, nazar ile yardım ettiği herhangi bir kimse ile Hakk arasında vasıtadır. Zira o, toplayıp birleştirici olan ismin bâtın mazharıdır ve onun mertebesi onlarla Hakk arasında vasıta olan meleklerinkinden daha âlâdır."

("el-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Me'ânî Fusûsu'l-Hikem", Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; 28b vr.)

Çünkü o doğrudan doğruya Hakk'tan alıyor, melek de Hakk'tan alıyor, vasıta oluyor.

Allah-u Teâlâ'nın tecelli edip bildirdiği şeyleri bildirmeye memurdur. O'nun öğrettiği, bildirdiği şeyleri ister bildirir, ister bildirmez.

Nazar Hakk'tan gelirse, nazar ettiği kimsenin üzerinde büyük tesiri olur. Çünkü Hakk'tan geliyor.

Bu vasıta hakkında Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:

"O Resul ve nebilerin vekilidir, işte peygamberler bunu vekil etmişlerdir." (Fütûhü'l-Gayb)

Onların vazifesi ne ise, onların vazifesini o yapacak.

Velâyet'in ilâhî bir sıfat olmasının mânâsı; resullerin ve nebilerin vazifesi de intikal ettiği için hem velâyetinin, hem nübüvvetinin, hem risaletinin icrâatını yapar. Niçin? Peygamberler onu vekil ettiği için. Hâtemü'l-velâye, Resulullah Aleyhisselâm'ın velâyetine vâris olduğu için.

İlâhî destek olduğu için, velâyet hepsinin üstündedir.

Tek kelime ile, onun desteği doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'dır. O sıfatı ona vermesi, O'nun desteği demektir. Sıfatı nerede ise O da oradadır. O ezelde nasıl takdir ettiyse öyle olur. Ezelî yapar, ebedî yapar, dilediğini yapar. Çünkü o O'nun hükmünün içindedir, kendi arzusunun içinde değil.

Allah-u Teâlâ tecelli edince gerek kendi varlığı, gerek bütün yaratıklar bir kabuk olarak görülür. O görüldüğü için, ötekilerin hiçbir hükmünün olmadığını gözü ile görür. Bu o mânâya geliyor. Yarattığı bütün âlemlerin hükmü, bir nohut kabuğunun hükmü kadardır. Hazret-i Allah'ı gören kimse için bu böyledir.

Allah-u Teâlâ veli kullarını bize tarif ediyor ve bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruyor:

"Kulun benimle meşgul olması, en fazla önem verdiği şey olursa, onun arzu ve lezzetini zikrimde kılarım. Arzu ve lezzetini zikrimde kılarsam da o bana âşık olur, ben de ona âşık olurum. O bana, ben ona âşık olunca da, onunla aramdaki perdeyi kaldırırım.

Bu hâli onun umumî hâli kılarım. İnsanlar yanıldığı zaman o yanılmaz.

Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir.

Gerçek kahramanlar onlardır.

Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azap vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azaptan vazgeçerim." (Ebû Nuaym, Hilye)

Bunlar Hakk ehlidir. Hakk'ın öğretmesiyle "Has ilim"e mazhardırlar ve fakat halk ehli bu hakikatleri anlamaz. Allah-u Teâlâ vermediği için bu gerçeklerden haberi olmaz.

"Sana gelmeyen bir ilim gerçekten bana gelmiştir." (Meryem: 43)

Âyet-i kerime'sinde bu mânâ vardır.

Zira birinin muallimi Allah-u Teâlâ'dır, diğerinin muallimi benî beşerdir. Birisine Hakk öğretir, dilediği kadar hakikate mazhar kılar. Diğerinin ilmi satır ilmidir, nasibini satırdan almıştır.

Bu ilim Allah-u Teâlâ'nın bir lütfudur. Kime Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu takarsa, Kudsî ruh'la desteklerse ancak onlarda tecelli eder. Yani kişi bunu kendisinde aramasın, zan ilmiyle bu noktaya erişmek mümkün değildir.

Nitekim Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)

Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var.

Bu Kudsî ruh Allah-u Teâlâ'nın bizzat desteğidir. Bu Kudsî ruh ile, Resulullah Aleyhisselâm'ın nuru ile bu esrarlar ancak bilinir ve çözülür, başkasına şâmil değildir.

Bu ilmi kâğıda dökmemizdeki gayemiz, böyle bir ilmin oluşunu, ehlinin de mevcut olduğunu belirtmektir.

Allah-u Teâlâ zâhirî ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimlerin öğrenilmesi için de bâtınî ulemayı, mârifetullah ehlini eksik etmemiştir.

Ve fakat bu gibi kimseler yok denecek kadar azdır.

Bu ilim marifetullah ehline, Has ve Hass'ül-has olanlara verilen ilimlerdir. Onların ilimleri dahi derece derecedir. Marifetullah ehlinin ilmi ayrıdır, Has olanın ilmi ayrıdır, Hass'ül-has olanın ilmi yine ayrıdır. Onun içindir ki sakın ileriye gidip çizmeden yukarıya çıkma, anlayayım deme. Bu ilim size ait değildir, ilâhi bir lütuftur.

Allah-u Teâlâ'nın sevip seçtiği, kendisine çektiği, esrârını duyurduğu kimseden başka bu sırrı bilen olmaz. Gören yalnız bunlardır.

Şeyhü'l-ekber -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" adlı eserinde şöyle buyuruyorlar:

"O'nun ilmi râsih, nasibi yüce, Nur'u apaçıktır; o, sırrı ve nasihati dile getirilir bir kimsedir." (s. 73)

Onun ilmi ilmullahtır, yani ona ilim Allah-u Teâlâ tarafından gelir. O doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın ilmiyle hilmiyle desteği ile yürüyor.

Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm'a hitaben:

'Yâ İsa! Ben senden sonra öyle bir ümmet getireceğim ki, onlar sevdikleri bir şeyle karşılaşırlarsa Allah'a hamd ve şükrederler. Hoşlanmadıkları bir şeye rastlarlarsa sabrederler ve Allah'tan ecir beklerler. Bunların ilimleri ve hilimleri yoktur.' buyurdu.

İsa Aleyhisselâm:'Yâ Rabb'i! İlimleri, hilimleri olmadığı halde, onlardan bu işler nasıl sadır olabilir?' diye sordu.

Cenâb-ı Hakk:'Onlara kendi ilmim ve hilmimden ihsan ederim.' buyurdu." (Ahmed bin Hanbel)

Onun için çok yüksek olacak. Niçin? Allah-u Teâlâ'nın ilmi ve hilmi olduğu için.

Nasibinin yüce olması ise Allah-u Teâlâ'nın böyle ayırmış olmasındandır.

"Tıpkı resul ve nebîlerin diliyle söylediği gibi, Allah kullarına Hakk'ı onun diliyle söyler." (s.73)

O tasarruf ederse, içinde O olursa, onun ağzına Allah kelâmını koyar, o da söyler, O'nun diliyle konuşur. Lütuf olmadıkça mahlûktan hiçbir şey husule gelmez.

"Allah-u Teâlâ bütün muhteşemliğine rağmen onu halkın nazarından gizler." (s.16)

Muhyiddin-i İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri devamla buyururlar ki:

"Şu hâle göre de Hâtemü'l-evliyâ hakikat ve derecesi itibâriyle âlim, cismânî ve unsurî benliği itibâriyle câhildir.

Demek oluyor ki, asıl olan varlık birbirine benzemeyen sıfatlarla vasıflanmayı kabul ettiği gibi, Hâtemü'l-evliyâ da birbirine zıt sıfatlar takınmayı kabul eder. Celîl ve Cemîl, Zâhir ve Bâtın, Evvel ve Âhir gibi. Halbuki o kendi nefsinin aynıdır, kendisinden başka değildir. Fakat o, hem bilir hem bilmez, hem anlar hem anlamaz, hem görür hem görmez." ("Fusûsu'l-Hikem ve't-Ta'lîkat aleyhi"; s. 65-66. Beyrut, 1946)

Allah-u Teâlâ onu kendi ilmiyle münevver etmiş, her hakikati duyurmuş, amma onun hiçbir tahsili, hiçbir bilgisi yok, hiçbir şey bilmez. Allah-u Teâlâ bildirince, onun muallimi O olunca, hepsini bilir.


  Önceki Sonraki