Muhterem Okuyucularımız;
Cömertlik, insanın kendi hakkını gönül rızâsı ile ihtiyaçlı olanlara devretmesidir. Mal ve imkânını karşılık beklemeden gerekli yer ve ölçüde sarfetmektir.
İhtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını bildirmelerine meydan vermeksizin yardımda bulunmak en güzel cömertlik numunesidir.
Cömertliğin bir adı da sehavettir, gönül zenginliğine de sehavet denilmektedir.
Ahlâkî bir güzellik olan cömertlik, müslümanda bulunması gereken ve ona yaraşan güzel huylardan birisidir.
Malı olmayan kimse kanaatkâr, malı olan kimse ise cömert olmalıdır.
Korunması gereken yerde malı korumalı, sarfedilmesi gereken yerde de bolca harcamalıdır. Cömertlik, israf ile cimrilik arasında bir yol olup, gereği kadar harcamak, gereğinden fazlasını tutmaktır.
Kur'an-ı kerim'de kelime olarak "Cömertlik" geçmemekle birlikte, pek çok Âyet-i kerime'de; infak, ihsan ve ikram gibi beyanlarla cömertliğin fazileti anlatılmaktadır.
"Onlar ki, harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik ederler. Harcamaları bu ikisi arasında dengeli olur." (Furkân: 67)
Cömert olabilmek için başkalarına iyilik yapmak yeterli değildir. Bu yardımın severek yapılması gerekir. Böylece insanda bir huy hâline gelmekle kazanılmış olur.
İyilik yapma, yardımda bulunma niyetini taşıdığı halde, bunu gerçekleştirme imkânına sahip olmayan kimse de cömert sayılır. İsteksiz veya zorla iyilik yapan bir kimse ise cömert sayılmaz.
Bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Cömert insan Allah'a yakın, insanlara yakın, cennete yakın ve cehennem ateşinden uzaktır." (Tirmizî)
Kim bir fedakârlıkta bulunursa, bu kendisi için biriktirilmiş bir hazinedir.
Maddi bakımdan fedakârlık cömertlik olduğu gibi gönül hoşluğu ile yapılan her çeşit hayır hasenatı ihtiva eder. Her hususta iyilik sahibi olmak da bir cömertliktir. Hakk'ı söylemek, ilmi yaymak, güzel söz, güler yüz, niyet-i halisa, ahlâk-ı hamide bir cömertliktir. Eziyetlere katlanmak, kötülükle mukabele etmemek cömertliktir. Ümmet-i Muhammed'e samimi duâ etmek de cömertliktir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Sevdiğiniz şeyleri Allah yolunda infak etmedikçe aslâ iyiliğe eremezsiniz.
Her ne infak ederseniz, şüphesiz ki Allah onu bilir." (Âl-i imrân: 92)
İnfak; "Allah-u Teâlâ'nın hoşnutluğunu elde etmek maksadıyla kişinin kendi servetinden harcama yapması, muhtaçlara yardımda bulunması." demektir.
Zekât, sadaka ve hayır yolunda verilen her yardımı içine alır.
Âyet-i kerime'de geçen; "Sevilen şey" kimi için maldır, kimi için candır, yani herkesin kendi nezdinde makbul olan şeydir.
Her şeyden evvel seve seve gönüllerinden doğarak en güzelini verenler, versin diye değil verdiğinden verenler. Verdikten sonra verdirene, verdirdiği için şükredenler övülmüş olanlardır. Verdiği zaman helâlinden ve en iyisini verenler, desinler, görsünler, yani gösteriş için, bir karşılık için değil, Allah için verenler, yalnız Hakk'ın rızâsı için, infak edenler övülmüşlerdir.
Allah-u Teâlâ, kendilerinin ve âile fertlerinin açlıklarını gidermek için, o yemeğe ihtiyaçları olmasına rağmen, onu daha fazla ihtiyaç sahiplerine yediren, onları kendilerine tercih eden itaatkâr müminleri Âyet-i kerime'sinde övmektedir:
"Onlar, kendi canları çektiği halde; yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler." (İnsan: 8)
•
Bu ay sonu başlayacak olan mübarek "Üç Ayları"nızı ve idrak edilecek olan "Regaip Kandili"nizi tebrik eder, tüm İslâm âlemine hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hakk'tan niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
•
Halk arasında "Üç Aylar" diye adlandırılan;
"Recep, Şaban ve Ramazan" ayları Rabb'imizin af ve mağfiretinin,
feyiz ve bereketinin bol bol ihsan edildiği mübarek aylardır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Recep ayı girince:
"Allah'ım! Recep ve Şaban'ı bize mübarek kıl, bizi Ramazan'a kavuştur." diye duâ ederlerdi. (C. Sağir)
Bu Ay'ın Sonunda Başlayacak Olan "Üç Aylar"ınızı ve "Regaip Kandili"nizi Tebrik Eder,
Tüm İslâm Âlemi'ne Hayırlara Vesile Olmasını Cenâb-ı Allah'tan Niyaz Ederiz.
"Cömertlik, insanın kendi hakkını gönül rızâsı ile ihtiyaçlı olanlara devretmesidir. Mal ve imkânını karşılık beklemeden gerekli yer ve ölçüde sarfetmektir.
Cömertlik, kişinin sehavetidir, gönül zenginliğidir. Maddi bakımdan fedakârlık cömertlik olduğu gibi gönül hoşluğu ile yapılan her çeşit hayır hasenatı ihtiva eder.
Her hususta iyilik sahibi olmak da bir cömertliktir. Hakk'ı söylemek, ilmi yaymak, güzel söz, güler yüz, niyet-i halisa, ahlâk-ı hamide bir cömertliktir. Eziyetlere katlanmak, kötülükle mukabele etmemek cömertliktir. Ümmet-i Muhammed'e samimi duâ etmek de cömertliktir.
Hazret-i Allah cûd'dür. Hiçbir karşılık beklemeden verendir. Böyle gönülden, severek, Hazret-i Allah'ın rızâsını dileyerek verenleri sever.
En mühimi; mânevî kumandan ordusunun selâmetini düşünür, kendi selâmetini değil. Bâtınî cömertlik şudur ki; Hakk için kendini feda etmektir.
Hazret-i Allah'ın cömertliğinin insanlığa en büyük iki nimeti; Hâtemü'n-nebi ve Hâtemü'l-veli'dir.
Hakiki cömertlik; Hâtemü'n-nebi ve Hâtemü'l-veli'ye verilmiştir. Çünkü onların cömertliği Hakk'tan gelir."
Allah öyle bir Allah ki; itaat edeni-etmeyeni, sevdiğini-sevmediğini ayırdetmeden bütün mahlûkatına sayısız nimetler bahşetmektedir. Sayılması imkânsız olan çeşit çeşit nimetler veriyor, kendi mülkünde yaşatıyor, her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor. Bütün istek ve ihtiyaçları O verir. İhtiyaçlar yalnız ve yalnız O'ndan talep olunur.
Yaratıcı, nimetlerle donatıcı, yalnız O'dur.
Kerim O'dur. Hakiki cömert O'dur. Çünkü O, talepsiz sebepsiz ve karşılıksız olarak kullarına ikramda bulunan keremi bol, çok cömert olandır.
"Allah büyük kerem sahibidir." (Âl-i imrân: 174)
Hazret-i Allah cûd'dür. Hiçbir karşılık beklemeden verendir. Böyle gönülden, severek, Hazret-i Allah'ın rızâsını dileyerek verenleri sever.
Mutlak kerem sahibi O'dur, verince fazlasıyla verir, istemeden de sebeplere başvurmadan da verir. Kime ne kadar verdiğine bakmaz, rahmet hazinelerini önlerine serer. Hem ne nimetler... Hem zâhir, hem bâtın.
O hep ihsanda biz ise hep isyanda...
Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor:
"Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb'ine karşı seni aldatan (ve isyana sürükleyen) nedir?
O Allah ki, seni (yoktan) yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi.
Dilediği şekilde seni terkip etti." (İnfitâr: 6-7-8)
Öyle nimetler bahşetti ki tarifi mümkün değil, öyle ziynetlerle süsledi öyle ihsanlarda, ikramlarda bulundu ki zerresinin idrakinden aciziz.
İnsan hangi nimetine şükür edebilir. Her nimetin zerresinin şükründen aciziz.
"Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, muhakkak ki Rabb'im müstağnidir, kerem sahibidir." (Neml: 40)
O öyle bir Kerim'dir ki; dilediğini adaletiyle cezalandırır, dilediğini keremi ile bağışlar.
Kapısına gelenleri boş çevirmez, kendisine ilticâ edip sığınanları hususi himayesine alır, muhafaza eder.
O öyle bir Allah ki her türlü büyüklüğün ve her türlü fazl-u keremin sahibi O'dur. O celâl, ikram ve ihsan sahibi olan "Zülcelâl-i vel-ikrâm"dır.
Mahlûkat üzerindeki sayıya gelmeyen, ölçüye sığmayan nimetler ancak O'nun ikramı O'nun ihsanıdır. Yoklara varlık, fânilere hayat veren O'dur.
Mülk O'nundur, hükümranlık O'na mahsustur, bitmez tükenmez zenginliğe sahiptir. Hiçbir şekilde hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, herkes O'na muhtaçtır, bütün ihtiyaçları O karşılar.
Herkes "Gani" olan Allah'a muhtaçtır. O ise hiç kimseye muhtaç değildir.
Hazinenin sahibi O, hazineleri tükenmeyen hükümdar O'dur.
Yaratan O, derdi bilen de O, dermanı hazırlayan da O...
Yaratıcı O olduğu gibi, rızık veren de O'dur. Gerek insanın gerekse diğer canlıların rızkı ve gıdası, gücü ve kuvveti O'na âittir.
Allah-u Teâlâ'nın isimlerinden olan "Rezzak"; rızıkları ve rızıklanmaları yaratan, rızkı onlara ulaştıran ve onlardan faydalanma sebeblerini halkeden demektir.
"Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı Allah'a âittir." (Hûd: 6)
Günahkârların, asilerin rızkını verir. Kâfirlerin rızkını verir. Müminlere dünyada hidayetini, nurunu ve ahirette de cennet ve cemâlini verir, en büyük nimetleri verir.
"Şüphesiz ki Allah insanlara karşı lütuf sahibidir." (Yunus: 60)
Rızık iki çeşittir: Zâhirî rızık, bâtınî rızık.
Zâhirî olan; yiyecekler ve azıklardır. Bu, dış görünüş olan bedenler içindedir. Zâhirî rızkın meyvesi, kısa bir süre için bedenin meyvesidir.
Bâtînî olan; marifet ve mükâşefedir. Bu da kalpler ve sırlar içindedir. Bu rızık daha değerli ve daha şereflidir, çünkü meyvesi ebedi hayatındır.
"Onlar için mağfiret ve cömertçe verilmiş bir rızık vardır." (Enfâl: 74)
Yaratıkların her iki rızkını üzerine alan ve insanlara ve cinlere ulaştıran Allah-u Teâlâ'dır.
Bir insana rızkının bol verilmesi veya kısılması tamamen Allah-u Teâlâ'nın iradesine ve isteğine bağlıdır.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Rabb'im kullarından dilediğinin rızkını genişletir, dilediğine darlaştırır." (Sebe: 39)
Bütün mükevvenatta böyle dilediği gibi tasarrufta bulunmak hakkı, O'nun zât-ı ehadiyetine mahsustur. Bir kimseye vermek istiyorsa, vermesine hiç kimse mâni olamaz, vermek istemiyorsa hiç kimse verdiremez. Kimisine başka bir hususta, kimisine başka bir hususta verir. Hiç kimseyi unutmaksızın, sonuncusuna varıncaya kadar onları rızıklandırmaktadır. İsyanlarına rağmen hayır ve bereketleri başlarından aşağı döker.
"Allah kullarına lütufkârdır. Dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, güçlüdür." (Şûrâ: 19)
İnsanların rızık hususunda da farklı olması, Allah-u Teâlâ'nın lütuflarından bir lütuftur. Böylece birbirlerine muhtaç olmuş olurlar. Zengini fakirle, fakiri de zenginle imtihan eder.
"Allah'ın rızkından yiyin için, yalnız yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın." (Bakara: 60)
Kullarının en küçük ihtiyaçlarını bile öyle dikkate alır ki; ihtiyaçlarının nasıl karşılandığının farkında bile olmazlar.
Herkesin hayatını sürdürebileceği kadar zaruri ihtiyacı olan rızıkta herkes eşit ise de, o rızkın dağılımındaki rızıklar farklıdır. Kimine bol verir, kimine dar.
"Dilediğin kimseye hesapsız rızık verirsin." (Âl-i imrân: 27)
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Eğer O, rızkınızı kesiverecek olsa, size rızık verecek kimdir?" (Mülk: 21)
Meselâ su ve havanızı kesiverse; bir damla suyu, bir soluk havayı size kim sunabilir? Bol rızık bulunsa, alınması da çok kolay olsa, fakat Allah-u Teâlâ size hazım gücü vermese, bir yudum su içebilir misiniz?
•
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruyor:
"O Rahman ve Rahîm'dir." (Fâtiha: 3)
"Rahman"; rahmet kelimesinden türemiş olup son derece merhametli demektir. Allah-u Teâlâ'nın sıfat ismidir, rahmeti ezelden ebede sonsuzdur. "Rahmeti büyük" manasındadır. O'nun bütün âlemleri, canlı cansız bütün varlıkları yaratması, canlılara rızık vermesi, her şeyi yerli yerinde nizama koyması, sonsuz rahmetinin bir neticesidir. Hatta bu rahmet o kadar umumî ve şümullüdür ki, hak edip etmemesine, lâyık olup olmamasına bakmaz; mümin-kâfir, mûtî-âsî, âlim-câhil, çalışkan-tembel, haklı-haksız... ayırmadan rahmetini herkese her mahlûka şâmil kılmıştır.
"Rahîm" de aynı şekilde sıfat ismi olup; inanıp sâlih amel işleyenleri, verdiği nimetleri iyiye kullananları ahirette daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandıran demektir. "Çok merhamet eden" manasındadır.
Dünyada inananı-inanmayanı, çalışanı-çalışmayanı ayırdetmeden bütün mahlûkatına sayısız dünyevî nimetler bahşedip, onları korurken; âhirette de inananı, çalışanı ayırıp onları cennet ve Cemâlullah ile mükâfatlandırması, işte bu "Rahîm" sıfatının bir neticesidir.
Allah-u Teâlâ'nın "Rahman" oluşu başlangıcı olmayışı, "Rahim" oluşu ise ölümsüzlüğe göredir. Bundan dolayıdır ki yaratıklar, Allah-u Teâlâ'nın Rahman olmasıyla başlangıçtaki rahmetinden, Rahîm olmasıyla da sonuçta meydana gelecek merhametinden doğan nimetler içinde büyürler.
Hem müminlerin hem kâfirlerin Rahman'ı, fakat yalnız müminlerin Rahîm'idir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri:
"Allah ganidir, siz fakirsiniz." buyuruyor. (Muhammed: 38)
Bu Âyet-i kerime şöyle zannediliyor: "Allah zengindir, siz fakirsiniz!"
Böyle olunca bu ifadeden para anlaşılıyor.
Şu kadar var ki bir ağanın bir kölesi var. Kölesinin parası yok, malı mülkü yok, her şeyi ile ağasına muhtaç. Bir köle ağasına bu kadar muhtaç olursa, ya bir mahlûk Halik'ına ne kadar muhtaç olduğunu buradan ölçün.
Halbuki Cenâb-ı Hakk, o köleye her şey vermiş. Beden vermiş, azaları vermiş, hayat vermiş, sıhhat vermiş ki her şeyi bir dünyaya mübadil. Ama efendisine muhtaç. Ya Halik-ı Azimüşan'a bir mahlûk ne kadar muhtaç. Şimdi ölçebildik mi?
Hülasâ-i kelâm; insan zanneder ki maddededir. Her şeydedir! Allah-u Teâlâ kuluna ihsan etmek için yol ve bahane arar. Sırf Allah için bir adım atana Allah-u Teâlâ bir adıma değil; bir santimine sevap yazar. Onun için ne kadar şeriti uzatırsa; sevabını, rahmetini, merhametini Rabb'im o kadar uzatmış olur.
Biz buna muhtacız, ihtiyacımız var. O ise "Gani"dir, vermek istiyor; yeter ki O'na yönelsin, O'nun rızası için çalışsın, O'nun yoluna gitsin. O da çok az. Yani Hazret-i Allah size vermek istiyor, siz de gayret edin! Oldu mu? Bu Âyet-i kerime'nin çok dönüşümü var da fakat aklını madde aldığı için insan hep maddeye çekiyor.
O çok "Gani". O'nun ganiliğini sizin anlayabilmeniz için şöyle anlatayım:
Bütün ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa, Allah-u Teâlâ'nın kelâmı bitmeden onlar biter. Maddeye koysan O öyle "Gani"dir ki idrakın haricinde. Zaten O'ndan başka bir şey yok... Olanlar "Ol!" emriyle olmuş o kadar.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise her şeyden müstağnidir, her hamde lâyıktır." (Fatır: 15)
İnsanlar, O'na muhtaçtır ve nasıl muhtaç olduğunu da bilmezler. Bir nefesini kesse hayatı yok. Günde kaç kez nefes alıyoruz, insan öyle gaflettedir, öyle nankördür. Bir nefesin şükrü mümkün değildir.
Binaenaleyh; Allah-u Teâlâ'nın "Gani" olduğunu, mahlukta hiçbir şey olmadığını yalnız onlar bilir.
Bundan ötürü o, Hakk'ı görüyor, kendisini görmüyor. Diğerleri ise Hakk'ı görmüyor, bilmiyor; kendini biliyor.
Hakk'ı görmediği, bilmediği için dünya mabudluğuna, nefis putuna tapa tapa gidiyor ve böylece huzur-u ilâhiye çıkar.
Birisi Hakk yolunda hiçliği ile hizmet ve ibadet ediyor. Diğeri nefis yolunda efendilik taslıyor. İbadeti de bu nevidendir.
Âyet-i kerime'de:
"Şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım." buyuruluyor. (İbrahim: 7)
Şükrümüzü artırırsak, nimetini artırır. Nefsimize bağlarsak kesiverir.
Şükür ne demektir?
Bütün her şeyin O'ndan olduğunu bilmektir.
İbadetin özü şükürdür. Namaz kılıyorsan ona şükredeceksin. Zekât veriyorsan ona şükredeceksin. Hayır yapacaksan ona şükredeceksin. Yaptığının şükrünü yaparsan vermiş olursun. Bana ibadet ettiriyor, huzuruna kabul buyuruyor, nasıl şükür lâzım, nasıl şükür lâzım. Yaptırana, yaptırdığı için şükür etmek. Şükreden bir kalp, zikreden bir lisan, fikreden bir dimağ. Hazret-i Allah'tan bunu isteyin.
Şükrünü çalışma ile artıracak. Çalışma ile artırırsa, çalıştıkça şükrünü artırmış olur. Bu ihlâslı çalışma ve ubudiyet arzusu gönülde olacak. Çünkü Cenâb-ı Hakk kişinin öz niyetine bakıyor.
Hizmetçi olduğuna şükretmezse zaten hizmetçiliğe almazlar.
Bu yüzden insan, ömrü boyunca Allah yolunda başını secdeden kaldırmasa, hatta ibadet ve şükür maksadıyla başını secdeye koysa ve istiğfarla şükretse gene de O'na şükür ve istiğfar etmiş olmaz. O'nun sonsuz ihsanına karşı bir mahlûk ne yapabilir. Onun için çok çalışmalıyız.
Allah'ım! Ganî olduğunu biliyorum. Bildiğim için senden istiyorum. Fakir olduğum için de sana sığınıyorum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Kulun kendisi de, malı da Allah'a aittir." buyurdu.
Kendisinin hiçbir şeyi yok ki varlığını iddia etsin. Onun için her şeyin en güzel numunesi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Fakirliğimle övünürüm." buyurdu. (K. Hafâ)
Fakirlik başkadır, fakirlikle övünmek başkadır. Fakirlikle övünmek fenâ ile övünmektir. Fâni oldu, O kaldı.
Yani ruhum O'nun, bedenim O'nun, malım O'nun, her şey O'nun. Benim hiçbir şeyim yoktur. Fakirim ve fakirliğimle de iftihar ederim. İslâm budur. İslâm'ın özü budur. Mahviyetin özü budur. Bu en büyük zirve. Bundan daha büyük zirve yok.
Sen çıkıyorsun aradan, kalıyor Yaradan...
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Allah size zâhir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol vermiştir." buyuruyor. (Lokman: 20)
Vallâhi vücudum yetmiyor da gözlerim şükrediyor. O'nun nimetlerini, ihsanını, ikramını gördükçe vücudum yetmiyor şükre; gözlerim şükrediyor. Secdeye kapansam, ömrüm boyunca O'nun ihsan ettiği şükürle O'na şükretsem, şükredemeyeceğimi çok iyi biliyorum. Acizliğimi itiraf ederim, şükür yerine gözyaşı dökerim. Bu gözyaşı acizlik gözyaşıdır.
"Allah'ım! Ben sana şükretmeye aciz olduğum için gözlerim Zât'ına şükrediyor." derim. Mahlûk olduğum için Hâlik'ıma şükrüm yetmiyor. (Ömer Öngüt Vuslat Sohbetleri s. 294)
Cömertlik, insanın kendi hakkını gönül rızâsı ile ihtiyaçlı olanlara devretmesidir. Mal ve imkânını karşılık beklemeden gerekli yer ve ölçüde sarfetmektir.
İhtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını bildirmelerine meydan vermeksizin yardımda bulunmak en güzel cömertlik numunesidir.
Cömertliğin bir adı da sehavettir, gönül zenginliğine de sehavet denilmektedir.
Ahlâkî bir güzellik olan cömertlik, müslümanda bulunması gereken ve ona yaraşan güzel huylardan birisidir.
Malı olmayan kimse kanaatkâr, malı olan kimse ise cömert olmalıdır.
Korunması gereken yerde malı korumalı, sarfedilmesi gereken yerde de bolca harcamalıdır. Cömertlik, israf ile cimrilik arasında bir yol olup, gereği kadar harcamak, gereğinden fazlasını tutmaktır.
Kur'an-ı kerim'de kelime olarak "Cömertlik" geçmemekle birlikte, pek çok Âyet-i kerime'de; infak, ihsan ve ikram gibi beyanlarla cömertliğin fazileti anlatılmaktadır.
"Onlar ki, harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik ederler. Harcamaları bu ikisi arasında dengeli olur." (Furkân: 67)
Allah-u Teâlâ "Kerîm"dir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah müminlere karşı çok lütufkârdır." (Âl-i imrân: 152)
Allah-u Teâlâ kullarını infaka teşvik için, Allah yolunda vermeye tahrik için, sarfettikleri şeylerin zâtına verilmiş bir borç olduğunu belirtmektedir. O'nun ödünç talep etmesi, müminin ruhundaki cömertlik duygularının harekete geçmesi için kâfidir.
Önceden kendileri için takdim ettikleri her şey, o gün yine kendilerine takdim edilecektir. Dünyada iken sakladıkları şeylerin en hayırlısı bunlardır.
Hadis-i şerif'lerde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in cömertliğine dâir pek çok rivâyetler yer almış, insanların en cömerdi olarak beşeriyete tanıtılmış, kendisine ihtiyacını bildiren hiçbir kimseyi geri çevirmediği belirtilmiştir.
Bir Hadis-i şerif'lerinde cömertliğin, dalları dünyaya uzanan bir cennet ağacı olduğunu, kim onun bir dalını tutarsa o dalın kendisini cennete sokuncaya kadar terketmeyeceğini haber vermiştir. (Feyzü'l-Kadir)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Cömert insan Allah'a yakın, insanlara yakın, cennete yakın ve cehennem ateşinden uzaktır." (Tirmizî)
Kim bir fedakârlıkta bulunursa, bu kendisi için biriktirilmiş bir hazinedir.
Allah-u Teâlâ geçici olarak tasarrufumuza bıraktığı az miktardaki malı, o korkunç gün gelmeden önce, O'nun rızâsı mucibince gönül rızâsı ile infak etmemizi istemektedir.
Cömert olabilmek için başkalarına iyilik yapmak yeterli değildir. Bu yardımın severek yapılması gerekir. Böylece insanda bir huy hâline gelmekle kazanılmış olur.
İyilik yapma, yardımda bulunma niyetini taşıdığı halde, bunu gerçekleştirme imkânına sahip olmayan kimse de cömert sayılır. İsteksiz veya zorla iyilik yapan bir kimse ise cömert sayılmaz.
Yapılan iyiliğe karşılık olarak bir övgü, teşekkür, maddî ve mânevî bir menfaat beklememek; gösterişten uzak durmak, iyilik yapılan kimseyi rencide edecek hususlardan kaçınmak cömertliğin mühim şartlarındandır.
Haşr Sûre-i şerif'inin 9. Âyet-i kerime'sinde anlatılan hicretten sonra Medine'li Ensâr'ın, Mekke'li Muhâcirler'i evlerine alarak mallarına ortak etmeleri, yüksek bir cömertlik ve ferâgat numunesidir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir kaygı hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, Muhâcir kardeşlerini tercih ederler." (Haşr: 9)
İtaatkâr müminler ellerindeki servetin hakiki sahibinin Allah-u Teâlâ olduğunu her an için itiraf ederler. O'nun malını muhtaç olanlara ulaştırmaya memur kılındıklarını idrak ederler. Yaptıkları bir iyilik karşısında halktan bir teşekkür ve bir karşılık beklemezler.
Bilirler ki bunlar rızık olarak Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine bahşedilen bir ikramdan ibarettir. Bu maddî ve mânevî ikramlardan az veya çok infak edip O'nun yolunda sarfiyatta bulunurlar. Aslında bu verdikleri, rızık veren gerçek "Rezzâk"ın verdiği şeylerin bir kısmıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler." (Bakara: 3)
Bu Âyet-i kerime'nin mânâsı geniş olup; öncelikle zekât ve diğer sadakalar, yardımlar ve vakıf gibi hayırlar için mal sarfetmek gibi malî ibadetleri içine almaktadır.
Rızkı veren O'dur, infak emrini veren de O'dur.
O'nun hiç kimseye ihtiyacı yoktur, kimseden bir şey istemez. Mallardan zekât vermeyi farz kılması, yine kullarının menfaatinedir. O verilen az bir zekât, kalan serveti güzelleştirir, malın kirini giderir, muhtaç olanların ihtiyaçları giderilmekle gönülleri hoş edilmiş olur, ahiret hayatı için sevap kazanılır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-dan rivayetle, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Cimri ile cömertin misali; boynundan göğsüne kadar zırh geçirilmiş iki adama benzer.
Cömert verince zırh ayaklarına kadar iner, ayak izini örter.
Cimri bir şey vermek istediği zaman, zırhın her halkası (paslanmış gibi) yapışır kalır. Genişletmek ister, fakat genişlemez." (Buhâri. Tecrîd-i sarîh: 712)
Hadis-i şerif çok mühimdir.
Cömertte Cenâb-ı Hakk'ın giydirdiği bir mânevi elbise, bir zırh vardır ki; o elbise büyür, genişler. Yani kalbi inşirah bulur genişler. Ruh sürûr bulur, iyiliklerle gönlü huzura erer. Cimrinin elbisesi dar olur, sıkar. Yani kalbi sıkışır, ruhu daralır, gönül huzuru olmaz.
Cömert kişi ihtiyaç içinde bunalan biçâreye yardım ettiği zaman mest olur, vücudunu huzur ve sükûnet kaplar. Cimri ise verdiği zaman gönül darlığı olur, içini dışını sıkıntı kaplar.
Cömertlik, kişinin sehavetidir, gönül zenginliğidir. İnsanın kendi hakkını gönül rızâsı ile ihtiyaçlı olanlara devretmesidir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Hayır olarak ne yaparsanız, şüphesiz ki Allah onu bilir." (Bakara: 215)
Ve karşılığını en güzel şekilde bol bol verir, hiçbir kimseye zerre kadar zulmetmez.
"İşte sizler, Allah yolunda infak etmeye çağırılıyorsunuz. İçinizden kiminiz cimrilik ediyor. Amma cimrilik eden bilsin ki, ancak kendisine cimrilik etmiş olur." (Muhammed: 38)
Allah-u Teâlâ onlardan fedâkarlık isterken, sırf kendilerinin iyiliği için istemektedir. Şu halde cimri bir kimse, bu davranışı ile malını esirgediğini zanneder, fakat kendi malını kendisinden esirgediğini, bu yüzden kendisini sevaptan ve rızâ-î Bârî'ye ermekten mahrum bıraktığını bilmez.
"Allah ganîdir, siz ise fakirsiniz." (Muhammed: 38)
Kim bir fedâkarlıkta bulunursa, bu kendisi için biriktirilmiş bir hazinedir. Allah-u Teâlâ kullarının mallarını infak etmelerine ihtiyaçtan münezzehtir, verilenlerden müstağnîdir. İnsanlar ise, dünyada da ahirette de O'na muhtaçtırlar. O lütfetmedikçe hiç kimse hiçbir rızık elde edemez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Cömert insan Allah'a yakın, insanlara yakın, cennete yakın ve cehennem ateşinden uzaktır." buyuruyorlar. (Tirmizî)
Bu müjde müjdelerin en güzelidir. Hakk'a yakın olmak, cehennemden uzak olmak en büyük saadettir.
Niçin? Cömert kimse bunu severek yapar, karşılık beklemez, riyâ, gösteriş yapmaz, başa kakmaz, kerem sahibidir, dünyayı isteyene bırakmış, Allah'a yönelmiştir.
Âyet-i kerime'lerde cimriler hakkında ise şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın, kereminden kendilerine verdiği şeyde cimrilik edenler hiçbir zaman onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Bu onların zararınadır." (Âl-i imrân: 180)
Geçici olarak faydalanması için kendisine verilen mallar gün gelecek elinden çıkacak, geriye sadece cimriliğinin günahı ve cezâsı kalacaktır.
"Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır." (Âl-i imrân: 180)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cimriyi bize şöyle tanıtıyor:
"Cimri kimse Allah'tan uzak, insanlardan uzak, cennetten uzak, cehenneme yakındır." (Tirmizî)
Bu tehdit hiç şüphesiz ki tehditlerin en kötüsüdür. Hakk'tan uzak olmak, cehenneme yakın olmak, en büyük felâkettir.
Allah-u Teâlâ münâfıklar hakkında bir Âyet-i kerime'sinde:
"Onlar ellerini sıkı tutarlar." buyurmuştur. (Tevbe: 67)
Bütün münâfıkların ortak özelliği budur. Hepsi de kötülükle meşgul olurlar ve iyiliğe düşmandırlar.
Elleri sıkıdır. Allah yolunda bir şey infak etmezler. Zekât gibi, sadaka gibi insanî vazifelerden kaçınırlar.
Sa'd bin Ebi Vakkas -radiyallahu anh-den rivâyete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz okunmasını tavsiye buyurdukları bir duâlarında cimrilikten Hazret-i Allah'a sığınmışlardır:
"Allah'ım! Cimrilikten sana sığınırım. Korkaklıktan da sana sığınırım, perişanlık veren uzun ömürden sana sığınırım. Dünya fitnesi olan Deccal'den ve kabir azabından da sana sığınırım." (Buhârî. Tecrid-i sârih: 2153)
Maddi bakımdan fedakârlık cömertlik olduğu gibi gönül hoşluğu ile yapılan her çeşit hayır hasenatı ihtiva eder. Her hususta iyilik sahibi olmak da bir cömertliktir. Hakk'ı söylemek, ilmi yaymak, güzel söz, güler yüz, niyet-i halisa, ahlâk-ı hamide bir cömertliktir. Eziyetlere katlanmak, kötülükle mukabele etmemek cömertliktir. Ümmet-i Muhammed'e samimi duâ etmek de cömertliktir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Sevdiğiniz şeyleri Allah yolunda infak etmedikçe aslâ iyiliğe eremezsiniz.
Her ne infak ederseniz, şüphesiz ki Allah onu bilir." (Âl-i imrân: 92)
İnfak; "Allah-u Teâlâ'nın hoşnutluğunu elde etmek maksadıyla kişinin kendi servetinden harcama yapması, muhtaçlara yardımda bulunması." demektir.
Zekât, sadaka ve hayır yolunda verilen her yardımı içine alır.
Âyet-i kerime'de geçen; "Sevilen şey" kimi için maldır, kimi için candır, yani herkesin kendi nezdinde makbul olan şeydir.
Câfer-i Sâdık -radiyallahu anh- Hazretleri, "Sevdiğiniz şeyleri Allah yolunda infak etmedikçe aslâ iyiliğe eremezsiniz." Âyet-i kerime'sine; "Nefislerinizden ve arzularınızdan tamamen kurtulmadıkça beni bilmeye, benim yakınlığıma ulaşamazsınız." mânâsını vermiştir.
En mühimi; mânevî kumandan ordusunun selâmetini düşünür, kendi selâmetini değil.
Bâtınî cömertlik şudur ki; Hakk için kendini feda etmektir.
Veliler, şehitler, sıddîklar böyledir.
Şehitler; Allah yolunda can verenlerdir.
Sıddîklar; Hazret-i Allah ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in tasdiklerine sâdık kalmada en ileri gidenlerdir. Birisi; bir anda canını vermiş, diğeri; ömür boyu gönlünü vermiştir.
Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimiz'in durumu ne kadar arza şayandır.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-, pek faziletli ve ziyâdesiyle cömertti. Mal varlığının hemen hepsini Hazret-i Allah ve Resul'ünün -sallallahu aleyhi ve sellem- yolunda harcamaktan çekinmedi. Bu sebeple hakkında şu Âyet-i kerime'ler nâzil oldu:
"O en muttaki olan kimse ondan (cehennemden) uzak tutulur. O ki temizlenip arınmak üzere malını hayra verir." (Leyl: 17-18)
İslâmiyet'le müşerref olduğu zaman kırk bin dinar serveti vardı. Malını Allah yolunda sarfetmekten müstesna bir zevk duydu. Mekke'li müşriklerin ağır işkenceleri altında kıvranıp inleyen kadın ve erkek birçok müslüman köleleri satın alıp kurtarmaktan geri durmadı. Mekke'de yaptığı gibi, Medine'de de cömertçe harcadı.
Tebük seferinde dört bin dirhem gümüşten ibaret bulunan servetinin hepsini getirip Resulullah Aleyhisselâm'a teslim etmişti.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: "Resulullah Aleyhisselâm bir gün mal bağışında bulunmamızı emretti. Bu da, elimde önemli miktarda servet bulunduğu bir zamana rastladı. Kendi kendime: Ebu Bekir şimdiye kadar beni hep geçti, ben de bugün onu geçeceğim dedim."
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- servetinin yarısını getirip Resulullah Aleyhisselâm'a verdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Yâ Ömer! Ev halkına ne bıraktın?" diye sorduğunda:
"Bir bu kadarını bıraktım." dedi.
Sonra Ebu Bekir -radiyallahu anh- geldi, yanında bulunan servetinin hepsini verdi. Resulullah Aleyhisselâm ona da:
"Yâ Ebu Bekir! Ev halkına ne bıraktın?" diye sorduğunda:
"Onlara Allah'ı ve Resul'ünü bıraktım." dedi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ağlayarak: "Yâ Ebu Bekir! Hayır yolunda hiçbir yarış yapmadık ki, sen beni geçmiş olmayasın! Artık anladım ki hiçbir şeyde seni geçemeyeceğim." dedi. (Ebu Dâvud - Tirmizî)
Resulullah Aleyhisselâm; "Hiç kimsenin malı, benim için Ebu Bekir'in malı kadar faydalı olmamıştır." buyurduğu zaman gözlerinden yaşlar aktı ve "Yâ Resulellah! Ben ve malım sadece senin için var değil miyiz" dedi. Değil malını, canını bile fedâ etmeye her an için hazırdı. O böyle sehavetli, o böyle cömert. O böyle kerim bir zât-ı âli idi.
Şimdi Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimiz'in şu beyanını bir tefekkür edin!
Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri; "Vücudum genişlese de cehennemi kaplasa ve bu suretle ümmet-i Muhammed'i Cenâb-ı Hakk yakmasa." buyuruyorlar. Bu başka şimdi...
İşte bu mânevi cömertliktir. Has ve hususi kullara verilmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onu bizzat şöyle tanıtıyor ve şöyle buyuruyorlar:
"Ümmetime karşı en merhametli Ebu Bekir'dir." (Ebu Dâvud)
Hazret-i Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- hakkında, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Dostluğunda ve malında bana karşı en cömert olan insan Ebu Bekir'dir." buyurmuşlardır. (Ahmet bin Hanbel)
Bu haller derece derece bazı müstesna kullarına da verilmiştir.
Demirci Hazretleri'nin münâcâtına bir bakın!
"Benim vücudumu o kadar büyült ki, cehenneme yalnız ben gireyim, başka ümmet-i Muhammed'den kimse girmesin." diye niyâz ediyor.
Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri kutbiyetin kime verildiğini merâk ettiğinde Allah-u Teâlâ onu Demirci Hazretleri'ne göndermişti. Bu sözü kendisinden işitince "O zaman anladım ki bunlar ümmetim ümmetim diyen âşıklardanmış, nefsim nefsim diyenlerden değilmiş." buyurdular.
Bu âşıklar kıyamete kadar devam eder, sadece Demirci Hazretleri'ne mahsus değildir.
Bu bir esrâr-ı ilâhidir. Bu gibi kimseler yarın mahşerde ümmet-i Muhammed'e köprü olur. Onların yüzü suyu hürmetine yer içersiniz de bilmezsiniz. Allah-u Teâlâ onların sebebi ile belâ ve musîbetleri kaldırır bilmezsiniz, cehennemi görmeden sırat köprüsünü geçersiniz de bilmezsiniz. Çünkü onlar Cenâb-ı Hakk'ı tercih etmişlerdir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah'ın iki eli de açıktır, dilediği gibi sarfeder." (Mâide: 64)
O'nun lütfu geniştir. Her şeyin hazinesi O'nun katındadır. Yarattığı her nimet O'nundur, O'ndandır. O, kudret sahibidir.
Hâtemü'n-nebi ve Hâtemü'l-veli'ye işaret vardır. Onlar vasıtasıyla akıtır; maddî ve mânevî.
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri Âyet-i kerime'de geçen "O'nun iki eli de açık" beyanını şöyle izâh etmiştir.
"İki açık el, Hakk'ın onlara verdiği cömertlikle açılır. O eller rahmetle açılmıştır. Cömertlik Hakk'tan başlar ve yine Hakk'a döner."
Hazret-i Allah'ın cömertliğinin insanlığa en büyük iki nimeti; Hâtemü'n-nebi ve Hâtemü'l-veli'dir.
Saînüddin Ali Türkî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsu'l-Hikem" kitabı'na yazdığı şerhte, Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın mânevî ve uhrevî cihetini beyan ederken, dünya hasenesinin "Hâtemü'n-nübüvve", ahiret hasenesinin ise "Hâtemü'l-velâye"ye delâlet ettiğini haber vererek şöyle buyurmuşlardır:
"O (Hâtemü'l-evliyâ) Hâtemü'r-rusül olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in güzelliklerinden bir güzelliktir.
'Ey Rabb'imiz! Bize dünyada iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellik ver!' (Bakara: 201)
Buyruğundaki geriye bırakılma buna hamledilir. Dünya hasenesi Hâtemü'n-nübüvve olduğu gibi, ahiret iyiliği ile murâd edilen de Hâtemü'l-velâye'dir." (Şerhü'l-Fusûs li-Saînüddin et-Türkî; Hacı Mahmud Ef., no: 2226. 88b - 89a yaprağı)
Ali Türkî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-evliyâ'nın Hâtemü'r-rusül olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in güzelliklerinden bir güzellik olduğunu beyan buyurmaktadır. Yani ona ihsan ettiğini ona da ihsan etmiştir.
Hazret'in ahiret hasenesinin "Hâtemü'l-velâye" olduğunu beyan etmesi; ona ahirette vazife verecek ve ona göre iş gördürecek, demektir.
Hülâsa olarak;
Hakiki cömertlik; Hâtemü'n-nebi ve Hâtemü'l-veli'ye verilmiştir. Çünkü onların cömertliği Hakk'tan gelir.
Fazilet ve kereminden vermek ve âlemlere rahmet olmak, onlara verilmiştir. Zira onlar cömert olarak yaratılmış, bu lütuf onlara ezelden taksim edilmiştir.
Hadis-i şerif'te:
"Allah'ın Resul'ü bereket getiren rüzgârlardan daha cömerttir." buyruluyor. (Müslim: 2308)
İnsanların en cömerdi odur.
O rüzgârın getirdiği bereketten; bulutun getirdiği yağmurdan daha cömerttir.
O ki, Hazret-i Allah'ın inanan bütün insanlara en büyük nimetidir:
"Andolsun ki, Allah müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur." (Âl-i imran: 164)
Bilen için en büyük lütuflardan birisidir. Çünkü eğer Allah-u Teâlâ onu göndermeseydi, Allah-u Teâlâ'nın Âyet-i kerime'lerini okuyup onlara açmasaydı, doğruyu eğriyi nereden bileceklerdi? Hidayete nereden ereceklerdi? Ve bununla hikmete erdiler, hakikatı buldular, Hakk'a eriştiler.
"Çünkü onlara Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini tertemiz yapıp arıtan, kitap ve hikmeti öğreten kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir.
Halbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler." (Âl-i imran: 164)
İşte Allah-u Teâlâ bu nûr sayesinde onları karanlıktan aydınlığa çıkardı. Hidayet nûruna kavuşturdu ve sapıklıktan kurtardı. Bundan büyük nimet ve lütuf olur mu? Allah-u Teâlâ insanların ebedi azabdan kurtulmasına, ebedi saadete ermesine onu vasıta kıldı.
Binaenaleyh gerçekten Allah-u Teâlâ'nın en büyük lütuf ve ihsanlarından bir tanesi onu göndermesidir. Ona tâbi olanlara hidayeti vermesi, onları zulmetten nûra çıkarması ve ebedi azabdan kurtarıp sonsuz bir saadete eriştirmesidir. Bu Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-'ine ve Ümmet-i Muhammed'e ihsan ve ikramın en büyüklerinden birisidir.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bütün âlemlere hayat veren bir rahmettir. İnsanlık ondan hayat bulmuştur. O nûrun ala nûrdur. Onu kendi nurundan yaratmıştır. Her şey ondan yaratılmıştır. Bu sebepledir ki eğer okuyabilirseniz, kâinatın ismi Muhammed Aleyhisselâm'dır. İlâhi fütuhatın, Rabbâni feyizlerin anahtarı odur.
Hidayet rehberi, hakikatin köprüsüdür. Rahmet kaynağı o, maddi mânevi bütün iyilik ve güzelliklerin yegâne vesilesi odur. O nimetlerin en büyüğüdür.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e birçok lütuf, ihsan ve iltifatta bulunmuş, onu her şeyden Azîz, kadrini yüce kılmış, herkese ve her şeye tercih etmiştir. Canlardan da cananlardan da Azîz'dir. Yaratılmışlar arasında naziri ve benzeri yoktur. Yaratılan hiçbir şeyle, hiçbir kimse ile ne ölçülür, ne de eşit tutulur. Yüce makamında tektir. Niçin? O'nun nuru olduğu için.
Âyet-i kerime'sinde onun hakkında şöyle buyurmuştur:
"Andolsun, içinizden size öyle azîz bir Peygamber gelmiştir ki sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Müminlere çok şefkatli çok merhametlidir." (Tevbe: 128)
Öyle "Aziz" bir peygamber idi ki; insanlara kendini tüketircesine şefkat ve merhamet etmekteydi. Hazret-i Allah onu keremlendirmiş, onu "Rahmeten lil-âlemin" kılmıştır. O âlemlere rahmettir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ki doğduğu anda: "Ümmetim! Ümmetim!" buyurdu.
Ahirete giderken de son sözü "Ümmetim!" oldu. Çünkü onun hakkında Cenâb-ı Hakk; "Harisun aleyküm" buyurdu. Ümmetine karşı çok haristir. Öyle haristir, onlara öyle düşkündür ki hep ümmetini düşünür. Öyle bir rahmettir ki, hayat verici, ebedî saadete ulaştırıcı, ateşten kurtarıcı ve Allah-u Teâlâ'nın sonsuz nimetlerine eriştirici bir rahmettir.
Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruluyor:
"Her peygamberin bir duâsı vardır. Allah'a onunla duâ eder. Ben duâmı kıyamet gününde ümmetime şefaat için saklıyorum." (Müslim)
Şefaat sayesinde kıyametin sıkıntısı ve şiddeti ümmet-i Muhammed'e dokunmayacaktır.
Günahı sevabından çok olduğu için cehenneme girmeyi hak eden müminlere şefaat edecektir. Kimi af olur, kimi cezasının hepsini çekmez. Şefaat sayesinde bazı müminlerin dereceleri artar.
O öyle bir nur ki, Allah-u Teâlâ ona hitaben:
"İman etmiyorlar diye neredeyse kendini tüketeceksin Habib'im!" buyurmuştur. (Şuarâ: 3)
O insanların dalâletten hidayete ermelerini, hakikati bulmalarını, cehennemden kurtulup cennete girmelerini istiyordu.
Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara, zâhir ve bâtın her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nâsibini alanlar; dünyada da ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar, her türlü kötülüklerden sıkıntılardan kurtulurlar.
Müminlere rahmettir. Çünkü onlara doğru yolu göstermiştir. Kâfirlere de rahmettir. Çünkü azaplarının ertelenmesine vesile olmuştur.
"Yâ Resulellah! Şu müşrikler için bedduâ etseniz!" denildiğinde:
"Şüphesiz ki ben lânet edici olarak değil, rahmet olarak gönderildim." buyurmuşlardı. (Müslim: 2599)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bütün bir gecede, sabaha kadar:
"Eğer onlara azâb edersen, şüphesiz ki onlar senin kullarındır. Şayet bağışlarsan şüphesiz ki sen Aziz'sin, hükmünde hikmet sahibisin." (Mâide: 118)
Âyet-i kerime'sini tekrarlamış durmuş, ümmetinin affını niyaz etmiştir. (Nesâî)
Onun bu hâli şefkatinden ötürüdür. İnsanların cehenneme gitmesini önlemek istiyor. Fakat imansızlık girdabına düşmüş sapıklar, kendilerini cehenneme atmaya çalışıyorlar. Bu üzüntüsünden dolayı da kendisini tüketiyor.
Ondan önce gönderilen herhangi bir peygamberi, ümmeti ısrarla reddettiği zaman; Allah-u Teâlâ onları yere batırma, suda boğma... gibi cezalarla helâk ediyordu. Fakat onu tekzib eden müşriklerin azabı ise öldükten sonraya tehir edilmiştir.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Sen içlerinde iken Allah onlara azâb etmez." buyuruluyor. (Enfâl: 33)
Rahmet peygamberi olduğu için, aralarında bulunmasından dolayı Allah-u Teâlâ bir ikrâm olarak mühlet vermiştir.
O rahmet peygamberidir, dünyanın sonuna kadar âlemlere rahmettir. Hayatı da rahmettir, vefatı da rahmettir.
Mübarek vücudları ahirete intikal etmekle, nûrlarına asla bir noksanlık ârız olmamıştır. Ruhâniyeti ve nûrâniyeti kıyamete kadar bâki kalacak, insanlar o nûr sebebi ile hidayete ereceklerdir.
Onun için Cenâb-ı Hakk Habib'inin kerim oluşunu, onun cömertliğini şöyle tarif buyurur:
"Üstünüze çok düşkündür. Müminlere çok şefkatli çok merhametlidir." (Tevbe: 128)
Hazret-i Allah onu bizzat kendisi methediyor. "O, sizin üzerinize çok düşkündür, çok haristir, sizin üzerinize titrer." buyuruyor.
Şefkatinden, sevgisinden, hasretinden, merhametinden üzerlerine titrer. Niçin? Kendisini unutmuş, ümmetini düşünüyor. Ona o merhameti bahşeden Hazret-i Allah'tır. Güzel ahlâkından ötürü kendisini düşünmez de hep ümmetini düşünür.
Hâtem-i veli'de öyledir. O da "Rahmeten lil-âlemin"dir. O da "Harisun aleykum"un sırrına mazhardır.
Şunu iyi bilin ki, o harisliği, o muhabbeti, o şefkât ve merhameti o cömertliği, o keremliği Allah-u Teâlâ ona da bahşetmiştir. O'nun sayesinde, O'nun nurundan ötürü. Bu muhabbet bir köprüdür.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Kişi, sevdiği ile beraberdir." (Buhârî)
Bu en büyük müjdedir. Bu köprüyle ahirete intikal ettiği zaman, orada bizi rızâsında haşr-u cem ettiği zaman işte en güzel bayram yeri orasıdır.
Bilhassa bu "Siyah Bayraklılar"ın zirvesinden kime müşerref eylediyse gerçekten bahtiyar kılmıştır. Onun için bu dünya tanışmadan ibaret. Fakat sevişme, kaynaşma hepsi orada.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, Hâtem-i veli'yi Hazret-i Allah'ın kendi cömertlik denizine daldırdığını şöyle haber veriyor:
"Allah'ın kendi cûd denizinin içine daldırdığı, kendilerine lütufta bulunduğu, ilâhî muhteşemliklerden yana kalplerinden perdeyi kaldırdığı, tâ ki Rabbânî örtüsünün içinden O'nu görünceye kadar, O'nun katında iken unuttukları her bahsedilen şeye mülkünden kendilerini muttali kıldığı kullarını bilmezler." (Hâtmü'l-Evliyâ)
Onun cömertliği Hakk'tan gelir.
Muhyiddin-i İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri, Hâtem-i veli'yi gerçekten tanıyor ve tanıtmaya çalışıyor:
"O müminlere karşı çok merhametlidir." buyuruyor.
Hâtem-i veli'nin cihadı da onun engin merhametinin bir işaretidir ki bu cihad en büyük rahmete vesiledir.
Çünkü o haristir, bu harislik de Resulullah Aleyhisselâm'dan gelir. Ona da bir şefaat verilmiştir. Ona o izni verir, o kapıyı açar, izin verdiği kadar da iş görür, izin verdiği kadar şefaat eder.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri; "O şefaatte evveldir." buyuruyorlar.
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri de:
"O kıyamet günü şefaatçidir." buyurmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu yarattı, o nurdan mevcûdatı yarattı. Aynı zamanda onun da nuruna kendi dilediğini kattı. Yani ruhundan ruhlar halkolmasına sebep oldu.
Küllî nur, Nûr-i Muhammedî'dir, o hem Ebu'l-ervah'tır, hem de Sebeb-i mevcûdât'tır.
Fakat ona bahşettiği lütufla beraber ayrıca Hâtem-i veli'ye bahşettiği nur da vardır. O nurdan da dilediği ruhları yaratmıştır, dilediğine oradan da hidayet fışkırtmıştır.
Mahmud Şebüsterî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Umumi rahmet onunla zuhur eder!" buyurarak, Hâtem-i veli'nin sehavetini ifşa etmiştir. Öyle bir sehavet ki dünyaya ve ahirete taalluk eder.
O kime şefaat yetkisi verirse, ancak o şefaat edebilir. Bu yetki O'na âittir.
Hâtem-i veli'den bahseden Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri, onun hakkında; "Onun şefaati ardarda gerçekleşir. Zira o merhametlilerin en merhametlisidir." buyuruyor.
Gerçekten de öyledir.
Şeyh Şerafeddîn -kuddise sırruh- Hazretleri: "Ekâbîr ricâlullâh" dan olan bu zâtın münâcaâta başladığı anda, Cenâb-ı Hakk'ın yalnız müminlerden değil, kâfir ve müşriklerden bile gadâbı ref' ve tahfîf ettiğini beşeriyete ilân etmiştir.
Muhyiddin-i İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri, Allah-u Teâlâ'nın onu, Kelâm-ı kadim'inde; "Kerem sahibi" buyurarak onu zikrettiğini haber vermiştir.
"Bil ki Allah-u Teâlâ, kendisine tâbi olunan en büyük imamı; velâyet bayrağının ve mührünün taşıyıcısı, cemaatin ve hikmet ehlinin öncüsü olan bu kerem sahibi 'Hatm'i zikretmiş; Azîz Kitab'ının pek çok yerinde ondan haber vererek, bir ayırım ortaya koymak için onun mertebesiyle ilgili tembihlerde bulunmuştur." (Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ ve Şemsü'l-Mağrib)
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri de onun kerem ve cömertliğini şöyle tarif etmişlerdir:
"Âlemin altı ciheti de onun keremiyle dolu. Nereye baksan onun bayrakları orada dikildi."
İtimat edin, bizim bu cihadımız bir kişi kurtulur mu diyedir. Gönül istiyor ki herkes kurtulsun.
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri bizzat ihtar ediyor:
"Bir kerem sahibi, sana 'Gel, ateşe gir!' dese hemencecik atıl ateşe... Beni yakar mı deme bile." (Mesnevî. c. 3 s. 253 trc:V. İzbudak)
"Ona teslim ol, hiç şüphen olmasın. Yürü!.." buyuruyor.
Her şeyden evvel seve seve gönüllerinden doğarak en güzelini verenler, versin diye değil verdiğinden verenler. Verdikten sonra verdirene, verdirdiği için şükredenler övülmüş olanlardır. Verdiği zaman helâlinden ve en iyisini verenler, desinler, görsünler, yani gösteriş için, bir karşılık için değil, Allah için verenler, yalnız Hakk'ın rızâsı için, infak edenler övülmüşlerdir.
Allah-u Teâlâ, kendilerinin ve âile fertlerinin açlıklarını gidermek için, o yemeğe ihtiyaçları olmasına rağmen, onu daha fazla ihtiyaç sahiplerine yediren, onları kendilerine tercih eden itaatkâr müminleri Âyet-i kerime'sinde övmektedir:
"Onlar, kendi canları çektiği halde; yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler." (İnsan: 8)
Kendileri muhtaç oldukları, ihtiyaç duydukları hâlde; kazanma gücü olmayan fakire, babası olmayan yetime, esir düşmüş kimseye şevkle yemek yedirirler. İşte İslâm ahlâkı budur.
Derler ki:
"Biz sizi ancak Allah rızâsı için yediriyoruz!" (İnsan: 9)
Maksadımız Allah-u Teâlâ'nın hoşnutluğunu elde etmektir.
"Sizlerden ne bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz." (İnsan: 9)
Sizden bir mükâfat beklemediğimiz gibi, halkın yanında bize teşekkür etmenizi de istemiyoruz, övgü de beklemiyoruz.
"Biz sert ve belâlı bir günde Rabb'imizden korkarız." (İnsan: 10)
Biz bu yaptıklarımızı, Rabb'imizin bizi o günün dehşetinden korumasını umarak yaparız.
Bu sözleri yüzlerine karşı açıkça dil ile söylemeseler bile, kalben böyle düşünmektedirler.
Hakk'ın rızâsından gayrı hiçbir karşılık beklemedikleri içindir ki, O'nun katında övülmeye lâyık görülmüşlerdir:
"Allah da onları bu yüzden o günün fenalığından korur, onların yüzüne parlaklık ve sevinç verir." (İnsan: 11)
Onları ahiret gününün bütün korkularından ve sıkıntılarından korur.
Amel ve ibadetlerinin kendilerini kavuşturduğu karşılığı ve Allah-u Teâlâ'nın kendilerinden râzı olduğunu görünce son derece memnun ve mutlu olurlar. Cennetin göz ve gönül dolduran nimetleri karşısında hayran kalırlar. İlâhi nimetlere garkolurlar. Ruhen ve cismen nurlanırlar. Yüzlerindeki beşaşeti, onlara bakan herkes görür.
"Sabretmelerine karşılık onları cennet ve ipekle mükâfatlandırmıştır." (İnsan: 12)
İlâhî emirleri ve yasakları gözetirken gördükleri zahmet karşılığında sabrettikleri için onları cennetine koyar, cennet nimetlerine garkeder.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bir âileye sadaka gönderdiğinde, sadakayı götüren câriyesine, sadakayı kabul edince ne dediklerini sorar; eğer duâ etmişlerse, o sadakanın sevabının noksan olmaması için aynı duâ ile mukabele ederlerdi.
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretleri bir fakire bir şey verdiğinde fakir teşekkür etmiş, bunun üzerine ona:
"Bana niçin teşekkür ediyorsun, ben senin hakkını sana veriyorum." buyurmuştur.
İtaatkâr müminler, yaptıkları bir iyilik karşısında halktan bir teşekkür ve bir karşılık beklemezler.
Allah-u Teâlâ kendi yolunda bulunan ve sonra da başa kakmadan malından infak eden kimseleri Âyet-i kerime'sinde överek şöyle buyurmaktadır:
"Mallarını Allah yolunda hayra verip de sonra başa kakmayan, alanların gönlünü kırmayan kimselerin, Rabb'leri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir." (Bakara: 262)
Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki, sadaka verenler, verdiklerini başa kakmadıkları takdirde; dünyada kat kat fazlasını kazanacakları gibi, ahirette de Rabb'leri katında bunun mükâfatını ayrıca göreceklerdir.
Gerek farz, gerek vâcip, gerek nafile olsun, hayır ve hasenatta bulunanlar, mallarını infak edenler; bu iyiliklerini ve bu infaklarını, karşılarındaki kimselerin başlarına kakmak, verdiğini onlara hatırlatmak, iyilikleri sayıp dökmek suretiyle eziyet etmemelidirler.
Bu gibi hareketler ihtiyaç sahiplerinin kalplerini kırdığı gibi, infakın kıymetten düşmesine, ecrinin azalmasına veya tamamen elden çıkmasına sebep olur.
Allah-u Teâlâ infak emri ile hem ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarının giderilmesini sağlamakta, hem de infak eden kişinin nefsini temizleyip, terbiye ve tezkiye etmektedir.
Mal sahibi malından bir şeyler infak etmişse, O'nun malından infak etmiştir. Verdiği her şey, Allah-u Teâlâ'ya verilen bir karz-ı hasendir, bir ödünçtür. Allah yolunda yapılan harcamalar, hâlisane yapılan fedâkarlıklar mükâfatsız bırakılmayacaktır. Öyleyse sarfedilmesi gereken şeyleri sarfetmeli ve bundan çekinmemelidir.
Bunu yapabilenler için ne hakettikleri mükâfatı kaybetme korkusu vardır, ne de sarfettikleri şeyler için üzülecekleri bir zaman gelecektir.
Bu Âyet-i kerime Hazret-i Osman -radiyallahu anh- ile Abdurrahman bin Avf -radiyallahu anh- hakkında nâzil olmuştur. Tebük seferine Hazret-i Osman -radiyallahu anh- her takımıyla beraber bin deve ve bin dinar infakta bulununca, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu durumdan fevkalâde mahzuz olmuş:
"Yâ Rabb'i! Ben Osman'dan râzıyım, sen râzı ol." diye duâ buyurmuştu.
Zira Tebük harbinde en büyük bağışı Hazret-i Osman -radiyallahu anh- yapmıştı. Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz çok cömert, çok sehavetli bir zât-ı âli idi. Canını, malını, Allah ve Resul'ü için feda etmekten çekinmemiş, bütün servetini Allah yolunda harcamaktan geri durmamıştı.
Abdurrahman bin Avf -radiyallahu anh- da sekiz bin dirhemden ibaret olan servetinin yarısını da âilesinin nafakası için bırakmıştı. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun hakkında da:
"Allah-u Teâlâ evinde alıkoyduğunu da, infak ettiğini de sana mübârek kılsın." buyurdu.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Mallarını gece gündüz, gizli ve açık infak edenlerin mükâfatı Rabb'leri katındadır.
Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir." (Bakara: 274)
Bu Âyet-i kerime infakın en mükemmel suretini göstermektedir. Kendi âile efrâdına infakta bulunmak bile bu hükmün içine girer.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Sa'd bin Ebî Vakkas -radiyallahu anh- hastalandığında ziyaretine gitmişlerdi.
Ona buyurdular ki:
"Allah'ın rızâsını dileyerek bir infakta bulunduğun zaman, hanımının ağzına koyduğun bir lokma bile olsa, şüphesiz ki onunla derecen ve yüksekliğin artar." (Buhârî - Müslim)
Allah-u Teâlâ kullarının yaptıkları infakın kaybolup gitmeyeceğini, bunun maddî ve manevî mükâfatını elbette göreceklerini haber vererek Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah yolunda ne infak ederseniz, size eksiksiz ödenir ve siz aslâ haksızlığa uğratılmazsınız." (Enfâl: 60)
Allah-u Teâlâ cihadın ve infakın her türlü maksat ve menfaatlerden tamamen uzak olarak sadece Allah yolunda yapılmasını şart koşmaktadır.
"Onların Allah yolunda harcadıkları az ve çok her şey, yürüdükleri her yol, mutlaka hesaplarına yazılır." (Tevbe: 121)
Bir at nalı veya bir tek kamçı dahi olsa, mutlaka amel defterlerine kaydedilir ve ahirette karşısına çıkar.
"Ki Allah onları, yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandırsın." (Tevbe: 121)
Mükâfatlandırmak istediği için o yaptıkları işlerden dolayı kendilerine sevap ihsan eder.
Hadis-i şerif:
"İhsan sâhibi olan zenginlerin fukara tarafından mükâfatı nasîhat ve öğüt ile hayır duâ eylemektir." (Münâvî)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müslümanlara Allah yolunda infak etmelerini tavsiye buyurmuştu. Onlar da ne miktarda mal sarfedeceklerini, nereye ve kimlere vereceklerini sorup öğrenmek istemişlerdi.
Nâzil olan Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Resul'üm! Sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar.
De ki: Hayırdan harcayacağınız şey, ana-baba, yakınlar, yetimler, düşkünler ve yolcular içindir.
Hayır olarak ne yaparsanız, şüphesiz ki Allah onu bilir." (Bakara: 215)
İnfak derece derecedir. Önce yakınlar, sonra diğer kimseler.
Bu Âyet-i kerime farz olan zekâttan ayrı olarak sadaka vermeyi teşvik etmiştir.
Bir evlât yoksul olan ana-babaya bakmak, ihtiyacını karşılamak mecburiyetindedir. Bu husustaki yaptığı harcamayı zekâttan sayamaz.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Sana (Allah yolunda) ne sarfedeceklerini soruyorlar. De ki: 'İhtiyaçtan arta kalanı.' Böylece Allah size âyetlerini açıklar, umulur ki dünya ve ahiret hakkında düşünürsünüz." (Bakara: 219-220)
Aşırı derecede israf yapmamak ve kısıntıya gitmemek suretiyle insanın bakmakla yükümlü olduğu kimselere gereken masrafı yaptıktan sonra, ihtiyaçlarından fazlasını infak etmesi tavsiye edilmektedir. İhtiyacı için temin ettiği malı hayır yapacağım diye harcayıp da kendisini ve âilesini nafakasız bırakması câiz değildir. Allah için infak etmeye devam edilebilmek için infakta da ölçüye ve iktisada uymak gerekmektedir.
Bu Âyet-i kerime nâzil olduktan sonra Ashâb-ı kiram, nafakalarını üzerlerine aldıkları kimselerin ihtiyaçlarını giderdikten sonra arta kalanını infak ederlerdi. Çünkü bu durumda hem dünya hem ahiret düşünülmüş olmaktadır.
İnfak edilen malın Allah katındaki kıymeti, onun azlığına çokluğuna bağlı olmayıp, infak edenin hâline ve niyetine göredir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir." buyurdular.
"Bu nasıl olur ya Resulellah?" diye sorulduğunda şu cevabı verdiler:
"Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan daha iyisini tasadduk etti. Diğeri ise, malının yanına varıp malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti." (Nesâî)
Hadis-i şerif'te beyan buyurulduğu üzere, bir dirhem veren malının yarısını vermiş olmaktadır. Halbuki zengin olan kişi malının yarısını vermiş değildir, normal olarak herkesin bağışta bulunabileceği bir haldedir.
Verilecek sadakalara, yapılacak adaklara dikkat edilmesine, ihlâslı bir niyetin gözetilmesine dâir Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Yaptığınız her harcamayı ve adadığınız her adağı şüphesiz ki Allah bilir.
Zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur." (Bakara: 270)
Allah-u Teâlâ herkesin niyetini ve yaptıklarını çok iyi bilir.
Cimrilik edip malının zekâtını vermeyen, fakirlerin hakkını elinde tutan veya malını Yaratan'a isyan yolunda sarfeden kimse için bir yardımcı, onu Allah'ın azabından koruyacak bir koruyucu yoktur.
Kişi malını Allah için sarfederken ne kadar samimi ve istekli olursa, Allah-u Teâlâ'dan göreceği mükâfat da o nispette büyük olacaktır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Namazı kılın, zekâtı verin." (Müzzemmil: 20)
Zekât ibadeti Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'lerde namaz ibadeti ile birlikte emredilmiştir. Namaz emredilip de hemen akabinde zekâtın emredilmediği yer pek yok gibidir. Bunun da sebebi namaz ile zekât arasında kuvvetli bir bağlılığın oluşudur. Namaz İslâm'ın direğidir, namazı terkeden dinini yıkmış olur. Zekât ise İslâm'ın köprüsüdür. Bu köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez.
"Onlar ki, zekâtlarını verirler." (Mü'minûn: 4)
Zekâtın dışında bir de nafile olarak verilen sadakalar vardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Zekâtı vermek suretiyle malınızı muhafaza ediniz. Fakirlere sadaka vererek, hastaları tedavi ediniz. Duâ ve tazarru ile belâ ve musibetleri reddediniz." (Münâvî)
Zekâta ve tasadduka devam ettikçe, O dilerse bereket kapılarını bize açar. Biz kaparsak artık kimden ne bekleyeceğiz?
Allah-u Teâlâ sadaka veren erkek ve kadınların nâil olacakları sevapları Âyet-i kerime'sinde haber vermektedir:
"Sadaka veren erkeklere ve sadaka veren kadınlara ve Allah'a güzel bir ödünç takdiminde bulunanlara, verdikleri kat kat artırılır." (Hadîd: 18)
Onlar Allah-u Teâlâ'nın rızasını gözeterek sırf onu elde etmek için samimi bir niyetle infakta bulunurlar, hiç kimseden de herhangi bir karşılık beklemezler.
Önceden kendileri için takdim ettikleri her şey, o gün yine kendilerine takdim edilecektir. Dünyada iken sakladıkları şeylerin en hayırlısı bunlardır.
"Şüphesiz tasadduk, Cenâb-ı Hakk'ın gadabını söndürür ve insanı saâdette ibka ile kötü sondan muhafaza eyler." (Tirmizî)
"Sadaka veriniz! Zirâ sadaka sizi cehennem ateşinden kurtarır." (Camius-sağir)
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir bayram günü cemaate vaaz ve nasihatte bulunmuş, daha sonra kadınların yanına giderek onlara da vaaz ve nasihatte bulunarak:
"Tasadduk ediniz! Zira çoğunuz cehennem odunu olacaksınız!" buyurdu.
Bunun üzerine kadınlardan kara yağız güzeli biri kalkarak:
"Niçin yâ Resulellah?" diye sordu.
Resulullah Aleyhisselâm şöyle cevap verdi:
"Çünkü sizler hâlinizden çok şikayet eder, kocalarınızın nimetine karşı küfranda bulunursunuz."
Râvi der ki:
"Derken kadınlar kendi ziynetlerinden tasadduk etmeye başladılar. Bilâl'in elbisesi içine küpe ve yüzüklerini atıyorlardı." (Müslim: 885)
Öyle ki büyük bir miktar toplandı. Resulullah Aleyhisselâm onları fakir müslümanlara dağıttı.
Bu Hadis-i şerif'te kadınların sadaka vermeye daha muhtaç olduklarına işaret vardır.
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
"Hem onlara cömertçe verilecek bir mükâfat da vardır." (Hadîd: 18)
Ki o da hiç şüphesiz ki cennettir, cennetin nimetleridir.
Allah-u Teâlâ'nın kendisine verdiği malı, kişinin Rızâ-î Bârî yolunda sarfetmesini, Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde "Güzel Bir Borç" mânâsına gelen "Karz-ı hasen" olarak vasıflandırmaktadır:
"Allah'a güzel bir borç takdiminde bulunacak kim var? Ki, Allah ona kat kat fazlasını versin." (Bakara: 245)
"Karz-ı hasen" Kur'an-ı kerim'de yedi Âyet-i kerime'de geçmektedir.
İnfakın karz-ı hasen olabilmesi için; gönül hoşnutluğu ile verilmesi, mümkün oldukça gizli verilmesi, riyâ karıştırılmaması, verdiği her ne kadar çok olsa da az kabul edilmesi, verilirken başa kakılmaması şarttır.
Hâlis bir niyetle Allah yolunda infak edilen her şey bu Âyet-i kerime'nin şümulüne girer.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Allah gece yarısı yahut gecenin son üçte birinde dünya semasına nüzul ederek: 'Bana kim duâ eder ki ona icâbet edeyim veya kim benden bir şey diler ki ona vereyim!' buyurur. Sonra: 'Yoksul olmayan ve zulmetmeyen Allah'a kim ödünç verecek?' buyurur." (Müslim: 758)
Allah-u Teâlâ, kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun karşılığını kat kat iâde edeceğini vâdetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine saâdet ve selâmet verir. Ahirette ise mükâfat olarak birçok sevaplar ihsan buyurur, ecrini kat kat artırır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Eğer siz Allah'a güzel bir borç takdiminde bulunursanız, andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokarım." (Mâide: 12)
Mal ve mülkün hakiki sahibi Allah-u Teâlâ'dır, insanlar ancak O'nun malını tasarrufta vekildirler. Kim O'nun koyduğu şartlara uygun şekilde, rızâsını kazanmak için farz olan zekâttan başka tamamen kendi isteğine bağlı olarak malını hayır yolunda infak ederse; günahlarını kapatır, yok eder, günahlardan dolayı mesul tutulmaz.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Eğer Allah'a güzel bir ödünç takdiminde bulunursanız, Allah onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah şükrün karşılığını verendir, ceza vermekte acele etmeyendir." (Teğâbün: 17)
Allah-u Teâlâ kullarını infaka teşvik için, Allah yolunda vermeye tahrik için, sarfettikleri şeylerin Zât-ı akdes'ine verilmiş bir borç olduğunu belirtmektedir.
O'nun yolunda, rızâsı uğrunda infak edilen şeyler, kasa ve keselerde para saklamaktan, hatta meşru ticaretten ve kazançtan daha kârlıdır. O'nun dini gönüllerde yer tutsun diye, imkânı olanların servetinin bir bölümünü ayırması, zenginler zengini olan Allah-u Teâlâ'ya takdim edilen en güzel bir ödünçtür. O ise bu borcu geri vermeye değil, eğer gerçekten Rızâ-î Bârî için vermişse, daha da fazlasını ödeyeceğine dâir söz vermiştir.
"Görüleni görülmeyeni bilendir. Azîz'dir, hükmünde hikmet sahibidir." (Teğâbün: 18)
Hiçbir gizli, O'na gizli kalmaz. Açık yapılanları da bilir, gizli yapılanları da bilir. Olanları da bilir, olacak olanları da bilir.
Her şey O'nun hükmüne bağlıdır. Dilediği olur, dilemediği olmaz. Her şeyi hikmetiyle idare eder.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim Allah'a güzel bir ödünç takdiminde bulunursa, Allah da onun karşılığını kat kat artırır. Ayrıca ona cömertçe verilecek bir mükâfat da vardır." (Hadîd: 11)
Allah-u Teâlâ'nın cömertçe vereceği mükâfatın büyüklüğü bizim tasavvurumuzun haricindedir. Bu gibi kimseler cennetlere ve ilâhi tecellîlere ereceklerdir.
Allah-u Teâlâ'nın ödünç talep etmesi, müminin ruhundaki cömertlik duygularının harekete geçmesi için kâfidir.
Bu Âyet-i kerime nâzil olunca Ensâr'dan Ebu Dehdah -radiyallahu anh-: "Yâ Resulellah! Allah gerçekten bizden borç mu istiyor?" diye sordu. "Evet!" cevabını alınca: "Yâ Resulellah! Elini bana göster." dedi ve Resulullah Aleyhisselâm'ın elinden tutarak: "Bahçemi Rabb'ime borç olarak veriyorum." buyurdu.
Bahçesinde altı yüz kadar hurma ağacı bulunuyordu, âile fertleri de orada kalıyorlardı. Yanlarına gelerek: "Ey Ümmü Dehdah! Bahçeden başka yere taşın, ben onu Rabb'ime borç verdim." dedi. Âilesi ise sevincini belirterek: "Çok kârlı bir alış-veriş yapmışsın!" cevabını verdi ve vakit kaybetmeden başka bir yere taşındı.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
"Cennette nice inci ve yakuttan olan hurma ağaçları, dallarını Ebu Dehdah için sarkıtmış bulunuyor."
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'a güzel ödünç takdiminde bulunun." (Müzzemmil: 20)
Ahirette sevabını almak üzere, ödünç verir gibi hayır yolunda harcamalar yapın. Allah-u Teâlâ'nın hoşnutluğunu kazanmak için hayrat ve hasenatta bulunun, fakirlere sadaka verin, yoksulları araştırın, zaruri ihtiyaçlarını görün.
Önceden kendiniz için takdim ettiğiniz her şey, o gün yine size takdim edilecektir. Dünyada iken sakladığınız şeylerin en hayırlısı bunlardır.
Allah-u Teâlâ ihtiyaçtan münezzeh olduğu halde "Borç istemek" Zât-ı akdes'ine izâfe edilmiştir. Allah-u Teâlâ kullarını infaka teşvik için, Allah yolunda vermeye tahrik için, sarfettikleri şeylerin Zât-ı akdes'ine verilmiş bir borç olduğunu belirtmektedir.
"Kendiniz için önden ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz, hem de daha üstün ve mükâfatça daha büyük olmak üzere." (Müzzemmil: 20)
Allah-u Teâlâ ihtiyaçtan münezzeh olduğu halde "Borç istemek" Zât'ına izâfe edilmiştir. Bu sadece infakı teşvik içindir.
Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Şüphesiz ki Azîz ve Celîl olan Allah kıyamet gününde: 'Ey Âdemoğlu! Ben hastalanmıştım, sen beni ziyaret etmedin!' buyuracak.
O ise: 'Yâ Rabb'i! Ben seni nasıl ziyaret edebilirdim, sen âlemlerin Rabb'isin.' diye cevap verince: 'Bilmez miydin ki, filân kulum hastalanmıştı da sen onu ziyaret etmedin. Bilmez miydin ki, onu ziyaret etseydin, beni O'nun yanında bulurdun.' buyuracak.
Yine: 'Ey Âdemoğlu! Senden yiyecek istemiştim de beni doyurmadın!' buyuracak.
O ise: 'Yâ Rabb'i! Ben seni nasıl doyurabilirdim ki, sen âlemlerin Rabb'isin!' diye cevap verince: 'Bilmez miydin ki, filân kulum senden yiyecek istemişti de sen onu doyurmadın. Bilmez miydin ki, onu doyurmuş olsaydın, bunu benim nezdimde bulacaktın.' buyuracak.
Yine: 'Ey Âdemoğlu! Senden su istemiştim de bana su vermedin!' buyuracak.
O ise: 'Yâ Rabb'i! Ben sana nasıl su verebilirdim ki, sen âlemlerin Rabb'isin!' diye cevap verince şöyle buyuracak:
'Filân kulum senden su istemişti de sen ona su vermedin. Ona su vermiş olsaydın, bunu benim nezdimde bulacaktın.'" (Müslim: 2569)
Şu halde Allah yolunda infak edilen malın kaybolmayıp, karşılığında fazla fazla ecir ve mükâfat verileceği anlaşılmış oluyor.
Meşru yollardan helâl kazanç temin edip muhafaza etmek ve rızâya uygun olarak yerli yerinde kullanmak farz olduğu gibi, lüzümsuz yerlere ve bilhassa şer'î sınırları aşacak derecede günah yollara sarf edip israf etmek de haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez." buyuruyor. (A'râf: 31) (Bakınız:En'âm: 141)
İsraf kelimesi; aşırı derecede cimriliği ve aşırı derecede harcama yapmayı, yemede ve içmede helâl sınırından haram sınırına geçmeyi ihtiva etmektedir. Allah-u Teâlâ helâl ve haram kıldığı hususlarda haddi aşanları sevmez.
Mal, dünya nimetlerinden ve Allah-u Teâlâ'nın emanetindendir. Muhafaza hususunda insanın vücudu gibidir. Çünkü hayatın idamesi için mala ihtiyaç vardır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Sâlih bir insan için helâl mal ne güzeldir!" buyuruyorlar. (Münâvî)
Haksız yere başkasının malını yemeyi yasaklayan dinimiz, insana kendi malını dahi ölçülü harcamasını emretmiştir. Kişi Allah ve Resul'ünün koyduğu ölçülere göre harcama yapmazsa, sarfiyatının her zerresinden mesuldür.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Malını israf ile saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabb'ine karşı çok nankördür." (İsrâ: 26-27)
Allah-u Teâlâ servetlerinin kadrini bilmeyip lüzumsuz yere sarfedip duranları, gösteriş için sarfiyatta bulunanları: "Şeytanın kardeşleri" olarak vasıflandırıyor. Onlar şeytanın adımlarına uymuş kimselerdir. Saçıp savuranlar, fesat çıkarmada şeytanların benzerleri olup, onlarla kardeşlik kurmuş olanlardır. Servet ilâhî bir ihsandır, onu suistimal etmek nankörlük alâmetidir.
"Onlar cimrilik ederler, insanlara da cimriliği emrederler." (Hadîd: 24)
Kendi mallarından hiç kimseye yardımda bulunmadıkları gibi, başkalarına da bu hususta engel olurlar.
"Kim yüz çevirirse, şüphesiz ki Allah zengindir, hamde lâyıktır." (Hadîd: 24)
Malın haram olan yollardan harcanması, kişiye ve başkalarına hiçbir faydası olmayan harcamalar, başkalarına muhtaç hale gelecek derecede ölçüsüzce yapılan bağış ve harcamalar, Allah için değil de gösteriş için infakta bulunmak hep israftır ve haramdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, deniz kenarında bile olsa, abdest alırken suyu ölçülü kullanmayı tavsiye etmişlerdir.
Sabit bin Kays -radiyallahu anh- beş yüz hurma ağacındaki hurmalarını toplayıp hepsini de fakir ve yoksullara dağıtmış, kendi evine bunlardan hiçbir şey girmemişti. Bu hadise üzerine nâzil olan Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ israf edilmemesini emir buyurmuştur. (En'âm: 141)
İsraf, cömertliğin ifrat dereceye varmış olan şeklidir. Cömertlik ise müslümanda bulunması gereken güzel huylardan birisidir.
Emr-i ilâhî'ye muhalefet edip cimrilik yapan, ihsan ve infaktan kaçınan kimselerin bu acıklı hâlini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Onlar cimrilik ederler, insanlara da cimriliği tavsiye ederler." (Nisâ: 37)
Cömertliği sevmedikleri gibi, başkalarını da cimri olmaya çağırırlar.
Yahudilerden bazıları Ensâr'ın yanına gelir. "Malınızı sarfetmeyin, sizin yoksul düşmenizden endişe ediyoruz. Malınızı çarçabuk harcamayın, sonunuzun ne olacağını bilemezsiniz!" diyerek öğüt vermeye kalkarlardı.
"Allah'ın kendilerine lütfundan verdiğini gizlerler." (Nisâ: 37)
Küfür; örtme ve gizleme mânâsına gelmektedir. Cimri de Allah-u Teâlâ'nın kendisine vermiş olduğu nimetleri örter, gizler. Bu nimetler o kişide görülmez. Ne yemesinde içmesinde, ne giyiminde, ne de rızâ-î Bâri için harcamasında açığa çıkmaz. Görünüşleri sanki fakirleri andırır.
"Biz kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır." (Nisâ: 37)
Bu azap onların büyüklük taslayarak cimrilik yapmaları ve nankörlük etmelerinin cezâsıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Allah-u Teâlâ kuluna verdiği nimetlerin eserini üzerinde görmek ister." buyurmuşlardır. (Câmiu's-sağîr)
Servet sahibi kişilerin çok cömert olmaları gerekir. Ki, böylece Allah-u Teâlâ'nın fazl-u kereminden kendisine verdiği zenginlik açıkça meydana çıksın.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Cimrilik ve yalan mümin bir kimsede bulunmaz." (Tirmizî)
"Cimri kimse azap görmeden cennete giremez." (Nesâi - Münâvi)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme!" (İsrâ: 29)
Eli boynuna bağlı bir kimsenin birisine bir şey vermeye gücü yetmediği gibi, sen de elini çekerek infak gibi bir faziletten mahrum olma.
"Büsbütün de saçıp israf etme ki, sonra kınanır, hasret içinde eli boş kalırsın." (İsrâ: 29)
Gücünün üstünde elini açma. Gelirinden fazlasını elden çıkarmak suretiyle infakta israf etme.
Buradan anlaşılıyor ki; korunması gereken yerde malı korumalı, sarfedilmesi gereken yerde de bolca harcamalıdır.
Korunması gereken yerde bolca harcamak israftır. Bolca sarfedilecek yerde sıkılık etmek ise cimriliktir. Her ikisi de kınanmaktadır.
En makbul ve övülmüş olanı sehavettir.
Âyet-i kerime'de:
"Rahman'ın o kulları ki, harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler. Harcamaları bu ikisinin arasında dengeli olur." buyuruluyor. (Furkân: 67)
Onlar yenilip içilecek, giyilip kuşanacak şeyler için harcama yaptıklarında, muhtaçlara infakta bulunduklarında saçıp savurmazlar. Kendilerini ihtiyaç içinde bırakacak derecede başkalarına yardıma koşmazlar. Cimri denilecek kadar da az harcayıp sıkıntı yapmazlar, muhtaç olanlara yardım etmekten geri durmazlar. Orta yolu takip eden hayırlı kimselerdir.
Cimrilik, nefsin yakalandığı tedavisi zor olan müzmin bir hastalıktır. Cömertlik, insanlarda ne kadar büyük bir meziyet ise, cimrilik de onun zıddına o kadar kötü bir huydur.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Cimrilikten sakının! Çünkü cimrilik sizden öncekileri helâk etmiş, onları birbirinin kanlarını dökmeye, haramlarını helâl saymaya sevketmiştir." (Müslim: 2577)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cömertliğin, dalları dünyaya uzanan bir cennet ağacı olduğunu, kim onun bir dalını tutarsa o dalın kendisini cennete sokuncaya kadar terketmeyeceğini; cimriliğin ise dalları dünyaya uzanan cehennem ağaçlarından birisi olduğunu, kim onun bir dalına yapışırsa, o dalın kendisini cehenneme sokuncaya kadar bırakmayacağını haber vermişlerdir. (Feyzü'l-kadir)
Allah-u Teâlâ insanın yaratılışında bulunan dünya malına şiddetli hırsından ve kötü huylarından haber vererek, Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İnsan gerçekten pek hırslı yaratılmıştır." (Meâric: 19)
Hırsına çok düşkündür. Bu hırs ömrü boyunca, geceli gündüzlü onun içini kemirir durur.
"Başına bir felâket gelince sızlanır, feryat eder." (Meâric: 20)
Kendisine bir musibet dokunursa fazla teessür gösterir, sabrı azdır. İçini dışını ümitsizlik kaplar, bir çıkış yolu olabileceğini göz önüne getiremez. Bu durum nicelerini intihara kadar götürür.
"Bir iyilik dokunduğunda ise cimri kesilir, onu herkesten meneder." (Meâric: 21)
Kendisine bir musibet dokunursa fazla teessür gösterir, sabrı azdır. Bir servete sahip olursa elinde tutar, hiçbir mâli fedâkârlıkta bulunmaz, Allah yolunda sarfetmez. Onu kendi kazancının mahsulü olduğunu zanneder.
Verilen sadakayı başa kakmak, fakirlerin gönlünü incitici bir söz ve harekette bulunmak da haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Ey inananlar! Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını harcayan kimse gibi sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın.
O gösteriş yapanın durumu, üzerinde biraz toprak bulunan kayaya benzer. Şiddetli bir sağanak isabet eder de onu sert bir kaya halinde bırakıverir. (Toprağı gider, kaya kalır.) Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler.
Allah inkâr eden kimselere hidayet etmez." (Bakara: 264)
İhtiyacından dolayı zaten üzüntülü olan bir kimsenin, verdiğini başa kakmak suretiyle kalbini kırmak; sadakanın sevabını giderdiği gibi, ayrıca kişinin günaha girmesine vesile olmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde; verdiği şeyi başa kakanlarla Allah-u Teâlâ'nın kıyamet günü konuşmayacağını, rahmet nazarıyla yüzlerine bakmayacağını, onları temize çıkarmayacağını haber vermiştir. (Müslim)
Münâfıklar Resulullah Aleyhisselâm'a ve müminlere iyi görünmek için, icabeden bazı hususlarda bazı yerlere infak ederlerdi, halbuki onlar inanmıyorlardı.
Nisâ Sûre-i şerif'indeki Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Onlar Allah'a ve ahiret gününe inanmadıkları halde, mallarını insanlara gösteriş için sarfederler." (Nisâ: 38)
Başkalarını aldatmak için harcama yaparlar. Maksatları: "Büyük insan" ünvanını almaktır. Hayır-hasenât yaptıkları zaman, bu harcamanın ihtiyaç sahibinin eline geçip geçmediğini, yerini bulup bulmadığını hesaba katmazlar. Onlar sadece halk arasında kendilerine nam kazandıracak, isim yapacak yerlere dağıtırlar.
Ne kadar çok olursa olsun, Allah rızâsı için olmayan; gösteriş için, övünmek için, nam ve şöhret için yapılan bu gibi harcamaların hiçbir değeri ve kıymeti yoktur.
"Şayet şeytan bir kimseye arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır!" (Nisâ: 38)
Kendisine: "Ne kadar cömert, ne kadar hayırsever!" desinler diye infak eden kimselerin, şeytana arkadaş olduklarını Allah-u Teâlâ haber veriyor. Çünkü onlar şeytanı dost edinmişler, şeytan da çirkin şeyleri onlara güzel göstermiştir.
Bunlar Allah'a ve ahiret gününe gerçek mânâda inanmış değillerdir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde, elde fırsat dilde ruhsat varken uyanmaları için hatırlatmada bulunmaktadır:
"Ne olurdu sanki, onlar Allah'a, ahiret gününe inanmış ve Allah'ın kendilerine verdiği rızıklardan (O'nun yolunda) infak etmiş olsalardı!" (Nisâ: 39)
Hem dünya saâdetine ve ahiret selâmetine ererlerdi, yaptıkları infak karşılığında bol bol mükâfat alırlardı; hem de Allah-u Teâlâ'nın rızâsını gözetmeyerek yaptıkları harcamaların ahiretteki vebâlinden kurtulurlardı.
"Allah onları çok iyi bilendir." (Nisâ: 39)
Kimin cimrilik yaptığını, kimin gösteriş için infakta bulunduğunu hakkıyla bilir. Eğer bir kul ilâhî dâvete icabet eder, O'nun rızâsı ve buyrukları istikametinde ömrünü geçirirse; karşılığını alacak, kat kat fazlasıyla mükâfatını görecektir.
"Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık yapmaz." (Nisâ: 40)
Hiç kimseyi hak etmediği bir cezâya çarptırmaz, lâyık olduğu mükâfatı da eksiltmez.
"Zerre kadar iyilik olsa, onu kat kat arttırır ve kendi katından da büyük mükâfat verir." (Nisâ: 40)
Bu bir temsildir. Az bir şey misal verilerek çoğa dikkat çekilmiştir. Zerre kadar haksızlık yapmayan ilâhî kudret, daha fazlasını hiç yapmaz. Zerre kadar da olsa yapılan bir iyiliği, kat kat arttıran fazlasını daha fazla arttırır.
"Allah'ın rızâsını kazanmak ve içlerindekini kökleştirmek (kalplerini sağlamlaştırmak) için mallarını infak edip sarfedenlerin durumu, yüksekçe bir tepede bulunan güzel bir bahçeye benzer. Üzerine bol bol yağmur yağdığında, meyvelerini iki kat verir. Bol yağmur yağmasa bile, hafif bir yağmur, az bir çisinti de yetişir. Allah yaptıklarınızı görmektedir." (Bakara: 265)
İhtiyaç sahiplerine infakta bulunmak Allah-u Teâlâ'nın bir emridir.
Nitekim Âyet-i kerime'sinde:
"Allah ve Resul'üne iman edin. Sizden önce geçenlerin ardından Allah'ın size sarf için yetki verdiği şeylerden sarfedin. İçinizden iman edip de sarfeden kimselere büyük mükâfat vardır." buyuruyor. (Hâdid: 7)
Fakirlere infak etmek Allah'a ve Resul'üne imandan sonra emredilmesinden anlaşılıyor ki, salih amellerin en önemlilerinden birisidir.
Âyet-i kerime'de ayrıca, önce geçenlerden intikâl eden malın, hakikatte Allah'a ait olduğu hatırlatılıyor. Meşru şekilde faydalanmaları için kullarına yetki vermiş, emr-i ilâhi'ye uygun olarak kullanılması için de kullarını vekil kılmıştır.
Şu halde her şeyin hakiki sahibi Allah-u Teâlâ, muhtaç olanlara sadaka vermeyi emrettiğine göre, O'nun malını O'nun yolunda istediği şekilde sarfetmek gerekir. Bir kul kendisinin bu mal üzerinde vekil olduğunu unutup da, kendisine ait olduğunu zannederse; O'nun malında O'na ortak olmaya kalkmış ve böylece de büyük bir günaha cesaret etmiş olur.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin uğrayacağı cezayı bildirmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Allah'ın, kereminden kendilerine verdiği şeyde cimrilik edenler hiçbir zaman onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Bu onların zararınadır. Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır." (Âl-i İmran: 180)
Zekât, mal ile yapılacak mecburi bir yardım şeklidir. Fakat mal ile yapılacak yardım sadece zekâttan ibaret değildir. Müslümanlara, ihtiyaçlarından fazla olan mallarından ihtiyaç sahiplerine infak etmeleri emir ve tavsiye edilmiştir. İnfak zekâttan ayrı bir farizadır.
İslâmiyet bir çok vesilelerle fakirlere yardım edilmesini teşvik etmiştir.
Ezcümle;
Ramazan-ı şerif'te hastalık veya ihtiyarlık sebebiyle oruç tutmaktan âciz kalan kimse, tutamadığı gün sayısınca bir fakiri doyurur veya bedelini para olarak verir.
Ramazan bayramından önce fıtır sadakası vermek vâciptir, bu sadaka fakirlere verilir.
Kurban bayramında mâli gücü yerinde olan kimse kurban keser ve etini fakirlere dağıtır.
Adak adayan kimse, adağı yerine gelince, adadığı şeyi fakirlere tasadduk eder.
Bir kimse yemin edip de yemininden dönerse, on fakiri doyurur veya giydirir.
Hacc'da cezalanan bir kimse, bunun kefareti olarak bir kurban keserek etini fakirlere dağıtır.
Umumun menfaatine sarfedilmek üzere kurulan vakıflar da ayrı bir hususiyet arzeder.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Her kim ki duâlarının kabulünü ve gam ve sıkıntısının def' ve ref'ini murad ederse sıkıntıda bulunanların imdadına yetişsin." (Ahmed bin Hanbel)
"Sadaka ile cehennem ateşinden korununuz. Velev bir hurmanın yarısı ile olsun. Ona da mâlik değilseniz insanların gönüllerini hoş edecek güzel ve hoş bir sözle olsun tasadduk ve takvâda bulununuz." (Buhâri)
"Sadakaların en fazîletlisi vücudun sağlam, malın sevilen, hayatının devamının umulduğu ve fakru zaruretten korkulduğu bir zamanda geciktirmeden tasadduk ettiğin bir maldır. Can boğaza gelinceye kadar geciktirip de o vakit 'Filâna şu kadar ve filâna şu kadar' deme ki, o anda ister istemez mal senin değil gösterdiğin kimselerindir." (Müslim)
"Müslüman kimsenin sadakası ömrün artmasını gerektirdiği gibi kötü sondan da muhafaza eder." (Tirmizî)
"Sadaka yetmiş nevi belâyı men'eder. Bunların hafifi cüzzâm ve baras (alatenlilik) meşhur hastalığıdır." (Câmiussağir)
"Şüphesiz sadakayı, ihtiyaç sahibi almadan, Cenâb-ı Hakk kudret eliyle kabûl edip alır." (Münâvi)
"Sadaka oruçtan efdâldir. Oruç ise insanı cehennem ateşinden korumak için kalkan makamındadır." (Münâvi)
"Biliniz ki sizden bir ferd yoktur, illâ vârisin malını kendi malından ziyâde sever. Hâl-i hayatında tasadduk ettiğin şeyler, kendi mülkündür ki, ölümden sonra semeresini koparırsın. Senden sonraya terkettiğin mal ise vârislerinindir." (Nesâî)
Allah-u Teâlâ ihtiyacını arzedip de istekte bulunan kimsenin hoşnud edilmeyerek reddedilmesini ve boş çevrilmesini yasaklamaktadır.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Bir şey isteyeni reddetme!" (Duhâ: 10)
"Eğer Rabb'inden beklediğin bir rahmeti elde etmek için onlardan (o fakirlerden) yüz çeviriyorsan, hiç olmazsa kendilerine tatlı bir söz söyle." (İsrâ: 28)
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Yoksul, bir veya iki hurma, bir iki lokma verdiğin kimse değildir. Hakiki yoksul halka el açıp istemekten sıkılan kimselerdir." (Buharî. Tecrid-i sarih: 1683)
"Yeryüzünde bulunan fukarâ ve düşkünlere merhamet ediniz ki, gökte olan melâike-i kiram de size merhamet edip hakkınızda hayır duâ etsinler." (Tirmizî)
"Fukarâ ve düşkünlere merhamet edenlere Cenâb-ı Hakk merhamet eder." (Tirmizî)
"Elbise giydirerek din karındaşının avretini örten kimsenin avretini kıyâmet gününde Cenâb-ı Allah örter." (Buhâri)
"Dul ve kimsesiz kadınlara muâvenette iyi bir eş gibi olunuz." (Münâvî)
"Her şey için bir anahtar vardır. Cennetin anahtarı ise fakir ve miskinleri sevmektir." (Camius-sağir)
"Fakir ve miskinleri seviniz ve onların meclislerinde oturunuz." (Münâvî)
İslâm dini dilenciliği hoş görmediği gibi, ihtiyacından dolayı istemek mecburiyetinde kalan fakir ve yoksulları eli boş çevirmeyi de tasvip etmemiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Onların mallarında isteyenin ve mahrum olanın (iffetinden ve utancından dolayı isteyemeyenin) belli bir hakkı vardır." (Meariç: 24-25)
İhtiyacından dolayı isteyeni reddetmeyip bir şey vermek, bir emr-i ilâhi'yi yerine getirmek olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir fazilettir. Rıza-i ilâhi'yi kazanmaya vesile olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyurururlar ki:
"Yoksul; kapı kapı dolaşıp bir iki lokma, bir iki hurma ile savuşturulan kimse değildir. Asıl yoksul; kendine yetecek malı bulunmayan, muhtaç olduğu bilinip de kendine sadaka verilmeyen ve kalkıp dilenmeyen kimsedir." (Buhârî)
"Allah size yardım edip rızık veriyorsa, bu aranızdaki zayıflar sayesinde değil midir?" (Buhârî)
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Ey inananlar! Ne alış-verişin ne de dostluğun ve ne de iltimasın olmadığı günün gelmesinden önce, size verdiğimiz rızıklardan (Allah için) sarfedin. İnkâr edenler ancak zâlimlerdir." (Bakara: 254)
"Ey inananlar! Kazandıklarınızın temizlerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan (Allah için) sarfedin. Size verilirse göz yummadan alamayacağınız kötü ve değersiz şeyleri sakın vermeye kalkmayın. Biliniz ki Allah ganidir, övülmeye lâyıktır." (Bakara: 267)
"De ki: Rabb'im kullarından dilediğinin rızkını genişletir, dilediğine darlaştırır. Sarfettiğiniz herhangi bir şeyin yerine daha iyisini verir. Çünkü O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe: 39)
Dilenciliğin kötülüğü hakkında ise Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Cenâb-ı Allah, haris ve baş ağrıtan dilencilere buğzeder." (Münâvi)
"Dilenciler dilenmede olan züll ve hakareti bilselerdi, dünyada hiçbir dilenci dilenmezdi." (Münâvi)
"Fakr ve ihtiyacı olmaksızın dilenen kimsenin eline aldığı şey ateştir." (Ahmed bin Hanbel)
"Üç günlük azığa mâlik olan kimse için dilenmek helâl olmaz." (Münâvi)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vaktiyle Benî İsrail'de biri abraş, biri kel, biri de kör üç kişi varmış. Allah onları imtihan etmek istemiş ve kendilerine bir melek göndermiş.
Melek abraşa gelerek: 'Sence en makbul şey nedir?' diye sormuş. Abraş: 'Güzel renk, güzel cild ve benden insanların iğrendiği hâlin gitmesidir.' demiş. Bunun üzerine melek onu sıvazlamış, o anda o iğrenç hâli gitmiş, kendisine güzel bir renk, güzel bir cild verilmiş.
Melek: 'Sence hangi mal en makbuldür?' diye sormuş. Abraş: 'Devedir!' demiş. Bunun üzerine kendisine doğurması yakın bir deve verilmiş. Daha sonra melek: 'Allah sana bu devede bereket versin!' diyerek ayrılmış.
Bu defa kelin yanına gelerek: 'Sence en makbul şey nedir?' diye sormuş. Kel: 'Güzel saç ve insanların iğrendiği şu hâlin benden gitmesidir.' demiş. Melek onu sıvazlamış ve o hâl gitmiş, kendisine güzel saç verilmiş.
Melek: 'Sence hangi mal en makbuldür.' diye sormuş. Kel 'Sığırdır!' demiş. Bunun üzerine kendisine hamile bir inek verilmiş. Daha sonra melek: 'Allah bu inekte sana bereket versin!' diyerek ayrılmış.
Müteâkiben gözü görmeyen adama gelerek: 'Sence en makbul şey nedir?' diye sormuş. Adam: 'Allah'ın gözümü açması ve onunla insanları görmemdir.' demiş. Melek onu da sıvazlamış ve gözü görmeye başlamış.
Melek: 'Sence hangi mal en makbuldür.' diye sormuş. Adam: 'Koyundur!' demiş. Bunun üzerine kendisine doğurmuş bir koyun verilmiş.
Zamanla ötekiler üretmiş, beriki de doğurtmuş, bu suretle birinin bir vâdi devesi, diğerinin bir vâdi sığırı, bunun da bir vâdi koyunu olmuş.
Sonra melek abraşa eski suret ve kılığında gelerek: 'Ben fakir bir adamım, yolculuğumda bütün çarelerim tükendi. Bugün evvel Allah sonra senden başka beni evime ulaştıracak bir kimse yoktur. Senden şu güzel rengi, güzel cildi ve malı veren Allah aşkına bir deve istiyorum, o deve ile yoluma devam edeceğim.' demiş.
Abraş: 'Haklar çoktur!' karşılığını vermiş.
Bunun üzerine melek ona: 'Ben seni tanır gibiyim! Sen insanların iğrendiği abraş değil misin? Hani sen bir zamanlar fakirdin, Allah bütün bunları sana verdi.' demiş.
Abraş: 'Ben bu malı ancak ve ancak büyükten büyüğe intikal eden bir miras olarak edindim.' cevabını vermiş.
Melek de: 'Yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin!' diyerek ayrılmış.
Kelin yanına da eski suretinde gelerek buna söylediğinin aynısını söylemiş. Bu da abraşın verdiği cevap gibi cevap vermiş.
Melek de: 'Yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin.!' diyerek ayrılmış.
Gözleri görmeyen adama da eski suret ve kılığında gelerek: 'Ben yoksul bir adamım, yolcuyum. Yolculuğum esnasında bütün çarelerim tükendi. Evvel Allah, sonra senden başka bugün beni evime ulaştıracak bir kimse yoktur. Senden gözünü açan Allah aşkına bir koyun istiyorum. Onunla yoluma devam edeceğim.' demiş.
Adam: 'Gerçekten benim gözlerim kör idi. Allah benim gözlerimi açtı. Şimdi bu koyunlardan dilediğini al, dilediğini bırak! Vallahi bugün Allah için aldığın bir şeyde sana zorluk çıkarmam.' demiş.
Bunun üzerine melek:
'Malın senin olsun. Siz ancak imtihan edildiniz. Senden râzı olundu, iki arkadaşın da hışıma uğradı.' demiş." (Müslim: 2964)
Rivâyet olunur ki, Allah-u Teâlâ geçmiş peygamberlerden birisine şöyle vahyetmiştir:
"Ben filân kimsenin ömrünün yarısını fakirlik, diğer yarısını da zenginlikle geçmesine hükmettim. Kendisine sor, hangisini önce isterse onu vereyim.."
Zamanın peygamberi o kimse ile görüştü ve Allah-u Teâlâ'nın buyruğunu kendisine haber verdi.
Adam: "Âilemle istişare yaptıktan sonra cevap vereyim!" dedi ve evine gitti. Hanımı: "Efendi! Bana sorarsan, zenginlikten sonra fakirliği isteyelim." karşılığını verdi. Adam: "Zenginlikten sonra fakirlik zor olur, fakirlikten sonra zenginlik ise pek tatlı olur." dedi. Hanımı: "Sen benim sözümü dinle!" diye ısrar edince, o da zamanın peygamberinin huzuruna çıkarak kararını bildirdi.
Allah-u Teâlâ onlara zenginlik kapılarını açtı, geniş imkânlar verdi. Bu durumu görünce hanım: "Efendi! Bu zenginlik nimetinin bizde kalmasını istiyorsan, insanlara karşı cömert davran, muhtaç olanlara bol bol ver!" dedi. O da böyle yaptı. Ne zaman kendisine bir elbise satın alacak olsa, hemen bir fakire de elbise alırdı.
Nihayet adamın yarı ömrü geçince Allah-u Teâlâ zamanın peygamberine vahyederek şöyle buyurdu:
"Ben onların ömürlerinin yarısını fakirlikle, yarısını da zenginlikle geçmesine hükmetmiştim. Fakat onları nimetlerime şükreder bir halde buldum. Şükür ise nimetin artmasını gerektirir. Binaenaleyh ona, ömrünün kalan kısmının da zenginlikle geçmesine hükmettiğimi bildir."
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Şükrederseniz elbette size nimetimi arttırırım." (İbrahim: 7)
Geçmişte yaşamış ümmetlerden birinde, rivayete göre Yemen'in San'a şehri yakınlarında ehl-i kitap'tan sâlih bir zât yaşıyordu. Öyle bir bahçesi vardı ki, her türlü meyve yetişiyordu.
Dindar, muttaki, aynı zamanda çok cömert olan bu zât; hasat zamanı gelince, ilân vermek suretiyle fakirleri ve düşkünleri çağırır, bahçeden onlara bolca pay verir, onlara ikramda bulunurdu. Ayrıca devşirme mevsiminde dalda ve başakta kalanları, yere dökülenleri yoksullara bırakmayı âdet edinmişti.
Bu şekilde nezih bir hayat yaşayan, halkın sevgi ve saygısını kazanan bu sâlih zât gün geldi vefat etti. Yerine çocukları vâris olup bahçe ile ilgilenmeye başladılar.
Devşirme mevsimi geldiğinde babalarına muhalif harekette bulundular. Aç gözlülük ederek dediler ki:
"Mal az, âile fertlerimiz çok. Eğer babamızın yaptığı gibi biz de bu mahsûlâttan fakirlere bir şeyler bırakırsak ihtiyaç içinde kalırız, onların bu bahçede hakları yoktur."
Aralarında istişare yapıp, hiçbir fakire herhangi bir şey vermemeyi kararlaştırdılar. Şu kadar var ki içlerinden bir kardeşleri bu fikre karşı çıktı. Bu davranışlarının doğru olmadığını, babalarının yolunu takip etmek gerektiğini onlara hatırlattı, öğütler verdi, fakat öğütlerine kulak asmadılar. O bir kişi, diğerleri ise çoğunlukta idi.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde Kalem Sûre-i şerif'inin 17-35. Âyet-i kerime'lerinde bahçe sahiplerinin ahvâlini bir vesile-i intibah olmak üzere hikâye buyurmaktadır:
"Biz vaktiyle bahçe sahiplerine belâ verdiğimiz gibi, bunlara da belâ verdik." (Kalem: 17)
Bu Âyet-i kerime, Allah-u Teâlâ'nın Muhammed Aleyhisselâm'ı kendilerine bir rahmet olmak üzere gönderdiği Kureyşliler'in, onu reddedip karşı koymaları üzerine belâlara musibetlere uğratıldıklarını beyan buyurmaktadır.
Bahçenin yeni sahipleri sabah erkenden meyveleri devşirmeye gideceklerdi. Miskinlere haber vermeyecekler ve onlara hiçbir pay ayırmayacaklardı. Bu kararlarını yemin ile de teyit ettiler.
"Hani o bahçe sahipleri, sabah olunca bahçeyi mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi." (Kalem: 17)
Bu işten son derece emin idiler. Kendilerine o kadar güveniyorlardı ki, bu işi karara bağlarken: "İnşallah... Allah izin verirse... Sağ sâlim sabaha çıkarsak... Bir âfete uğramazsak..." gibi bir sakınma kaydı koymamışlar, yoksulları haklarından mahrum bırakmaya güç yetireceklerini sanmışlardı.
"Bir istisna da yapmıyorlardı." (Kalem: 18)
Böyle olunca da Allah-u Teâlâ onları istek ve arzularının tersiyle cezalandırdı. Yemin ettikleri iş, kararlaştırdıkları gibi lehlerine değil, akıl ve hayallerine gelmeyecek bir şekilde aleyhlerine tecellî etmişti.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Fakat onlar daha uykudayken Rabb'inin katından gönderilen kuşatıcı bir âfet bahçeyi sarıverdi de, bahçe kapkara kesildi." (Kalem: 19-20)
Miskinlerin payı hususunda cimrilik etmenin, nimetle şımarmanın cezası olarak; kendi paylarına düşecek olan mahsuller yok olduğu gibi, muhtaçlara verilmesi gereken paylar da yok oldu, kendilerine hiçbir şey kalmadı. Şükrü edâ olunmayan nimet, her zaman için zevâle mahkûmdur.
Allah-u Teâlâ onların bu kötü niyetlerinin neticesi olarak, haberleri olmaksızın geceleyin bahçenin harap olduğunu beyandan sonra, sabahın erken saatlerinde kalkan bahçe sahiplerinin ahvâlini beyan etmek üzere şöyle buyuruyor:
"Sabah olurken: 'Madem devşireceksiniz, hadi erkenden mahsulünüzün başına gidin!' diye birbirine seslendiler." (Kalem: 21-22)
Yoksulların farkına varmasından korktukları için, gizlice konuşarak bahçeye doğru yola çıktılar. Keyifli keyifli birbirlerini teşvik ediyorlardı.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Derken: 'Aman, bugün orada hiçbir yoksul yanımıza sokulmasın!' diye fısıldaşa fısıldaşa yola koyuldular." (Kalem: 23-24)
Halbuki düşünmeleri gerekirdi ki o bahçe, onu kendilerine veren, onlar uyurken onu gözetecek olan Allah-u Teâlâ'nın mülküdür, onca fakir fukaranın da hukuku vardır.
"Yoksullara yardım etmeye güçleri yettiği halde, böyle konuşarak erkenden gittiler." (Kalem: 25)
Sabahleyin bahçelerine geldiklerinde bir de ne görsünler! Ne bir ağaç, ne de bir meyve var! Oranın kendi bahçeleri olduğuna inanamadılar, yolu şaşırdıklarını sandılar.
"Fakat bahçeyi gördüklerinde: 'Herhalde biz yolumuzu şaşırmış olmalıyız!' dediler." (Kalem: 26)
Hepsi birlikte dikkatlice baktılar. Tekrar baktılar. Nihayet oranın gerçekten kendi bahçeleri olduğunu, yanlış yere gelmediklerini, kendi kötü niyetleri yüzünden böyle bir felâkete uğradıklarını anladılar.
Dediler ki:
"Yok yok, doğrusu biz mahrum bırakılmışız." (Kalem: 27)
Allah-u Teâlâ'nın kendilerini cezalandırdığının farkına vardılar. İş işten geçtikten sonra hayıflanmaya başladılar. Olup bitenlerden, elden kaçan fırsatlardan dolayı büyük bir pişmanlık duydular.
Onlar fakirleri mahrum bırakmak istemişlerdi, fakat kendileri Allah-u Teâlâ tarafından mahrum bırakılmışlardı.
"İnsaflıları şöyle dedi:
Ben size demedim mi? Rabb'inizi tesbih etmeniz gerekmez miydi?" (Kalem: 28)
Bu kardeşleri evvelce de onlara öğüt vermiş, uyarılarda bulunmuştu. Fakat aldırış etmemişler, kulak asmamışlar, kendi fikirlerinde ısrar etmişlerdi.
Eğer içlerinde aklı eren bir fert bulunmasaydı, o ümitsizlik içinde kıvranıp duracaklardı.
Bir musibet bin nasihattan iyidir. Önce dinlemedikleri nasihatı, bu defa uğradıkları felâket içinde dinlediler ve kusurlarını itiraf ederek dediler ki:
"Rabb'imizi tesbih ederiz. Doğrusu biz zâlimlermişiz." (Kalem: 29)
İlk şaşkınlık hâli geçer geçmez biri diğerini itham etmeye: "Bu felâkete sebep sensin!.. Bu hileyi bize sen öğrettin!.. Tasadduk edersek fakir düşeriz diyerek bizi korkuttun!.." gibi sözlerle suçu birbirine atmaya başladılar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Dönüp kabahati birbirine yüklemeye başladılar." (Kalem: 30)
Ne yapacaklarını ne söyleyeceklerini bilemiyorlardı. Emr-i ilâhîye muhalefet etmeleri, fakirlerin haklarını vermekten kaçınmaları sebebiyle ellerindeki nimetlerin zevâli ile cezalandırılacaklarını düşündükçe deli divâne oluyorlardı.
Tekrar be tekrar hatalarını itiraf etmekten kendilerini alamıyorlar, pişmanlıklarına pişmanlık katıyorlardı.
"Şöyle dediler: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kimselermişiz." (Kalem: 31)
Hepsi de gerçekten tövbekâr oldular. Tövbe etmekle kalmadılar, dağılıp gidivermediler:
"Belki Rabb'imiz bize bunun yerine daha iyisini verir." (Kalem: 32)
Diyerek, Rabb'lerine samimiyetle yöneldiler, dergâh-ı ulûhiyete el açtılar. Bunu bile yeterli görmeyerek, bütün rağbetlerini sırf O'na çevirdiklerini, gayelerinin O'nun rızâsına ulaşmak olduğunu beyan ederek en sonunda şöyle dediler:
"Biz sadece Rabb'imize rağbet edip gönül bağlayanlardanız." (Kalem: 32)
Bu bahçe sahiplerinin hikâyesinden, mal ve evlâdı Allah-u Teâlâ'nın insana imtihan için verdiği, eğer O'nun rızâsına uygun olarak sarfederse faydasını, kötülük yolunda sarfederse zararını göreceği, yaptığından pişmanlık duyup da tövbe ederse tevbesinin kabul olunacağı anlaşılmış oluyor.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ bu kıssanın ardından şöyle buyuruyor:
"İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi!" (Kalem: 33)
Bu azap mala değil canadır, geçici değil süreklidir, içine düşen kurtulmaz. O bir kere başa geldikten sonra uyanmanın hiç faydası olmaz.
İnsanlar bunu bilmiş olsalardı günahlarından vazgeçerlerdi. Bilmedikleri için isyanlarında ısrar etmektedirler.
Bağlara, bahçelere ve diğer emvâle âfetlerin inmesi, nimet sahiplerinin şükrünü yerine getirmemeleri sebebiyledir.
Dünyada iken insanın başına gelen bu gibi belâ ve ibtilâlar, anlamak kabiliyetinde olanları uyandırır, Hakk'a teslim ettirir, daha büyük tehlikelerden korunmasına ve daha büyük iyiliklere ulaşmasına sebep olur. Kişinin bilemeyeceği birçok hikmetler mevcuttur.
Bu hitap kıyamete kadar gelecek insanların hepsine şâmildir. Allah-u Teâlâ insanları insafa ve ibret almaya dâvet etmektedir.
Allah-u Teâlâ bahçe sahiplerinin hikâyesini beyandan sonra, ahiret yurdunu gözetip Allah'tan korkanlara lütfedeceği bitmez tükenmez nimetleri müjdelemektedir:
"Şu da muhakkak ki, takvâ sahipleri için Rabb'leri katında Naîm cennetleri vardır." (Kalem: 34)
Cemâlullah'ı, O'na kavuşmanın huzurunu, O'nun râzı olduğunu görmenin zevk ve safâsını hakkal-yakîn tadararak, ebedî nimetler içinde bahtiyar olurlar.
"Teslimiyet gösterenleri biz suçlular gibi tutar mıyız hiç?" (Kalem: 35)
Elbettte ki tutmayız!
Allah'ımız bizleri hakiki cömertlerden eylesin. Rızâsı mucibince iş ve hareketi ikram buyursun.
Rızâ yolunda, rızâsı için çalıştırdığı kullardan etsin.